Olimpos Kahramanları 5 – Olimpos’un Kanı | Rick Riordan


Nico di Angelo onları uyarmıştı: Hades’in Evi en kötü anılarını uyandıracak, hayaletlerini huzursuz kılacaktı… Nitekim şimdi her biri zor durumda. Teker teker korkularıyla yüzleşmekten başka çareleri yok.

Jason, küçükken onu terk eden annesinin hayaletiyle karşı karşıya. Bir lider olarak gücünü nasıl kanıtlayacağını bilmese de,
annesinin yaptığı gibi sözünden vazgeçecek değil.

Nico, bir kez daha Reyna ve Koç Hedge ile gölge yolculuğu yaparsa hayalete dönüşebilir. Yine de bu karar, kehanetin belirttiği gibi başka birisinin hayatını kaybetmesini engelleyebilir.

Athena Parthenos’u, savaş patlak vermeden Melez Kampı’na götürmeye çalışan Reyna’nın peşinde zalim bir avcı var. Korkularını yenmeye çalışan Piper, üzerine düşeni yapmak için hazır. Leo ise planının işe yaramamasından ve arkadaşlarının işine karışmasından endişe duyuyor.

Oysa hepsi biliyor ki, Toprak Ana’yı alt etmek için içlerinden biri ölmeli…

Rick Riordan, çok satan Olimpos Kahramanları serisinin son kitabında, melezlerin hafızalara kazınan macerasını noktalıyor. Kahramanlar, tanrılar ve canavarların tek tek sahneye çıktığı Olimpos’un Kanı’nda heyecan doruğa tırmanıyor!

***

Muhteşem okurlarıma:

Bir önceki kitabın sonu için özrümden dolayı üzgünüm.
Bu kitapta bu tarz heyecanlı Sonlardan kaçındım.
Şey, belki birkaç küçük ayrıntı dışında…
Çünkü sizleri çok seviyorum!

Yedi melez çağrıya yanıt verecek,
Dünya fırtınada ya da ateşte yok olacak.
Son nefesleri pahasına bir söz verilecek,
Ve düşmanlar Ölümün Kapıları’na dizilecek.

I

JASON

Jason yaşlı olmaktan nefret etmişti.

Eklemleri acıyordu. Bacakları titriyordu. Tepeye tırmanmaya çalışırken, ciğerlerinden sanki bir kutu taşla doluymuşlar gibi hırıltılar geliyordu.

Tanrılara şükürler olsun ki yüzünü göremiyordu ama elleri eğri büğrüydü ve kemikleri belli oluyordu. Ellerinin tersini şişkin mavi damarlar kaplamıştı.

Hatta o yaşlı adam kokusu bile üzerine sinmişti; naftalin ve tavuk çorbası kokusu. Nasıl mümkün olabiliyordu bu? On altı yaşından yetmiş beşine saniyeler içinde geçivermişti ama yaşlı adam kokusu bummm dercesine anında üstüne sinmişti. Tebrikler! Berbat kokuyorsun!

“Neredeyse vardık.” Piper ona gülümsedi. “Harika gidiyorsun.”

Demesi kolaydı tabii. Piper ve Annabeth güzel birer Yunan hizmetçi kızı kılığına bürünmüşlerdi. Hatta kolsuz elbiseleri ve örgülü sandaletlerinin içinde bile taşlı yolu rahatlıkla kat edebiliyorlardı.

Piper’ın maun rengi saçları örülmüş ve topuz yapılmıştı. Gümüş bilezikleri kollarını süslüyordu. Annesi Afrodit’in eski bir heykelini anımsatıyordu ki bu birazcık Jason’ı korkutuyordu.

Güzel bir kızla çıkmak imanı yeterince gergin hale getiriyordu zaten. Hele annesi aşkın tanrıçası olan birisinin kız. ile çıkmak… Eh, Jason her zaman romantik olmayan bir şey yapmaktan, sonra da Piper’.n annesinin Olimpos Dağı’ndan kaşlarını çatıp onu yabani bir domuza dönüştürmesinden korkmuştu.

Jason tepeye baktı. Zirve hâlâ doksan metre kadar yukarıdaydı.

“Gelmiş geçmiş en kötü fikir bu.” Bir sedir ağacına yaslandı ve alnını sildi. “Hazel’ın büyüsü fazla iyi. Eğer savaşmak zorunda kalırsam, hiçbir şey yapamayacağım.”

“İşler o raddeye gelmeyecek,” diye söz verdi Annabeth. Hizmetçi kız elbisesinin içinde hiç de rahat görünmüyordu. Elbisenin kaymasını önlemek için ikide bir kambur durmak zorunda kalıyordu. Topuz yapılmış olan sarı saçları arkadan açılmıştı ve uzun Örümcek ayakları gibi sallanıyordu, örümceklere karşı olan nefretini bildiğinden, Jason bundan bahsetmemeyi tercih etti.

“Saraya gizlice sızacağız,” dedi Annabeth. “İhtiyacımız olan bilgiyi alıp oradan kaçacağız.”

Piper amforasını, içinde kılıcını sakladığı seramik şarap kavanozu, yere koydu. “Biraz dinlenebiliriz. Soluklan Jason.”

Belinde Cornucopia‘sı asılıydı, büyülü bereket boynuzu. Elbisesinin kıvrımlarından birisine hançeri Katoptris‘i sıkıştırmıştı. Piper tehlikeli görünmüyordu ama ihtiyaç anında, ilahi bronzdan yapılmış silahlarını iki elle birden kullanabilir veya düşmanlarının yüzüne çürümüş mango fırlatabilirdi.

Annabeth kendi amforasını omzundan attı. Onun da gizlenmiş bir kılıcı vardı ama onsuz bile ölümcül görünüyordu. Fırtına grisi gözleri etrafı tarıyor, herhangi bir tehlikeyi arıyordu. Eğer birisi Annabeth’e bir içki ısmarlamaya kalksaydı, Jason adamın ‘çatalına’ bir tekme yiyeceğinden emindi.

Düzenli bir şekilde nefes almaya çalıştı.

Aşağıda, Afales Koyu parıldadı, su o kadar maviydi ki gıda boyası ile boyanmış olabilirdi. Kıyıdan birkaç yüz metre ötede, 2. Argo demir itmiş bekliyordu. Beyaz yelkenleri bir puldan daha büyük görünmüyordu, doksan tane küreği ise kürdana benziyordu. Jason arkadaşlarını güvertede emirlerini uygularken hayal etti; Leo’nun küçük dürbününden bakabilmek için nöbetleşiyorlar. Büyükbaba Jason’ı tepeye topallayarak çıkarken görünce gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.

“Aptal İthaka,” diye mırıldandı.

Sözüm ona ada çok güzeldi. Ormanlık tepelerin sırtı adanın merkezine doğru kıvrılıyordu. Kireç gibi bembeyaz yamaçlar denize doğru çekiliyordu. Korlar taşlı sahillere dönüşüyor, kırmızı damlı evlerin ve beyaz ile sıvanmış kiliselerin olduğu liman kıyıya yaslanıyordu.

Tepeler gelincikler, çiğdemler ve vahşi kiraz ağaçları ile bezeliydi. Hava, çiçek açmış mersin ağacı kokuyordu. Hepsi güzeldi, tabii sıcaklık kırk derece olmasaydı. Etraf Roma hamamları gibi buharlıydı.

Jason için havayı kontrol edip tepeye uçması bebek oyuncağı olmalıydı ama olur mu hiç? Gizlilik uğruna, berbat durumda dizleri olan ve tavuk çorban kokan yaşlı bir adam kılığına katlanmalıydı.

Bir yere en son tırmandığı zamanı anımsadı; iki hafta önceydi, Hazel ile birlikte haydut Sciron’un uçurumu olan Croatia’ya tırmanmışlardı. En azından Jason’ın o zaman gücü yerindeydi. Oysa şimdi yüzleşecekleri bir hayduttan çok daha kötüydü.

“Burasının doğru yer olduğundan emin misin?” diye sordu. “Epey, bilemiyorum, sessiz görünüyor.”

Piper dağ yolu boyunca ilerlemeye başladı. Saçlarına dün gece yaşanan saldırıdan hatıra, parlak, mavi bir harpi tüyü takılıydı. Tüy büründüğü kılığa pek gitmiyordu ama Piper bunu görev başındayken bütün bir iblis tavuk kadın sürüsünü tek başına alt ederek hak etmişti. Başarısını küçümsemişti ama Jason, Piper’ın bundan memnun olduğunu anlayabiliyordu. Tüy, Melez Kampı’na ilk ulaştıkları zaman olan önceki kıştan bir hatıraydı, onun eskisi gibi olmadığının bir hatırlatıcısı.

“Harabeler bu tarafta,” diyerek vaat etti. “Onları Katoptris’in yansımasında gördüm. Sen de Hazel’ın ne dediğini duydun. ‘Hissettiğim gelmiş geçmiş en bü-’”

“‘Hissettiğim gelmiş geçmiş en büyük şeytani ruhlar toplantısı,’” şeklinde tamamladı Jason. “Evet, süper görünüyor.”

Hades’in tapınağında olan savaştan sonra, Jason’ın son istediği şey daha fazla şeytani ruhlarla savaşmaktı. Ama görevin kaderi tehlikedeydi. 2. Argo’nun tayfasının vermesi gereken büyük bir kararı vardı. Eğer yanlış olanı seçerlerse başarısız olacak ve tüm dünya yok olacaktı.

Piper’ın hançeri, Hazel’ın büyülü hisleri ve Annabeth’in içgüdüleri ortak bir karara vardılar: Cevap, İthaka’da, Odysseus’un eski sarayında, Gaia’nın emirlerini uygulamak için hazır bekleyen şeytani ruhlar sürüsünde yatıyordu. Yapılması gereken, aralarına gizlice sıvışıp ne planladıklarını öğrenmek ve gidişatı en iyi şekilde değerlendirmekti. Ardından oradan da tercihe bağlı olarak, hayatta kalmış bir şekilde kaçmaktı.

Annabeth altın kemerini düzeltti. “Umarım büründüğümüz kılıklar işe yarar. Talipler hayattayken son derece huysuz müşterilerdi. Eğer bizim melez olduğumuzu anlarlarsa-”

“Hazel’ın büyüsü işe yarayacak,” dedi Piper.

Jason buna inanmaya çalıştı.

Talipler: yaşamış en açgözlü, şeytani yüz kadar katil. Odysseus, İthaka’nın Yunan kralı, Truva Savaşı’ndan sonra kaybolunca, bu prenslerden oluşan Blist çetesi sarayım işgal etti ve oradan çıkmayı reddetti, içlerinden her biri Kraliçe Penelope ile evlenip krallığı devralmayı umuyordu. Odysseus gizli bir şekilde geri dönmeyi başardı ve hepsini katletti, işte basit bir mutlu eve dönüş tablosu. Fakat Piper’in görüleri doğruysa, katiller geri dönmüştü, öldükleri yerin peşindeydiler.

Jason gelmiş geçmiş en ünlü kahramanlardan biri olan Odysseus’un asıl sarayına gittiğine inanamıyordu. Ve işte yine, bu göreve birbirini takip eden akıl almaz olaylardan biri daha ekleniyordu. Annabeth’in kendisi daha yeni Tartarus’un sonsuz derinliklerinden kurtulmuştu. Bu göz önüne alındığında, Jason belki de yaşlı bir adam olmaktan yakınmaması gerektiğine karar verdi.

“Eh…” Jason titremesini baston ile zapt etmeye çalıştı. “Eğer hissettiğim kadar yaşlı görünüyorsam, kılığım müthiş olmalı. Hadi yola devam edelim.”

Tırmandıkça, boynundan terler aktı. Baldırları sızladı. Bu sıcağa rağmen, titremeye başladı. Ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın, son zamanlarda gördüğü rüyaları düşünmeden edemedi.

Hades’in Evi’nden sonra rüyaları daha bir gerçekçi olmuştu.

Bazen Jason, Epirus’un yeraltı tapınağında duruyordu, gigant Clytius ona yaklaşarak ruhani seslerin korosu gibi sesi ile konuşmaya başlıyordu: Beni yenebilmek için hepiniz uğraştınız. Toprak Ana uyanınca ne yapacaksınız?

Bazı zamanlar da Jason kendini Melez Kampı Tepesi’nin zirvesinde buluyordu. Toprak Ana Gaia, çamur, yapraklar ve taşlarla dolu bir girdap şeklinde topraktan yükseliyordu.

Yazık sana. Sesi etrafta yankı yapıyor, Jason’ın ayaklarının altındaki taş tabakayı sarsıyordu. Baban tanrıların ilki ama sen ise sürekli ikinci geliyorsun; Romalı topluluğunun arasında, Yunanlı arkadaşların arasında ve hatta ailen arasında. Kendini nasıl kanıtlayacaksın?

En kötü rüyası ise Sonoma Kurt Evi’ndekiydi. Önünde erimiş gümüş renginin parıltısıyla ışıldayan tanrıça Juno duruyordu.

Senin hayatın bana ait, diyen sesi gürledi. Zeus’tan bir barış hediyesi.

Jason bakmaması gerektiğini biliyordu ama Juno süpernova hali olan asıl tanrıça formuna dönüşürken gözlerini kapayamadı. Acı Jason’ın beynini dağladı. Bedeni tıpkı bir soğanmış gibi tabakalar halinde ayrıldı.

Ardından sahne değişti. Jason hâlâ Kurt Evi’ndeydi ama şimdi küçücük bir çocuktu, iki yaşında var ya da yoktu. Bir kadın onun önüne çömeldi, limon kokusu hiç de yabancı gelmiyordu. Yüz hadarı nemli ve bulanıktı ama sesini tanıyabilmişti: berrak ve nazik, tıpkı hızla akan bir dere üzerindeki ipince bir buz tabakası gibi.

Senin için geri döneceğim, benim gözbebeğim, dedi. Seni yakında göreceğim.

Jason ne zaman bu kâbustan uyansa, yüzü terden sırılsıklam oluyordu. Gözleri ağlamaktan sızlıyordu.

Nico di Angelo onları uyarmıştı: Hades’in Evi en kötü anılarını uyandıracak, onları geçmişten bazı şeyleri duymaya ve görmeye itecekti. Hayaletleri huzursuz olacaktı.

Jason özellikle o hayaletin ondan uzak duracağını ummuştu ama her gece rüyası daha da kötüye gitmişti. Şimdi de hayaletler ordusunun toplandığı sarayın kalıntılarına doğru tırmanıyordu.

Bu illa da o kadının orada olacağım göstermez, dedi Jason kendi kendine.

Ama elleri bir türlü titremeyi bırakmıyordu. Her adım bir öncekinden daha zorluydu.

“Neredeyse vardık,” dedi Annabeth. “Hadi-”

BUMM!

Yamaç gürledi. Tepenin üstünde bir yerlerde, bir kalabalık tıpkı amfiteatr seyircileri gibi beğeniler içinde kükredi. Ses Jason’ın tüylerini diken diken etti. Kısa bir süre önce, Roma’daki Kolezyum’da hayaletlerin tezahüratları karşısında ölümüne bir savaşa girmişti. Bu deneyimi tekrar yaşamaya hiç de can atmıyordu.

O gürültü de neydi öyle?” diye merak etti.

Bilmiyorum, dedi Piper. “Ama eğleniyorlar gibi görünüyor. Hadi gidip biraz ölü arkadaşlar edinelim.”

II

JASON

Doğal olarak, durum Jason’ın umduğundan çok daha kötüydü.

Zaten öyle olmasaydı, eğlenceli olmazdı.

Tepenin üstündeki zeytin çalılıklarının arasından bakarken, kontrolden çıkmış bir zombi okul partisine benzer bir şey gördü. Harabeler tek başına o kadar da etkileyici değildi: Birkaç taş duvar, yabani otlarla kaplı merkezi bir avlu ve kayaya yontulmuş, sonu hiçbir yere varmayan bir merdiven vardı. Bir çukur, birkaç kontrplak levhayla kapatılmıştı ve metal bir iskele çatlamış bir kemeri destekliyordu.

Ama harabelerin arasına bir başka gerçeklik katmanı yerleştirilmişti: sarayın görkemli zamanlarında neye benzemiş olabileceğini gösteren spektral bir serap. Kireç badanalı, balkonların sıraladığı stuko duvarlar üç kat yükseliyordu. Sütunlu kemer altılar kocaman bir çeşmesi ve bronz mangalları olan merkezi avluya bakıyordu. Bir düzine kadar ziyafet masasında, gulyabaniler gülüp yemek yiyor, birbirlerini itiyorlardı.

Jason sayıları yüzü bulan ruh görmeyi bekliyordu ama bunun yaklaşık olarak iki mislisi ortalıkta dolanıyor, servisi yapan birkaç spektral kızı kovalıyor, tabak çanakları kırıyor ve etrafa rahatsızlık veriyorlardı.

Birçoğu Jüpiter Kampı’ndaki Larları andırıyordu: Mor renkli, şeffaf tunikler ve sandaletler giymiş tayflardı. Birkaç eğlence düşkününün gri etli çürümüş bedenleri, yer yer keçeleşmiş saçları ve iğrenç yaraları vardı. Diğerleri sıradan, yaşayan ölümlüler gibi görünüyordu. Bazıları togalar, bazıları modern takım elbiseler, diğerleriyse askeri kamuflaj giysileri giymişlerdi. Jason bunların arasında mor renkli bir Jüpiter kampı tişörtü ve Roman lejyoner zırhı giymiş bir adam bile gördü.

Avlunun ortasında, üstünde lime lime olmuş bir Yunan tuniği olan, gri renkli bir gulyabani geziniyor, mermer bir büstü, kafasının üstünde bir spor etkinliğinde kazandığı bir kupa gibi tutuyordu. Diğer hayaletler tezahüratlar yapıyor, sırtına vuruyorlardı. Gulyabani yaklaştıkça, Jason onun boğazında bir ok olduğunu, tüylü ucunun Âdemelmasından çıktığını fark etti. Bu manzaranın daha da rahatsız edici yanı şuydu: Havaya kaldırdığı büst… Zeus‘un büstü müydü?

Emin olmak güçtü. Çoğu Yunan tanrı heykeli birbirine benzerdi. Ama sakallı ve öfkeli surat Jason’a Melez Kampı’nın Birinci Kulübesi’ndeki o devasa Hippi Zeus heykelini anımsatmıştı.

Bir sonraki adağımız!” diye bağırdı gulyabani. Boğazına saplanmış ok yüzünden sesi hırıltılı çıkıyordu. “Toprak Ana’yı besleyelim!”

Parti yapan diğer gulyabaniler bağırıp, kadehlerini masalara vurdular. Gulyabani ortadaki çeşmeye doğru ilerledi. Kalabalık yarıldı ve Jason çeşmenin suyla dolu olmadığını fark etti. Dokuz metrelik heykel tabanlığından, yukarı doğru bir kum gayzeri fışkırıyor, daire biçimindeki çanağa akmadan önce beyaz partiküllerden oluşan şemsiye biçimli bir perde gibi bir kavis çiziyordu.

Gulyabani mermer büstü çeşmeye fırlara. Zeus’un kafası kum yağmurunun arasından geçer geçmez, mermer, bir ağaç öğütücüsünden geçmiş gibi tuzla buz oldu. Kumlar altın rengi bir parıltı saçtı; ikor, yani ilahi kan rengine büründü. Sonra, dağın tamamı yemek yemiş ve geğirmiş gibi GÜM diye sarsıldı.

Ölü particiler tezahüratlarla yeri göğü inlettiler.

“Başka heykel var mı?” diye bağırdı gulyabani kalabalığa. “Yok mu? O halde, sanırım kurban vermek için gerçek tanrıların olmasını bekleyeceğiz!”

Gulyabani en yakındaki ziyafet masasına otururken, yoldaşları gülüp onu alkışladılar.

Jason elindeki asayı sıkıca kavradı. “Bu herif az önce babamı un ufak etti. Kim olduğunu sanıyor?”

“Antinoos olmalı,” dedi Annabeth. “Taliplerin liderlerinden biri. Yanlış hatırlamıyorsam, onu boynundan okla vuran da Odysseus’tu.”

Piper irkildi. “Bunun bir adamı etkisiz hale getireceğini düşünür insan. Ya diğerleri? Neden bu kadar kalabalıklar?”

“Bilmiyorum,” dedi Annabeth. “Gaia için yeni topladıkları kişiler sanırım. Bazıları biz Ölüm Kapıları’nı kapatmadan önce canlanmış olmalı. Bazıları da sadece hayalet.”

“Bazıları gulyabani,” dedi Jason. “Antinoos gibi açık yaraları bulunanlar ve gri tenli olanlar… Onlar gibileriyle daha önce de savaşmıştım.”

Piper mavi renkli harpya tüyünü çekiştirdi. “Onları öldürmek mümkün mü?”

Jason seneler önce San Bernardino’da Jüpiter Kampı için gittiği bir görevi hatırladı. “Kolaylıkla öldürülemiyorlar. Güçlü, hızlı ve zekiler. Bir de insan eti yiyorlar.”

Benzer İçerikler

Şu Acayip Balıklar (Acayip Şeyler Dizisi)

yakutlu

Magistra Üç.. İki.. Bil artık! | Buğra Han Baş

yakutlu

Perdeli Pencereler

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy