Öğretmenler İçin Beden Dili | Çağlayan Babacan


Fizikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Hemen yakındaki bir eve sığınırlar. Ev sahibi konuklarına bir şeyler ikram etmek için heyetin yanından ayrılır. Hepsinin dikkati odadaki soba üzerinde toplanır. Soba, yerden bir metre yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair heyet arasında bir tartışma başlar. Her biri karmaşık tespitlerini öne sürer. Biraz sonra ev sahibi salona girer. Ona sobanın yukarıda olmasının nedenini sorarlar. Adam çaresizce ellerini iki yana açarak cevaplar: “Boru yetmedi de…”

Bazen gerçekler böyledir: basit, açık ve ortada. Ama zamanla, gerçekle aramıza teorilerden bir duvar örünce doğru bakış açısını kaybederiz. Ağaçlar yüzünden ormanı görememek gibi… Sınıfa bilgimizi, tecrübemizi ve bedenimizi götürürüz. İlk ikisi kolay fark edilmez, üçüncüsü her zaman ortadadır. Kitap, akıllı tahtadan, projeksiyon cihazından ve görsellerden daha işlevsel olan bedenimizi doğru kullanmanın, olası hatalarımızı fark etmenin ve etrafımızdakilerin bedenlerinden dökülen mesajları anlamanın yollarını gösteriyor. Uzun, pratik yanı eksik, kitaplara hapsolmuş teorilerden çok; canlı, ortada ve anlamlı olana bakmanızı hedefliyor. Daha öz bir ifadeyle, sizi yormadan, “yetmeyen borulara” dikkat çekiyor.

Büyük an geldi ve sınıfa giriyoruz. Unutmayalım ki öğrenci, “ayaklı risk demektir.” Türkiye’de sınıfların belirli bir standardı yoktur. Çok seçkin özel bir okulda, ideal sayıda öğrencinin olduğu bir sınıfa da giriyor olabiliriz; bir devlet okulunda kalabalık bir sınıfa da. Ya da bir köy veya kasaba okulunda birleştirilmiş sınıf adı altında birçok düzeyin bir arada bulunduğu bir sınıfa da giriyor olabiliriz. Bütün bunlar kişisel niteliklerimizin ve bilgi düzeyimizin ne kadar işe yaradığını görmek için önemli sınama ortamlarıdır. Sınıfa girdiğimiz anda derse başlamak doğru bir davranış değildir. Çünkü çocuklar psikolojik olarak çoğu zaman derse hazır değildir. Bir doktorun sabah vizitesinde hastasının durumunu kontrol ettiği gibi sınıfın durumunu görüp gerekirse sınıfı biz derse hazır hâle getirmeliyiz. Çocukların kişisel problemi olabilir, sınıfın ortak bir derdi olabilir, bir önceki ders gerginlikler yaşanmış olabilir. Derse ısınma adına beden dilinin girişi olarak saydığım bir konu var: buzları eritmek

Buzları Eritmek

Mizah yeteneğimiz varsa bize çok önemli bir özellik bahşedilmiş demektir. Bir iletişimin başlangıcında havadaki buzları eritmenin en güzel yolu, zekice yapılan mizahtır. Mizah yeteneğimiz yoksa bile sınıftaki mizahı yönetebilir, çocuklarla beraber gülebiliriz. Bu çok ince bir konudur; kişileri rencide edecek, onları karşımıza alacak kara mizah yapmaktan kaçınmamız gerektiği gibi olmayan mizah yeteneğimizi de gereğinden fazla zorlamamalıyız. “Espri yapıyorum, işte yaptım” şeklindeki girişler bir çuval inciri mahvedebiliyor. Hiçbirimiz Ölü Ozanlar Derneği filmindeki Bay Keating olmak zorunda değiliz, ama zaman içinde yeteneklerimizi geliştirebiliriz. Mesela tanıdığım bir tarih öğretmeni, ilk defa dersine girdiği bir sınıfa hangi dersin öğretmeni olduğunu söylemeden on dakika fizik dersinden bir konuyu anlatıp sonra da “Ben tarih öğretmeni falanca…” deyip kendini tanıtıyordu. Bir zamanlar aynı okulda çalıştığımız bir kadın öğretmen, çok güzel gitar çalardı, ilk derslerinde bir müzik ziyafetiyle derse başlardı. Ses yeteneği olan tanıdığım bir matematik öğretmeni de çatlak bir sesle beş dakika ders anlatır, sonra spikerlere taş çıkartan güzel sesini kullanır ve “Ya sesim böyle olsaydı?” diyerek öğrencilerini güldürürdü. Öğrenciler, çatlak bir ses eşliğinde matematik dersine odaklanmaya çalışıp, Allahım neydi günahım, diye düşünürken güzel bir ses ve güler yüzü görünce kâbustan uyanmış gibi olurlardı. Bazen yetenekli öğrenciler sizin yerinize buzları eritir. Buna kararınca izin verip, beraberce gülmeliyiz.

Edebiyat dersine giren öğretmen “Çocuklar dersimiz Fuzuli…” der. Arka sıralardan bir çocuk, “Hangisi değil ki hocam?” diyerek karşılık verir.

Uzmanlar, yetişkin insanlarda dikkat süresinin ortalama 17-18 dakika olduğunu söylüyorlar. Oysa dersler 40 dakikadır. Doğru, bence de hepimiz 40 dakika verimli bir şekilde ders işliyoruz. Hasan Yılmaz, bir öğretmen. Öğretmenim Lütfen Bu Kitabı Okur musun? adlı çok güzel bir kitabı var. Yılmaz, kitabın bir bölümünde çarpıcı bir tespitte bulunur, “Birçok öğretmenin farkında olmadığı bir gerçek vardır: Ne kadar sıkıcı oldukları…” Bir keresinde çantama ses kayıt cihazı koyup bir dersimi kaydettim. Eve gidince kendi konuşmamı dinledim. Ne kadar şaşırdığımı anlatamam. Demek öğrencilerim her gün böyle bir öğretmeni dinliyorlarmış. Dilerseniz siz de böyle bir deneyim yaşayın ve kararınızı verin. Ya da böyle bir deneyime gerek kalmadan öğrencilerinizin jest ve mimiklerine dikkat ederek de dersin genel gidişini görün. Dikkatin dağıldığı noktalar, gerçekten dinlendiğiniz anlar, söylediklerinize gelen tepkiler, sınıfta boyut değiştirmeler, hepsini fark edebiliriz. Biraz bilgi, biraz da dikkatle… O zaman derin bir nefes alın ve biz öğrencilerimize ders anlatırken onlar bize neler anlatıyor görelim. Unutmayın ki biz dinleyici olduğumuzda da aynı mesajlar geçerlidir.

Hepimizin bir yüz ifadesi ve bunu tamamlayan bir unsur olarak bakışları vardır. “Gözler, ruhun dünyaya açılan pencereleridir” der Shakespeare. Görebilen için bakışlarda ruhun izi vardır. Bu kadar küçük olduğu hâlde bu denli büyük mesaj vermesi, gözü, iletişimde önemli bir konuma yükseltir. Eskilerin “Gözü olan ağzı ile konuşmaktan müstağnidir” diye bir sözü vardır. İyi bakanın daha başka bilgiye ihtiyacı olmadığını anlatır.

Öğrenci, başını hafifçe yana yatırıp gözlerimizin içine bakıyorsa, “Seni dinliyorum” ve bir de hafifçe tebessüm ediyorsa “Seni seviyorum” ve “Sana değer veriyorum” diyordur. Kendisine böyle bakılan öğretmenler, öğrencilerini sıkmıyordur ve bu öğretmenlerin dersleri de ilgi çekicidir. Bu bakışlar öğretmende anlatma isteğini kamçılar. Ve öğretmen yaptığı işe daha da bağlanır.

2004 yılında bir okulda çalışırken 10/TM-B sınıfının sınıf öğretmeniydim. Sınıf o kadar mimliydi ki TM kısaltmasının açılımı “Türkçe-Matematik” değil de “Terörle Mücadele” olarak okunuyordu. İyi çocuklardı ama ağızları hep açıktı. Sınıf, bir kadın öğretmenimizle sürekli gerginlik yaşıyordu. Öyle bir noktaya geldik ki artık ne sınıf öğretmeni ne de öğretmen sınıfı dinliyordu. Çaresiz kalmıştık. Rehberlik saatinde okulun rehberlik uzmanıyla birlikte bu bakışı anlattık onlara. Hatta bazı el hareketleriyle bu bakışı nasıl destekleyeceklerini de söyledik. Ve sınıftan özellikle ilk sırada oturanlardan 15-20 gün boyunca bu bakışı kullanmaları konusunda söz aldık. Daha ilk günlerde olumlu etki o kadar büyüktü ki öğretmen aynı sınıfa girdiğine inanamadığını söylüyordu. Tartışma bitmişti ve gerginlik gözle görülür derecede azalmıştı. Bir bakış ve bir baş hareketi sözün çok ötesinde mesaj verebilir. Üstelik sıfır maliyetle…

Benzer İçerikler

Uyanış | Can Perimcek | Birazoku

yakutlu

İnsan Tanıma Kılavuzu | Cengiz Alkış, Murat Toktamışoğlu

yakutlu

Savaşçı/Anlamlı ve Coşkulu Bir Yaşam İçin | Doğan Cüceloğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy