Kitapta, ailelerine destek olmak ve okul harçlığını kazanmak isteyen çocuklar; kendini kanıtlamaya çalışırken; karşılaştıkları güçlük ve tehlikeler göz önüne serilirken, diğer yandan önlerine çıkan fırsatları iyi değerlendirmeleri de sezdirilmektedir. Bu bağlamda; koşuşturma ve yorgunlukla gelen kazalar, doyasıya uyuyamam, yaşamın güçlükleri, okuyamamanın ezikliği, yarış ve eğlenceler… yer almaktadır. Kimi zaman kendini arkadaşının yerine koyarak (empati), kimi zaman işbirliğine giderek yaşamın gerçekleri göz önüne serilirken; bir çok çocuğun görüp fark edemediği sevinç ve güçlükler de sezdirilmektedir.
***
ÖNSÖZ
Her insan az veya çok acı, keder, didişme, hüzün, sevinç gibi duygular yaşar.
İş hayatının başlangıcı bir takım güçlük ve acemiliklerle başlar. Her güçlüğün içinde mutlaka sevinç ve mutluluk saklıdır. Saklı olan mutluluğu yakalama ve güzel günlere yelken açma o kadar kolay da sayılmaz.
Küçük yaşlarda geleceği kestirebilmek oldukça güçtür. Büyükler bunun farkında olduğundan çocuklarının iyi yetişmesini hep ister ve onların iyi bir eğitim almalarını önemser. Fakat geçim sıkıntısı çeken aileler; ister istemez çocuklarını küçük yaşta iş ortamına sürerler. Tatil günlerinde aile bütçesine üç beş kuruş katkı sağlasın diye çalışmalarını isterler. Çalışan çocuklar oyun ve eğlenceyi yaşamak isteseler bile doğru dürüst fırsat bulamazlar.
Kitapta, ailelerine destek olmak ve okul harçlığını kazanmak isteyen çocuklar; kendini kanıtlamaya çalışırken; karşılaştıkları güçlük ve tehlikeler göz önüne serilirken, diğer yandan önlerine çıkan fırsatları iyi değerlendirmeleri de sezdirilmektedir. Bu bağlamda; koşuşturma ve yorgunlukla gelen kazalar, doyasıya uyuyamam, yaşamın güçlükleri, okuyamamanın ezikliği, yarış ve eğlenceler… yer almaktadır.
Kimi zaman kendini arkadaşının yerine koyarak (empati), kimi zaman işbirliğine giderek yaşamın gerçekleri göz önüne serilirken; bir çok çocuğun görüp fark edemediği sevinç ve güçlükler de sezdirilmektedir.
GARSON YAMAĞI
Nüfus cüzdanında adım Selahattin’dir. Fakat ben kendimi bildim bileli evde, sokakta, hemen her yerde bana Selo derler. Yalnız, okulda öğretmenim yoklama yaparken Selahattin Duman diyerek adımı doğru söylüyor. Bizim mahalledeki çocuklar genelde birbirinin adını tam doğru söylemez. Gerçek adlarını kısaltarak; İsa’ya İso, Şakir’e Şeko, Mehmet’e Memed… gibi seslenirler.
On üç yaşında ve ailenin dördüncü çocuğuyum. Evlenip İstanbul’a giden iki ağabeyimden sonra evin büyük erkek çocuğuyum. Evde iki oğlan, üç kızla birlikte yedi kişiyiz. İki oda, bir salondan oluşan tek katlı kerpiçten evde annemle babam bir odayı, biz kardeşler ise diğer odayı paylaşıyoruz.
Babamla annem önceleri fazla çocuk yapmanın sıkıntısını duymamış. Fakat sonraları fark etmişler. Ama iş işten geçmiştir. Annem zaman zaman, “ Bizim gençliğimizde doğum kontrolünü bilen mi vardı? Şimdilerde olsa iki, bilemedin üç çocuk yeter ve artardı….” diyerek sıkıntısını dillendiriyor.
Babamın tek maaşı, kalabalık ailemizin geçimini sağlamada yetersiz kalınca biz katkı sağlamaya çalışıyoruz.
Kimimiz beslediğimiz ineklerin sütünü lojmanlarda oturan memur ve subaylara, kimimiz mahallemizdeki spor alanında gelen seyircilere su, simit, mısır… satarak, katkıda bulunuyoruz.
Bir akşam balkondaki uzunca masanın etrafında akşam yemeğine oturmuştuk, babam:
“Artık evimize biraz daha fazla para girecek.”
Para lafını duyan annem babamın yüzüne baktı:
“Patron maaşına zam mı yaptı?”
“Yok canım, Selo garson yamağı olarak çalışacak.”
Garson yamağı, lafını duyunca elimdeki lokmayı ağzıma koymadan babama baktım.
“Kahvehanesi olan bir arkadaşım var, onun yanında çalışacak. Haftalık otuz lira verecek,” dedi.
Sevinçle:
“Yaşa baba! Çalışırım,” dedim.
Bir yıl önce komşumuz ve sınıf arkadaşım Hasan’ı babası berberin yanına yamak olarak vermişti. Hasan aldığı bahşişleri yanımızda sayarak bize hava atıyordu.
“İşe girince alacağım harçlıkla mahalledeki arkadaşlara gazoz alacağım. Arkadaşlık nasıl olur anlasın…”
Annem:
“Yamaklık işi zor mu?”
“Yok canım. Masalardaki boş bardakları toplayacak. Masaları silecek. Daha doğrususu kahvehanedeki ufak tefek işlere yardım edecek.”
Annemin ikilem içinde olduğunu görünce:
“Ne iş olursa yaparım. Çay bile taşırım,” dedim.
Annem kazanacağım parayı yeğleyerek:
“Okul masrafını çıkarır. Peki günorta* yemeğini nasıl olacak?”
Babam:
“Söylemeyi unuttum, günorta yemeğini de verecek,” dedikten sonra derin bir nefes aldı.
“Yoksulluğun gözü kör olsun,” dedi.
Sofradan kalktı. Duvara dayalı somyanın üzerine oturdu. Sitem edercesine:
“Gözümü açtım çalışıyorum. Ortada bir şey yok…”
Annem araya girerek:
“Sokaklarda başıboş gezeceğine gitsin çalışsın. Okul masrafını çıkarır.”
“Evde kalınca canım sıkılıyor. Çalışırsam canım sıkılmaz. Aldığım paraları sana getiririm Mine,” dedim.
Çoğu zaman babam bizim yanımızda annemi adıyla “Mine” diye çağırdığından, bizde anneme “Mine” diyorduk. Annem adını söylememizden hoşlanmış olacak ki, hiçbir zaman “Niçin anne demiyorsunuz?” diye uyarmazdı.
“Mine, doğru söylüyorsun, gitsin çalışsın. Okul masrafını çıkarır,” dedi Babam.
Sofradan kalkan dokuz yaşındaki kıvırcık saçlı, esmer tenli, ince uzun bacaklı Aygül babamın yanına sokuldu. Gülünce yanağındaki gamzeleri batan yedi yaşındaki Aynur, Aygül’ü iterek babamın kucağına sokuldu. Bedenine göre kafası büyük olan Talat da elleri yağlı bir halde babamın kucağına oturmak isterken, babam:
“Sofradan kalkar kalkmaz kucağıma doluştunuz. Ellini yıkamayan kucağıma oturamaz.” diyerek, ellerini yıkamaya gönderdi.
Bahçe duvarının dibindeki şehir şebeke suyundan aldığımız çeşmenin başına yürürken, Aygül ile Aynur koşarak önce yıkama yarışına girince, Aynur yere düştü ve ağlamaya başladı. Cahide, Aynur’u ayağa kaldırdı.
“Kavga ederseniz, ikiniz de elinizi en son yıkayacaksınız,” diyerek uyarınca Aygül mızmızlanarak:
“Abla! Önce ben geldim.”
“Tamam, sen önce gelebilirsin. Aynur senden küçük, bırak önce o yıkasın,” dedim.
Sırayla ellerini yıkadılar.
Balkondaki lambanın ışığının etrafında küçük böcek ve kelebekler fır fır dönüp duruyordu. Arada bir de lambaya çarparak yere düşüyordu. Cahide televizyonun olduğu odaya girdi. Çok geçmeden:
“ Heydi dizisi başladı.” diyerek haber verir vermez Aygül, Aynur ve Talat içeri koştu.
2
Sabah güneş doğmak üzereydi babam:
“Selo kalk gidelim,” der demez kalktım.
Annem:
“Sabah uykusunu tam almadan kalkacaksın.”
Babam:
“İnsanın yüzüne sabah güneşi vurmadan uyanmalı. Daha zinde ve rahat oluyor. Erken uyanması daha iyi!”
Dışarı çıktığımda güneş yeni doğmuştu. Annem kahvaltılık hazırlıyordu. Elimi yüzümü yıkayıp babamın yanına gittim.
“Gel bir şeyler ye. Günortaya kadar acıkırsın,”dedi.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra yola çıktık.
Sabahın erken saatinde bağ ve bahçelerin bu kadar yeşil ve göz kamaştırıcı olduğunu görmemiştim. Yer yer ağaçların arasından görünen Ağrı Dağı’nın tepesindeki kar parlıyordu.
Yeni açılan caddeye girdik. Geniş bahçeler içindeki evlerin çoğu tek katlı kerpiçtendi. Birçok kavak ağacının boyu evlerin yüksekliği aşıyordu. Toprak Mahsulleri Ofisinin kurşun renkli buğday silolarını aşabilen kavak ağacı yoktu. Ağaçlar silolarla sanki yarış halindeydi. Babamın usta olarak çalıştığı un fabrikasının önüne geldiğimizde römorku buğday dolu iki traktör bekliyordu.
“Az bekle, işleri düzene koyup gidelim,” dedi.
Babamı gören müşterilerden biri gülerek:
“Usta senden erken geldik.”
“Hoş geldiniz sefa geldiniz. Kapıyı açayım, yüklerinizi boşaltın.”
Babam, büyük ve geniş demir kapının kilidini açtı. Her iki yana açılan kanatları duvara yasladı. Babamın peşi sıra içeri girdik. Değirmenin içi geniş, tavanı alabildiğine yüksekti. Buğdayın döküldüğü üçgen biçimindeki oluğun yanından geçerek motor odasına girdi. Dinamoyu çalıştırır çalıştırmaz kasnak kıvrılarak dönmeye başladı. Kasnağa bağlı olan selektör ve peşinden değirmen taşı dönmeye başladı.
“Buğdayı dökün,” dedi.
Adamlardan biri cebinden çıkardığı çakıyla çuvalın ağzını açtı. Çuvalı hafifçe eğince buğday “foşşşşş,” diye oluğa döküldü.
Babam, değirmen taşlarının yanına geçerek dişlilerin bağlı olduğu kolu çekmesiyle titreşen selektörden geçen buğday taneleri elenerek akıyordu. Buğday taneleri üst taşın orta yerindeki deliğe döküldükten kısa bir süre sonra ön taraftan bembeyaz un aktı. Babam akan unu iki parmağının arasına alarak kalınlığına baktı. Kepeksiz toz gibiydi. Buğday sahibi:
“Aman usta yumuşak olsun.”
“Sen merak etme, çok güzel bir un,” diyerek elindeki unu avucuna koyarak gösterdi.
Bu sırada babamla birlikte çalışan Sefer usta içeri girdi.
“Sefer usta da geldi…”
Değirmende çalışan kasnak ve taşların gürültüsünden konuşulanlar iyi duyulmuyordu. Babam yüksek sesle:
“Usta sen müşteriyle ilgilen biraz işim var. Bir saate kalmaz dönerim,” dedi.
Dışarı çıktık.
“Şimdi gidebiliriz,” diyerek elini omzuma attı.
Eli omzumda yürürken:
“Kahvehaneye bilmediğin ve tanımadığın insanlar gelir. Davranış ve konuşmalarınla herkesin sevgisini kazanmaya çalış. İşyeri sahibinin sözünü dinle…”
Babamın bir arkadaş gibi elini omzuma atmasından mutluluk duydum. İçimde…
————
* Öğlen vakti