Ölü Ruhlar
Birinci Muvman
Bir
Ruhsuz duman, eskiden kervansaray olan kuruyemişçiler çarşısının konik kümbetleri altından hareket ederek tarihi binanın eşiğinden dışarıya süzülüyordu. Kervansarayın sonunda oturan birkaç hamal, yağlı tenekede ağaç yakıyor ve eğer cesaret ederlerse bazen de ellerini, Üzerlerindeki battaniyenin altından çıkararak çekirdek kırıyorlardı. Hemen arkalarındaki mezara benzeyen yerde duran kişilerse kuruyemiş makinesinde ay çekirdeği kavuruyordu. Duman ve sis birbirine karışmış, kar yağışı ise o an için durmuştu.
Gömeçli sobalar dahil tüm ışıklar yanıyordu. Kervansaray uzaktan sislere boğulmuş küçük bir köyü andırıyordu. Kuruyemişçiler çarşısının orta kısmına yakın “Muteber Kuruyemişçilik’’ dükkanında iki adam oturmuş, masa üzerindeki sobanın sıcaklığıyla ısınmaya çalışıyordu. Masanın arkasında “Orhan Orhani” vardı, hemen yanında ise “Bekçi Ayaz” oturuyordu.
Her Perşembe dükkana gelen Bekçi Ayaz içeride bulduğu en büyük sandalyenin üzerine oturur, ayaklarını da küçük taburenin üzerine atardı. Yaz kış demeden sürekli alnına düşen terleri silerdi. Oturmak için cüssesine uygun bir sandalye bulamayacak olsa koca bir çekirdek çuvalının üzerine adeta çökerdi. “Bu koca gövdemle şu küçücük sandalyeye nasıl sığarım canım?” derdi sürekli. İsterse, tüm o saygınlığına rağmen babayı bile rahatça iki parmağıyla kaldırıp tavandan sarkan çengellere asabilirdi. İri, tombulca bir yüzü vardı. Kafası ise yüzünün aksine biraz daha minyon görünümlüydü. Sol yanağı üzerinde çukurlaşmış duran yara onun da yüzünü diğerlerininki gibi kalıbı bozuk gösteriyordu. Dükkana her gelişinde mutlaka bir paket fıstık alırdı. Parasını almamak için her ne kadar ısrar etseler yine de minnet altına girmez, parasını öderdi. Aldığı fıstıkların içini çıkarıp yan yana gelecek şekilde masanın üzerine güzelce dizer sonra hepsini birden ağzına atardı. O zaman da Orhan yerinden kalkarak bir bardak soğuk su getirmek zorunda kalırdı.
Baba çok severdi onu. Hem şehrin en eski bekçisiydi hem de genel kültürü çok iyiydi, öyle ki bilmediği şey yoktu. Doğuyu da batıyı da avucunun içi gibi bilirdi. Çok zekiydi, işte bu yüzden baba onu sever ve onun için, “Bu adam normal biri değil” derdi. Her bayram akşamlarında ise evine en az on on iki kilo kuruyemiş yollamayı ihmal etmezdi. Haftalık ücretini de düzenli öderdi. Oysa baba öleli yıllar olmuş, haftalığını ödemek ise Orhan’a kalmıştı.
Dükkanın öte tarafında yani tezgahın arkasında iki genç çırak elleri ceplerinde, papakları başlarında, paltolarının yakasını kaldırmış fıs fıs konuşuyorlardı. Aynen Orhan ve Ayaz gibi, birbirine sokularak sessiz ve sakince …
Ayaz, “Arkanda aslanlar gibi ben varım” dedi.
Orhan ne yapacağını bilmiyordu. Pireleniyordu. “Yukarıya tükürüp de yüzümüzü sıvamayalım’’ sonra dedi.
“Bitir artık bu işi.”
“Peki ama bir yerden patlak verecek olsa ne yaparım o zaman?”
“Patlak vermemeli. Dikkatli olmalısın. Tedbiri elden bırakmamalısın.”
Orhan bir an düşündü, ardından bakışlarını Ayaz’dan kaçırarak, “Yusuf gibi mi?” diye sordu.
“Ne o, birileri koku mu almış? Üzerinden yıllar geçti, en ufak bir pürüz çıktı mı? Yoo, işte görüyorsun.”
“Defalarca kardeş katili dediklerini aha şu kulaklarımla duydum.”
Ayaz, “Halt etmişler!” diye bağırdı sonra hemen ses tonunu eski haline getirerek, “Bu millet var ya bu millet, Allah’ın arkasından bile konuşur oğlum bunlar” dedi.
“Ayaz’cığım! Bu seferki kör bir kuyu; sonra baş aşağı olmayalım?”
“Söyle bakayım, ben babanın dostu muydum değil miydim? Sadece bunu söyle, hı?”
“Ya tamam dediklerin doğru ama… “
“Bana babanı hatırlatıyorsun. Hergelenin önde gideniydi rahmetli.”
Orhan elini kel başında şöyle bir çektikten sonra yüzünü gömeçli sobaya biraz daha yaklaştırdı, “Ben ne hergeleyim ne de gelgeç, her işi yapacak kadar cesurum alimallah!” dedi.
“Bana bu fahişeyi ne yapayım diye sordun, ben de boşa gitsin dedim. Kötü mü etmişim? Şimdi de o salağı ne yapayım diyorsun. Onun da icabına şimdiden bakmalısın. Yarın öbür gün kızı çıkıp da buraya gelirse sen artık esnaflığı mesnaflığı unut. Bir de bakmışsın ki kumral saçlı bir kız çocuğu gelmiş, beyefendi babamın dükkanı burası mı diye sana soruyor.”
Orhan sessiz kalmıştı.
Ayaz, “Olan olmuş artık, olay buraya kadar gelmiş geleceği kadar, daha fazla oyalanmanın alemi yok. Hemen şimdi yola koyulmalısın” dedi.
Orhan, “Bu havada mı? Nereye gidebilirim bu karda kıyamette?” dedi ve dışarıya baktı. Gökyüzü, yıllar sonra halkın ‘o kara yıl’ diye tabir edeceği yoğunlukta kar düşürmüştü yere. Halktan bazısı sığınacak yer bulmuşken bazısı da kar ve soğukla amansız mücadele ederek hayatını sürdürmeye çalışıyordu. Kar hayatı felç etmişti. Sokak ve caddelerde garip bir sessizlik hâkimdi. Su boruları donmuş, soğuktan arabalar çalışamaz hale gelmişti. Caddelerde kar kümeleri oluşmuştu. Esnaf kaldırımdaki karları temizlemişti temizlemesine fakat dün geceki yarım metreye yakın yağan kar hala yerde duruyordu. Dar sokaklardaki kar kalınlığı kapıların boyunu geçiyordu. Ahali, karın altından birbirine çıkacak şekilde açtıkları köstebek yuvasına benzer yolları kullanıyordu. Bela mı yağmıştı? Kim bilir, belki! Nice kışlar gelmiş geçmiş, nice karlar yağmıştı fakat böylesini ne gören olmuştu ne duyan. Kargalar ise şehri adeta istila etmişti. Her ağacın üzerinde kargalar vardı.
Evde de vardılar. Çitlerin ve sayvanların üzerine gönül rahatlığıyla konmuş, yer yer pervasızca kanatlanıp uçuyorlardı. Yüksek duvarları, kalın pencereleri ve çıkıntılı sekileri olan ev, soğuk ve ruhsuz kalmış, karlar altında unutulup gitmişti. Üst kattaki odaların tavanları şişmişti. Alt kattaki oda küf kokuyordu. Kimsecikler yoktu evde, ne bir ışık yanıyordu ne de birisi çıkıp damda birikmiş karları temizliyordu. Giriş kapısındaki lambanın karpuzu da kırılmıştı.
Bir zamanlar o evde un alıp hamur yapan ve mutfağın ortasındaki tandırda ekmek pişiren bir anne vardı. Sıcak ekmeğin güzel kokusuna karışan odun dumanı ocaktan dışarıya süzülürdü. Ekmekler piştiğinde ise anne altı adet ekmeği Sabir amcaya yollamak üzere bir beze sarardı. Aydın ile Orhan beş atlı faytona binerek Sabir amcanın evinin yolunu tutarlardı. Sabir amcanın eşi de ceplerini öteberilerle doldururdu tabii.
Bir zamanlar baba merdivenlerden aşağıya her inmek istediğinde yuvarlak korkuluklara tutunur ve saymaya başlardı. Yirmi, yirmi bir… Yirmi birinci korkuluğa geldiğinde başındaki papağı çıkarır, gardıroba asardı. Paltosunu ise üzerinden çıkarıp silkeledikten sonra dolaba bırakırdı. Pantolonunu ıslak mendille silerdi ama asmazdı. Sabahları giyindiğinde ütülü görünsün diye odadaki küçük döşeğin altına sererdi.
Bir de ‘Ayda’ isminde bir kız kardeş vardı. Bir mutfakta, bir kilerdeydi. Bir karton eskisi gibi büzülüp gidene kadar romatizma ağrıları çekti.
Artık o sessizliğe bürünmüş ve buz kesilmiş odalarda ceset gibi soğuk yorganın altına sıvışarak rahat uyuyacağını hayal edebilecek bir Orhan yoktu. Hayır, herkes ölmüştü. Ve bu sonuncusuydu.
“Her ne şekilde olursa olsun bu sonuncusunun da icabına bakmalı” dedi.
Ayaz, “Öyleyse ne oyalanıyorsun” diye cevap verdi.
“Nerede peki?”
“Her zaman olduğu yerde tabii, Tuzlu Göl Kahvehanesinde!” “Bu karda mı?”
“Arabistanlı değilsin ya oğlum! Erdebilli çocuk karla doğar, karla ölür. Hem belki ölmüştür ha?”
“Hayır, o yaşıyor, biliyorum.”
“Nereden biliyorsun? Koca on gün geçti. Hayatta kalmış olması imkansız!”
Orhan kendinden gayet emin, “Aydın hayatta, ölmüş olacağını hiç sanmıyorum. On beş yaşında bir kızının olduğunu daha dün öğrendim; aynı şekilde nüfus cüzdanının ellerinde olduğunu da. Eğer yaşıyorsa yarın binlerce davacımız var demektir Ayaz!” dedi.
“ Öyleyse ne duruyorsun hemen git. Arkanda aslanlar gibi ben varım. Sen hiç merak etme, en ufak bir pürüz çıkmaz. Sen bakma benim yaşlandığıma öyle. Ben hala o eski Bekçi Ayaz’ım…”
Orhan fısıltı halinde yükselen gömeçli sobanın sesine kulak kesilmiş, günün birinde mutlaka çıkıp gelecek o on beş yaşındaki kumral saçlı kız çocuğunu düşünüyordu.
Ayaz başını hafifçe öne eğerek Orhan’ın yüzüne baktı ve ona, “Kardeş, tez ol!”1 dedi.
Orhan sessizdi. Ayaz, “Eğer rahmetli babanın yerinde olsaydım Aydın’ı ta o şairliği tuttuğu ve başında kavak yellerinin estiği yıllarda sınıra bırakırdım; ne halin varsa gör, derdim” dedi.
“Baba… baba… baba… Baba ondan korkardı.”
“Sen de korkuyorsun. “
“Hayır, ben korkmuyorum. Kıyamıyordum sadece.”
“Geçen haftadan gitseydin şimdiye hiçbir sıkıntın kalmamıştı. Erkek dediğin gözü kara olmalı oğlum. Ya Allah dedi mi sonunu getirmeli. Nefes dedi mi çekmeli. Aksi halde ölür, ölü muamelesi görür.” Papağını başına giyindi ve ayağa kalktı. Paltosunun düğmelerini aşağıdan yukarıya doğru özenle ilikledi. Karşısında oturanı azarlarcasına, “Ne yapıyorsun?” diye sordu. Orhan kendine gelmişti. Başını kaldırarak, “Gidiyorum” dedi. Ayaz ayağını yere vurarak, “Aynen benim gibi, kalk git” dedi ve gitti.
Haftalığını almayı unuttu. Belki de istemedi. Orhan’ın aklı karman çorman olmuştu. Öyle anlarda insanı garip bir yalnızlık sarar zaten, sabahlar durmadan; hayretler içerisinde, ne istediğini ve ne yapacağını bilmeden. Aynen bir dağ gibi; ama o hal içerisinde durulabilir mi?
Orhan, kısa bir süre sonra, tamı tamına öğleden sonra saat ikide her gün yaptığı gibi günlük satış listesini her ne kadar o günün hesabını kapatmak istese de genel satış defterine geçiremedi. Kasaya giren banknotları zihin karışıklığıyla saydı ve pantolonun cebine indirdi. Satış ve müşteri defterlerini tezgahta duran abaküs hesabının yanına indirdi. Masanın çekmecesine koyarak kilitlemeyi unutmuştu. Oysa papağını unutmamıştı. Asla unutmazdı zaten. Yaz kış başında olurdu papağı. Dükkanda olduğu saatlerde masanın üzerine koyar, çıkacağı sırada da alırdı. Aldı ve başına geçirdi. Paltosunun düğmelerini ilikledi. Göz ucuyla dükkanı kolaçan etti ve çıraklara son bir iş vermeden, “Gidebilirsiniz çocuklar” diye seslendi.
Çıraklar sefer taslarını alıp çıksınlar diye bekledi. Bir an içeriden bir şey alması veya içeride bir şey yapması gerektiğini düşündü. Fakat her ne kadar etrafına bakındıysa ve hatırlamaya çalıştıysa da ne yapacağı aklına gelmedi. Gömeçli sobanın havasını aldıktan sonra dükkandan dışarı çıktı. Dükkan kapısını aşağıdan ve yukarıdan kilitledi. Etrafa göz gezdirdikten sonra kervansarayın eşiğine doğru yürümeye başladı. Cebinden beş Tümenlik kağıt para çıkararak kervansarayın ortasındaki basamaklarda oturan dilenci Marta’nın avucuna tutuşturdu. Parayı verirken, “Ne o Marta, it gibi titriyorsun, hayırdır, üşüyor musun?” diye alay edercesine sormayı ise unutmamıştı.
Yaşlı kadın, “Evet, hava çok soğudu” dedi ve elini peçesinin altına götürdü. “Allah bereket versin!”
Orhan geri döndü. Kervansarayın sonunda ateş yakmış hamalları gördü. Her tarafı duman sarmıştı. Kemerin altında duran fıstık ve çekirdek balyalarına işaret ederek İsmail’e seslendi: “Lan dangalak ateşperestler, eninde sonunda yakacaksınız oğlum siz bu kervansarayı; çok mu ısınmak istiyorsunuz, hı?!” Cevap filan beklemeden kirişlerin altındaki kokuşmuş ay çekirdeklerine baktı, çuvallara şöyle bir el gezdirdi. İsmail’e bakmaksızın; “Dükkana dikkat et, tamam mı?” dedi ve sol taraftaki kemerin altında birbiri üzerine istiflenmiş fıstık balyalarının olduğu yere ilerledi. Balyalar, bugün yarın küçük müşterilere gönderilecek, bayrama kadar da paraları gelecekti. Fıstık çuvalları üzerinde de el gezdirdi ve tekrar kervansarayın sonuna baktı. Şapkalarını yüzlerine doğru çekmiş hamallar Orhan’a baş selamı verdiler. Hepsinin gözleri sapsarı kesilmişti ve yorgun görünüyorlardı. Ağır adımlarla kervansarayın orta koridorundan dışarı doğru yürüdü. Derken birinin “Orhan Bey selam” dediğini duydu. Dönüp bakmak istemedi, sadece “aleyküm” demekle yetindi. Her kim olursa olsun, dedi kendi kendine…
Ne selam vereni tanıyordu ne de tanınmak istiyordu. Değersiz kişilerdi hepsi de, selamları da kendileri gibi olurdu. Tıpkı soğuk yeller gibi, adamın kulağının önünden vızıldayarak gelip geçerlerdi o kadar. Baba, “Yeller papağının içene girecek olsa savurur ha, ona göre, dikkat etmelisin!” derdi.
O zamanlar her şey güzeldi. Baba sağken düşüncelere dalmaksızın evin mehtaplı ortamında uyumak iyi oluyordu. Gökyüzü geceleri bile masmaviydi. Renkli rüyalar görebiliyordu. Gece yarılarına kadar anne ve Ayda’nın mutfakta bulaşık yıkarken çıkardıkları gürültü işitiliyor,
Aydın ise herkes uyusun da gönül rahatlığıyla kalkıp kitabını açıp okusun diye yatakta sağa sola dönüyordu. Kimi zaman kitapları yediğini düşündüğüm bile olmuştu; fakat sonunda kitaplar onu yemişti.
Gözkapaklarının açılıp kapanırken çıkardığı ses, düşüncelerinin sesiyle birleşince ta salonun sonundaki diğer odadan işitiliyordu. Kediler bahçenin yüksek duvarı üzerinde miyavlıyorlardı.