Cengiz Dağcı, O Topraklar Bizimdi romanında bizleri yine mahzun Türk ülkesi Kırım’a götürüyor. Bu kez başkent Akmescit’in Çukurca köyüne… Onlar da İnsandı romanından tanıdığımız Çilingir’in oğlu Selim, Kızıltaş sürgününden kurtulduktan sonra Akmescit’te Rus eğitimi almış ve Çukurca köyüne Kolhoz reisi olarak dönmüştür. Toprağına can-ı gönülden bağlı Kırımlı köylüler Rus devletinin baskısından ve Kolhoz teşkilâtından öyle bezmişlerdir ki artık vatanlarından sürgün edilmemek ve hayatta kalabilmek adına sadece günü geçirme gayretindedirler…
Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle her şey bir anda değişir; Kırım için yeni bir ümit ışığı doğar. Savaş sırasında, Kırım’ın her yerinde olduğu gibi Çukurca’da da halk tekrar eski hayatına döner. Camiler yeniden dolup taşar, kolhozlar kaldırılır… Herkes kendi toprağını işlemeye ve inancını bildiği gibi yaşamaya başlar. Ama Ruslar’ın savaştan galip çıkması, bütün ümitlerin sonu olur. Büyük bir katliâm başlar… Bu katliâmdan kurtulabilenler de, yediden yetmişe yine sürgüne mahkûm olurlar… Romanın kahramanı Selim’le birlikle kendi vatanında fikren ve bedenen mahkûm olmanın trajedisine; kendi insanına yabancılaşmanın ve yaşanan büyük hayal kırıklıklarıyla birlikte yine onların kucağına dönmenin dramına şahit olacaksınız.
BIrIncI Bölüm
1
O da öldü. Ve küçük evi, hiçbir şeyden habersiz, köyün öteki evleriyle birlikte esmer akşamın sessizliğine büründü. Güneş çoktan ufku kızıl renklere boyayıp battı, yamaçtaki otlar dirilip canlandılar, gün boyunca kimbilir nereleri dolaşmış olan rüzgârlar bahçelere döndüler. Kuşlar cıvıl cıvıl sesleriyle sessiz, sâkin akşamı selâmlıyorlardı. Uzun boylu, ince yüzlü, esmer, omuzları çıkık, ihtiyarlıktan yüzünün derisi iyice buruşmuş bir kadın, arada bir eşikte duruyor; evin yanından geçen yola bakıyordu. Ama gözlerine hiçbir şey ilişmeyince gene eve girip arkadan kapıyı kapatıyordu. Yarı karanlık, tek göz evde ağır bir sessizlik sürüp gidiyordu. Orta yerde, uzun tüylü bir keçi derisinin üstünde, ayaklarını altına toplamış, genç bir kadın duruyordu. Kucağında uyuyakalmış yavrusunun başını okşuyor; ve dışarıda köpek havlıyordu.
Yaşlı kadın, genç kadının yüzüne uzun uzun baktı. Sonra yere çömeldi. Dışarıda havlayan köpeğin sesi şimdi kopuk kopuk geliyordu. Yaşlı kadın genç kadının yüzüne şöyle bir göz ucuyla yeniden baktı. Başını göğsüne eğerek homurdandı. Genç kadın ses etmedi. Dışarıdaki köpek şimdi kapıyı tırmalayarak öylesine acı bir sesle havlıyordu ki, yaşlı kadın göğsüne düşen başını kaldırmadan hâlâ yavrusunun saçlarını okşayan kadından yana seslendi:
– Taş mı kesildin orda? Kapıyı açıp baksana, it ne ister? Genç kadın, yavrusunun başını iki avucu arasına aldı, usulcacık yere indirdi. Yavaş yavaş ayağa kalktı. Yaşlı kadına bakmadan yürüdü, kapıyı açtı. Köpek birdenbire eşikten atlayıp avlunun orta yerine gitti ve orada ayaklarıyla kuru ve kaskatı toprağı eşeleyerek havlamasına devam etti. Solda, avlunun alçak taş duvarı gerisinde bir arada duruyordu. Kadın, ürkek gözlerle arabaya baktı. Görünürde kimseler yoktu. Kadın köpekten yana döndü ve yumruğunu sallayarak bağırdı: – Haram it! Çatlayıp kalasıca!. Köpek hemen sustu. Yere uzandı. Kafasını iki ön ayağı arasına gömdü, hazin hazin uludu. Genç kadın şakaklarına düşen saçlarını arkaya attı; taş duvarın gerisinde tek at koşulu arabaya bakarken, yoldan biri seslendi:
– Hüsniye!
– Ne var? Sen misin, Reis?
– Başka kim olacak! Benim elbet! Seninki nerde?
– Ne bilirim nerede? Reis değil misin? Nereye sürdüysen oradadır…
– Dilini senin arı…
Arabanın yanında duran adam bir şeyler daha söyleyecekti ama, boğazının içinde düğümlendi sesi. Atın yularını eline aldı, hızla çekti. At uzandı, arabanın üstünde çok ağır bir yük varmış gibi, yavaş yavaş ilerledi, avluyu ve evi çeviren taş duvarın açığından içeri girdi. At avlunun orta yerinde durdu ve eşikteki genç kadına, arabaya bak demek istermişcesine, kafasını sallayıp kişnedi. Araba avluya girince, köpek atıldı ve avluda kendisi için yer bulamıyormuş gibi, sağa sola koştu. Sonra avlunun köşesine gitti ve orada duvara kısılarak evin eşiğine baka baka havladı. Arabanın yanında uzun boylu, kuru, kolları sarkık, başı göğsüne düşük, yüzü kaygılı, kolhoz reisi duruyor, yere ayakları arasına bakıyordu. Reisin duruşundan ve köpeğin hazin hazin havlamasından genç kadın kötü bir şeyler sezmiş olacaktı ki, yüzü gittikçe sararıyordu. Ama neydi? Genç kadın, ayak uçlarına yükselerek atın kafası üzerinden arabaya baktı. Az daha yükseldi…
Ve onun açık, iri şaşı gözlerine, çarıkları topraklı iki ayak ilişti. O anda eşikten fırladı kadın, ürkek gözleri Reis’in yüzünde, arabaya doğru yürüdü. Fakat arabaya varmadan durdu, bakışlarını Reis’in yüzünden ayırıp arabaya doğrulttu. Şimdi kadın soluk almadan arabaya bakıyordu. Derken gözleri büyüdü, sıkılı yumruklarını dudaklarına götürdü, yüzü morardı ve arabanın kenarını kavradı: – Babam! Baba-ba-cığım!.. Kadının dudakları arasından dökülen bu acı sesle beraber Reis yorgun gözlerini yumdu.
Az ötede duvarın yanındaki köpek birden sustu. Ama kısa bir zaman sonra, daha acı bir sesle havlamaya başladı. Evden ihtiyar kadın çıktı, taş duvarın gerisindeki yolda birkaç köylü peyda oldu, komşu evlerin kapıları gıcırdayıp açıldılar… Arabanın kenarını sımsıkı kavrayan kadın ve diğerleri bağrışıyorlar, köpek havlıyor, ihtiyar kadınsa, eşiğe çömelmiş, sıkılı yumruklarını kendi kafasına vura vura: – Öldürdüleeeer! Kolhoz öldürdüüüüü! Gâvur alayııı!..
Ciğerinizi od yaksııın! diye ezgili sesiyle dövünüyordu. Taş duvarın gerisindeki yolda toplanan köylülerin bir-ikisi avluya girip çıkıyorlar, arabada sırtüstü yatan adamın gerçekten ölü olduğuna emin olmak istiyorlarmış gibi, arabaya bakıyorlardı. Ah, ölüydü, ölü! Ölüydü. Soğuk, kaskatı, renksiz ve sessiz bir ölüydü O. Artık gözlerini açmayacaktı, şu duvarın gerisindeki yolda yürümeyecekti, kişioğlunu göremeyecekti, konuşamayacaktı.
Arabaların etrafına toplanan köylülerin arasından biri yukarı tırmandı, iki elini ölünün başına sokuşturdu, kaldırdı, sonra omuzlarını tuttu; ötekiler de ayaklarından çeke çeke, cesedi arabadan indirdiler. Kadınların acı sesleri ve ağıtları içinde, omuzlarında ceset, eve doğru yürüdüler. İşte, tam bu sırada, sırtında iş urbasıyla, üstü-başı toz-toprak içinde, avluya biri girdi. Adam, hiç kimseye bakmadan, ölüyü bile görmüyormuş gibi, dosdoğru hâlâ havlayan köpeğe yöneldi. Yerden bir sopa alıp köpeği kovdu. Köpek, acı acı sesler çıkarak avluda birikmiş insanların ayakları arasından geçti.
Duvarın ötesinde gözden kayboldu. Köpekten sonra dayak sırasının kendilerine geleceğini sezen çocuklar da kaçtılar. Genç kızlarsa kısa ama sık adımlarla avludan uzaklaştılar. Ölüyü evin eşiğine kadar götürmüş bulunan adamlar cesedi usulca yere yatırdılar. Sonra doğrularak, avlunun ortasında duran adamdan yana döndüler. Uzunca boylu, geniş omuzlu, omuzlarına göre ince belli bir adamdı bu. Yaşlı değildi. Pek genç de sayılmazdı ama. Gözlerinin içinde, geçmiş yıllardan kalma, bir acılık saklıyordu.
Ama göstermiyordu bunu. Acısını yalnız insanlardan değil, üstüne basıp yürüdüğü topraktan da gizler gibiydi. Çünkü seviyordu toprağı. Toprağı ve toprağın üstünde yaşayan insanları seviyordu. Şimdi de orada öyle sessiz duruyordu. Geniş omuzları üstünde bütün bir hayat yükü vardı. Göğsü azıcık basık, dirseklerine doğru sıvalı kollarında kan damarları kabarık kabarık, eşikteki ölüye bakıyordu. Ama ağlamıyordu. Ölüye bakan gözlerinin ölüden başka bir şey gören bir hâli vardı. Yüzü de sâkindi. Ya kalbi? Belki seviniyordu. Çünkü ağlamaya, yanıp yakılmaya bir sebep yoktu ortada.
Çünkü ölü, sanki, yüzlerce yıl yaşamış, yüzlerce yıl bu toprağa basıp yürümüş, elleriyle bu toprağı tutmuş,bu toprağı sevmiş gibi, güneşin altında kendisi de toprak gibi kurumuş, toprak rengine girmişti. Öldüğüne pişman değildi sanki. Ayaklarından ve ellerinden, ölmeden önce, toprakta çalıştığı iyice belliydi. Zaman gelmişti işte.. Ve o da zamanın geldiğini sezmişti de iki dizi üstüne düşmüştü.
İki eliyle toprağı tutmuştu. Toprağı avuçları içine alıp yüzüne sürmüş ve ölmüştü. Pişman değildi öldüğüne. Yüzünde, hayatı bırakıp gittiğine dair bir üzüntü yoktu. Yatıyordu eşikte. Dizlerinde toprak, avuçları içinde toprak, dağınık saçlarında toprak, her yerinde toprak! Yalnız çok sevdiği toprağın altına girip sonsuz uykusuna yatmadan önce, evine uğramıştı. Eviyle ve evinin içerisindeki insanlarla vedalaşmak için evine uğramıştı. Sonra toprağın altına yatıp kendisi de bir avuç toprak olacaktı.
Bunun için yaşamıştı. Ve işte, şimdi toprağa gidiyordu. Avlunun orta yerinde duran adam böylesine bir düşünce ile bakıyordu. Ötekiler de ona bakıyorlardı. Sonra onun duruşundan yüreğinin içindekileri de hissetmişler gibi, yavaş yavaş evlerine dağılmaya başladılar. Yalnız eşikteki ölünün ayaklarını kavramış olan genç kadın: – Babacığım!.. Babam, babacığım! diye sızlanıyor, ihtiyar kadınsa: – Kolhoz öldürdüüüüü! diye haykırıyordu. Reis, cesedin yanından ayrıldı.
Avlunun orta yerinde duran adama yaklaştı. İkisi duvara doğru yürüdüler. Yürürlerken Reis avluyu çeviren taş duvarın üstünden köyün öteki evlerine baktı ve yavaş bir sesle: – Öldü işte, dedi. Sonra sustu. Kısa bir sessizlikten sonra kendi kendine konuşur gibi, mırıldandı: – Reis olmakla kime ne ziyanım dokundu? Ben de onlar gibi bir insan değil miyim? Ah, ah… Dilin kemiği yok, çevir çevirebildiğin kadar. Vallahi, isterim…
Lâfını tamamlamadan yanıbaşında duran adamın yüzüne baktı: – Senin Hüsniye de utanmaz hiç! Ah, ateş alsın kolhozunu da, hökümetini de, reisini de! Benimki olsa idi, leşini sererdim vallahi! Elini kaldırıp kalçasına vurdu: – Eh, dedi, senin hatırını sayarım ama. Yoksa… Gitmek için dönmüştü ki, adam Reis’in kolunu tuttu: – Bilâl Ağa, kızma gözünü seveyim; baba bu, ne dersen de! Kızma… Bilirim, hastaydı. Reis durdu, adamın yüzüne uzun uzun baktı. Kendi yüzündeki hüzün yavaş yavaş eridi, yüzü açıldı, sakinleşti. Şimdi küçük gözleriyle bir yere, bir adamın yüzüne bakarak anlatmaya başladı: – Arabadaydım… Tarlanın kıyısında durmuş, ona bakıyordum. Sen kaynatanı bilirsin ya! Dün Sofu Cemil’in adamları ile gidip tarlanın ekinini biçecektik.
Ama seninki kalktı, koluma sarıldı: Ah aman Reisçiğim, dedi, hepsini biçer, kolhoza teslim ederim; bir başağını istemem. Yalnız, gözünü seveyim, bırak şu tarlamın ekinini kendim biçeyim, dedi… Eh, biliyorsun, yasak. Yasak, oğlum, yasak! Şaka mı ya, kolhoz malı bu! Eh, yalvardı… Canına kurban olayım, dedi. Kulun, kölen olayım, dedi. Ulan, yasak! dedim.
Ver şu izni, yoluna kurban olayım, dedi… Eh… Hökümet elime taş katısı bir emir verdi, ama yürek! Yürek taş değil ya. Ne yaparsın? Haydi git, dedim. Git de tarlanın ekinini biç! Sevindi zavallı. Tanda kalktı, gitti. Biçmeye başladı. Öğle üstü tarladan geçiyordum; oturduk, beraberce birer sigara içtik. Seviniyordu zavallı… Akşama kadar bitiririm, dedi. Eh, yahşı yahşı, bitir, dedim… Gündeliğine fayız da yazarım, dedim. Güldü, biçare… Bitirdi de. Ama kendisi de bitti işte. – Ama nasıl oldu böyle? – Oldu işte. Gık demedi bile.
– Gördünüz mü? – Gördüm elbet. Oracıktaydım, kardaş; oracıktaydım… Gözlerimin önünde can verdi fukara! – Öyle mi? – Ah, öyle. Ben arabada, tarlanın kıyısındaydım. Kaynatan beni görünce tırpanını bıraktı, elini kaldırıp bir selâm verdi. Sonra bana doğru yürüdü. Ama yanıma gelmeden bir kez durdu. Durdu da iki eliyle kendi gırtlağını kavradı… Ne olduğunu anlamama vakit kalmadan iki dizi üstüne düştü, namaz kılar gibi, iki elini uzattı, toprağı tuttu, sonra da alnını kolları arasında toprağa vurdu. Ben hemen arabadan atlayıp koşa koşa gittim, ama geç. Başını kaldırdı, iri gözleriyle yüzüme baktı. Sonra gözlerini döndürdü. Bir şey söyleyecekti, söyleyemedi. Ağzına ak köpük doldu. Yalnız bir kerecik boğazı içinden bir gık çıktı o da o saat yere serildi. Yürek, balam, yürek! Reis sustu. Az sonra yavaş bir sesle: – Kolay ölüm. Tanrı herkese vermez böylesini, dedi.
…