Ölmez Ağacın Evi

Bir dönem, Ege’de bir kasaba, zeytinciler ve anılar…

Ege’nin zeytinci aileleri bitmek bilmeyen dertlerine, sıkıntılarına karşın şirin kasabalarında kendilerine mutlu bir dünya kurmuşlardır. Buradaki ölmez ağacı, binlerce yıldır süregelen yazgısına yörenin büyümekte olan genç kızını da eklemiştir. Genç kızı acaba nasıl bir gelecek beklemektedir?

36 Baharı, İki demli Çay, Bir Yaz Gecesi ve Karşı Kıyının Işıkları adlı yapıtlarıyla tanınan Fatma Gürel, 1950’li ve 1960’lı yıllara tanıklık eden bu romanda, Ege’nin küçük mutluluklarla örülü sıcak rüzgârını estiriyor.

***

Sevgili anneme, babama, kardeşime ve ablama…

Kavuşma

Yetmişli yıllarda bir kasım gecesiydi.

İstanbul’dan Dalaman’a doğru uzayıp giden yolumuz, Edremit’ten geçti.

Üç kişi, fabrikanın aracıyla yolculuk yapıyorduk ve şoförümüz arabamızdaki bir sorun nedeniyle oraya uğramak zorunda olduğumuzu söyleyiverdi.

Tam yedi yıllık bir hasretlikten sonra… Yedi yıldır kasabamı hiç görmemiş ve çok özlemiştim. Bu süre içinde üniversite eğitimimi tamamlamış, evlenmiş ve Dalaman’da genç bir mühendis olarak işe başlamıştım. Yaz aylarında stajlarım, kışları yapılacak bir yığın işim vardı ve ben hep başka yerlerdeydim. Ailem de benim eğitimim nedeniyle İstanbul’a yerleştiği için artık orada bir evim olmadığı gibi, anneannem ve iki dayım da ölmüş, kalan yakınlarımın çoğu dağılmıştı.

Oysa bu kesintiden önce kasabam, benim tüm dünyamdı. Doğduğum büyüdüğüm yer, çocukluğumun ve gençliğimin bahçesi…

Böyle bir özlemden sonra kısacık bir uğramanın bana yetmeyeceği çok belliydi ama bu hesapta olmayan buluşma, bu umulmadık karşılaşma öyle değerliydi ki…

Ömer Seyfettin bir öyküsüne, “Ben Gönen’de doğdum,” diye başlar. Bu deyişi çok cana yakın ve sıcak bulurum. Hepimizin yalnızca yer adını değiştirerek aynı içtenlikle yineleyebileceği yalın bir söyleyiş oluşundandır belki.

Şimdi onun gibi diyeyim: Ben Edremit’te doğdum.

Ege Denizi’ne doğru uzanan o kısrak başının en üst kısmında, Kaz Dağları ile Madra Dağları’nın kuşattığı körfezde, denizden 10 km. içerdedir Edremit.

Anadolu’nun başka bir yerinde, belki bambaşka bir coğrafyada da gözümü dünyaya açabilirdim. Doğduğu yeri seçmek kimsenin elinde değil. Ailesini de… Bu, baştan belirlenmiş bir yazgı… Nedenini açıklamakta yetersiz kaldığımız çoğu durumlarda yaptığımız gibi “kader” diyelim. Kaderin bana uygun bulduğu ailem ve kasabam için her zaman şükrettim. Çok geniş olanaklı, çok kolaylaştırıcı oldukları için değil; sevgi dolu, huzurlu ve güzel oldukları için…

Doğup büyüdüğüm bu topraklar bana hep tatlı duygular ve beni ilerde çok daha iyi şeylerin beklediğine ilişkin umutlar ver di. Annem, babam, ablam ve kardeşim bunu içime yerleştirdi.

Yaşamdan hoşnutluğun ilk adımını sağlayan bir ailem ve kasabam olduğu için kendimi hep şanslı saydım.

Doğduğum yer toz toprak içinde, susuz, kıraç bir yer de olabilirdi; yılanların, timsahların cirit attığı bir bataklık kıyısı da; dünyadan tümüyle kopuk bir dağ başı da… Kraliçenin sarayına komşu bir malikâne de… Ancak bu sonuncusu çok küçük bir olasılık, dünyanın geri kalan kısmı oraya oranla öyle büyük ki…

İnsanlar doğdukları toprakları, tıpkı aileleri gibi, kusurlarına karşın da sevebilir. Gözümüzü açınca gördüğümüz ilk evlerin, sokakların, ağaçların ve şehrin nasıl olduklarından çok sundukları yakınlık, güven ve sevgidir içimizdeki karşı sevgiyi geliştiren.

Böylece hiç ayrımına varmadan doğup büyüdüğümüz vere kök salarız. Bağlanırız. Sonra bu kökler bizi hep kendine kendine çeker.

Gözümüzü açtığımız yer ile ruhumuz arasında doğrudan bir ilişki olduğunu herkes kadar ben de düşünmüşümdür. Ailemiz ve doğduğumuz coğrafyanın bizi şöyle bir çocuk, şöyle bir genç ya da şöyle bir yetişkin olmaya hazırladığına inanırım. Gerisi de başka bir sürü etkene bağlı ve elbette en çok kendimize…

Girişte iki yanlı uzayıp giden ve karanlıkta iyi seçilmeseler de zeytin ağacı olduklarını, çınar olduklarını çok iyi bildiğim yeşillikler arasından geçip, soldaki eski tren istasyonunu görünce kalbim heyecanla çarpmaya başladı. Daha önce hiç ayrılmadığım, ancak son yedi yıldır hiç görmediğim kasabamla aramda en büyük engel karanlıktı. Saat gecenin onunu gösteriyor ve ilerlemiş bir sonbahar gecesinin yaşandığı tenha yollar, arabanın camlarından güçlükle seçiliyordu.

Şehre yaklaştıkça, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak isteğiyle, ama bunu yaparken neye bakacağımı bilemediğim bir sabırsızlık ve daha büyük bir dikkatle bakınmaya başladım.

Soğuk Tulumba köprüsünün parmaklıklarını karanlıklar içinde seçtim de, ne yazık ki altındaki çayı göremedim.

Arabanın camından, şimdi yanından geçtiğimiz parkın çamlarını ve havuzun kıyısındaki palmiyeleri görmeye çalıştım ve başardım. Boyları biraz daha uzamıştı…

Her şeye öyle bir sevgi ve hasretle bakmaktaydım ki, sanki onların da beni görüp tanıdıkları, bana karşılık verdikleri duygusuna kapıldım.

Sonra, şoförümüz arabayla uğraşırken, her taşını ezbere bildiğim sokaklarda azıcık yürümek, hiç değilse evimize dek gidip şöyle uzaktan da olsa bir bakmak istedim.

Köşedeki Çınarlı Kahve’nin önünden başlayıp, o güzelim İş Bankası binasına, gençliğimin en modern yapısı olan postaneye, kayınpederi Bekir Efendi tarafından yaptırılma öyküsünü komşumuz Mergube Teyze’den sıkça duyduğum Bekir Ağa Camisi’ne, ancak birkaç dakika göz atabildim… Yıllardır hep aynı tanıdık güveç, zeytinyağlı kızartma, taze pide kokuları salan Ömür Lokantası karanlıktı.

Meydana geldiğimde yolu ortadan bölen koca çınarın altındaydım. Şimdi usulca dokunduğum bu kalın kabuklu gövde, beni küçük bir kızken izci elbiselerim içinde şu önümdeki meydanda yapılan bayram törenlerinde kimbilir kaç kez görmüştü.

Ziraat Bankası’nın yanındaki babamın dükkânının yerinde şimdi başka bir dükkân vardı. Sanırım bir beyaz eşya satıcısı.

Sonra heykelin arkasındaki yoldan dosdoğru yürüdüm. Çoğu uykudaki, bazılarında ışık olan hep tanıdığım evlerin arasından… evimizi görmeye… Bu gece buraya uğramamızın en önemli kazanımı bu olacaktı…

Evimiz, tüm mutlu çocuklarınki gibi güzel bir evdi. Ayrıca büyük küçük herkesin de kabul edebileceği gibi güzeldi.

Çok yıllar sonra, çocukken değerini bilmeden sevdiğim bu evin gerçekte de değerli olduğunu, Edremit’e özgü, tipik bir mimarisi olduğunu öğrendim.

Mahallemizin tüm evleri iki katlıydı. Mavi, yeşil, sarı, beyaz, pembe, kırmızı… değişik renklerdeydi her biri. Kiminde cumbaya benzer küçük çıkıntılar, kiminde şiş karınlı demir parmaklıklı pencereler vardı.

Bizimki açık sarı renkliydi. Üst katta, iki yanda iki çıkıntı ve bunların arasında önü demirli ince bir balkon bulunurdu. Annem balkonda sıralanmış çiçeklerine öyle güzel bakar, onların dilinden öyle iyi anlardı ki, mevsimine göre açan değişik renklerde, keyifli çiçekler başlarını parmaklıklardan çıkarır sarkar, hem evin ön yüzünü süsler, hem de yoldan geçenlerin gözünü çelerdi.

Tam ortada, balkonun altındaki iki kanatlı giriş kapısından, geniş bir hole girilirdi. Burası özellikle yaz aylarında oturma alanımızdı. Sık silinen desenli çini taşlarıyla serin olur. Karşı duvarın önündeki viiksek konsola konan radyo, iki yanındaki saksıların içinden fışkıran ortancaların arasında öğle saatlerinde şarkılar, akşamüstleri “yurttan sesler” türküleri çalar…

Alt katta, sağdaki oda konuk odasıydı ve annemin en değerli halısı, yeni alınmış gibi parlak tüylü kadife koltuklan, ceviz sehpaları ve camekân içinde az kullandığı fincan, sütlü kahve, limonata takımları, cam vazolar, porselen birkaç biblo, konukların gözlerini oyalamak için hazır beklerdi. Odanın hem ön, hem yan sokağa bakan pencerelerinde birer saksı çiçek hep bulunurdu. Evimizin duvarları öyle kalındı ki bu saksıların yanına kütükken ara sıra ben de otururdum.

Alt katta, soldaki oda ise daha küçüktü ve daha çok kışın kullanılan, günlük oturma odasıydı.

Bunun arkasından yukarı çıkan merdivenin başında bir mutfak ve onun arkasında hamam ve tuvalet vardı. Hepsi bir yanıyla avluya bakardı.

Ahşap merdivenle yukarı çıkılır ve daha geniş bir hole varılırdı. Holün avluya açılan geniş penceresinden taraçadaki asmayı, gökyüzünü ve birazcık da komşumuz Akıllıogullan’nın evinin saçağını görürdük. Buradaki kapıların birinden taraçaya, birinden ablam ve benim yattığımız odaya, birinden annemle babamın odasına, birinden yine bir konuk odasına ve birinden de küçük sandık odasına geçilirdi…

Evimiz Aşağı Çarşı’dan dosdoğru gelen caddeye tam karşı durduğundan, cadde evin ön yüzüne varınca ikiye ayrılır ve biri Bayramyeri’ne öteki askerlik şubesine doğru giderdi. Bu da onun, üç cepheli olması, üç yöne penceresi olması, aydınlık olması, yazın sıcak, kışın oduna çok gereksinim duyulması demekti.

Ben dört yaşındayken ailem bu evi almış.

Tüm çocukluk ve gençlik anılarım burada.

Kurşunlu Cami’nin köşesine vardığımda durdum. Evimize beş-altı ev kadar bir uzaklık kalmıştı. Daha yakınına gidemedim. Olmayan bir şeyin yanına nasıl gideyim?

Ailem İstanbul’a yerleştikten bir süre sonra evi satmıştı. Satmak zorunda kalmıştı demek daha doğru olacak, çünkü kiracılardan bazıları nasılsa uzakta olan ev sahibine kira ödeme gereği duymuyor, bazılarıysa daha ileri gidip eve zarar veriyordu. Duyduğumuza göre daha sonra ev birkaç el değiştirmiş. Son alanlar onu yıkıp yerine çok daha büyük, şekilsiz, sıvasız, geometrisiz, simetrisiz, başka bir ev dikmişler. Karanlık pencerelerinde gölgeli perdeler, gövdesinde lekeli tuğlalar olan işte bu korkunç yapı onun yerini almış.

Alt katta bizim küçük odamızın yerinde, ne sattığını anlayamadığım bir dükkân ve dar kapısını gördüm. Dükkân olduğunu, karşıdan okuyamadığım ancak o dar kapının üstünde eğreti gibi duran kocaman tabeladan anladım.

Gözlerim bu görüntüyle karşılaşınca, belki ancak bir kaza anından sonra yaşanabilecek, “Ben bu duruma nasıl düştüm, bu benim başıma nasıl geldi?” duygusuna benzer, üzgün ve çaresiz bir şaşkınlık anı yaşadım. Geri döndürmek için yanıp tutuşup da bunun asla olamayacağını kesinlikle anladığımız o acılı anı…

Caminin köşesindeki demir parmaklıklı gömütte yatan ve çocukluğumdan beri gelip geçerken yanındaki Eybek çeşmesinden su içtiğim, bazen durup bir dua okuduğum Yusuf Sinan Hazretleri’nden bir açıklama umdum. Onun bu camiyi yaptırdığını, öldükten sonra cami duvarı ile bahçe parmaklıkları arasındaki bu küçücük yeşillik alanda, bu basit mezarda yattığını ve büyük bir insan olduğunu bilirdim. Çocukken bu demir parmaklıkların kenarında mum yakan, saygıyla dua okuyan başörtülü kadınları, çeşmeye gelmişken acele bir şeyler okuyup üflemeden ayrılmayanları çok görmüştüm.

“Hekimzade Kadı Habib Oğlu Mevlânâ Yusuf Sinan Hazretleri. Vefat tarihi hicrî 700 yılının Cemazî-yel âhir ayıdır.” Otlara karışmış birkaç gül dalı arasında hafifçe eğilmiş mermeriyle derin bir sessizlik içindeydi.

Mahallemizin öbür evleri duruyor muydu, başka neler olmuştu? Bu acılı şaşkınlıktan sonra onlara ne bakacak isteğim, zaten ne de vaktim kalmıştı.

Nereye bastığımı görmeden yürüdüm ve arabadaki yerimi aldım.

Dönüş yolunda geceye gömülmüş dağlan, tepeleri, ağaçları, yolları, kümelenmiş ateşböcekleri gibi küçük ışıklarını gördüğüm uzak köyleri, bulutların arasında bir görünüp bir yiten dolunayı izlerken, çocukluk ve gençlik yıllarımı geçirdiğim güzel kasabamı şimdi daha büyük bir özlemle yeniden düşündüm. Yaralar almaya başlayan ve artık evimizin olmadığı… Kimi gerçek, kimi gerçeğe yakın, hangisini benim, hangisini bir yakınımın ya da herhangi Edremitlinin yaşamış olduğunu ayıramadığım karmakarışık düşlerle…

1950’ler,
Çocuk Yıllar

Var yılı, yok yılı…

Çocuk bunu kaç yaşında öğrenmişti? Herhalde o da öbür gocuklar gibi ilk duyduğunda, ev içi konuşmalarını dinleyip yeni yeni anlamaya başladığı küçücük yaşlarındaydı…

Zeytinin bol olduğu yıllara var yılı derlerdi. Bunu, tanelerin yapraklar arasında tek tük seçildiği, ürünün az olduğu yıl izlerdi ki, bu da yok yılıydı. Sonra yine var yılı… Sonra yok yılı. Zeytin ağacı bir yıl bolca zeytin verir, bir yıl dinlenirdi. Beklentiler, hesap kitap buna göre yapılır, ama üretici için durum hiç değişmezdi. Var yılında ürün çok olduğundan para etmezdi, yok yılında para ederdi ama satılacak mal olmazdı. Ne Erzurum oltusundan yuvarlacık, simsiyah yüzük taşları gibi selelere dolan zeytin güldürürdü üreticinin yüzünü, ne küplere akan altın sarısı yağ…

Ama Edremitliler ne olursa olsun zeytin ağacından vazgeçmezdi. Kimbilir ne zaman ataları buraları seçip yerleştiğinde, bu ovanın, bu dağ eteklerinin onlardan çok daha eski bir yerlisiydi o. Dünyada pek az yeri sevip kendine yaşam alanı olarak seçen, eğri büğrü koca gövdeli, yaprakları gümüş tozlu bir kutsal ağaçtı.

Kutsallığı sıcağa, soğuğa, kuraklığa dayanarak yüzlerce yıl ölüme karşı durmasındandı, bir; taneleri ezilince şıp şıp damlayan yağının her derde deva olmasmdandı, iki…

O kış var yılıydı.

Ağaçları donatan tanelerin ağırlığıyla dallar aşağı doğru sarkmıştı.

Aralık başında karar verildi, tayfalar zeytinliklere girdi. Sırıkçılar, kâhyalar, kadın erkek işçiler, arabacılar, traktörler, zeytinlik sahipleri ve aileleri işe koyuldu. Uzak yerlerden yeni yeni işçiler geldi, tayfalara katıldı. Sırıkçılar vurup silkeledi, tenteciler yayıp topladı; taneler tek tek, avuç avuç sepetlere, sepetler çuvallara» çuvallar da arabalara kondu. Zeytinlikler arasındaki taşlı topraklı yollardan getirildi. Fabrika bahçelerine yığıldı. Yığınların üstüne tabelalar yazıldı. Burası İsmail Bev’in, burası Zaralı’mn, Pomak Halit’in, Mustafa Necip Kardeşlerin, Hüseyin öğretmenin…

Çuvallar sırayla sıkılmaya başlandı. Yağ, preslerin altından oluk gibi aktı. Toplanmış zeytinin beklemesi iyi değildi. Kızışır, tadı kokusu bozulur. O yüzden acele edildi. Fabrikalarda gündüzcüler bıraktı gececiler, gececiler bıraktı gündüzcüler çalıştı. Bacalar durmaksızın tüttü.

Sokağa verilen siyah sular, dumanını savura savura yol boyunca aktı. Çocuklar fabrikadan dışarı fışkıran temiz, sıcak suda sopalara taktıkları ayvaları pişirdi. Fabrikalar yağı çıkarırken bir yandan yeni zeytin çuvalları gelmeyi sürdürdü.

Tayfalar dere yataklarına indiler, tepelere tırmandılar ve otların, çalıların, kayaların kuytusuna saklanmış zeytin tanelerini bulup bulup aldılar. Ocak ayını bitirip şubata gelindiğinde, artık fabrikaya çuvallar tek tük inmeye başlamıştı.

Baba eve geldiğinde yine eli boş döndüğü belliydi. Sessizce paltosunu çıkardı. Sessizce terliklerini giydi. Ellerini yıkamaya musluğun başına gitti. Kapıyı açtığından beri onu izleyen karısı aslında öğrenmek istediğini öğrenmişti, duymasına gerek yok. Bekledi. Sonra mutfağa geçerken “Hadi,” dedi, “yemek soğumasın…” Baba içindeki sıkıntıyı borudan atmak ister gibi musluğu hızla açtı. Suyun altına tuttuğu zeytinyağı sabunu avucunda döndükçe köpürdü, köpürdükçe döndü.

Eller dirseğe dek foşur foşur yıkandı, yüzüne su serpti. Havluyu yüzünden çekerken, bugün gittiği tüccarın bir öncekinden daha az fiyat verdiğini söyledi. Anne:

“Anlaşmıştır bunlar,” dedi. Sesinde hem ötke, hem ilenç vardı.

“Öyle, anlaşıyorlar,” dedi adam. Sesinde kabulleniş…

Anne yemeği getirdi.

“Tarım Kredi de var ya şimdi, onlar ne diyor?”

“Paralan yokmuş,” dedi baba ve ekledi ‘Seyit Bey fabrikada yer tutuyor. Yağını al, tank bana lazım, diye sıkıştırmasa…”

“O almıyor mu?”

“Alıyor da, bende yağ çok, diyor, o hiç para vermiyor.”

İki kız, anne, baba sofraya oturdu. Çelimsiz ve iştahsız küçük kız, karnı doydukça konuşmaya başlayan babasını ve gittikçe sinirlenip iştahı kaçan annesini, yemeğini güzelce bitirerek hoşnut etti. Sofradan kalkınca annesi yeniden saçlarım düzeltti, paltosunu sıkıca giydirdi.

Ablası okuluna yollanırken o da İstiklal İlkokulu’na doğru seke hoplaya koştu. Başka çocuklarla karşılaştı.

Öğrenmişti; bu kış var yılıydı, zor bir yıldı.

Ganimet yalnız kalınca mutfağa girdi. Tabakları, çatalları koydu musluğun altına, hızlı hızlı sabunladı, duruladı, kaldırdı koydu tabaklığa. Sonra üst kata çıktı, gömme dolaptan elbisesini aldı, giydi. Kapağında ince kalem kaşlı, koyu kırmızı dudaklı, dalgalı saçlı bir kadın yüzü resmi olan yuvarlak kutudan bir parmak krem alıp sürdü yüzüne… Saçlarını tarayıp yandan tokaladı. Sütlü kahverengi mantosunu giyip, sarılı beyazlı eşarbını çenesinin altından bağladı. Bugün Refik Bey’in karısı Kutsiye Hanım’ın günüydü. İyi ki bugün gideceği bir gün vardı. İyi ki evden biraz uzak sayılacak bir yerdeydi.

Kapıyı hızla çekti. İkinci adımda soğuk her yanını kuşattı. içerden bahar gibi görünen aydınlık hava aslında ayaz… Saydam görünüşü belki de buz tutmasından… Ganimet soğuğu yanaklarında, bacaklarında duyumsayınca hoşuna gitti. Dirildi. Bu yağ ne zaman, kaça satılacak diye içini sıkıp duran düşünceler de soğuğu görünce büzülerek küçüldü.

Kurşunlu Cami’nin kapısının önünden geçti, tam köşedeki türbenin önünden sola döndü. Az ilerde ara sokağa girdi. Çayiçi’ne doğru iki katlı evlerin arasındaki dar sokaklardan yürüdü.

Taş sokaklarda kendi ayak seslerini duydu. Karşılaştığı iki kadınla selamlaştı.

Evlerin bacasından ince bir is kokusu yer yer havaya dağılıyordu. Bu koku ona, gideceği evdeki sıcak sobayı, konuk odasının koltuklarına oturup söyleşen tanıdık hanımları ve gider gitmez evin kızı Muhsine’nin yapıp getireceği köpüklü kahveyi çağrıştırdı, ü an içinde tatlı bir gevşemeyle, hayatında çok fazla yakınacak bir şev olmadığını, geçmişte yaşadığı o büyük kayıplardan sonra bugünkü sorunların hiç önemli olmadığını düşündü, berrak gökyüzünde soğuğu dağıtan beyaz bulutlara bir göz atarak… Nasıl da büyük, yığın yığın, bembeyazdılar… Adımlarını sıklaştırdı. O anın verdiği hoşnutluk duygusu -belki buna küçük bir mutluluk bile denebilir- içinde bir ışık gibi çakıp söndü. Evden çıkmasının doğru olduğuna yeniden karar verdi. Çocukları okulda, kocası işte ve kendisi de ohhh… iyi yaptı.

İsmail dükkâna geldiğinde kapıda iki kişiyi bekler buldu. Onları içeri alırken hem bu müşteriler için sevinmiş, hem de o saatte dükkânda bulunması gereken Kara ortada yok diye kızmıştı. Üçü birden girdiler. Adamı tanıyordu. Çamcı köyünden bir Türkmen. Adı Mehmet Ali.

Tostoparlak bir adam, kırmızı yüzlü… Oğluna bir takım elbise istediğini söylerken bir yandan da dükkânı gözden geçiriyordu.

İsmail’in dükkânı dolu bir dükkân, iki duvar hazır elbiselere ayrılmış. Üçüncüde tavana dek uzayan raflarda kumaş topları, önünde bir masa ve Kara’nın dikiş makinesi var. Kapının olduğu dördüncü duvar kocaman bir camekânla dışarı açılıyor, caddeyi ikiye bölen çınar ağacını, belediyenin şimdi etrafına küçük palmiyeler diktirdiği Cumhuriyet meydanını görüyor…

Baba oğul askılara dizilmiş ceketlere, pantolonlara baktılar. Oğlu elbiseleri arkadaki bölmede denerken, adam bu yıl işlerin iyi gitmediğinden, zeytin fiyatlarından yakınıp duruyordu.

İsmail, sözlerinin doğruluğuna inanıyordu ancak bunun arkasının sıkı bir pazarlığa çıkacağından da emindi… Mutlaka istediğinin yarısını, belki daha da azını önerecek. Ama kararlıydı. Seçtikleri Bursa Merinos’un halis yün kumaşı… Bu malları kış başında türlü zahmetle gidip İstanbul’dan getirmişti, işin bir de oyanını düşünürsen…

Delikanlı giysileri deniyor, sıkıla sıkıla ikide bir alnındaki teri parmaklarıyla silerek yarım yamalak aynaya bakıyordu.

“Bayram gelmeden düğünü yapalım dedik, az bir yağımız vardı, geçtiği fiyata sattık…”

“Sonunda ben de öyle yapacağım,” dedi İsmail.

Delikanlı hiç konuşmuyordu.

“Nerede yaptın oğlum sen askerliğini?”

“Ağrı’da.”

“Ooo, uzaktaymışsın.”

“Bir gitti, işte şimdi geldi,” diye lafa girdi yine baba. Sonra birden şaşırdığı bir şey aklına gelivermiş gibi, “O tarafta da bir Edremit varmış, hiç bilmezdim.”

“Evet ya, Van’ın da var bir Edremit’i.” Bu arada delikanlının giydiği gri çizgili takım, üstüne kalıp gibi oturmuştu. Onu beğendiler. Ardından tam düşündüğü gibi bir pazarlık başladı. İsmail kararında kararlıydı. Olmaz, kurtarmaz gibilerden karşı koyacaktı, koydu. Ama nereye kadar?

“İsmail Bey, bak, nişanlısı iki yıldır bekliyor bu çocuğu, evlenecekler, sen de bir amcalık yap, iyi bir damatlığı olsun sayende,” deyince içindeki set yıkılıverdi… Adamın parayı sayışını sessizce seyretti.

O sırada Kara geldi. Gitmek üzere olan müşterileri ve İsmail’i gördü. Hemen yardım etmek ister gibi dolandı dükkânın içinde. “Nerdesin sen bu saate?” diye azarladı İsmail.

“Geç çıktım dayı, o yüzden…”

İsmail ses etmedi. Zaten sevmezdi çok konuşmayı, hele de başkalarının yanında aşağılamayı…

Ama karşısındaki bir yanlış yaptığını, onun koyu suskunluğundan bal gibi anlardı.

Adamla oğlu çıktılar. Kara, askıdaki elbiseleri düzeltmeye başladı. İsmail’den yana hiç bakmamaya çalışarak hepsini düzenledi. Sonra dikiş makinesinin başına geçti.

İsmail “Bu çocuk adam olmaz,” dedi içinden. Kızdı. Bir de evlenip çoluk çocuk bakacak!

Kara geçen ay nişanlanmıştı.

“Ben yan taraftayım, elektrikçi Niyazi Bey’in yanında…”

“Tamam dayı.”

İsmail çıktı. Kara arkasından “ohh, sen hiç durma dükkânda, gez” der gibi birkaç kez başını salladı.

Ağunyalı Osman Efendi

1930’ların Edremiti, Osman Efendi’nin içine bir esin perisi gibi süzülüp, orada yaşamanın iyi olacağı düşüncesini yerleştirmişti.

Her geldiğinde şehri biraz daha gelişmekte gorüyordu. Caddeler genişletilmiş, yollara taş döşenmiş, kenarlara küçük akasyalar, taflanlar dikilmiş…

Kanalizasyon bitmek üzere…

1918’de bir yabancı mühendise çizdirilen şehir taslağı yavaş yavaş uygulanmaya çalışılıyor…

Şimdi iki büyük cadde boyunca dikilen ahşap elektrik direkleri, karanlık çökünce ışıktan şemsiyelerini açıverdiği gibi, evlerin bir kısmının içi, artık bir düğme çevirmekle apaydınlık oluyor.

Balıkesir’e otobüs seferleri yapılıyor, Akçay iskelesine İstanbul’dan haftada iki kez vapur çalışıyor.

Son gelişinde iki katlı, renk renk boyalı evleri, aralardaki taş yapıları, canlı çarşısıyla her zamankinden sevimli göründü gözüne. Atatürk bile iki kez şehri ziyaret etmişti. Kasaba bununla övünüyordu ki, ona göre de haklılar, burası önemli olmasa neden gelsin?…

Çok önceleri sarnıçlardan, sokak çeşmelerinden sağlanan su, artık yeraltına döşenen künklü bir düzenle evlerin içine dek uzanmıştı. Üstelik, halkın kendi çabasıyla.

Feraye (Özel Baskı)(Yeni sekmede açılır)

Yağmurun Gücü(Yeni sekmede açılır)

Benzer İçerikler

Aşk ve Zafer

yakutlu

Soluk Bir An | Behçet Çelik

yakutlu

Seni Öldüğüm Gün | Murat Kaykıner

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy