Dijital çağda etrafın eğlenceli, kolay ulaşılır ve pek de gayret gerektirmeyen birçok içerikle sarılıyken kitap okumak akıntıya karşı kürek çekmek mi?
İnternette dizi izleyip vakit geçirebilecekken neden kitap okuyasın ki?
Peki, okumak sana ne kazandırır?
Miha Kovač okumanın psikoloji ve empatiyle ilişkisi, kitap okunan ortamda büyümenin önemi, yabancı dilde okumanın faydaları gibi pek çok konu üzerine sorular sorup yanıt arıyor. Okumanın hayatımızdaki gerekliliğini on nedenle açıklıyor. Dijital çağda okumaya şüpheyle yaklaşıyor, hayatında bu alışkanlığa pek yer vermiyor veya bu alışkanlığı kazanmak istiyor ama nereden başlayacağını bilemiyorsan Okumak Nefes Almaktır, keyifli anlatımı ve renkli çizimleriyle sana yol gösterecek eğlenceli bir rehber…
***
Hayatım kitapların arasında geçti. Annem de babam da sıkı birer kitapseverdir, hatta seksen yaşındaki annem hâlâ kitap yazıyor ve çeviriyor. Hayat arkadaşım da bir okur, yazar ve editör; zaten bir zamanlar sevdiğim tüm kadınlar kitap okur ve yazardı. Üstelik kızım da kitapları sadece okumakla kalmıyor, yazıyor da. Kitaplar kariyerimi şekillendirmenin yanı sıra, hayatımdaki en değişmez varlıklar olarak yerlerini koruyorlar; tüm iş değişikliklerinde, ayrılıklarda ve taşınmalarda yanımdaydılar.
Söz konusu kitaplar olduğunda tarafsız kalamadığımı kabul etmeliyim, onlara bayılıyorum. Ancak her aşk gibi, kitaplara olan zaafımın da gözü kör. Çoğu okur gibi ben de okumayı neden sevdiğimi, bu eylemin beni ve sevdiklerimi nasıl etkilediğini hiç sorgulamadım. Birkaç yıl önce bir ilkbahar günü, insanların okuma, dinleme, izleme, birbirleriyle iletişim kurma ve medyayı kullanma şekillerinin genel bağlamda tamamen değiştiğini nihayet kabullendim. Bu değişiklikler beni kitap okumanın mantığını her zamankinden daha da ısrarla sorgulamaya itti. Doğduğum kasabada bir kafede kızımla kahve içiyorduk. Kızım benimle konuşurken biriyle mesajlaşıyordu.
Sohbetimize ara vermeden elinde telefonuyla masaya eğilmiş, ekrana arada bir göz atarak mesaj yazıyordu. Aslında biriyle sohbet ederken arada başka şeylere dalmak bizde bir aile geleneğidir. Bu huy, ailemizin teknolojik cihaz kullanmayan yaşça büyük üyelerinde bile vardır. Tuhaf olan, kızımın telefona bakmadan sürekli mesaj yazabilmesiydi. Parmakları harflerin nerede olduğunu biliyormuş gibi cihazın yüzeyinde dans ediyordu; telefon, vücudunun bir parçası, hapşırdığında burnunu silmek kadar kolay bir şekilde insanlarla yazılı iletişim kurmasını sağlayan bir nevi iletişim proteziydi sanki.
Ben de ekran medyasını düzenli kullanıyorum ancak medya kültürüne farklı şekilde uyum sağlamamın da etkisiyle muhtemelen bu tür beceriler geliştirmedim. 1984’te Yugoslavya’daki Ljubljana Üniversitesi’nden mezun olurken edebiyat ve sosyoloji konulu bitirme tezimi daktiloda yazmıştım. Bu, bilgisayarda çalışmakla kıyaslandığında fiziksel olarak zorlayıcı bir işti. Sonra evimden 500 kilometre uzağa, Yugoslav Ordusu’na hizmet etmeye gittim ve sevdiklerimle iletişimimi –benden önceki onlarca neslin de yaptığı gibi– kendi elimle yazdığım mektuplarla sürdürdüm. Çarşamba akşamları –kışladan çıkıp yakındaki kasabaya gitme iznim vardı– eski moda telefon hattından evi aramak için postanede sıraya girerdim. Onlarca kasetçalardan taşan saçma sapan Yugo Pop şarkılarını ve kışladaki hoparlörlerin sesini, küçük kasetçalarımdan Dead Kennedys ve Slovenyalı punk rock grubu Pankrti’yi dinleyerek bastırmaya çalışırdım. Bazen de şaşırtıcı derecede iyi filmlerin gösterildiği yerel sinemaya kaçardım.
Kitap da okurdum elbette çünkü internetin, akıllı telefonların ve Netflix’in icadından önceki yıllarda eğlencenin en ulaşılabilir hali kitaplardı. Ailem bana düzenli olarak kitap gönderirdi, ben de bazen yerel kitapçılara uğrardım. O zamanlar, bir Yugoslav ve Sloven olarak Slovence, Sırpça ve Hırvatçayı sorunsuzca okuyabiliyordum. Sırpça ve Hırvatçayı Yugoslav Halk Ordusu’na girmeden önce öğrenmiştim; lise arkadaşlarımla birlikte Belgrad ve Zagreb’teki konserlere, oyunlara ve partilere gidince kitapçılara da uğrardık. Oradaki kitaplar memleketim Ljubljana’dakilerden farklıydı, ayrıca kitapçılar da genellikle daha büyük ve hoştu. O zamanlar Londra, Paris ve Berlin’i gezmek daha maliyetliydi; Batı Avrupa’ya yapılacak en basit geziler bile Yugoslavlar için safran kadar pahalıydı. Ancak oralara ne zaman gitsem, eve bir çanta dolusu kitapla dönerdim. İngilizce ta o zamandan birinci yabancı dil olmaya başlamıştı, en azından benim için.
Bugün, Yugoslavya da askerlik günlerimde uğruna Sırbistan düzlüklerinde süründüğüm sosyalizm de yitip gideli çok oldu. Bu süreçte hayatım Oxford, Londra, Amsterdam, Frankfurt ve Washington’daki kitapçıları –en azından pandemi nedeniyle tüm dünyada olduğu gibi aksayana kadar– bizzat gezebileceğim kadar güzel bir yöne evrildi.
Zagreb ve özellikle Belgrat’sa birbirinden daha da uzaklaşarak iki uzak ufka dönüştü. Bu durum beni gerçekten üzüyor. Ancak medyanın kapsamı, Avrupa’nın politik ve kültürel coğrafyasından da köklü bir değişime uğradı. Posta, daktilo, kasetçalar, kamera, televizyon, sinema, kitapçılar, kütüphaneler, kitaplar, gazeteler, haritalar ve pusulalar artık ciltsiz bir kitaptan da küçük ve cebimde güvenle taşıyabildiğim tek bir cihazda birleşti. Evrenselliği ve sihirli işlevselliği düşünüldüğünde, yeni nesillerin çok küçük yaşlardan itibaren ellerinde hep akıllı telefonlarla olması pek de şaşırtıcı değil.
Bilgiye erişim için kullanılan tüm araç gerecin, tüm kültür kurumlarının, mağazaların, medyanın ve iletişim yöntemlerinin cep boyutundaki bir cihaza sığması bence tarihteki en devrimsel değişimlerden biridir. Gündelik yaşam o kadar değişti ki zamanın sosyal düzeninin bir parçası olarak Yugoslav ordusunda ve bugün çok az kişinin anımsadığı bir ülkede hizmet eden Miha, 1980’lerin başından 2020’lerin başına bir zaman makinesiyle ışınlanmış olsaydı, bir süre yolunu kaybederdi. Akıllı telefonlara evrenselliklerinden ötürü şimdiye kadar hayatımıza giren diğer tüm medya cihazlarından daha sıkı bağlandık. Sonraki bölümlerde de göreceğimiz gibi bu, duygularımızı ve düşüncelerimizi çeşitli şekillerde etkiliyor.
Ancak bu ışıltılı buluşun karanlık bir tarafı da var. Sahte haberlerle, modern dünyanın batıllarıyla dolu haber akışı ve dünyanın süper güçlerinin sosyal medyanın yardımıyla kendilerinden önceki seçkin politik figürleri alt etmeyi başarmış hoyrat ucubelerin elinde olması, 1985’teki Miha’nın hayal bile edemeyeceği şeylerdi. Aynı Miha 2020’de de Donald Trump’a ve Boris Johnson’a bir akıllı telefona baktığı gibi kuşkuyla bakardı. Okuduğu üniversiteyi de garipserdi üstelik. Eğitim materyallerinin çoğunun kitap biçiminde olduğu ve öğrencilerden kitapların tamamını okumalarının beklendiği bu okulda, eğitim materyalleri artık makalelerden ve kitap bölümlerinden oluşuyor. Bir kitabın tamamının okunması gerekliliği tarihe gömülmeye yüz tuttu. Önceki yüzyılda, bir üniversite hocasının ödev olarak yüzlerce sayfalık okumalar vermesi olağandı. Bugün böyle bir talep, bu kadar yoğun bir okumanın herhangi bir ders için belirlenen ECTS kredisinin sayısını katbekat aştığı gerekçesiyle büyük bir öğrenci isyanının fitilini ateşleyebilir. Sanat ve Toplum Bilimleri öğrencilerinin okuma dikkatini sürdürme üzerine aldığı eğitimin pratiğe dökülmesi gerekliliği artık mazide kaldı; toplumun bir kısmı için, filmlere ve dizilere akıllı telefonlardan ulaşabilme kolaylığı nedeniyle, en temel vakit geçirme yöntemlerinden biri olarak kitap okumanın nostaljik bir uğraşa dönüşmesi gibi.
Bu açıdan bakıldığında, günümüzde kitap okumaya devam etmenin makul bir tarafı olup olmadığını sorgulayanların sayısının artması pek de şaşırtıcı değil. Bu sadece Avrupa’nın en şirin banliyölerinden biri olan memleketim için geçerli değil, bu kuşku eğitim için gittiğim başka ülkelerde de mevcut. Gerek ülkemdeki gerek yurt dışındaki üniversitelerde ders veren meslektaşlarımın bu konudaki fikirleri de cabası. Bu konuda yapılan tüm sorgulamalar, şu belirsizliğe mahal vermeyecek kadar açık bir soruya varıyor: Bilginin daha kısa, çoğunlukla daha basit ve daha eğlenceli şekillerde erişilebilir olduğu dijital çağda neden basılı kitap okuyoruz ki? Bundan herhangi bir kazancımız oluyor mu? Kitap okumak bize ekran medyasından daha farklı ne vadedebilir ki?
Bu mini kitapta bu sorulara verdiğim on cevabı bulacaksınız. Teknofobik olmadığımı baştan belirteyim. Aksine, ekran medyasını en az kitapları sevdiğim kadar seviyorum. Kitabın devamında anlatmak istediğim, ekran çağında kitap okumanın elli yıl önce yoksun olduğu yeni işlevler ve avantajlar üstlendiği ve bu avantajların kaçırdığınızda üzüleceğiniz kadar önemli olduğu. Bu, kitap okumanın makul olup olmadığı sorusunun saçma olduğu anlamına gelmiyor elbette. Bu, yerinde bir soru ve neden yerinde olduğunu sonraki bölümde anlattım.
KİTAP OKUMANIN MAKUL BİR TARAFI KALDI MI?
Elli yıl önce böyle bir soru, soranı gülünç duruma düşürürdü. Radyo, televizyon ve sinemanın varlığına karşın basılı kitap hikâye anlatıcılığının ve dolayısıyla eğlencenin temel araçlarından biri olduğu gibi, bilgiyi muhafaza etmenin ve aktarmanın da tek yoluydu. Yirminci yüzyılda geçen çocukluğumda, siyah beyaz televizyonda sadece iki kanal vardı. Sosyalist bir ülkede büyüdüğümden, yayınlanan çoğu program fazlasıyla sıkıcıydı ve kitaplarla kıyaslandığında bunları izlemek –dünyadaki herkes gibi– bizim için de mantıksızdı. Dolayısıyla çocukken televizyon dizilerinden hiç hoşlanmazdım çünkü tüm bölümler en heyecanlı yerinde biterdi. Sonraki hafta yeni bölüm yayınlanana kadar olan biteni unuttur, hatta bazen de araya yapmam gereken farklı şeyler girer ve diziyi takip edemez hale gelirdim. Kitaplar bu açıdan çok daha tercih edilebilirdi; onları istediğim zaman, istediğim yerde okuyabiliyor ve elimde oldukları sürece istediğim sürede bitirebiliyordum.