Oblomov-İvan Gonçarov

Bu kitapta önemli olan Oblomov değil, Oblomovluktur.

Dobrolyubov

Rus edebiyatının hiçbir kahramanı, ne Raskolnikov, ne Miskin, ne Prens Andrey, eski Rus insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla, en özlü yanıyla temsil etmez. Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov’un bu büyük eserinde kendi kendini tanımaya, Batı’dan farkını anlamaya başlamıştır.

Oblomov klasik kahramanlar gibi genel bir tip, Don Kişot gibi, Tartuffe gibi insanlığın bir halini göstermekle birlikte, zamanına, çevresine sıkı sıkıya bağlı bir insandır.

Oblomov, yıkılmakta olan bir toplum düzeninin, Rus derebeyi sınıfının çocuğudur. Çiftliği vardır, köleleri vardır; ama kendisi, bütün köklerinden kopmuş derebeyleri gibi, onları bir kâhyaya bırakıp büyük şehre, devlet kapısına sığınmıştır.

Oblomovka, yaşayışı, gelenekleri, inanışları, aile kuruluşu, çalışma düzeniyle eski Rusya’dır. Oblomov’un rüyasında gördüğü bu çiftliği anlatırken, Gonçarov, eski Rusya’nın, yeni bir görüşle, destanını yazmıştır. Ama 1850’de Oblomovka o kadar sönmüş, o kadar cılızlaşmıştır ki, Oblomov bile orada barınamamış, Rus şehirlerinde yeni başlayan, fakat Oblomovka’da yetişen bir adamın kavrayamayacağı, benimseyemeyeceği bir hayata doğru sürüklenmiştir. İşte, bu iki dünya arasında açıkta kalan bir insan, Rusya’da o tarihte yaşayan sayısız insanın temsilcisidir. Oblomovka’da köylülerin hazırlayacağı ekmeği yemek için büyütülmüş Oblomov, ekmeğini kendi kazanan insanlar arasında ne yapacağını şaşırır; böyle bir hayat için ta küçükten hazırlanmamış olan iradesi yavaş yavaş söner, hayatla arası her gün biraz daha açılarak, sonunda toplumdışı bir insan, kendini taşıyamayan bir yük olur.

Toplumsal bir kaderin Oblomov’u içine düşürdüğü bu kaçınılmaz uyuşmayı rastgele bir tembellikle karıştırmamak gerekir. Tembel, işten kaçan ve işsizlikte mutluluğu bulan adamdır. Oblomov’sa hiçbir zaman işe giremeyen, işsizlikten de zevk alamayan bir adamdır. Zaman zaman kendi durumunu açıkça gören Oblomov, üstüne çöken, hayatını bir bataklığa çeviren bu durgunluğa acı acı isyan bile eder: “Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmeden kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe içi parçalanıyordu. Başkalarının zengin ve hareketli hayatını kıskanıyor; kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık zavallı bir patika gibi görüyordu. İçinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış, fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş birçok imkânlar olduğunu acı acı seziyordu…”

Çok eskiden atalarının kazandığı mülke ve isme hiçbir şey eklemeden rahatça yaşamak imkânını bulan derebeyleri için mutluluk çalışmakta değil, işsizlikte; değer, çalışanda değil, çalışmayanda idi. Toplumun yeni gelişmesinde hiçbir rolü kalmayan derebeyleri, çocuklarını yeni hayata, Rusya’ya yeni giren endüstrinin yarattığı çalışma yollarına sokamıyorlardı. Avrupa’dan gelen bilgilerin, yeni hayatta gittikçe artan gereğini duyuyor, hatta çocuklarını Alman öğretmenlere göndermeye razı oluyorlardı. Ama gene de bunun için eski rahatlıklarından bir şey feda edemiyorlardı. Oblomov işte bu değişen hayat koşullarının ve bu kararsız aile eğitiminin kurbanıdır; annesinin rüyalarına büyük bir devlet adamı olarak giren Oblomov, küçük bir memur bile olamamıştır.

Oblomovka’nın ve eski Rusya’nın yıkıntıları üzerine kurulmaya başlayan yeni hayatın mümessili Ştoltz’dur. Oblomov’un ruh zenginliği yanında pek kuru, basit bir kukla gibi kalan Ştoltz, derebeyi, hatta Rus bile değildir. Yeni hayata çocukluğundan beri hazırlanmış olduğu için, doğmaya başlayan bir hayat görüşünün, Rusya’yı Avrupalılaşma yoluna götürecek insanların temsilcisi olduğu içindir ki, Oblomov’un kendi ülkesinde kazanamadığı mevkii, mutluluğu, refahı kolayca elde ediyor. Oblomov ölüme benzeyen uyuşukluğa gömüldükçe, Ştoltz’un yıldızı her gün biraz daha fazla parlıyor.

Oblomov’un ruhu Ştoltz’unkinden daha zengin, daha derindir. Gonçarov bunu bilmiyor değil; fakat Gonçarov şimdilik bu derinlikten, bu ruh soyluluğundan vazgeçmeye hazırdır. Rusya’nın Ştoltz gibi biraz bayağı, ama güçlü, çalışkan insanlara ihtiyacı vardır.

Büyük Petro’dan beri Rusya’da devam eden büyük Rusya-Avrupa kavgasında, Gonçarov hiç gözünü kırpmadan Avrupa’nın tarafını tutuyor. Diğer büyük Rus romancıları bu yolda o kadar ileriye gidemiyorlar. Gogol, Dostoyevski, Tolstoy Avrupa’dan çekiniyorlar, Rusya’nın manevi büyüklüğünü kuran değerleri korumaya çalışıyorlar. Zenginleşen, büyük bir işadamı olan Ştoltz, Dostoyevski’nin, hele Tolstoy’un nefret ettiği insanlardan biridir.

Gonçarov, Ştoltz-Oblomov karşıtlığında eski ve yeni Rusya’yı, Doğu’yla Batı’yı karşı karşıya koymuştur. Kardeş gibi sevişen bu iki çocukluk arkadaşı hiçbir zaman birbirini anlayamayacak, Ştoltz Oblomov’a, Oblomov Ştoltz’a her zaman şaşarak bakacaktır.

İşte bütün durgunluğuna rağmen Oblomov’un romanını bir dram haline getiren, bu iki ayrı insan, iki ayrı dünya karşılaşmasıdır. Gonçarov kendinin ve ülkesinin yaşadığı bu dramı anlatırken bir iç dökme acılığına, bir kötüleme ya da öğüt verme tatsızlığına düşebilirdi; fakat gözlemci olduğu kadar da sanatçı olduğu için, romanın en acı yerlerinde bile sakin, hatta babacan bir hikâyeci gülümsemesini yitirmiyor. Ancak Cervantes, Rabelais, Gogol gibi büyük romancılarda görülen bu dram karşısında gülümseme, bu humor olmasaydı, Oblomov bütün önemine rağmen okunamayacak kadar sıkıcı bir kitap olabilirdi. Gonçarov sık sık konusunu, kahramanını unutarak, bir sahneyi, bir konuşmayı hatırda tutulamayacak kadar ince, önemsiz ayrıntılarıyla anlatmak zevkine kapılıyor. Bu yüzden düştüğü tekrarlar, uzunluklar, Fransız çevirmeninin amansız sansürüne uğramış olmakla birlikte, kanımızca romanın en değerli tarafları arasındadır. Özellikle “Oblomov’un Rüyası”nda marazi denebilecek bir incelemeye varan bu ikinci plan tasvirlerinde realist edebiyatın her zaman veremediği doyulmaz tablolar vardır. Geçmiş zamanı, adeta beş duyunun birden yardımıyla dirilten bu “Rüya”yı Marcel Proust okumuş olsaydı, Gonçarov’u kendine en yakın romancılardan sayabilirdi. Proust da onun gibi anlattığı âlemden hiçbir şeyin kaybolmasına razı olmuyor, ilk bakışta tekrar gibi görünen belirsiz renkleri biriktirerek canlı bir bütün yaratıyor.

Tıpkı Ştoltz gibi Avrupalı okuyucu da Oblomov’un hikâyesini hiçbir zaman hakkıyla anlayamayacaktır. Gerçi Oblomov’u ancak Avrupalı bir kafa, Gonçarov’un Avrupalılaşmış kafası edebiyata sokabilmişti. Ama Avrupa edebiyatında bu tipin benzerine bile rastlamak imkânsızdır. Ona benzese benzese Don Kişot, Hamlet, Werther, Adolphe, Rene gibi hasta kahramanlar, işsiz beyzadeler benzeyebilirdi. Ama onlar

Hamlet, Werther, Adolphe, Rene gibi hasta kahramanlar, işsiz beyzadeler benzeyebilirdi. Ama onlar işsizlikten bile iş çıkarmanın, hayallerini şu ya da bu şekilde yaşamanın, hatta hayalleri uğrunda ölmenin yolunu buluyorlar. Avrupa, hayallerini, gerçekleştirmek için kuran insanların ülkesidir. Orada gerçekleşemeyen hayal bir acı kaynağı, bir tragedya konusudur. Doğu’da ise hayal bir keyif, bir gerçekten kaçma vesilesidir. Doğulu, geviş getirir gibi, kendi içinde başlayıp kendi içinde biten, hedefsiz, başıboş hayaller kurar. Oblomov’da gerçeğin yerini tutan hayal, Ştoltz’da bir teşebbüsün hazırlığı, ilk adımıdır.

Rusya’da en çok okunmuş, anlaşılmış, günlük konuşmalara karışmış olan bu romanın, Avrupa’da en aydın okuyucular tarafından bile anlayışsızlıkla karşılanması mukadderdi. Bizde ise Oblomov’un büyük bir anlayış bulması beklenebilir; çünkü Oblomov’u yaratmış olan koşullar bizde de pek yakın zamanlara kadar vardı. Hatta Türk okuyucusu tanıdıkları arasında Oblomov’a benzeyen insanlar görebilecektir. Konya’daki çiftliğinin geliriyle Beyoğlu’nda, bir türlü gerçekleşmeyen hayaller içinde yaşayan işsiz, yarı aydınlar ve memurlar az değildir. Kaldı ki hepimizde, iş hayatına karışanlarımızda bile, Oblomovluk vardır. Avrupalılaşma yolunu tutan her Doğu milletinde Oblomovluk kolay kolay ruhlardan çıkmayacaktır. Oblomovluktan kurtulmak için onun tam zıddını örnek tutmuş olan, dünya görüşünü iş üzerine kurmuş olan yeni Rusya’da bile Oblomov’lar kuşağının büsbütün kuruduğu ileri sürülemez. Nitekim Lenin diyor ki: “Rusya üç devrim geçirdi, ama gene de Oblomov’lar kaldı; çünkü Oblomov’lar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov’un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir.”

Bu çeviriyi Rusça, İngilizce ve Fransızca metinleri karşılaştırarak yaptık. Asıl metinden başka en çok başvurduğumuz metin İngilizce çevirisi oldu. Fransızca çevirisi Oblomov’un Fransa’da ne kadar az anlaşıldığını gösteren bir laubalilikle yapılmıştır. Eserin yarısından fazlası ve belki de en renkli parçaları atılmıştır.

Bu çeviride metinden hiçbir parça çıkarılmış değildir. Rusça metinden uzaklaşmış görünecek cümleler genel olarak rahat okunmak kaygısından doğmuştur.

İvan Aleksandroviç Gonçarov
(1812-1891)

Simbirsk’te doğmuştur. Zengin bir tüccar ailesinin çocuğu olan Gonçarov, Oblomov’unkine benzeyen bir çocukluk geçirmiş; asilzadelerle, geleceğin Oblomov’larıyla birlikte özel bir pansiyonda okumuştur.

Moskova Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Gonçarov, Petersburg’da otuz üç yıl sürecek ve kendisini yüksek bir göreve kadar getirecek memurluk hayatına başlıyor.

Gonçarov, 1847’de ilk eserini, Alelade Bir Hikâyeyi çıkarıyor. 1849’da da “Oblomov’un Rüyası” bir dergide basılıyor. Ama Oblomov son şekliyle ancak 1857’de, Marienbad’da bir aylık sürekli bir çalışma içinde yazılmıştır. “Bu büyük romanın bir ay içinde yazılması belki de imkânsız görünür. Ama unutmayın ki, bu eseri yıllarca kafamda taşıdım ve onu ancak kâğıda geçirmek kalmıştı.”

Roman Rusya’da bir bomba gibi patladı. Zaten zaman da pek elverişliydi. Köleliğin kaldırılmasına üç yıl kalmış, bütün edebiyatta, uyuşukluğa, hareketsizliğe, şaşkınlığa karşı bir savaş açılmıştı. Bunun içindir ki, bir çağdaşın yazdığı gibi, “Bütün okuma yazma bilenler Oblomov’u heyecanla okuyorlar. Hiç mübalağa etmeden denilebilir ki bu anda Rusya’da en küçük, en kenarda kalmış bir kasaba yoktur ki orada Oblomov okunmasın, üzerinde tartışılmasın. Oblomov ve Oblomovluk kelimeleri bütün Rusya’ya yayılmış, ebedi olarak dilimize girmiştir.”

Bu eserden başka, Gonçarov’un, 1856’da çıkan ve üç yıllık bir dünya yolculuğunu anlatan Fregat Pallada isimli bir eseriyle birkaç eleştirisi ve hikâyesi vardır. Oblomov’dan sonra yazdığı Uçurum adlı büyük romanı 1869’da çıkmış ve Gonçarov’u on yıl uğraştırmıştır.

I

İlya İlyiç Oblomov, bir sabah Gorohovaya Caddesi’nde bütün bir kasaba halkı kadar kiracısı olan büyük evlerin birinde yatağına uzanmıştı.

Otuz iki, otuz üç yaşlarında bir adamdı bu. Orta boylu, düzgün yapılı, hoş görünüşlü idi; fakat yüzünde, düşünce gayretinin, açık seçik hiçbir kaygının belirtisi yoktu. Düşünce bu çehrede serseri bir kuş gibi dolaşıyor, gözlerinden şöyle bir gelip geçiyor, yarı açık dudaklarında biraz duraklıyor, alnının kıvrımlarında saklanıyor, sonra iyice silinip gidiyordu. O zaman bütün çehreyi kayıtsızlığın tek renkli ışığı kaplıyordu. Sonra bu kayıtsızlık bütün vücuduna geçiyor, hırkasının kıvrımlarına kadar yayılıyordu. Zaman zaman gözleri sıkıntıya, yorgunluğa benzer bir şeyle bulanıyordu; ama yalnız çehresinin değil, bütün varlığının hâkim ve devamlı ifadesi olan rehaveti, ne yorgunluk, ne de sıkıntı bir an olsun bozabiliyordu. Gözlerinde, gülüşünde, başının, ellerinin her hareketinde rahat, açık, temiz bir ruhun ifadesi parlıyordu. Kayıtsız ve sathi bir göz Oblomov’a şöyle bir bakar ve “İyi yürekli, kuzu gibi bir adamcağız olsa gerek” derdi. Ona daha yakından, daha anlayışlı bir gözle bakan biriyse yüzünü bir müddet süzer, sonra garip bir tereddüt içinde gülümser geçerdi.

İlya İlyiç’in teni ne pembe, ne esmer, ne de soluktu; rengi yok gibiydi ya da yüz adaleleri yaşına uygun olmayan bir gevşeklik yüzünden renksiz görünüyordu. Bu hali belki de havasızlıktan, hareketsizlikten ya da her ikisinden ileri geliyordu. Boynunun dümdüz ve bembeyaz derisi, küçük yumuşak elleri, düşük omuzları bir erkekte az görülür incelikteydi.

Hareketleri çekingen ve nazikti; telaşlı anlarında bile durgun bir inceliği vardı. Bir kaygısı olursa gözleri bulanır, alnı buruşur, yüzünde tereddüt, sıkıntı ve korku birbirine karışırdı; fakat bu kaygı binde bir belli bir fikir halini alır, çok daha nadir olarak da bir niyete kadar varırdı. Sadece içini çekmekle kalır ve tam bir durgunluğa, bir uyuklama haline düşerdi.

Oblomov’un ev kıyafeti durgun çehresine ve yumuşak vücuduna ne kadar da yaraşıyordu. Acem işi bir hırkası vardı; bu hırka her bakımdan Doğulu, hiçbir bakımdan da Avrupalı değildi: Ne püskülü, ne kadifesi, ne beli vardı; o kadar da genişti ki Oblomov’u iki defa sarabilirdi. Tam Asya biçimi kolları, bileklerinden omuzlarına doğru genişliyordu. Hırkası ilk tazeliğini kaybetmiş olmasına, kendi parlaklığı ile değil de zamanın kazandırdığı bir cila ile parlamasına rağmen yine de göz alıcı Doğu renklerini koruyor, kumaş hâlâ eskisi kadar sağlam duruyordu.

Oblomov için bu hırkanın paha biçilmez sayısız değeri vardı; yumuşaktı, uysaldı, vücut onu hiç duymuyordu, efendisinin en küçük hareketine uysal bir köle gibi boyun eğiyordu.

Oblomov evinde hiç yelek giymez, kravat takmazdı; rahat, serbest olmak isterdi. Uzun, yumuşak, geniş terlikleri vardı: Yatağından kalkar kalkmaz ayaklarını içine sokardı.

Uzanmak İlya İlyiç için ne hastalarda ya da uykusu gelmiş insanlarda olduğu gibi bir zaruret, ne yorgun bir kimsedeki gibi geçici bir ihtiyaç, ne de uyuşuk bir insandaki gibi bir zevkti; bu onun tabii hali idi. Evde olduğu zamanlar –evde olmadığı zaman da yok gibiydi– hep uzanırdı; hem de hep aynı odada. Kendisini ilk defa içinde gördüğümüz bu oda onun hem yatak, hem çalışma, hem de konuk odası idi. Üç odası daha vardı. Ama onları yalnız sabahları, hizmetçi çalışma odasını temizlerken –ki bu da her gün olmazdı– şöyle bir görürdü. Bu odalarda eşyalar örtülü, perdeler inikti.

İlya İlyiç’in yattığı oda ilk bakışta pek zengin görünüyordu: Maun bir yazıhane, ipek örtülü iki sedir, üzeri görülmedik meyveler, çiçekler işlenmiş güzel bir paravana, ipek perdeler, halılar, birkaç resim, tunç heykeller, Çin porselenleri ve birçok güzel tablo. Ama zevkli, görgülü bir adamın gözü daha ilk bakışta bütün bunların sırf âdet yerini bulsun diye öteye beriye konmuş olduğunu fark edebilirdi. Oblomov çalışma odasını döşerken başka bir şey düşünmemişti. Ağır kaba akaju sandalyeler, bu iğreti etajer, ince bir zevki tatmin edebilecek şeyler değildi. Sedirlerden birinin arkası içine göçmüş, yer yer tahtalar birbirinden ayrılmıştı.

Resimler, vazolar, biblolar da aynı halde idi.

Şunu da söyleyelim ki Oblomov’un kendisi bile bu odanın eşyasına kayıtsız ve yabancı gözlerle bakar, bütün bu ıvır zıvırı buraya kimin getirdiğini merak eder gibi görünürdü. Oblomov’un kendi eşyasına karşı kayıtsızlığı ya da hizmetçisi Zahar’ın efendisininkini aşan kalenderliği yüzünden oda o kadar karışık bir halde idi ki, insan, biraz dikkat edince hayrete düşerdi.

Duvarlardaki resimlerin dört yanından püskül püskül örümcek ağları sarkıyordu. Aynalar, eşyayı yansıtmaktan çok üzerlerindeki toza öteberi yazmaya yarayabilirdi. Halılar leke içindeydi. Divanın üstünde bir peşkir unutulmuştu. Hemen her sabah, ekmek kırıntılarıyla dolu masanın üstünde bir önceki akşam yemeğinden kalmış bulaşık bir tabak, bir tuzluk, bir kemik parçası görülürdü. Bu tabak, şu yatağın kenarında dumanı hâlâ tüten pipo ve yatakta uzanan adam olmasa insan burayı çoktan terk edilmiş sanırdı: O kadar tozlu, o kadar soluk, o kadar insan izinden yoksundu her şey. Gerçi etajerin üstünde iki üç açık kitap, bir gazete, yazı masasında hokka kalem vardı; fakat çevrilmiş yaprak sararmış, tozla kaplanmıştı; kim bilir ne zaman açılıp bırakılmıştı. Gazete geçen yılındı. Hokkaya bir kalem batıracak olsanız içinden mürekkep yerine ürkmüş bir sinek vızıldayarak kaçardı.

O sabah, İlya İlyiç, nedense erken uyanmıştı: Saat sekiz buçuktu. Düşünceli görünüyordu. Yüzünde kâh bir endişe, kâh bir keder ve sıkıntı ifadesi vardı. İçinde bir kavga olduğu belliydi; ama zihni henüz bu kavgaya karışmıyordu.

Evvelki sabah Oblomov, çiftliğinin kâhyasından keyif kaçıran bir mektup almıştı. Bir kâhyanın mektubunda keyif kaçıracak neler bulunabileceğini herkes bilir: Ürünün kötülüğü, alacakların geri kalması, gelirin azalması gibi şeyler. Geçen yıl da, daha önceki yıl da kâhya tıpkı bunun gibi mektuplar yazmıştı; ama bu yılki mektup Oblomov’u büsbütün şaşırtmış, ürkütmüştü.

Bu işler kolay halledilecek cinsten değildi. Ciddi tedbirler almak gerekiyordu. İlya İlyiç’e haksızlık etmeyelim: Birkaç yıl önce kâhyanın ilk mektubunu aldığı zaman, çiftliğinde bazı değişiklikler, yenilikler yapmayı düşünmeye başlamıştı. İdare, iktisat ve daha başka bakımlardan yeni bir düzen tasarlamıştı; ama bu tasarı henüz kafasında olgunlaşmamıştı. Kâhyanın mektupları her yıl onu yeniden düşünmeye zorluyor, rahatını kaçırıyordu. Oblomov tasarısının olgunlaşmasından önce kesin tedbirler almak gerektiğini anlıyordu.

Uyanır uyanmaz, hemen kalkıp yüzünü yıkamaya, çayını içtikten sonra her şeyi inceden inceye

düşünmeye, bir şeyler tasarlamaya, düşüncelerini yazmaya niyet etmişti. Yarım saat kadar bu niyetle savaşarak yatağında kaldı; sonra da kahvaltısını her günkü gibi yatağında yapmaya, hemen ardından işlerini uzun uzun düşünmeye karar verdi: İnsan yatakta da pekâlâ düşünebilirdi.

Dediği gibi yaptı. Çayını içtikten sonra yatağında doğruldu; kalkacak gibi oldu; terliklerine baktı; hatta bir ayağını yataktan aşağıya sarkıtmaya yeltendi ve hemen geri çekti. Saat dokuz buçuğu çalıyordu.

İlya İlyiç telaşlandı. Yüksek sesle, sinirli sinirli, “Nedir bu yaptığım,” dedi; “bu kadar da olmaz; kalkıp işe başlamalı. Kendimi bırakırsam sonra bir daha…”

— Zahar! diye bağırdı.

İlya İlyiç’in odasından küçük bir koridorla geçilen bitişik odadan ilk önce bir çoban köpeğinin homurdanmasına benzer bir gürültü, sonra döşemeye yüksekten düşen iki ayağın sesi geldi. Zahar, her zaman uzanıp uyukladığı yerden, sobanın üstünden[1] atlamıştı.

Yaşlıca bir adam odaya girdi. Koltukaltlarındaki yırtıklardan kirli bir gömlek görünen uzun bir gri ceket, sarı bakır düğmeli gri bir yelek giyinmişti. Kafası damdazlaktı; ama kulaklarının önünde, her birinden üç sakal çıkabilecek, kırlaşmış iki favori sarkıyordu.

Zahar ne üstünü başını, ne de Tanrı’nın kendisine verdiği çehreyi değiştirmeye hiç yeltenmemişti. Elbiseleri, Oblomovlar çiftliğinden getirdiği örneğe göre yapılmıştı. Uzun gri ceket ve gri yelek giyiyordu; çünkü bu yarı askeri elbise, vaktiyle efendilerinin ardından kiliseye ya da konukluğa giderken giydiği livreyi[2] hatırlattığı için hoşuna gidiyordu. Bu livre Zahar’ın hatıraları arasında Oblomovların büyüklüğünü temsil ediyordu. Bir zamanlar efendilerinin çiftliğinin sessizliği içindi sürdükleri rahat ve zengin hayattan ihtiyarın hafızasında yalnız bu kalmıştı. İhtiyar efendileri ölmüştü; aile resimleri de çiftlikte, kim bilir hangi çatı arasında sürünüyordu; bu eski hayatın, bu şanlı ailenin efsanesi de çoktan kaybolmaya yüz tutmuştu; ya da yalnız birkaç ihtiyar köylünün hafızasında kalmıştı. İşte Zahar bunun için uzun gri ceketten ayrılmıyordu. Onda geçmiş günleri hayal meyal görüyordu; bu hayatın izlerini genç efendisinin, eski efendilerini hatırlatan çehresinde, hareketlerinde, geçici heveslerinde görüyordu. Zahar bu geçici heveslere karşı kâh içinden, kâh açıkça homurdandığı halde, onlara, efendi hakkının ve iradesinin belirtisi olarak saygı duyuyordu. Bu geçici hevesler olmasa Zahar genç efendisinin üstünlüğünü nasıl duyabilirdi? Onlar olmasa Zahar’ın gençliğini, çoktan ayrıldığı köyünü, ihtiyar uşakların, sütninelerin hizmetçilerin kuşaktan kuşağa tarihini naklettikleri bu eski aileyi hatırlatacak ne kalırdı?

Bir zamanlar Oblomov ailesinin büyük servetleri ve bulundukları yerde şöhretleri vardı. Fakat her nasılsa, bu aile gittikçe fakirleşmiş, dağılmış, nihayet yeni zenginler arasında kayboluvermişti. Yalnız ak saçlı uşaklar kutsal bir hatıra gibi bu uzak geçmişi saklıyor ve birbirine aktarıyordu.

İşte Zahar, bunun için uzun gri ceketinden ayrılamıyordu. Favorilerine bu kadar bağlı olması da belki çocukluğunda bu aristokrat süsünü taşıyan bir sürü uşak gördüğü içindi. Düşüncelere dalmış olan İlya İlyiç uzun zaman Zahar’ın geldiğini fark etmemişti. Önünde sessizce duran Zahar nihayet öksürdü. İlya İlyiç:

“Ne var? diye sordu.”

“Çağırdınız ya beni!”

“Çağırdım mı? Ne zaman? Hatırlamıyorum. Git yerine; elbet hatırlarım.”

Zahar gitti. İlya İlyiç olduğu yerde uğursuz mektubu düşünmeye devam etti.

Böylece bir çeyrek saat geçti.

“Ee, yeter bu kadar yatmak! Kalkmalı artık… Ama dur, şu kâhyanın mektubunu bir daha dikkatle okuyayım da sonra kalkarım. Zahar!”

Tekrar aynı sıçrama, daha kuvvetli bir homurdanma. Zahar gene geldi; Oblomov yeniden düşüncelerine dalmıştı. Zahar bir iki dakika efendisine yan gözle, kötü kötü baktıktan sonra kapıya doğruldu. Oblomov birdenbire:

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Zahar bir hırıltıya benzeyen boğuk sesiyle:

“Bir şey söylediğiniz yok, ne diye durayım,” dedi. Zahar’ın sesi hep böyleydi. Anlattığına göre, ihtiyar efendisiyle sürek avına gittiği bir gün boğazına yel kaçmıştı.

Zahar odanın ortasında yarı dönmüş, Oblomov’a yan gözle bakıyordu.

“Bacakların mı kurudu senin? Ayakta duramıyor musun? Görüyorsun ki meşgulüm; sabretsene biraz! Uykunu mu alamadın? Dün kâhyadan gelen mektubu bulsana bana! Nereye koydun?”

“Hangi mektup? Ben mektup falan görmedim.”

“Postacı sana vermişti ya. Kirli bir zarf, canım!” Zahar masanın üstündeki kâğıtları, ıvır zıvırı karıştırarak:

“Nereye koydunuz, ben ne bileyim,” dedi.

“Senin zaten bir şeyden haberin olmaz ki? Kâğıt sepetine bir bak! Belki kanepenin arkasına düşmüştür. Hani kanepenin arkası tamir edilecekti? Gidip marangozu getirmek pek mi zor geliyor sana? Üstelik kıran da sensin. Hiçbir şeyi düşündüğün yok.”

“Ben kırmadım; kendi kendine kırıldı. Eşya bu, yüz yıl durmaz ya; elbette günün birinde kırılacak.”

İlya İlyiç cevap vermeye lüzum görmedi. Yalnız:

— Hani, buldun mu? diye sordu.

— İşte bir sürü mektup.

— Bunlar değil.

— Başka da yok. İlya İlyiç sabırsızlıkla:

— Peki git, dedi. Ben kalkar mektubu kendim bulurum. Zahar yerine gitti fakat sobanın üstüne atlamak için hız aldığı sırada efendisi tekrar bağırdı:

— Zahar, Zahar!

Zahar efendisinin odasına gelirken mırıldanıyordu:

— Ah, yarabbi! Ne işkencedir bu! Tanrı canımı alsa da kurtulsam…

Zahar bir eliyle kapının tokmağını tutuyor, kızdığını anlatmak için de efendisine o kadar yan bakıyordu ki onu ancak göz ucuyla görebiliyordu. Oblomov’sa kocaman bir favoriden başka bir şey göremiyordu. Neredeyse favoriden birkaç kuş havalanacaktı. İlya İlyiç sertçe:

— Çabuk mendilimi getir. Kendiliğinden düşünebilirdin bunu. Görmüyor musun burnumu? dedi.

Zahar bu emir ve sitem karşısında ne memnuniyetsizlik, ne de şaşkınlık gösterdi, herhalde bunları pek olağan buluyordu.

—Peki ama ben ne bileyim mendilinizin nerede olduğunu? diyerek odanın içinde dolaşıyor ve üzerlerinde hiçbir şey olmadığı açıkça görülen sandalyeleri birer birer yokluyordu. Mendili salonda aramaya giderken kapıdan:

— Her şeyinizi kaybediyorsunuz, dedi.

— Nereye gidiyorsun? Burada ara. Üç gündür salona gitmedim. Haydi çabuk ol.

— Nerede mendil? Yok mendil! diyerek Zahar elini kolunu sallıyor, dört tarafa bakmıyordu. Birdenbire:

— Hah, işte kör olası! dedi. Altınızda, nah, ucu görünüyor. Üstüne yatmışsınız, bir de bana soruyorsunuz! Zahar, cevap beklemeden kapıya doğru yürüdü. Oblomov biraz utandı. Hemen Zahar’ı kabahatli çıkarmak için başka bir bahane buldu.

— Nedir bu pislik, nedir bu toz? Aman yarabbi! Bak, bak şu köşe bucağa. Hiçbir iş yaptığın yok.

Zahar, kırgın:

— Ben mi bir şey yapmıyorum?, diye sordu. İşten mi kaçıyorum? Daha ne yapayım? Gücümün yettiği kadar çalışıyorum. Tozu alıyorum, ortalığı hemen her gün süpürüyorum…

Zahar döşemenin ortasını ve Oblomov’un yemek yediği masayı gösterdi.

— Bakın, işte, dedi. Her şey süpürülmüş, derlenmiş toplanmış; düğün varmış gibi… Daha ne istiyorsunuz?

İlya İlyiç sözünü kesti ve parmağıyla duvarı, tavanı göstererek:

— Ya bu! Bu ne? Şuna bak! Şuraya da bak, diyerek dünden unutulmuş peşkiri, tabağı, ekmek parçasını gösteriyordu. Zahar, tabağı kaldırarak:

— Eh! Bu kadar da olur. Düzeltirim, dedi.

Oblomov duvarları gösterdi:

— Yalnızca bu kadar mı? Ya duvarların tozu, ya örümcek ağları?..

— Onlar bayrama: O zaman tasvirleri temizlerim, örümcek ağlarını alırım…

— Ya kitaplar, resimler?..

— Kitaplar, resimler Noel bayramına. O zaman Anisya ile dolapları düzelteceğiz. Hem şimdi nasıl düzeltelim? Hiç evden çıktığınız yok ki!

— Bazen tiyatroya, konukluğa gidiyorum ya!

— Hiç gece temizlik olur mu?

Oblomov Zahar’a küskün bir gözle baktı, başını salladı ve içini çekti. Kayıtsızca pencereye bakan Zahar da içini çekti. Efendisi galiba içinden, “Ah dostum, sen benden de Oblomov’sun,” diye düşünüyordu. Zahar’sa şöyle bir şeyler düşünüyordu: “Atıyorsun! Sen yalnız büyük ve acı sözler söylemekte ustasın. Yoksa, tozmuş, örümcek ağıymış, senin öyle şeylerle alışverişin yok.”

İlya İlyiç bağırdı:

— Tozdan güve çıkıyor, anlamıyor musun? Duvarda tahtakurusu bile gördüğüm oluyor.

Zahar kayıtsızca:

— Benim odamda da pire var, dedi.

Oblomov:

— Eh! Peki hoşuna mı gidiyor? İğrenç şeyler bunlar, diye bağırdı.

Zahar gülümsedi; kocaman gülümsemesi yüzüne yayıldı, kaşlarına uzadı, oradan favorilerine girdi, favoriler kabardı, yüzünü alnına kadar bir kırmızılık sardı. Masum bir şaşkınlıkla söylendi:

— Dünyada tahtakurusu varsa, ben ne yapayım. İcat eden ben değilim ya bunları.

— Pislikten oluyor, pislikten. Saçmalayıp durma.

— Pisliği de ben icat etmedim.

— Senin odanda sıçanlar da var. Bütün gece koşuşup duruyorlar, işitiyorum.

— Sıçanları da ben yaratmadım. Bütün bu hayvanlar, kediler, tahtakuruları her yerde bol bol var.

— Hiç de öyle değil! Başkalarının evinde yok.

Zahar inanmamış gibi, daha doğrusu böyle bir şeyin olmayacağına inanmıyormuş gibi baktı ve ısrarla:

— Benim odamda her çeşidinden var. Ayrı ayrı her tahtakurusunun peşinden koşamam ya! Saklandıkları yere giremem ya! dedi.

Zahar herhalde içinden, “Tahtakurusuz da uyku olur mu?” diyordu.

Oblomov ders verir gibi:

— Köşeyi bucağı siler süpürürsen bir şey kalmaz, dedi.

— Evet, kalmaz, ama yarın gene çıkar.

— Hayır çıkmaz, çıkmaması gerek.

— Çıkmaz olur mu? Siz bana sorun.

— Çıkarsa gene temizlersin.

— Ne?.. Tanrının günü temizlik mi? Ben dünyaya bunun için mi geldim? Ölürüm daha iyi.

— Peki, niçin başkalarının evi tertemiz oluyor? Bak şu karşıdaki akortçunun evine, baktıkça insanın içi açılıyor. Bütün işleri çeviren bir tek hizmetçi kız.

Zahar kızarak:

— Almanların evinde ne diye çerçöp olsun? dedi. Baksanıza hallerine. Bir kemik parçasını bir hafta kemiriyorlar. Redingot babadan oğula, oğuldan babaya gidip geliyor. Karıları kızları kısa kısa entariler giyip, bacaklarını kaz gibi eteklerinin altına çekiyorlar… Çerçöpü nereden bulsunlar? Bizim gibi yaşamıyorlar ki onlar. Dolaplarında yığın yığın eski elbiseleri, bütün kış birikmiş ekmek kabukları yok ki… Onların evinde şu kadarcık bir ekmek kırıntısı bile işe yarıyor. Galeta yapıp bira ile yiyorlar. Tüh! Böyle hayat mı olur?

— Haydi, yeter. Dırlanıp duracağına temizlik yaparsan daha iyi edersin.

— Bazen temizlik yapmak istiyorum, ama bırakmıyorsunuz ki…

— Ya! Benim yüzümden demek?

— Elbette ya! Sizin yüzünüzden. Evden çıktığınız yok. Siz varken nasıl temizlik yapayım. Bir gün olsun çıkın, bakın nasıl temizlerim.

— İşte buna diyecek yok. Çıkayım, gideyim, ha? Böyle saçma şeyler söyleyeceğine haydi git odana.

— Sahi söylüyorum, sahi söylüyorum. Mesela bugün çıkıverseniz, Anisya ile beraber eve bir süpürge vururuz. Ama ikimiz de yetmeyiz bu işe. Gündelikçi kadınlar tutup her tarafı yıkamak gerek.

— Bir de bu çıktı: Gündelikçi kadınlar! Haydi git başımdan.

Oblomov, Zahar’la konuştuğuna çoktan pişman olmuştu. Bu nazik konuya daha dokunur dokunmaz karşısına bin türlü zorluk çıkıyordu. Oblomov evinin temiz pak, dayalı döşeli olmasını istiyordu, ama bütün bunların, Tanrı bilir nasıl, hiç farkına varılmadan olup bitmesi gerekti. Bir temizlik, çekidüzen isteyecek olursa Zahar’ın istekleri bitip tükenmek bilmiyordu. Bütün evi altüst etmeyi şart koşuyordu; çok iyi biliyordu ki daha bunu söyler söylemez efendisi telaşa düşüp istediğine isteyeceğine pişman olacak.

Zahar dışarı çıktı; Oblomov da tekrar düşüncelere daldı. Böylece birkaç dakika geçti. Saat on buçuğu vurdu. Oblomov adeta dehşete düşerek:

— Ne, o kadar oldu mu? diye haykırdı. Nerede ise on bir olacak. Hâlâ ne kalktım, ne yüzümü yıkadım…

— Zahar, Zahar!

Yandaki odada her zamanki gürültü ve bir iç çekişi:

— Aman yarabbi!

— Suyumu hazırladın mı?

— Çoktan. Niçin kalkmıyorsunuz?

— Gelip vaktiyle haber verseydin ben de çoktan kalkmış olurdum. Haydi git, ben şimdi geliyorum. Çalışacağım… Yazı yazacağım.

Zahar gitti; az sonra tekrar geldi. Elinde yazıdan kapkara olmuş yağlı bir defter ve kâğıt parçaları vardı.

— Yazı yazmak niyetinde iseniz bari şu benim hesaplara bakıverin. Borçlarımız var.

İlya İlyiç canı sıkılarak:

— Hangi hesaplara? Ne borcu? dedi.

— Kasabı, manavı, çamaşırcısı, fırıncısı para istiyor.

Oblomov:

— İşleri güçleri para, diye homurdandı. Ne diye bu hesapları bana teker teker vermiyorsun da böyle toptan getiriyorsun?

— Baktığınız yok ki; her seferinde, yarın, yarın deyip atlatıyorsunuz.

— E peki, bugün de yarına kalamaz mıydı?

— Kalamaz. Adamlar fazla sıkıştırıyor; peşin para istiyorlar artık; bugün ayın biri.

— Aman, bu ıvır zıvır işler. Peki, peki, ne duruyorsun orada? Bırak defterini masanın üstüne. Hemen kalkıyorum; yüzümü yıkar, hesaplara bakarım. Su hazır değil mi?

— Hazır.

— Eh, haydi bakalım.

Oblomov öksüre öksüre, içini çeke çeke yatağında doğruldu. Zahar:

— Ha, dedi, az daha unutuyordum, siz uyurken ev sahibinin vekili geldi, mutlaka çıkacaksınız, dedi. Kendilerine gerekmiş.

— Anlaşıldı. Mademki çıkılacak, çıkacağız. Üç oldu hep aynı hikâye ile başımı ağrıtıyorsun.

— Ama beni sıkıştırıyorlar.

— Çıkacağız desene sen de.

— Diyorlar ki, bir aydır hep böyle söylüyorsunuz, ama gitmiyorsunuz. Karakola bildireceklermiş.

— Bırak, bildirsinler. Havalar biraz ısınsın, gideriz. İki üç haftayı geçmez.

— Üç hafta mı dediniz? Vekil on beş gün sonra işçiler girecek diyor. Duvarı yıkacaklarmış. Yarın, en

geç öbür gün çıkmalıymışız.

— Vay, vay! Amma da aceleci herifler! Yarın! Lafa bak! Neredeyse hemen çık diyecekler. Sen bana baksana, bir daha bu ev işinden söz açmayacaksın. Kaçtır söylüyorum sana bunu, hâlâ üstüme varıyorsun. Kendine gel.

— Ama ben ne yapayım? Ben ne yapayım?

— Ne biçim konuşuyorsun benimle! Sorduğu şeye bak. Benim işim mi bu? Başımı ağrıtma da ne istersen yap. Nasıl halledersen et. Beni kapı dışarı edilmekten kurtar. Ama sen efendin için hiç zahmete girmezsin ki.

— Peki ama, İlya İlyiç, efendiciğim, ben nasıl halledeyim? Ev benim değil ki. Kovarlarsa ne yapayım? Ah, keşke ev benim olsaydı! O zaman seve seve…

— Peki bunlara laf anlatmanın bir çaresi yok mu? Eski kiracılarıyız. Kiralarını tıkır tıkır veriyoruz.

— Ben de öyle söyledim.

— Peki ne dediler?

— Ne diyecekler, hep aynı nakarat: “Taşının da taşının.” Bizim oturduğumuz odaları hekiminki ile birleştirip büyük bir daire yapacaklarmış; mal sahibinin oğlu evleniyormuş da…

Oblomov, “Ah yarabbi! Ne budala insanlar var! Evleniyorlar,” diye içini çekti ve sırtüstü yattı.

— Efendim, mal sahibine bir şey yazsanız, belki bize dokunmaz, söyler de ilkin hekimin evini yıkarlar.

Zahar bunu söylerken elini sağa doğru kaldırmıştı.

— Peki, öyle olsun. Kalkınca bir mektup yazarım. Şimdi yalnız bırak beni de rahat rahat düşüneyim. Senin elinden hiçbir şey gelmiyor. Bütün bu ıvır zıvırı benim düşünmem gerek.

Zahar çıktı. Oblomov yeniden düşüncelere daldı. Artık hangisini önce düşüneceğini bilmiyordu. Kâhyanın mektubunu mu? Ev işini mi? Dükkâncıların hesaplarını mı? Bir sürü düşünce içinde kendini kaybediyor, kâh bir yana, kâh öte yana dönerek, oflayıp pufluyordu:

— Ah yarabbi, hayat bir türlü yakamı bırakmıyor, nereye gitsem peşimde!

Kim bilir daha ne kadar, bu kararsızlıklar içinde bocaladı durdu. O sırada kapının çıngırakları çalındı. Oblomov hırkasına sarınarak:

— İşte bir konuk, dedi. Bense hâlâ yataktayım. Ne ayıp şey; kim olabilir bu kadar erken?

Yerinde hiç kımıldamadan, merakla kapıya doğru baktı.

II

İçeriye yirmi beş yaşlarında, yüzünden sağlık fışkıran bir delikanlı girdi. Yanaklarına, dudaklarına, içi gülen gözlerine baktıkça kıskanıyordu insan. Kılığı kıyafeti, saçı başı kusursuzdu. Yüzünün tazeliği, gömleğinin, eldivenlerinin, elbisesinin yeniliği adamın gözünü kamaştırıyordu. Cicili bicili bir saat zinciri takmıştı. Cebinden ince, keten bir mendil çıkardı, kokladı; sonra edalı edalı, yüzünde, parlak şapkasında, yeni boyanmış ayakkabılarının üzerinde gezdirdi. İlya İlyiç:

— Merhaba Volkov, dedi. Parlak delikanlı:

— Merhaba Oblomov, diye cevap verdi.

— Aman yaklaşma, dışarının bütün soğuğunu içeriye dolduruyorsun.

Volkov şapkasını koyacak bir yer arıyor, bulamıyordu, her yer toz içindeydi.

— Amma nanemollasın, dedi.

Oturmaya yeltendi. Eteklerini kaldırdı, ama koltuğu bir muayene edince vazgeçti, ayakta kaldı. Oblomov’a çıkıştı:

— Hâlâ kalkmadın mı? Hem bu sabahlık nedir böyle? Bunların modası çoktan geçti.

Oblomov hırkasının geniş kıvrımlarına sarınarak:

— Sabahlık değil ki bu. Bir hırka, dedi. Delikanlı:

— Nasılsın, iyi misin? diye sordu. Oblomov esnedi:

— Ah, bana sağlığımdan söz etme, iyi değilim. Bu soğuk algınlığı berbat ediyor. Ya sen nasılsın dostum?

— Hiç de fena değilim. Teşekkür ederim. Neşeliyim, çok neşeli.

— Nereden böyle, bu kadar erken?

— Terzimdeydim. Elbisemi nasıl buldun?

— Fevkalade. Zevkine diyecek yok. Yalnız şu sırtındaki yırtmaç ne oluyor?

— Bu, at gezintilerinde giyilecek bir frak.

— Ya, sahi mi, ata mı biniyorsun?

— Sanırım. Bu elbiseyi de sırf bugün giymek için ısmarladım. Bugün mayısın biri ya. Gorionov’la beraber Ekaterinenhov’a gideceğim. Ay, senin olup bitenlerden haberin yok mu? Gorionov subay oldu. Bugün tam kendimizi göstereceğimiz gün.

Delikanlı heyecan içinde.

— Sahi mi?

— Onun atı doru; alayının bütün atları gibi. Benimki yağız. Sen nasıl gidiyorsun? Yayan mı, arabayla mı?

— Ben mi? Ne yayan, ne de arabayla.

— Ne? Bir mayısta Ekaterinenhov’a gitmiyorsun ha? Ne oluyor sana Tanrı aşkına, İlya İlyiç? Herkes orada olacak.

Oblomov tembel tembel:

— Herkes mi? Yok canım, dedi.

— Mutlaka git, azizim. Sofia Nikolayevna ile Lidya arabada yalnız olacaklar. Arabanın ön tarafı boş. Onlarla gidebilirsin.

— Ben önde oturmam; hem orada ne işim var canım?

— Arabada gitmezsen Gorionov sana bir at verir.

Oblomov, “Bakalım daha neler yumurtlayacak!” diye düşündü ve:

— Gorionovlarla neden bu kadar ilgileniyorsun? diye sordu.

Volkov kızardı:

— Ah, anlatayım mı?

— Anlat tabii.

Volkov kanepede Oblomov’un yanına oturdu:

—Ama kimseye söylemeyeceksin, söz mü?

— Elbette.

— Lidya’ya âşığım.

— Ne güzel! Ne zamandan beri?.. Hoş bir kıza benziyor.

Volkov derin derin içini çekti:

— Üç hafta kadar oluyor. Mişa da Daşenka’ya âşık.

— Daşenka da kim?

— Sen hangi âlemdesin, Oblomov? Daşenka’yı tanımıyor musun? Bütün şehir bu dansöze bitiyor. Bu akşam baleye gidiyoruz. Mişa sahneye bir demet çiçek atacak. Ne yapıp yapıp onunla tanışması gerek; kendisi sıkılgan, tecrübesiz… Şimdi çiçekçiye gidip kamelya almam gerek…

— Ne? Daha dolaşacak mısın? Gel birlikte yemek yiyelim, konuşuruz. Başıma iki felaket geldi ki…

— İmkânı yok! Bu akşam Prens Tiemenevlerde yemeğe gidiyorum. Gorionovlar hep orada olacak.

Alçak sesle: O da, Lidya da, diye ilave etti. Sen prensi pek ihmal ediyorsun. Ne güzel ev! Ne yaşayış! Ya yazlık köşkü? Çiçekler içinde… Gotik bir galeri de yapmışlar. Yazın orada dans edilecekmiş, canlı tablolar olacakmış… Gideceksin değil mi?

— Sanmıyorum.

— Aman ne ev, ne ev! Bu kış, çarşambaları en az elli kişi, hatta yüz kişi oluyorduk.

— Öf, öf! Kim bilir ne sıkıntılı olmuştur.

— Sıkıntılı mı? Olur mu hiç! Ne kadar kalabalık olursa insan o kadar iyi eğlenir. Lidya da sık sık geliyordu; ilkin aldırış etmiyordum ona, ama bir gün…

Volkov durdu ve bir şarkıya başladı:

Ne mümkün ah! Ne mümkün unutmak Ne mümkün aşkı akılla yenmek…

Boş bulunarak bir koltuğa oturdu; fakat sıçrayıp kalktı, mendiliyle elbisesini süpürdü.

— Bu ne toz her tarafta… Oblomov içini çekerek:

— Ah bu Zahar, dedi. Volkov:

— Eh, artık kaçmalı, dedi. Çiçekçiye gidiyorum, au revoir.[3]

— Balodan sonra bana çaya gel. Olanı biteni anlatırsın.

— Gelemem; Mussinskilere söz verdim. Bugün kabul günleri; gelsene, hem seni onunla tanıştırırım.

— Yok canım, ne işim var orada?

— Mussinskilerde mi? Azizim, oraya gitmeyen yok. Gidilmez olur mu oraya? Her şeyden söz edilen bir yer.

— İşte asıl beni sıkacak olan da bu ya!

Volkov sözünü kesti:

— Öyle ise Mezdrovalara gel. Orada yalnız bir şeyden, sanatlardan söz edilir: Venedik resmi, Beethoven, Bach, Leonardo da Vinci…

Oblomov esnedi:

— Hep aynı laflar, felaket! Bir sürü ukala desene.

— Aman, birader, sana da bir şey beğendirmek mümkün değil. Ama gidilecek yer çok. Şimdi herkesin kabul günü var. Perşembeleri Savinovlarda, cumaları Maklaşinlerde, pazarları Viaznikovlarda, çarşambaları Prens Tiemenev’de.

Ve mağrur bir eda ile ekledi:

— Bütün günlerim dolu.

— Böyle salon salon dolaşmaya nasıl da katlanıyorsun?

— Katlanmak da söz mü? Bundan daha eğlenceli ne ola bilir? Sabahları okuyorum: Olanı biteni bilmem gerek, Tanrıya şükür öyle bir işim var ki daireye hiç uğramasam da oluyor. Haftada iki defa uğrarım, genel müdürle yemek yerim, sonra da uzun zaman görmediğim birkaç kişiyi ziyaret ederim. Rus veya Fransız tiyatrosuna yeni bir aktris gelir… Nihayet opera mevsimi başlar, abone olurum. Şimdi ise âşığım… Yaz geldi; Mişa’ya izin verecekler. Değişiklik olsun diye onların köyüne gideceğiz. Av var, pek hoş komşuları var, kır baloları var. Lidya ile ormanlarda gezeceğiz, sandala bineceğiz, çiçekler toplayacağız…

Volkov, “Ah!” diye bağırarak, fırıl fırıl döndü.

— Haydi, şimdilik hoşça kalın, kaçıyorum.

Bunu söylerken tozlu aynada boyunu boşunu görmeye çalışıyor, bir türlü göremiyordu. Oblomov:

— Dur, dur, diye bağırdı. Seninle biraz benim işlerden konuşmak istiyorum.

— Pardon, kaybedecek bir dakikam yok. Başka bir zaman. Benimle istiridye yemeye gel. Rahat rahat konuşuruz. Gel sahi, paralar Mişa’dan.

— Hayır, hayır, bırak.

— Öyle ise, hoşça kalın.

Kapıya yollandı, sonra tekrar döndü. Giydiği pürüzsüz, buruşuksuz eldiveni göstererek:

— Şuna bak, dedi. Oblomov şaşırarak:

— Neymiş o? diye sordu.

— Yeni bağlar eldiveni ne kadar güzel bağlıyor, bak. Artık iki saat düğme ile uğraşmaya gerek yok. Şöyle bir çektin mi, tamam. Paris’ten geliyor. İstersen sana bir çift getireyim de dene.

— Olur.

— Bir de şuna bak, diyerek saat zincirindeki süslerden birini çıkardı.

— Kenarı kıvrık minimini bir ziyaret kartı.

— Yazıyı okuyamıyorum.

— Pr… Prens, M… Misel. Soyadı Tiemenev sığmamış. Onu bana kendisi paskalyada hediye etti. Paskalya yumurtası yerine. Haydi hoşça kalın, au revoir, daha gidilecek on yerim var. Ah, Tanrım yaşamak ne güzel şey!

Sonra çıktı gitti.

Oblomov düşündü: “Bir günde on yer, vah zavallı! Bu da hayat mı?” Omuzlarını silkti. “Bütün bunlar arasında insanda hal mi kalır? Böyle bin parça olmanın anlamı var mı? Lidya’ya kur yapılır… Hoş kız. Onunla köyde çiçek toplamak, gezmek, hiç de fena değil! Ama bir günde on yere gitmek! Vah zavallı!”

Oblomov bunları düşünerek sırtüstü yattı. Onun böyle boş düşünceleri, istekleri olmadığına, yok yere sokaklarda dolaşmadığına, odasında uzanıp insanlık onurunu ve rahatını kaybetmediğine şükrediyordu. Kapının çıngırağı yine düşüncelerini kesti.

Başka bir konuk geldi.

Nefti frak giymiş bir adam; armalı düğmeler; özene bezene kesilmiş siyah favoriler; sinekkaydı tıraşlı bir yüz; yorgun fakat sakin, düşünceli gözler, yıpranmış bir çehre, hülyalı bir gülümseme.

Oblomov neşeli neşeli:

— Merhaba Sudbinskiy, dedi. Nihayet eski meslektaşını görmeye geldin. Yaklaşma, yaklaşma! Dışarının soğuğu üstünde.

— Merhaba İlya İlyiç. Çoktandır seni görmek istiyordum. Ama dairede ne çok iş var, bilsen. Bu çanta ağzına kadar rapor dolu. Bakanlıkta hademeye söyledim, ararlarsa buraya gelip haber verecek. Bir dakika bile serbest değilim.

— Nasıl? Bu saate kadar dairede kalıyor musun? Eskiden saat onda…

— Evet eskiden öyle idi; şimdi işler değişti. Daireye on ikide gidiyorum. Araba ile.

— Ha anlıyorum! Şube müdürü oldun! Ne zamandan beri?

Sudbinskiy başını anlamlı anlamlı sallayarak:

— Paskalyadan beri, dedi. Ama ne iş, ne iş! Sekizden on ikiye kadar evde çalışıyorum. On ikiden beşe kadar Bakanlık’ta, akşam da evde çalışıyorum. İnsan yüzü gördüğüm yok.

— Ya, demek şube müdürü oldun! Kutlarım. Yolunu tuttun artık. Küçük memurluğa ikimiz beraber başlamıştık! Sen bir yıla kalmaz müşavir olursun.

— O da bir şey mi? Müşavirliği bu yıl alabilirim; asillik unvanı bir defa garanti. Takdirname için de adaylığımı koymayı düşünüyorum; ama yeni bir görev aldım. İki yıl arka arkaya terfi olmuyor yoksa…

— Bu akşam bana yemeğe gelsene; terfin şerefine bir iki kadeh içeriz.

— İmkânı yok. Bu akşam genel müdür yardımcısına davetliyim. Raporumun perşembeye kadar hazır olması gerek. Taşra haberlerine güvenilmiyor, bütün listeleri kendim gözden geçiriyorum. Foma Fomiç öyle ince eleyip sık dokuyor ki… Her şeyi kendi görmek istiyor. Yemekten sonra oturup çalışacağız.

Oblomov inanmadı:

— Ne, yemekten sonra ha?

— Tabii… Hatta erken çıkıp Ekaterinenhov’a gidebilirsem ne mutlu bana! Sana da onun için geldim zaten. Benimle gel diyecektim. Gelirsen sana uğrarım…

Oblomov yüzünü buruşturarak:

— Biraz rahatsızım, gelemem, dedi. Üstelik işim de var. Hayır gelemeyeceğim!

— Vah, vah! Hava da ne kadar güzel! Benim serbest olabildiğim günler o kadar az ki…

— Dairede daha ne var, ne yok?

— Bir hayli değişiklik var; artık mektuplarda, “Arzı tazimat ederim,” denmiyor, “Saygılarımı sunarım,” deniyor. Sicil dosyaları da iki nüsha yapılmıyor. Kadro genişledi. Bize üç masa ve iki ücretli memur eklendi. Komisyonu dağıttılar… Velhasıl çok şey değişti.

— Arkadaşlar ne âlemde?

— Bildiğin gibi. Ah, Svinkin bir dosya kaybetti!

Oblomov eski günlerin korkularını yeniden duyarak, titrek bir sesle sordu:

— Yok canım! Müdür ne yaptı?

— Dosya bulunmadıkça ikramiyesini vermeyeceğini söyledi. İş önemli: Vergi meselesi.

Sudbinskiy sesini alçaktı:

— Müdürün düşüncesine göre, dosyayı mahsus kaybetmiş…

— Olur mu öyle şey?

Sudbinskiy, yukarıdan ve arkadaşını koruyormuş gibi:

— Hayır, hayır, olamaz elbet, dedi. Ama işin doğrusu Svinkin de dalgacının biri. Yaptığı bilançolar yenir yutulur gibi değil; her şeyi karmakarışık ediyor. Çok çektim ondan. Ama işin doğrusu ondan böyle şeyler umulmaz. Hayır, hayır, bunu yapmamıştır. Dosya bir yere tıkılmış olacak; günün birinde bulunur.

— Eh, demek sabahtan akşama kadar hep işler içindesin; durmadan çalışıyorsun.

— Sorma kardeşim, sorma! Ama Foma Fomiç gibi bir adamla çalışmak iyi şey. Kimseyi mükâfatsız bırakmıyor; çalışmayanları bile. Terfi zamanı gelenlerin hemen inhasını yapıyor; terfi zamanı gelmeyenlere de ya takdirname çıkarıyor, ya bir yerden para uyduruyor.

— Senin eline ne geçiyor?

— Fazla bir şey değil. Bin iki yüz ruble maaş, yedi yüz elli ruble tayin bedeli; beş yüz ruble ödenek; beş yüz ruble konut parası; bin ruble kadar da ikramiye.

Oblomov yatağından fırladı:

— Vay canına, güzel sesin mi var, nedir?

— Hiç de fazla değil, vallahi, Peresevetlov’un maaşını artırdılar; oysa benden daha az çalışıyor. Ama tabii benim kadar itibarı yok. (Alçakgönüllülükle gözlerini indirerek) Bakan geçen gün dairenin gözbebeği olduğumu söyledi.

— Yaşa be! Ama sekizden öğleye, öğleden beşe kadar mesai, akşam da evde çalışmak. Vay babam vay!

— Dairede iş olmazsa ne yapacaktım sanki?

— Ne bileyim ben, insan bir şeyler okur, yazar.

— Bütün yaptığım iş de bu zaten. Öylesi değil canım, yazı yayımlardın demek istiyorum.

— Herkes yazar olamaz ya. Senin de bir şey yazdığın yok.

Oblomov içini çekti:

— Ben çiftlikle uğraşıyorum. Birçok yenilikler tasarladım; çiftliğe yeni bir düzen vereceğim. İşlerim bitip tükenmek bilmiyor… Neler çekiyorum. Ama sen başkaları için çalışıyorsun.

— Eh, ne yaparsın. Aldığımız parayı hak etmek gerek. Yazın dinleneceğim. Foma Fomiç söz verdi; beni işle bir yere gönderecek, saat ve verst üzerinden yolluk alacağım; üç ruble gündelik; tabii ikramiye de verecekler.

Oblomov kıskançlıkla:

— Sokağa atacak paraları var, dedi; sonra içini çekerek düşünceye daldı.

— Paraya ihtiyacım var; sonbahara evleniyorum. Oblomov dostça sordu:

— Sahi mi? Kiminle?

— Vallahi Muraşinlerin kızıyla. Geçen yaz tatilinde komşuyduk. Hatırlıyor musun bana çaya geldiğin zaman görmüştün?

— Hatırlamıyorum. Güzel mi bari?

— Eh, hoş kız. Yemeğe birlikte gidelim istersen. Oblomov bocaladı:

— Peki… Olur… Ama…

— Haftaya. Oblomov ferahlayarak:

— Evet, evet, haftaya, dedi. Elbiselerim hazır değil. Kızın hali vakti nasıl, zengin mi?

— Evet, babası general; bize on bin ruble veriyor. Evin kirası devletten. On iki odanın yarısı bizim olacak; mobilyaları, sobaları, lambaları hepsi içinde… Fena değil.

Oblomov imrenerek:

— Fena olur mu hiç, dedi. Yaşadın, desene.

— Nikâhta sağdıcım olacaksın, unutma.

— Elbette, unutur muyum hiç! Kuznetsov, Vasiliev, Mahov ne alemdeler?

— Kuznetsov çoktan evlendi. Mahov benim eski yerimde. Vasiliev’i Polonya’ya gönderdiler. İvan Petroviç Sen Vladimir nişanı aldı. Oleşkin’e artık ekselans deniliyor.

— İyi adamdır.

— Evet, iyidir; layıktı doğrusu.

— İyi huylu, nazik, sakin.

— İnsan adamdır. Hiç kendini öne sürmez. Hiçbir arkadaşa zarar verdiği, başkasının işine engel olduğu görülmemiştir… Herkes için elinden geleni yapar.

— Bulunmaz adamdır. Hata işlersin, bir şey unutursun, tarihi, yönetmeliği şaşırırsın, hiç ağzını açmaz. Sadece raporu bir arkadaşa yeniden yazdırır. Eşi yoktur doğrusu.

— Bizim Semiyon Semiyoneviç’e gelince, adam olacağı yok. İşgüzarlık etmeden duramıyor. Yine ne yaptı, biliyor musun? Hükümet bize ait binalara birer köpek kulübesi yaptıracak oldu. Hırsızlığı önlemek için. Bizim mimar, aklı başında, işini bilir, namuslu bir adamdır. Kulübeler için makul bir masraf gösterdi. Seninki bunu fazla bulmuş, sormuş soruşturmuş; bir müteahhide fiyatı kırdırmış; bula bula otuz kapik fark bulmuş ve oturup bir rapor döşenmiş.

Kapının çıngırağı çaldı. Sudbinskiy:

— hoşça kalın, dedi; gevezeliğe dalıp saati unuttum. Dairede ararlar.

— Dur biraz; sana bazı şeyler danışmak istiyorum: Başımda iki bela var…

— Hayır, hayır; başka zaman uğrarım.

Ziyaretçi bu sözlerden sonra odadan çıktı. Arkasından bakan Oblomov kendi kendine konuştu:

— Zavallı dostum, batmışsın sen, boğazına kadar batmışsın batağa, gidiyorsun. Biçare, işinden başka hiçbir şey göremez, duyamaz, konuşamaz olmuş. Ama böylesinin yolu açıktır, yakında büyük işler başarır, en yüksek mevkilere yükselir… Bizde buna meslek sahibi olmak diyorlar. Bunun için zekâya, iradeye, ruha gerek yok; bütün bunlar lüks. Bu adamın hayatı böyle geçip gidecek ve ruhunun birçok yanı hiçbir zaman açılmayacak… On ikiden beşe kadar dairede iş, sekizden on ikiye kadar da evde, vah zavallı!

Oblomov, bütün gün uzanıp yatabileceğini düşünerek ferahlık duyuyordu.

Rapor hazırlamaya, evrak yazmaya mecbur olmadığı, duygularını, hayallerini serbest bırakabildiği için de gurur duyuyordu.

Oblomov öyle dalmıştı ki, yatağının başucuna kadar gelip duran ince, uzun, esmerce bir adamın farkına varmamıştı. Bu ziyaretçinin yüzü, favorileri, bıyığı ve keçi sakalı ile kaplı idi. Üstünde başında yapmacık bir ihmal görünüyordu.

— Merhaba İlya İlyiç.

— Merhaba Penkin; aman yaklaşma, dışarının soğuğunu getiriyorsun…

— Hep aynı garip adam. Hep eskisi gibi tembel, gamsız…

— Ben mi gamsız? Dur sana kâhyadan aldığım mektubu göstereyim. Durmadan kafa patlatıyorum, sen gelmiş bana gamsız diyorsun? Nereden böyle?

— Kitapçıdan geliyorum. Dergiler çıktı mı diye bakmaya gittim. Yazımı okudun mu?

— Hayır.

— Sana göndereyim de oku.

Oblomov bir karış esneyerek:

— Ne üstüne? diye sordu.

— Ticaret, kadının özgürlüğü, bu canım nisan havası ve yangın söndüren yeni bir buluş üstüne. Nasıl olur da gazete, dergi okumazsın. Bütün hayatımız onlarda. Ben artık edebiyatta realizm yolunda çalışıyorum.

— İşin çok mu?

— Eh, epeyce. Her hafta gazete için iki makale, kitap eleştirisi; şimdi de bir hikâye yazdım.

— Konusu ne?

— Bir kasabada kaymakamın bir esnafa dayak atması…

— İşte edebiyatta realizm buna derler.

Edebiyatçı memnun:

— Değil mi ya? dedi. Sana bu hikâyenin ana fikrini anlatayım. Yeni ve cüretli bir fikir doğrusu. Yolcunun biri kasabadan geçerken dayak olayını görmüş ve valiye şikâyet etmiş. Vali kasabaya resmi görevle giden bir memura bu işi de incelemesini ve ayrıca kaymakamın kişiliği ve davranışları üstüne bilgi toplamasını emretmiş. Memur ticaretten konuşmak bahanesiyle esnafı çağırmış, söz arasında bu meseleyi de sormuş. Esnaf ne yapsa beğenirsin? Gerdan kırıp gülmüşler. Kaymakamı övmüşler, göklere çıkarmışlar. Memur başka yerlerde de soruşturma yapmış. Esnafın korkunç birer hırsız olduğunu, bozuk mal sattıklarını, eksik ölçüp tarttıklarını, hükümeti bile aldattıklarını, hiçbirinde namus olmadığını ve yedikleri dayağı hak ettiklerini öğrenmiş.

— Sözün kısası kaymakamın attığı dayak eski trajedilerdeki fatum’a benzer bir şey oluyor.

— İyi buldun. Çok ince bir zekân var. İlya İlyiç; keşke yazı yazsaydın sen de! Böylece hem kaymakamın zorbalığını, hem de halkın ahlâk bozukluğunu göstermiş, küçük memurların kullandıkları usullerin kötülüğünü, sert fakat yasal tedbirlerin gerekliliğini belirtmiş oluyorum. Oldukça yeni bir fikir değil mi?

— Evet, özellikle benim için; o kadar az okuyorum ki…

— Sahi öyle; odanda hiç kitap göründüğü yok. Ama yalvarırım sana, yakında çıkacak bir eser var, onu mutlaka oku. Muazzam bir destan denebilir: Rüşvet yiyen bir adamın düşmüş bir kadına aşkı. Yazanın kim olduğunu söyleyemem, şimdilik gizli.

— Ne var içinde?

— Toplum düzenimizin işleyişini olduğu gibi ortaya koyuyor, hem de şiirli bir biçim içinde. Toplumun bütün güçlerine değiniyor. Toplumsal merdivenin bütün basamaklarını ele alıyor. Yazar bu eserde zayıf, kötü ruhlu devlet adamını, çevresindeki dalkavuk rüşvetçileri, ahlâksızlığa düşmüş Fransız, Alman, Fin ve daha başka uluslardan kadınları sanki bir mahkeme önüne çıkarıyor. Her şeyi öyle yaman, öyle yürek paralayan bir gerekçilikle anlatmış ki… Bazı parçalarını dinledim. Büyük yazar: Kâh Dante’yi kâh Shakespeare’i andırıyor…

Oblomov hayretle doğrularak:

— Amma da yaptın ha! dedi.

Penkin hemen, gerçekten çok ileri gittiğini anlayarak durdu, daha az taşkınlıkla:

— Oku da bak, dedi; değerini kendin daha iyi anlarsın.

— Hayır, Penkin, okuyamam.

— Peki ama niçin? Olay yaratacak bir eser; daha şimdiden herkes ondan söz ediyor.

— Bırak söz etsinler! Birtakım adamların işi gücü bu!

— Merak edip okuyuver canım.

— Nesini merak edeyim? Ne diye yazı yazar bu adamlar? Gönül eğlendirmek için herhalde.

— Haksızlık ediyorsun. Hayata o kadar yakın ki, o kadar yaşıyor ki bunlar. Portreler canlı gibi. Tüccar, memur, subay, jandarma, hepsi. Tıpkı yaşayan insanlar gibi.

— Evet, bütün yaptıkları bu kadar. Bir insan alıp kopyasını çıkarıyorlar. Gerçeğe uygun oluyor diye övünüyorlar. Ama, hayat ne oluyor? Eserlerinde o yok işte, dünyayı kavrayış, insanlığı gerçektenanlayış yok. Boş şeylerle övünüyorlar. Hırsızları, düşkün kızları, yolda yakalayıp hapse atar gibi edebiyata sokuyorlar! Nerede sanatkârın “gizli gözyaşları”[4] sadece kaba, zalim, alaycı bir gülüş!

— İyi söyledin. Bu coşup taşan öfke, bu kötülüklere amansızca saldırış, alçalmış insanları kepaze ediş, işte asıl edebiyat budur.

Oblomov birden parladı:

— Hayır, hiç de değil! Hırsızı, düşmüş kadını, aldatılmış bir budalayı anlatın, anlatın ama insanı da unutmayın. Sizin için insan diye bir şey yok mu? Yalnız kafanızla yazmak istiyorsunuz. Düşünmek için kalpsiz olmak gerekir, sanıyorsunuz. Hayır, düşünmeyi besleyen sevgidir. Düşen adama el uzatın, mahvolan bir adamın haline ağlayın, onunla alay etmeyin. Sevin onu! Onda kendinizi görün ve ona kendinizmiş gibi bakın.

Oblomov, tekrar kanepeye sakin sakin uzandı:

— İşte o zaman yazdıklarınızı okurum, önünüzde eğilirim. Hırsızı, düşmüş kadını anlatıyorlar da insanı unutuyor veya anlatmıyorlar. Bu mudur sanat, bu mudur bulduğunuz büyük edebiyat? Kötülüğü, çamuru gösterin ama, rica ederim, buna edebiyat demeyin.

— Ya! Demek hatırınız için tabiat tasvirleri yapalım, gülden, bülbülden, bir kış sabahının güzelliğinden söz edelim öyle mi? Çevremizde uğuldayan, kaynaşan hayatı görmeyelim… Biz yalnız toplumun fizyolojisini arıyoruz; şiirle, şarkı ile işimiz yok…

Benzer İçerikler

Bir Katilin Tükenmez Kalemi | Esra Pekin

yakutlu

Derin | Meltem Reyhan | Birazoku

yakutlu

Balkan Acısı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy