Birinci Muvman
Bir
Ruhsuz duman, eskiden kervansaray olan kuruyemişçiler çarşısının konik kümbetleri altından hareket ederek tarihi binanın eşiğinden dışarıya süzülüyordu. Kervansarayın sonunda oturan birkaç hamal, yağlı tenekede ağaç yakıyor ve eğer cesaret ederlerse bazen de ellerini, Üzerlerindeki battaniyenin altından çıkararak çekirdek kırıyorlardı. Hemen arkalarındaki mezara benzeyen yerde duran kişilerse kuruyemiş makinesinde ay çekirdeği kavuruyordu. Duman ve sis birbirine karışmış, kar yağışı ise o an için durmuştu.
Gömeçli sobalar dahil tüm ışıklar yanıyordu. Kervansaray uzaktan sislere boğulmuş küçük bir köyü andırıyordu. Kuruyemişçiler çarşısının orta kısmına yakın “Muteber Kuruyemişçilik’’ dükkanında iki adam oturmuş, masa üzerindeki sobanın sıcaklığıyla ısınmaya çalışıyordu. Masanın arkasında “Orhan Orhani” vardı, hemen yanında ise “Bekçi Ayaz” oturuyordu.
Her Perşembe dükkana gelen Bekçi Ayaz içeride bulduğu en büyük sandalyenin üzerine oturur, ayaklarını da küçük taburenin üzerine atardı. Yaz kış demeden sürekli alnına düşen terleri silerdi. Oturmak için cüssesine uygun bir sandalye bulamayacak olsa koca bir çekirdek çuvalının üzerine adeta çökerdi. “Bu koca gövdemle şu küçücük sandalyeye nasıl sığarım canım?” derdi sürekli. İsterse, tüm o saygınlığına rağmen babayı bile rahatça iki parmağıyla kaldırıp tavandan sarkan çengellere asabilirdi. İri, tombulca bir yüzü vardı. Kafası ise yüzünün aksine biraz daha minyon görünümlüydü. Sol yanağı üzerinde çukurlaşmış duran yara onun da yüzünü diğerlerininki gibi kalıbı bozuk gösteriyordu. Dükkana her gelişinde mutlaka bir paket fıstık alırdı. Parasını almamak için her ne kadar ısrar etseler yine de minnet altına girmez, parasını öderdi. Aldığı fıstıkların içini çıkarıp yan yana gelecek şekilde masanın üzerine güzelce dizer sonra hepsini birden ağzına atardı. O zaman da Orhan yerinden kalkarak bir bardak soğuk su getirmek zorunda kalırdı.
Baba çok severdi onu. Hem şehrin en eski bekçisiydi hem de genel kültürü çok iyiydi, öyle ki bilmediği şey yoktu. Doğuyu da batıyı da avucunun içi gibi bilirdi. Çok zekiydi, işte bu yüzden baba onu sever ve onun için, “Bu adam normal biri değil” derdi. Her bayram akşamlarında ise evine en az on on iki kilo kuruyemiş yollamayı ihmal etmezdi. Haftalık ücretini de düzenli öderdi. Oysa baba öleli yıllar olmuş, haftalığını ödemek ise Orhan’a kalmıştı.
Dükkanın öte tarafında yani tezgahın arkasında iki genç çırak elleri ceplerinde, papakları başlarında, paltolarının yakasını kaldırmış fıs fıs konuşuyorlardı. Aynen Orhan ve Ayaz gibi, birbirine sokularak sessiz ve sakince …
Ayaz, “Arkanda aslanlar gibi ben varım” dedi.
Orhan ne yapacağını bilmiyordu. Pireleniyordu. “Yukarıya tükürüp de yüzümüzü sıvamayalım’’ sonra dedi.
“Bitir artık bu işi.”
“Peki ama bir yerden patlak verecek olsa ne yaparım o zaman?”
“Patlak vermemeli. Dikkatli olmalısın. Tedbiri elden bırakmamalısın.”
Orhan bir an düşündü, ardından bakışlarını Ayaz’dan kaçırarak, “Yusuf gibi mi?” diye sordu.
“Ne o, birileri koku mu almış? Üzerinden yıllar geçti, en ufak bir pürüz çıktı mı? Yoo, işte görüyorsun.”
“Defalarca kardeş katili dediklerini aha şu kulaklarımla duydum.”
Ayaz, “Halt etmişler!” diye bağırdı sonra hemen ses tonunu eski haline getirerek, “Bu millet var ya bu millet, Allah’ın arkasından bile konuşur oğlum bunlar” dedi.
“Ayaz’cığım! Bu seferki kör bir kuyu; sonra baş aşağı olmayalım?”
“Söyle bakayım, ben babanın dostu muydum değil miydim? Sadece bunu söyle, hı?”
“Ya tamam dediklerin doğru ama… “
“Bana babanı hatırlatıyorsun. Hergelenin önde gideniydi rahmetli.”
Orhan elini kel başında şöyle bir çektikten sonra yüzünü gömeçli sobaya biraz daha yaklaştırdı, “Ben ne hergeleyim ne de gelgeç, her işi yapacak kadar cesurum alimallah!” dedi.
“Bana bu fahişeyi ne yapayım diye sordun, ben de boşa gitsin dedim. Kötü mü etmişim? Şimdi de o salağı ne yapayım diyorsun. Onun da icabına şimdiden bakmalısın. Yarın öbür gün kızı çıkıp da buraya gelirse sen artık esnaflığı mesnaflığı unut. Bir de bakmışsın ki kumral saçlı bir kız çocuğu gelmiş, beyefendi babamın dükkanı burası mı diye sana soruyor.”
Orhan sessiz kalmıştı.
Ayaz, “Olan olmuş artık, olay buraya kadar gelmiş geleceği kadar, daha fazla oyalanmanın alemi yok. Hemen şimdi yola koyulmalısın” dedi.
Orhan, “Bu havada mı? Nereye gidebilirim bu karda kıyamette?” dedi ve dışarıya baktı. Gökyüzü, yıllar sonra halkın ‘o kara yıl’ diye tabir edeceği yoğunlukta kar düşürmüştü yere. Halktan bazısı sığınacak yer bulmuşken bazısı da kar ve soğukla amansız mücadele ederek hayatını sürdürmeye çalışıyordu. Kar hayatı felç etmişti. Sokak ve caddelerde garip bir sessizlik hâkimdi. Su boruları donmuş, soğuktan arabalar çalışamaz hale gelmişti. Caddelerde kar kümeleri oluşmuştu. Esnaf kaldırımdaki karları temizlemişti temizlemesine fakat dün geceki yarım metreye yakın yağan kar hala yerde duruyordu. Dar sokaklardaki kar kalınlığı kapıların boyunu geçiyordu. Ahali, karın altından birbirine çıkacak şekilde açtıkları köstebek yuvasına benzer yolları kullanıyordu. Bela mı yağmıştı? Kim bilir, belki! Nice kışlar gelmiş geçmiş, nice karlar yağmıştı fakat böylesini ne gören olmuştu ne duyan. Kargalar ise şehri adeta istila etmişti. Her ağacın üzerinde kargalar vardı.
Evde de vardılar. Çitlerin ve sayvanların üzerine gönül rahatlığıyla konmuş, yer yer pervasızca kanatlanıp uçuyorlardı. Yüksek duvarları, kalın pencereleri ve çıkıntılı sekileri olan ev, soğuk ve ruhsuz kalmış, karlar altında unutulup gitmişti. Üst kattaki odaların tavanları şişmişti. Alt kattaki oda küf kokuyordu. Kimsecikler yoktu evde, ne bir ışık yanıyordu ne de birisi çıkıp damdabirikmiş karları temizliyordu. Giriş kapısındaki lambanın karpuzu da kırılmıştı.
Bir zamanlar o evde un alıp hamur yapan ve mutfağın ortasındaki tandırda ekmek pişiren bir anne vardı. Sıcak ekmeğin güzel kokusuna karışan odun dumanı ocaktan dışarıya süzülürdü. Ekmekler piştiğinde ise anne altı adet ekmeği Sabir amcaya yollamak üzere bir beze sarardı. Aydın ile Orhan beş atlı faytona binerek Sabir amcanın evinin yolunu tutarlardı. Sabir amcanın eşi de ceplerini öteberilerle doldururdu tabii.
Bir zamanlar baba merdivenlerden aşağıya her inmek istediğinde yuvarlak korkuluklara tutunur ve saymaya başlardı. Yirmi, yirmi bir… Yirmi birinci korkuluğa geldiğinde başındaki papağı çıkarır, gardıroba asardı. Paltosunu ise üzerinden çıkarıp silkeledikten sonra dolaba bırakırdı. Pantolonunu ıslak mendille silerdi ama asmazdı. Sabahları giyindiğinde ütülü görünsün diye odadaki küçük döşeğin altına sererdi.
Bir de ‘Ayda’ isminde bir kız kardeş vardı. Bir mutfakta, bir kilerdeydi. Bir karton eskisi gibi büzülüp gidene kadar romatizma ağrıları çekti.
Artık o sessizliğe bürünmüş ve buz kesilmiş odalarda ceset gibi soğuk yorganın altına sıvışarak rahat uyuyacağını hayal edebilecek bir Orhan yoktu. Hayır, herkes ölmüştü. Ve bu sonuncusuydu.
“Her ne şekilde olursa olsun bu sonuncusunun da icabına bakmalı” dedi.
Ayaz, “Öyleyse ne oyalanıyorsun” diye cevap verdi.
“Nerede peki?”
“Her zaman olduğu yerde tabii, Tuzlu Göl Kahvehanesinde!” “Bu karda mı?”
“Arabistanlı değilsin ya oğlum! Erdebilli çocuk karla doğar, karla ölür. Hem belki ölmüştür ha?”
“Hayır, o yaşıyor, biliyorum.”
“Nereden biliyorsun? Koca on gün geçti. Hayatta kalmış olması imkansız!”
Orhan kendinden gayet emin, “Aydın hayatta, ölmüş olacağını hiç sanmıyorum. On beş yaşında bir kızının olduğunu daha dün öğrendim; aynı şekilde nüfus cüzdanının ellerinde olduğunu da. Eğer yaşıyorsa yarın binlerce davacımız var demektir Ayaz!” dedi.
“ Öyleyse ne duruyorsun hemen git. Arkanda aslanlar gibi ben varım. Sen hiç merak etme, en ufak bir pürüz çıkmaz. Sen bakma benim yaşlandığıma öyle. Ben hala o eski Bekçi Ayaz’ım…”
Orhan fısıltı halinde yükselen gömeçli sobanın sesine kulak kesilmiş, günün birinde mutlaka çıkıp gelecek o on beş yaşındaki kumral saçlı kız çocuğunu düşünüyordu.
Ayaz başını hafifçe öne eğerek Orhan’ın yüzüne baktı ve ona, “Kardeş, tez ol!”1 dedi.
Orhan sessizdi. Ayaz, “Eğer rahmetli babanın yerinde olsaydım Aydın’ı ta o şairliği tuttuğu ve başında kavak yellerinin estiği yıllarda sınıra bırakırdım; ne halin varsa gör, derdim” dedi.
“Baba… baba… baba… Baba ondan korkardı.”
“Sen de korkuyorsun. “
“Hayır, ben korkmuyorum. Kıyamıyordum sadece.”
“Geçen haftadan gitseydin şimdiye hiçbir sıkıntın kalmamıştı. Erkek dediğin gözü kara olmalı oğlum. Ya Allah dedi mi sonunu getirmeli. Nefes dedi mi çekmeli. Aksi halde ölür, ölü muamelesi görür.” Papağını başına giyindi ve ayağa kalktı. Paltosunun düğmelerini aşağıdan yukarıya doğru özenle ilikledi. Karşısında oturanı azarlarcasına, “Ne yapıyorsun?” diye sordu. Orhan kendine gelmişti. Başını kaldırarak, “Gidiyorum” dedi. Ayaz ayağını yere vurarak, “Aynen benim gibi, kalk git” dedi ve gitti.
Haftalığını almayı unuttu. Belki de istemedi. Orhan’ın aklı karman çorman olmuştu. Öyle anlarda insanı garip bir yalnızlık sarar zaten, sabahlar durmadan; hayretler içerisinde, ne istediğini ve ne yapacağını bilmeden. Aynen bir dağ gibi; ama o hal içerisinde durulabilir mi?
Orhan, kısa bir süre sonra, tamı tamına öğleden sonra saat ikide her gün yaptığı gibi günlük satış listesini her ne kadar o günün hesabını kapatmak istese de genel satış defterine geçiremedi. Kasaya giren banknotları zihin karışıklığıyla saydı ve pantolonun cebine indirdi. Satış ve müşteri defterlerini tezgahta duran abaküs hesabının yanına indirdi. Masanın çekmecesine koyarak kilitlemeyi unutmuştu. Oysa papağını unutmamıştı. Asla unutmazdı zaten. Yaz kış başında olurdu papağı. Dükkanda olduğu saatlerde masanın üzerine koyar, çıkacağı sırada da alırdı. Aldı ve başına geçirdi. Paltosunun düğmelerini ilikledi. Göz ucuyla dükkanı kolaçan etti ve çıraklara son bir iş vermeden, “Gidebilirsiniz çocuklar” diye seslendi.
Çıraklar sefer taslarını alıp çıksınlar diye bekledi. Bir an içeriden bir şey alması veya içeride bir şey yapması gerektiğini düşündü. Fakat her ne kadar etrafına bakındıysa ve hatırlamaya çalıştıysa da ne yapacağı aklına gelmedi. Gömeçli sobanın havasını aldıktan sonra dükkandan dışarı çıktı. Dükkan kapısını aşağıdan ve yukarıdan kilitledi. Etrafa göz gezdirdikten sonra kervansarayın eşiğine doğru yürümeye başladı. Cebinden beş Tümenlik kağıt para çıkararak kervansarayın ortasındaki basamaklarda oturan dilenci Marta’nın avucuna tutuşturdu. Parayı verirken, “Ne o Marta, it gibi titriyorsun, hayırdır, üşüyor musun?” diye alay edercesine sormayı ise unutmamıştı.
Yaşlı kadın, “Evet, hava çok soğudu” dedi ve elini peçesinin altına götürdü. “Allah bereket versin!”
Orhan geri döndü. Kervansarayın sonunda ateş yakmış hamalları gördü. Her tarafı duman sarmıştı. Kemerin altında duran fıstık ve çekirdek balyalarına işaret ederek İsmail’e seslendi: “Lan dangalak ateşperestler, eninde sonunda yakacaksınız oğlum siz bu kervansarayı; çok mu ısınmak istiyorsunuz, hı?!” Cevap filan beklemeden kirişlerin altındaki kokuşmuş ay çekirdeklerine baktı, çuvallara şöyle bir el gezdirdi. İsmail’e bakmaksızın; “Dükkana dikkat et, tamam mı?” dedi ve sol taraftaki kemerin altında birbiri üzerine istiflenmiş fıstık balyalarının olduğu yere ilerledi. Balyalar, bugün yarın küçük müşterilere gönderilecek, bayrama kadar da paraları gelecekti. Fıstık çuvalları üzerinde de el gezdirdi ve tekrar kervansarayın sonuna baktı. Şapkalarını yüzlerine doğru çekmiş hamallar Orhan’a baş selamı verdiler. Hepsinin gözleri sapsarı kesilmişti ve yorgun görünüyorlardı. Ağır adımlarla kervansarayın orta koridorundandışarı doğru yürüdü. Derken birinin “Orhan Bey selam” dediğini duydu. Dönüp bakmak istemedi, sadece “aleyküm” demekle yetindi. Her kim olursa olsun, dedi kendi kendine…
Ne selam vereni tanıyordu ne de tanınmak istiyordu. Değersiz kişilerdi hepsi de, selamları da kendileri gibi olurdu. Tıpkı soğuk yeller gibi, adamın kulağının önünden vızıldayarak gelip geçerlerdi o kadar. Baba, “Yeller papağının içene girecek olsa savurur ha, ona göre, dikkat etmelisin!” derdi.
O zamanlar her şey güzeldi. Baba sağken düşüncelere dalmaksızın evin mehtaplı ortamında uyumak iyi oluyordu. Gökyüzü geceleri bile masmaviydi. Renkli rüyalar görebiliyordu. Gece yarılarına kadar anne ve Ayda’nın mutfakta bulaşık yıkarken çıkardıkları gürültü işitiliyor,
Aydın ise herkes uyusun da gönül rahatlığıyla kalkıp kitabını açıp okusun diye yatakta sağa sola dönüyordu. Kimi zaman kitapları yediğini düşündüğüm bile olmuştu; fakat sonunda kitaplar onu yemişti.
Gözkapaklarının açılıp kapanırken çıkardığı ses, düşüncelerinin sesiyle birleşince ta salonun sonundaki diğer odadan işitiliyordu. Kediler bahçenin yüksek duvarı üzerinde miyavlıyorlardı.
Baba, “Ne okuyorsun Aydın?” diye sordu.
Kesinlikle ders okuyor olmalıydı ki, “Ders okuyorum baba” diye cevap verdi.
“Oku bakalım oku, ne olacaksan!”
Caddeye varmış sayılırdı. Postallarındaki kardan, ayaklarını yere vurarak kurtulmaya çalıştı. Su kanallarındaki çürük portakallar döne döne suya batıyordu. Su hızla akıyordu ve gök kara bulutlarla kaplıydı. Durdu ve kuruyemişçiler çarşısının sonuna baktı Orhan. Kararsızdı. Ne yapacağını bilmiyordu. Dükkan işleri, öğleden sonraki müşteriler, tüm bunlar yetmezmiş gibi birde ‘Sucu’nun’ on gündür ortalıklarda olmayışı… Hepsi rahatsız ediyordu onu. Sabahtan gidip gitmemeye karar verememişti. Hatta dün geceden beri. Kalabilir miydi? Geceleri o buz kütlesi koca eve ayak basar basmaz duvarların yıllanmış hemdemi oluyor ve sessiz kalıyordu. Çam oluyor bahçenin ortasında duruyor, kapı oluyor açık kalıyordu. ‘Yusuf’ gibi aynen, kendi benliğine saplanıyor, hayretler içeresinde kalan gözleriyle de bir parça ceset oluyordu. Aydın evde hapsedildiğinde veya zincire vurulduğunda, “Sucu nerelerdesin sen yine?” demem yeterli oluyordu. Uzun paltosunu giyinmiş, atkısını boynuna dolamış, babanın eski papağını başına almış ve tıpkı bir alev topu gibi o koca delikten içeri süzülerek var olduğunu en küçük sessizlikle dahi olsa ilan ediyordu.
“Zincire vurma beni Orhan” dedi.
Ben de, “Orhan değil lan, ağabey’’ dedim ve çaktım suratına silleyi. Başındaki papağı yere düştü. Rahmetlinin eski papağını görünce yumuşadım. Bazen tokatlamak istiyorum onu bazen de yukarıdaki eyvanın korkuluklarına zincirlemeyi. Fakat o eski papağın altındaki güler yüzü beni bundan alıkoyuyor. Ne yaparsın işte? Anne; “Sende duygu, merhamet denen bir şey yok” dedi. Ben ise “var” dedim. Gerçekten de var. “Eğer sen olsaydın anne, senin de canına tak ederdi. Bir daha havuzunun suyu yemyeşil olmuş, avlusu çam kozalaklarıyla dolmuş, soğuk havanın, odalarının tozlu pencerelerinin ardında durarak içeriye giremediği, mutfak ocağının olur olmaz şeyler altında kaldığı bir eve adımını atmazdın. O bahçedeki su deposu içerisinde donup kalan kedi yavrusu var ya iki aydan beridir artık kucağa da geliyor. Bundan böyle, ‘Birisi gelip de şu hayvancağızı aşağıya indirsin’ diyecek durumda değilsin işte. Kimsede sobayı yakacak güç kalmadı. Duvarın kiremitleri tek tek düşüyor. Ev soğuk almış sanki. Kimse ortalığı süpürmüyor, misafir filan gelmiyor. Evin damında ölüm laleleri açmış. Boş kalmış odalar daha büyük görünüyor artık. Ayak seslerinin yankısı adamın beynine çekiç gibi iniyor. Nefes alış verişler zıngırdıyor. Hem artık öksürecek cesaretin bile kalmadı. Sanki beyninde dolanıyor insanın ve onu çember içine alıyor, değil mi? Tüm o hercümerçten geriye sadece çam ağacı üzerinde duran kargalar kaldı. Şimdi daha yaşlı ve daha bir semirmişler. Tek yaptıkları dallar üzerinde sürekli yer değiştirerek o kulağı tırmalayan sesleriyle, ‘Kar! Kar’ diye bağırmak sadece.”
Kaldırımlardaki kurumuş ağaçlara baktı: Kar, dalları alabildiğince bükmüştü ve ikinci kez yağdığında kesinlikle onları kıracaktı. İnsanlar da ağaç gibiydiler. Ağır bir kar kütlesi sürekli omzunda olurdu insanın ve diğer bahara kadar ağırlığını hissettirirdi onda. Kötü olanı ise insanın sadece bir kez ölmesiydi. Ve bu bir kereliğe mahsus ölüm ne de amansız trajedi sayılırdı onun için!
Elini paltosunun cebine götürdü. Dün geceden cebine koyduğu ipin düğümlü kısmını parmaklarıyla hissetti. Kalbinin derinliklerinden gelen huzurla kalabalığa daldı. Şekerlemecilerin bulunduğu dört yola geldiğinde gümüş kaplamalı koyun saatini cebinden çıkardı ve saatin kaç olduğunu anlamadan sadece eğreti bir bakış attı. Kapağını kapadı ve cebine geri koydu. Anne, “Aydın günden güne eriyor zavallı, bir şeyler yapmalıyız” diyordu. Hatta bir keresinde, “O Ermeni kız nerelerde şimdi? Belki de onun yüzünden bu hale geldi” demişti. Ben de, “Hayır anne, sadece kendini iyi hissetmiyor, yoruldu bunca zamandır. Onu Viladere’ye götüreceğim, sen hiç merak etme. Temiz hava alırız. İkimize de iyi gelir” dedim.
Dürüstkar Saatçilik’in önünden geçerken birden aklına bir an durup vitrine bakmak geldi. Belki hayatında binlerce kez geçmişti buradan ama bu sefer içinden Dürüstkar Efendinin yaptığı yuvarlak büyük saate daha dikkatli bakmak gelmişti. Kestane ağacından yapılma bir saatti. Akrep ve yelkovanı gürgendendi. Resimli, yuvarlak şeffaf camlarla süslü yarı eğik bir saatti. Her zaman vitrinle arasında en az on, on iki tane masa saati olurdu. Dürüstkar Efendinin yıllar önce kendi elleriyle yapmış olduğu çok güzel bir saatti; fakat otuz yıldan fazla bir süredir durmuştu veya Dürüstkar .Efendinin kalbi bir an için durduğunda … Belki de saat durduğunda kalp de artık atmaz olmuştu. Kısacası her iki olay da aynı anda yaşanmıştı; ama tek farkla. Şöyle ki; Dürüstkar Efendinin kalbi tekrar çalışmış, çıkrık gibi işlemeye devam etmişti. Oysa saat öyle bir durmuştu ki tüm o maharet ve ustalığına rağmen Dürüstkar Efendi dahi onu tekrar çalıştıramamıştı. İbreler saat beş buçukta adeta kilitlenmişlerdi. 1947 yılının sıcak bir yaz gününde öğleden sonra saat tam beş buçukta… O günden bugüne bir daha da dönmemişti ibreler. Dürüstkar Efendi ise şimdi oturmuş o duran saati bir gün çalıştıracağını düşünerek elinde tuttuğu kol saatinin ayarlarıyla oynuyordu. Ardından hoş bir ahenkle öten guguklu saat, herkese, kişinin ne yapmak isterse başarabileceğini ispatlıyor gibiydi. Yeter ki doğa muhalefet etmesin! Bunları baba, Orhan’a söylemişti, o da başkalarına söylüyordu. Dürüstkar Efendi ise ancak saat çalıştığı zaman tek arzusu olmaksızın dükkanında yere yığılıp yer değişimi için ölüme teslim olabilecekti. Otuz yıldır şehir halkına bunu da söylemişti.Baba, ‘‘Al sana büyük bir bedbahtlık daha’’ diyordu.
Anne: “Artık o divane hakkında tek kelime duymak istemiyorum!”
Gençlik yetilerim öylesine batmış ki artık pek çok şeye dayanamıyorum. Evin kapısını açar açmaz canlı bildiğim adamların hepsi o kıpır kıpır şamatalarıyla kaçmaya başlıyor. Ürperten bir sessizlik bedenimi sarıyor ve beni merdivenlerden yukarıya doğru çekerek, ahı gitmiş vahı kalmış tahta sedirin üzerinde duran ölü gibi çürük yorganın altında yatırıyor. İsınana kadar ise vakit gece yarısını buluyor. Yorgun ve hayallerle…
Öğleden sonraları dükkandan döndüğümde annemin odasına mutlaka uğrardım. Bir deri bir kemik kalmış, son nefeslerini çekiyordu. Hani burnunu sıksan işi biterdi. Üç kapısı olan alt kattaki odası sarımsak ve küf kokuyordu. Aynen tüberkülozlu birinin nefesi gibi. Sürekli çay içtiği bardak ve bardak atlığı da aynı kokuyu verirdi. Nasıl yudumlardı o çayları bilmiyorum? Yanı başında oturunca göz göze gelmemeye çalışırdım hep. “Merhaba anne” dedim. Ellerini avuçlarıma aldım ve hiçbir şey hissetmeksizin öylece okşadım ellerini.
Annenin gözleri kaybedilmişliğin son haddiyle tavana takılmıştı, yaşlı ağaç gövdesindeki kırlangıç yuvaları gibi. “Aydın… Aydın’ım nerede?” dedi.
Gözlerimi kapadım, halının gül desenlerine belki de hiçbir şeye bakmadan sadece gözlerimi açıp kapadım. Ben de onun Orhan’ı sayılırdım. Ama sayılmazdım. Elden bir şey gelmiyordu. Sonunda olmamayı kabul etmiştim. “Buralardadır anne” dedim.
Aniden başını çevirdi ve ellerini avuçlarımdan çekti. Kemik gibi olmuş beyaz elleri yatağın kenarında asılı gibi duruyordu. “Öyleyse onu hemen buraya getir! Anlıyor musun? Eğer sahip çıkamıyorsan getir karşımda zincirle onu” dedi.
“Nerede bulurum onu” dedim.
Kalkıp oturdu. Her geçen saniye taze güç almış gibi gösteriyordu kendini. Enteresandı. Bilmediğim bir yerde gücünü stok etmişti sanki. “Sen insafsızsın” diye bağırdı. Gözyaşları solgun yüzüne doğru akmaya başladı. “Kime çektin sen böyle! Nerede Aydınım” dedi. Sesi, kumaşın yırtılırken çıkarttığı ses gibiydi.
“Sen sinirlenme anne. Yeter ki kızma. Bu akşam bulur getiririm onu ben, söz veriyorum” dedim.
“Bana bak! Aydın şu an nerede?” diye sordu tekrar.
Enuşirvan Okulu’nun arkasındaydı oysa. On iki, on üç yaşlarında çocuklar bal arılarını kovalıyor, o da durmuş onları izliyordu. Ağzının suyu akıyordu. “Ne arıyorsun burada gulyabani?” dedim. “Öylesine gelmiştim” dedi. “Halt etmişsin. Bir daha görmeyeyim. Düş önüme” dedim.
Anne öfkeli ve endişeliydi. Kemik gibi kalmıştı, titriyordu. Ceketimin kolunu çekerek, “Nerededir? Sağır mısın? Duymuyor musun?” dedi.
“Oraya buraya gitmiştir, nerede olacak. Ya okulun arkasında ya o kahvede ya da Ahevan Parkı’ndadır” dedim.
Onca ağlayıştan sonra bir nebze de olsa sakinleşmişti; fakat sesi henüz titrek geliyordu:
“Çocuk mu ki? Yirmi dokuz yaşında koca adam!” “Kardeşimin kötülüğünü mü istiyorum! Yoo! Niçin her olan bitenden beni sorumlu tutuyorsun?” dedim.
Yatağına uzandı ve beyaz nevresimi göğüslerinin üzerine kadar çekti.
Nevresimi, avuçları içinde boğazımı sıkıyormuşçasına tutuyordu. “Başına ne getirdin bilmiyorum ama sana kardeşine sahip çıkmanı emrediyorum. Zaten senden bir beklentisi de yok. Bir lokma ekmeğe kanaat ediyor yavrucak’’ dedi.
‘‘Anne ne olursun söyleme, böyle konuşma’’ dedim ve ağladım.
“Öyleyse sat bir yeri veya kendi payından ver ona. Al bir yerlere götür onu
Ceketin cebinden babanın vasiyetini çıkarıp yüksek sesle okumak istedim; ama olur muydu bilmiyorum? “Anne söz veriyorum sana, alıp Tahran’a veya yurtdışına götüreceğim onu. Parasız bırakmayacağım. Yalnız izin ver, işler biraz yoluna girsin de öyle. Söz veriyorum… “ dedim.
Baba vasiyetnamesine; varisler hayatta oldukça hiçbiri, mülkiyetin tamamını veya bir kısmını yabancıya satamaz diye resmen eklemede bulunmuştu. Peki, kalan miras neydi? Kuruyemişçiler çarşısında mevcut bir dükkanın altıda biri, Şeyh Sefiyeddin Erdebili Caddesi Lord Sokağı No: 3 adresinde dört yüz seksen metrekarelik iki kadı bir ev ve Serdab’ın kuzeyinde bin iki yüz kırk metre kare genişliğinde verimli bir bahçe. Ayrıca sesi çıkmasın, kendisine herhangi bir itirazı olmasın diye kayısı bahçesini de anneye bırakmıştı.
Anne elindeki mendili gözlerinin üzerine koydu. Nemli yanaklarını sildikten sonra, “Sadece ortalıkta kalıp da perişan olmasını istemiyorum” dedi.
“Anne ne olursun böyle konuşma.”
“Ben öldükten sonra ne gelir başına Allah bilir?”
Hıçkırıklara boğulmuştu. Kalktım, eline bir bardak su tutuşturdum. İçebilmesi için yardım ettim. Bir yudum aldıktan sonra sırtını yatağın üzerindeki yastığa dayadı. Sessizliği adamı öldürüyordu. Bakıyor, gözlerini kapatıp açıyordu. O esnada insan gitsin mi kalsın mı ne yapacağını bilmiyordu. Fakat son günlerinde öncelere oranla huysuz ve asabi değildi artık. O büyük felaketin üzerinden tam bir yıl geçmişti, unutmuş sayılırdı. Hem alışmıştı artık. Ne feryat edecek hançeresi kalmıştı ne de durup bağıracak sinesi:
“Ne yaptın ona? Şerefsiz!”
“Ne yapabilirim ki anne? Ona ne kinim var ki benim?” dedim.
Feryat figan ediyor, göğsünü yumrukluyordu. Yanakları ve göz çukurları yaşla doluydu. “Allah belanı versin!” diyordu.
“Ne telin ediyorsun anne” dedim.
“Nasıl etmeyeyim. Gavur seni. Rahat yüzü göreceğini mi sanıyorsun sen? Sen…”
Derken matem havası giderek soğudu ve tüm o gailelerini unuttu. Bir gün Aydınla beraberkervansaraydan eve dönmüştük; bizlere nefis, harika bir dolma yapmıştı. Yemeğimizi yemiş sayılırdık. Astara yolculuğumu anlatıyordum: “Bir kez de Aydın’la beraber gidip Astara’nın o yemyeşil sığ ormanlarını görürsek fena olmaz hani. Duvarlardan sarkan ağaç çileklerini, dibi görünen o masmavi denizi görmek harika olur. Hem orada doksan yaşında bir kız var ki eğer Aydın onu ikna edebilirse, evlenmeye de hazır” dedim. Sonra Aydın bir ceset gibi yere yığılıp bir seksen uzandı. Onu alt kata götürmemiz için anne bizlere yardım etmişti.
“Aydın oğlum, önceki odana, Orhan’ın yanına gitmek ister misin?” diye sordu.
“Yine ne dümenler çeviriyorsunuz” diye cevap verdi Aydın.
Yatağına uzattık onu. Basamakları çıkarken, “Keşke bir daha hiç uyanmasa, onu böyle görmek istemiyorum artık, tüm o vakar, o kişilik, o sevecenliğe ne oldu böyle Allah’ım?” dedi anne ve başladı ağlamaya yine. Korkuluklara tutunarak yukarı attı kendini.
“Anne boş yere harap ediyorsun kendini? Acı mı çekiyor sanıyorsun? İnan ki dünyanın en bahtiyar insanı o, ne gamı kederi ne de zihnini meşgul eden düşünceleri var, ne kokar ne bulaşır, rahat mı rahat!” dedim.
İki basamak önümdeydi, güler gülmez dönüp suratıma öyle bir sille indirdi ki gözlerimin önünde kıvılcımlar çaktı. “Kime gülüyorsun lan, şerefsiz?” dedi.
Sesi babanın dişli sesi gibi sert ve soğuktu. Bir anda duvarların çatladığını ve çatlakların çatır çatır tavana doğru ilerlediğini düşündüm.
Çatlaklık çocukluk döneminden başlamıştı. Ayda’nın ölümünden sonra hayatımız, kimsenin önünü alamadığı veya almak istemediği ölüm şarampolünde yuvarlanan koca bir çığ kütlesine dönüşmüştü. Bu yaramaz ve salak kardeşi omzuma alıp faytonlara bindirerek oraya buraya götürmek de benim kaderimdi sanki. Oysa kendini o kadar gözü tok gösteriyordu ki sadece ben değil, baba bile elinden elaman etmişti.
Demir kamyonun bile içini dışına getiriyordu. Duvarlardan aşağıya inmiyor, herkesi alaya alıyordu. Anne ve babaya ise bir türlü anlatamıyordum, bu çocuğun önünü alın, diye. . . İşte o yüzden başımı defalarca duvarlara vurmuştum. Birisi çıkıp da yardımıma gelsin diye çok ağlamıştım… Bir gün duvara dayadığım bisikletimi almış havuzun etrafında turluyordu. Görenin başını döndürecek kadar hızlı dönüyordu. Haşere ilacı içmiş gibi. Ne günah işlemiştim de baba ona bisiklet almıyordu? Büyük salondan bağırdım: “İn bisikletimden!” Kahkahalarla daha hızlı dönmeye başladı. Avluya çıktım. Çökerek bir köşeye, bayılana kadar ağlayıp başımı duvarlara vurdum. Baba salonda karpuz yemekle meşguldü. Başımı yerlere çarpmayana kadar yerinden kımıldamadı. Başımdan kanlar aktıktan sonra aşağıya indi ve Aydın’ı enselediği gibi o kadar dövdü ki üç gün boyunca başını çeviremedi. Anne bir taraftan bana bir taraftan da babaya beddua ediyordu. Ne sevgisi varsa hepsini Aydın’a vermiş, tüm benliğini ona adamış şefkatli bir anne. Bir kez olsun “Orhan’ım, yavrum” demedi bana.
Gündüzleri Pervane Fabrikası’nın etrafında düşüp kalkalım diye bizi evden kapı dışarı ediyorlardı. Bizler de etrafı tel örgülerle çevrili büyük bir dere yatağında bulunan fabrikanın sokağına giderdik. İki kanadı ahşap kapısı rüzgarla gidip rüzgarla geliyordu. Tozu dumanı bol, yokuş aşağı olan bu yol fabrikanın ana binası önüne kadar uzanıyordu.
Her zamanki gibi durduk orada ve sokağın başından aşağıya baktık. Fabrika hur hur ediyor, baş döndürücü hızla pervane üretiyordu. Çevrede birbiri üzerine gelişigüzel atılmış kırık kanatlara bakıyorduk.
“Gidelim mi?” diye sordum ona.
“Hadi kim önce varırsa” dedi.
Ve koştuk. Yokuş aşağı yoldan salıverdik kendimizi. Elimizdeki çantalar ağırdı ve ne tarafa savrulacak olsa bizi kendiyle beraber o tarafa çekiyordu. Fabrikanın sesi o kadar çoktu ki insanın bağırası geliyordu. Birbirimizi duymuyorduk, çok terlemiştim ve hızla koşmaya devam ediyordum; ama bir türlü Aydın’a yetişemiyordum. Ayaklarımın birbirine dolanacağını bildiğim halde kendimi bıraktım. Ansızın baş aşağı yuvarlandım. “Ferman Efendi” küçük pencereli odasından çıkıp dışarı geldi. Ayakta durarak bana baktı, yüzüm kan revan içinde kalmıştı. Gözyaşları da cabası tabii. Ayaklarım ağrıyordu. Bedenime uyku sirayet etmişti sanki. Sevinçli ve memnun bir halde, atıl pervanelerin kırmızı renkli güzelim kanatlarıyla oynayan Aydın’ı zar zor görebiliyordum…
Baba kemerle onu dövüyordu. Anne yüzümdeki yaraları sarıyordu.
“Ne zamana kadar haylazlık? Niye bu kadar uğursuzsun sen?” diyor ve dövüyordu.
Anne o gece burnumdan akan kanı durduramamıştı. Baba Aydın’ın kulağını sıkarak, “Burnunu kırmışsın görüyor musun? Bak…” diyordu.
Aydın, “Ben kırmadım. Yalan yere beni suçluyorsunuz işte” diye cevap verdi.
Baba kulağını sıkmayı bıraktı, aynı kulağın üzerine tokadı indirdi.
Aydın, “Burnu kırıldığı için içim parçalanıyor ama benim bunda ne suçum var?” dedi.
Diğer gün baba eve doktor getirdi. Fakat bir faydası olmadı. Şu anda kırk yaşındayım, hâlâ burnumun bir tarafı diğer tarafından iki kat büyük görünüyor.
Koyun saatini çıkardı, bakıp tekrar yerine koydu. Gidip gitmemeye henüz karar verememişti. Geceye kalmaktan korkuyordu. Adet edindiği üzere paltonun yakasını kaldırıp iki tarafını birbirine yaklaştırdı, düğmelerini iliklemeksizin olduğu yerde bıraktı sonra. Elini paltonun cebine götürdü. Cebinde duran kalın ipliğin düğüm kısmını hissetti tekrar. Yüzüne sıcak bir heyecan yayılmıştı. Atardamarlarında safi bir özgüven duygusu akmaya başladı. Hayır, mutlaka bu işi bitirmeliydi. O zaman katil diyecekler adına. “Kardeş katili” diyen kimdi! Hı? Yersiz töhmetleri özledim anne, neredesin? Günahlarımı üstlenip yükümü hafiflet anne! Ama Tanrı’ya yeminler olsun ki yararına olacaktır. O öleli yıllar olmuş zaten. Ya Göl Kahvehanesi’nde veya tuzlu çöldeydi. Ne fark eder ki her yerde ölüm kokmuyor muydu? Geçmişlerinde tükenmiş kuru bir heykel gibi. İkinci savaşın ödevini henüz unutmamıştı.
Etrafına baktı. Herkes kendi işindeydi. Yaşlı bir kadın karşıdan karşıya geçmek istiyordu ama geçemiyordu. Genç bir çocuk elinde kömür parçalarıyla koca kardan adama göz yapmaya çalışıyordu. Bazıları başlarına naylon geçirmişti. Kara çarşaflı bir kadın geçiyordu yakınlardanbaşına düşen karlar Demavendin2 zirvesini andırıyordu. Etraf köylerden geldiği her halinden belliydi. Orhan ise almış başını yürüyordu. Görünmez bir güç onu şehir dışına, Tuz Gölü Kahvehanesi’ne doğru çekiyordu. Öylesine yavaş ve düşünceli adımlar atıyordu ki gören de işsiz güçsüz bir adam vücudunun yağları erisin diye karda yürüyüş yapıyor sanırdı.
Kendime hakim olamadım. Her zaman olduğu gibi bir derdi daha sineye çekemezdim. Bağırdım. “Sen ne anlarsın aptal herif? On iki yıldır bu kahrolası yerde dişini canına takan benim” dedim.
“Ben burada başçavuşun beygiri miyim ki sana kalkıp hizmet edeyim?” dedi.
“Sen değil, senin gibi on tanesi benim dediğimi yapmak zorunda tabii, marangoz parçası!” dedim.
Yine her zamanki gibi işaret parmağını sallayarak, “Bana bak! Ne yazık ki mecburum, ne yazık ki bu kahrolası işi bırakıp da marangoz olamıyorum. Vicdanım…” dedi.
“Olmayan şeyden söz etme lütfen!” dedim.
Pes etti. Gözlerini yumdu ve sandalyeye oturdu. Hangi damarına basacağımı iyi biliyordum. Onun için, “Baba senin nasıl bir yaratık olduğunu iyi biliyordu, boşuna adını ‘soysuz’ koymamıştı!” dedim.
“Eğer bu hakaretlerle vazgeçeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Babanın vasiyeti gereği burada olmak durumundayım, anlıyor musun? Ne payımı satarım ne de başkasının payını alacak kadar param var!” dedi.
“Benimle alay mı ediyorsun sen? Şimdi gösteririm sana!” dedim ve ayağa kalktım. Vurup bir tarafını kırmak istiyordum. Tam o sırada İsmail girdi içeriye. Kapıyı çekerek, “Yine birbirinizin canına mı düştünüz siz ikiniz yahu?” dedi.
Geçip masaya oturdum. İsmail, “Orhan Abi, ne de olsa sizden büyük hani!” dedi.
Öfkeyle masaya vurdum ve “Eşek bile benden büyük ama eşek eşekliğini yapar, kimse de ona ses etmez” dedim.
İsmail, “İki kardeş arasında olur mu böyle şeyler canım?” dedi.
“E… Böyle kardeşliğin içine” dedim. Bu lafın üzerine Aydın dükkandan çıkıp gitti. Aslında ona acıyordum. Fakat ona iznim olmadan mal almaması gerektiğini başka türlü anlatamazdım. Kırk çuval fıstık almıştı. Eğer birkaç gün sabretseydi aynı malın kilosunu beş, yedi ya da on Tümen daha ucuza alacaktım. Havalar gittikçe ısınıyordu, yazın ortalarına doğru mal alması gereken bendim. Oysa o bir türlü bunları anlamak istemiyordu.
Aynı gece bu sefer de anneyle curcunamız vardı. Anne, “İyi pekâlâ, hesap kitabınızı çıkarırsınız, ne ederse paylaşırsınız. İki terazi, iki masa… İki ayrı dükkânmış gibi davranırsınız siz de olur biter” demişti.
Sesimi çıkarmadım. Sabaha kadar uyumadım. Bu işin üstesinden nasıl gelirim diye düşündüm durdum. Anne hiçbir çıkış yolu bırakmamıştı ki! Yarı yarı diyordu, her şey yarı yarı… Öyle olsa hâlim ne olur benim hı? Hâlimi soran olur muydu? Bütün müşterilerim on iki yıldır bu işle uğraştığımı bildikleri hâlde doğruca gidip ondan yani müstakbel ağabeyimden alışveriş yaparlardı. Neden? Yaşça ondan küçük olduğum için beni onun çırağı sanacaklardı da ondan. Daha kötüsü de onu görür görmez su olup eriyen o alçak kanlardı. Şalvar ve çarşaflarıyla gelirlerdi dükkana, onu görünce de Allah’ı, peygamberi unuturlardı. Başlarlardı cilve yapmaya:
“Aaa, sizin gibi birinin henüz evlenmemiş olması biraz tuhaf değil mi?”
Oysa koltuğunun altında ne taşıdığını bilmiyorlardı.
“Ermeni kızıyla ne işin var senin?” dedim.
“Seni ilgilendirmez. Sen karışma” dedi.
Kasvetli bir ikindi vaktiydi. Mezarlığa gittim. Babanın mezarının başında oturup ağladım. “Baba” dedim, “beni neyden, onu neyden var ettin Allah aşkına! Kadınlar neden bana değil de ona bakıyorlar? Neden beni görünce somurtmaya başlıyorlar? Neden dünyanın en güzel kızı kardeşime aşık oluyor da bana değil? Hamurumuz bir. Değil mi?”
Babadan ses seda çıkmıyordu. Hani öksürmek istese dahi öksüremez türden bir sessizlik olur ya işte onun gibi bir şey. Ağaç dallarında kargalar vardı. Hızlı esen rüzgar gözlerimin içine toz dolduruyordu.
“Nikahı nasıl kıyacaksın? Ermeni ile nikah mı olurmuş? Müslüman!” dedim.
“Sen karışma, seni ilgilendirmez” dedi. Kızın çantasına fıstık doldurdu. Ağzını kapattıktan sonra, “Artık gitmelisin Surme” dedi. Ben ise o yalvarırcasına bakan sarı gözleri gördükçe su olup eriyor, ölüp ölüp diriliyordum. Geceleri uyuyamıyordum. Bir damla uyku haram olmuştu bana. “Tanrıya and olsun birader, öldüreceğim seni” diyordum içimden…
Bir süre sonra anne tekrar, “Aydın’ım nerede?” diye soruyordu. Genelde güzel dikilmiş fiyakalı takım elbise giyip kravat takan, sinekkaydı tıraşı olup seyrek bıyıklarıyla dolaşan kişiyi kastediyordu. Anne onun bu halinden adeta vecde geliyor ve tebessüm ederek, “Maşallah, bin bir kere maşallah! Görenin gözü gönlü açılır!” diyordu. Şimdiyse kalkmış, ‘‘Aydın’ım nerede?” diye soruyor. Sen neden bilmiyorsun nerede olduğunu? Ya Göl Kahvehanesi’ndeydi ya da Ehevan Parkı’nın harabe duvarlarının arkasında… Bazen hamallarla beraber kervansarayın sonunda bir ateş tenekesinin başında çekirdek kırıyordu veya onlar kırıyor o da ikinci savaşın haberlerini naklediyordu.
Anne, “Her neredeyse git bul onu” dedi.
Fakat bu kez isteyen anne değildi. O artık şehrin kadim mezarlığında, babanın hemen yanı başında, toprak ve kar yığınları altında uyuyordu.
Cadde soğuk ve kirliydi. Sis ve pelte gibi olmuş duman şehir üzerinde adeta deviniyordu. Orhan bir an dönüp arkasına baktı. Tüm o duman, kuruyemişçiler çarşısı olan kervansaraydan hareket ediyor, havada depreşip gidiyor gibiydi. Bir an gidip onlara, alaz alaz yanan ateşi söndürmelerini veya bir şekilde kontrol etmelerini söylemeyi düşündü. Kıştır?
Kış olsun. Buralar sürekli kış. İşlerini görecek bir soba alsınlar veya boru taktırsınlar. Parasınıo verir. Ama düşüncesinden vazgeçti. Yoluna devam etti. Kaldırımda yürümeye devam ederek şehirden uzaklaştı. Artık ne kimsenin omuz çarpması, ne el arabalarının ayağına dolanması, ne de bir çocuğun elinden çıkacak kartopunun ensesinde patlama tehlikesi vardı. Sürekli başı önündeydi, bedeni ise ağır, bu yüzden kartopları ister istemez boynunun arkasına isabet ediyordu.
İki katı kar yağmıştı ve daha da yağacağa benziyordu. Bir araba veya fayton durur da biner umuduyla kendini caddeye atıverdi. Ama o aman vermeyen kar hayatı felç etmişti. Görünürlerde kendini en yakın yere ulaştıracak ne bir araba, ne bir fayton, ne bir bisiklet ne de başka bir vasıta vardı. Zincir takmış ağır ağır hareket eden bir devriye cipi karlarla kaplı yoldan geçti ve geride yılan şeklinde iki benzer iz bıraktı. Şimdi ne yapacaktı? Kahvehane arabayla yarım saatlik mesafedeydi. Ama bu karda kıyamette yürüyerek oraya gitmeye kalksa karanlık basar hatta saat gece yarısını bulurdu. En iyisi kendi karanlığında kalmasıydı. Hem orada daha az acı çekiyordu. Kimse bir şeylerden şüphelenmiyordu. Peki, dönebilir miydi? Kalsa ne olurdu? Hayır. Zamanında ulaşırdı. Varsayalım ki geceye kaldı. Ya kurtlar parçalardı onu veya parçalamazdı. Canı cehenneme, ne olursa olsun! Şeyh Sefi Caddesi’nin sonuna gelmiş sayılırdı. Sola döndü ve yoluna devam etti. Annenin pas bağlamış soğuk sesi, nefes darlığına katlanarak aldığı her solukta kulağından eksik olmuyordu. O kaçığı bulmazsa ne olurdu? Hayır, mutlaka bulacaktı. Hem de o kahvehanede. “Bulacağım onu anne, söz veriyorum.” Bu kez kendi kendine söz vermişti ve bu sonuncusuydu.
Şehirden uzaklaştıkça kafasındaki kargaşalar daha da artıyordu. Karda koşan herhangi biri olmaksızın veya yüzükoyun uzanan yaşlı bir adam… Artık hamallar bile teneke içinde ateş yakmıyordu. Karşısında hiçbir canlı türünün geçmeye cesaret edemediği geniş ve beyaz bir vadi duruyordu. Göğün bir tarafı koyu maviydi, şehrin son ağacının kuruyan dalları üzerine konmuş bir karga “kar, kar” ötüyordu.
Yakasının iki tarafını yukarı kaldırmış, yaşlı bir tosbağa gibi karlarla dolu boş araziye adımını attı. Her zamanki gibi ağır adımlarla ilerledi. Seri ve süratli değil, alışkın olduğu üzere yavaş hareket ediyordu ve yolu iyi biliyordu. Çünkü defalarca bu yoldan gelmiş ve onu Göl Kahvesinde bulmuştu. “Ne arıyorsun burada gulyabani?” dedim.
“İyi de bizim de bir canımız var hani. Gezmeye dolaşmaya ihtiyacımız var, bir yerde oturup iki bardak çay içemeyecek miyiz yani?” dedi.
“Kes sesini. Yürü, çayını kervansarayda içersin” dedim.
Elindeki gazeteyi sardı ve cebine koydu.
“Çayı da içmeye değer bir yerde içmeli ama” diye cevap verdi.
“Cenazeni yıkarlar inşallah! Anamı ağlattın benim!”
Hava güneşliydi, karşıki tepede koyunlar otluyordu ve uzaktan kentin gürültüsü duyuluyordu. Arabaya binmesi için elimle işaret ettim. “Hayır, binmiyorum” dedi. “Ne demek binmiyorum?” dedim.
“Dadaş, gel biraz gezelim. Arabada fenalaşıyorum, ne dediğimi bilmiyorum” dedi.
“Cehennemin dibine kadar fenalaşıyorsan” dedim ve indirdim tokadı suratına. Başka çarem yoktu. Bir şekilde onu korkutmam gerekiyordu. Öyle bir anda bırakılır mıydı? Kahveci Abbas, “Koskoca adam, ne de olsa büyüğündür, yapma” dedi ama fayda etmedi ve ben ikinci silleyi de indirdim suratına. Arabanın arka koltuklarına uzanıverdi. Titreyen elleri ve köpüren ağzıyla kervansarayın önünde indirdim onu. Gözlerinin siyahlığı kaybolmuştu. Kervansarayın girişinde yere uzattım onu. Hamallardan birisi, sanırım İsmail, çuvaldızla düştüğü yere yani bedeninin etrafına çizgi çizdi. “Bu da ne diye?” sordum kendisine.
“Hastalığı yerde kalsın bir daha da yerden kalkmasın diye böyle yapıyorum” dedi.
“Ha, şu benim mantar gibi. .. “
Boğazımda çıkan mantarı hatırladım. Beş riyallık sikke büyüklüğünde kuru bir mantardı. Etrafını mavi kalemle çizdim. İki üç gün sonra kuruyup gitti ve bir daha da çıkmadı.
Hamallardan biri Aydının yüzüne su döküyordu, diğeri de bacakları üzerine çömelmişti. Başına soğuk su döktükten sonra uykudan uyanmış gibi kalkıp oturdu. Pantolonun arkasından eski bir gazete parçası çıkarıp okumaya başladı:
“…Diğer gün şehzadeye; hasretinizden Aybegüm’ün yüzü sapsarı kesilmiş, ölüm kuşunun avlusuna konmasından endişe ediyoruz, gelin de ateşten gömlek giyenlerin halini görün, şeklinde haber getirdiler. Şehzade, ne yapmam gerektiğini narenciyeden sorun, dedi. Sordular. Narenciye açıldı ve o sütbeyaz baldırlı, kızıl örtülü sevgilinin gemisi şehzadenin limanına çengel attı. Gönlünü şehzade çaldı ve Aybegüm; buldum, işte buldum, dedi. Su akar yatağını bulurmuş. Bu mülk o sütbeyaz baldırlıya yaraşır ki artık benim padişahlığımın da sonuna geldik… “
Bir de baktım ki hamallar alttan alta bana gülüyor. Sanki onca saçmalığı ben söylüyormuşum gibi.
“Tamam, tamam yeter fazla uzatma. Kalk git de içeride çekirdek kır” dedim.
“Eee, çekirdek, çekirdek, ne zamana kadar çekirdek? Dadaş, gece gündüz neden yirmi dört saattir?” dedi. Ağzından henüz salya akıyordu, üzeri de hâlâ ıslaktı. Pantolonunun paçasını kaldırdı ve başka bir gazete çıkardı sonra kalkıp kervansaraya gitti. Sırtımı yere getirmiş gibi yol yürüyordu ve ben gece gündüzün neden yirmi dört saat olduğunu bilmiyordum. O ise hep bu tür şeylere kafa yoruyor ve üzerinde sürekli kâğıt parçaları ile gazete bulunduruyordu. Kemerinin arkasında da. Gazeteleri baştan sona okuyor, en ince ayrıntısına kadar savaşla ilgili haberleri aktarıyordu:
“Verdikleri sayıya bakılırsa ölü ve yaralı binlerce Alman askeri var, ordu bozguna uğratılmış. Gözlemciler Almanya’da bir tek kişinin sağ kaldığını düşünüyorlar. O da Hitler. Fakat bunun asparagas haber olduğu her hâlinden belli. Sevgilisi de yaşıyor.”
Gazete satırlarını sessizce, sadece gözleriyle takip ediyordu; gayet ciddi bir edayla. Bilmeyen de okuyor sanırdı. Oysa söylediği her şey ezberdi; herhangi bir gayret sarf etmeksizin, zahmetsiz, mesaisiz. Alemin esrarında helezon gibi sağırca ve duraklayarak dönüyordu. Gece gündüzü bir kâse yoğurt çorbasıyla geçiriyordu. “Sucu! Çorban soğudu, gel iç sonra devam edersin okumaya” diyenlere, “Yahu bir durun. Daha başlıklardayız, asıl metne gelmedik bile” diye cevap veriyordu.
Orhan dizlerine kadar karlara batıyordu. Paltosunun ucu karda sürünüyordu. Ne garip bir yalnızlık! Baba, insanın kendi odasındayken yalnız kaldığını sanıyordu. Oysa yalnızlığın sadece kalabalıkta hissedilebileceğini bilmiyordu.
“Baba, ben yıllarca zahmet çektim. Herkesi aynı keseye koyma. Fıstık çuvallarını aha şu omuzlarımla kırk basamak aşağılara indirdim” dedim.
“Sizin kötülüğünüzü istemiyorum” dedi.
Aydın liseyi bitirip diplomasını alınca anne, “Orhan, gel kardeşinin mezuniyet tatlısından ye” dedi.
“Gece gündüz bir elimiz tatlıda bir elimiz yemişte, hem sanki çok mu marifet yani liseyi bitirmek’’ dedim.
“Marifet değilse sen niye bitirmedin?” dedi.
Doğru bitirememiştim ve annenin sorusuna verebilecek cevabım yoktu. Baba, “Orhan sekizinci sınıfa kadar okudu, okuma yazmayı biliyor, yeter ona, ne yapacak fazlasını” dedi. Evet, okuma yazmayı iyi biliyorum.
O yıl, kargaların yılıydı. Allah’ın karakargaları şehre tebelleş olmuştular. Anne günde üç dört kalıp sabun buluyordu. “Haram valla, hangi bedbahtın olduğunu nereden bilelim, belli değil ki” diyordu.
Baba, “İşte buna göğün ziyafeti diyorlar, yıka babam yıka, yıka babam yıka… “ diyordu.
İpteki beyaz çarşaflar tertemiz olmuş, kandil gibi parlıyordu. O donuk mavi renkler beyaz çarşaflar üzerinde sallanıp duruyordu. Eğer güneş olduğu gibi onları kurutmazsa yağmur suyuyla mutlaka yok olup gideceklerdi. Fakat çarşaflarımız her zaman için bembeyazdı. Üzerlerinde birkaç mavi çizgi görünüyordu ama… Aydın pencerenin kenarında uyuyordu. Şamdanlıklarını da pencerenin kenarına koymuştu. Her zaman olduğu gibi bardağın altında kalan suyu saksılara döküyordu.
“Ben neden pencerenin kenarında uyumuyormuşum?” dedim. Anne, “Sen oradan da göğü görebiliyorsun da ondan” dedi. Evet görüyordum. Kargalar kanat çırpıyor, çam ağacından çınar ağacına konuyorlardı. Odamızdan çıkan duman yuvalarına kadar yükseliyordu. İşte o zaman “kar, kar” ötmeye başlıyorlardı.
Şehirden iyice uzaklaştıktan sonra daha bir endişelenmeye başladı. Bir an, “Dönsem mi acaba? Ama yoo” diye söylendi kendi kendine.
Yeniden yağmaya başlayan kar yerdeki eskilerini örtüyordu. Arkasına baktı. Şehir soğuk ve siste kaybolmuştu. İçi harf, ses, sessizlik, ölü ve diriyle dolu olmasına rağmen konuşamayan eski bir gazete gibiydi… Orhan’ın asla fırsat bulup da okuyamadığı bir gazete gibi. Onu düşünecek zaman değildi, şimdi daha bir iştiyakla onu arıyordu. Bu nem kapmış eksik bilgisiyle gasilhaneye benzer bir ev, yatacak bir yer ve kaçık bir kardeş arıyor, mezarlıkta uyuyan sevdiklerini düşünüyordu. Ne bir eş, ne çoluk çocuk, ne aşk, ne de onu teneşire uzatacak birisi var… Cebinde tuttuğu elleri soğuktan veryansın ediyordu, ayak tabanları ise soğuğu hissetmeyecek kadar uyuşmuştu. Başındaki papağını çıkardı, elini saçsız başının orta kısmında tuttu. Başının sıcaklığında soğuk dalgalar devindi. Bir an durdu. Etrafa iyice baktı. Görünürlerde beyaz tepeciklerden başka bir şey yoktu. Artık daha fazla yalnızdı. O anda Aydının tüm o kısa zaman sürelerinin kıymetini daha iyi anlıyordu. Enteresan geliyordu ona, son on gündür Aydın’ın boşluğunu daha fazla hissetmişti. Kaçık Aydın! Zararsızdı; ama artık gereğinden fazla yormuştu onu. Bulacağı zaman ona ne yapacağını bilmiyordu ama onu görmek istiyordu. Belki de onun kervansarayda olması zaman geçirmek için iyi bir vesileydi, kim bilir? Geceleri üst kattaki odada uyuduğumda bir başkasının da alt katta uyuduğunu biliyordum. Okuryazar, kültürlü ama boş ve manasız bir adamın…
“Parayı ortadan bölen adam bence delidir” dedi. Bir zamanlar koskoca bir adam olduğunu hatırlamıyordu. Forsluydu, saygın kişiliği vardı. Binlerce göz üzerindeydi. Oysa o Ermeni kahvecinin kızı için acınacak hale gelmiş, kendini heder etmişti. Aralarında nasıl bir ilişki vardı bilmiyorum ama her öğleden sonrası “Soren Kahvecisi” önünde kuyruk sallamaya çıkardı.
“Onu çok mu istiyorsun?” dedim. “Kimi?” dedi.
“Müslüman et, al onu. Et ki nikah caiz olsun oğlum. Hem Ermenilerin çok tutucu olduğunu söylüyorlar, doğru mu?” dedim.
Aşk elinden biçare olduğunu sonraları öğrendim. İkindiüstü gelip kitap okumakla vakit dolduruyordu. Geceleri ise ikiye üçe kadar ya yazıyor ya okuyordu. Babanın her şeyden haberi vardı.
“Baba” dedim, “ya alırsa onu, ya evlenirse onunla?”
“Alsın, Ayda gibi o da iki dünyasını beş paralık etsin. Zaten ikizler. Belli olmuyor mu?”
Ermeni kızlarının çok tutucu ve muhafazakar olduğunu biliyordum ama Aydın’ın günün birinde karnını buruna getireceğinden de emindim. Fakat sesimi çıkarmadım, ona da tahammül ettim. Tıraş oluyor, saçlarını tarıyor, parfüm sürünüyor, fiyakalı elbiseler giyiniyor ve kravat takıp gidiyordu.
Baba, “Medeniyet kuyruğu” diyordu.
Şimdi ise hepsini unutmuştu Aydın. Dişleri dökülmüş, rengi solmuş elbiseyle kervansarayın bir köşesinde oturuyordu. Olsa bir türlü olmazsa bin türlüydü artık. Millet arkasından bin türlü laf ediyordu.
Hayır, böyle olsun istemiyordu. Bir ölüm haberini getirseler, yüz akıyla kefenleyip defneder, yedinci ve kırkıncı günlerinde hatim indirtir, ölüm yıl dönümlerinde de mevlit okuturdu. Şehirdeki tanıdık tanımadık herkese yemek yedirirdi. Taziye çadırının girişinde bekler, eline aldığı mendille yüzünü kapatır, zarı zarı ağlardı. Herkes onun Aydın’ı ne kadar sevdiğini görsün diye gözünden yaş eksik etmezdi.
Ne yapmalıydı? Adımlarını atmaya başladı. Dizlerine kadar kara battı. Ayağı burkulmuş katırgibi olduğu yere saplandı. Ne de olsa genç değildi artık. Çifte atacak güç kalmamıştı ayaklarında. Kırkını doldurmuştu ama ellisinde görünüyordu. Bir ev, kuruyemişçiler çarşısında bir dükkan ve bir kayısı bahçesi; o kadar.
Baba, “Kişi zengin olduğunda, yaşı ne olursa olsun fark etmez yaşlandığını hisseder” diyordu.
“Öleceğini hisseder baba” dedim.
İmdi öyle bir kar yağmıştı ki sadece onu değil, tüm şehri sekteye uğratmıştı. Sokaklar çamur ve kar doluydu. Kanallardan su akıyordu, kuruyemişçiler çarşısı ise ölüm sessizliğine gömülmüştü, şehir kar altın da ölmüştü sanki.
Kervansaraydaki hamallar teneke içerisinde yaktıkları ateşin etrafında oturmuş çekirdek kırıyorlardı. İslak kuru, yanan ağaçların dumanı tüm binayı sarmıştı. Sucu elinde gazete bir şeyler okuyordu. Başındaki papağın kulakçıklarını indirmiş çenesinin altında duran bağcıklarını düğümlemeye çalışıyordu. O uzun boyu, Tatar suratına benzeyen zayıf yüzü ve o güzelim siyah gözleriyle hamalların etrafında fır dönüyordu.
Eşim, ‘‘Aydın nerede?” diye sordu.
Baba hayattayken Aydın kahverengi takım elbisesini giyer, bıyıklarının ucunu kıvırır, eline de iki kitap alırdı. “Baba, malınızda servetinizde gözüm yok, ben gidiyorum.” “Dönmek için yalvaracaksın!” dedi baba.
Her ikisi de birbirinden kuru kafalı, birbirinden inatçıydı. Baba onu özellikle ahlaki yönlerden köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu.
‘‘Aydın, namazını neden kazaya bıraktın?” dedi.
“Geç uyudum, onun için kalkamadım” dedi.
“Neden babacığım, neden geç uyudun?”
“Ders okuyordum da ondan”
Baba birdenbire kükredi, “Namazı bu zırva işlerine feda mı ediyorsun?” dedi. Soğuk bir kırbaç gibiydi sesi.
“Bugün cuma gecesi, kalkın da abdest alıp namaz kılın, Kuran’dan da bir süre okuyun” dedi.
Hemen tuvalete koştum. Güzelce abdest aldım. Babanın yukarı kattaki odasında uzun uzun namaz kıldım. Baba, “O soysuz nereye gitti?” diye sordu. Anne, “Odasındadır” dedi.
Baba öfkelenmiş, sinirinden yerinde duramıyordu. Odada volta atıyordu ha bire.
“Ne yapıyor odada mesela?” diye sordu.
“Mutlaka namaz kılıyordur” dedi anne.
“Başını yesin namazı. Burada niye kılmıyor da odasına gidiyor?”
“Aydın öyle göstermelik şeylerden hoşlanmaz.”
“Öyle mi! Ben de namazdan hoşlanmaz sanıyordum” dedim söze atılarak.
Anne, “Sana ne?” diye çıkıştı.
Öyle bir ‘sana ne!’ deyişi vardı ki o güne kadar Azericeyi öylesine güzel telaffuz eden birine rastlamamıştım. Baba güldü ve sonra namaza durdu. Anne, “Ne de olsa senin büyüğün. Ağabeyine karşı daha saygılı olmalısın!” dedi. Galeyana gelmişti. Zayıf ama sinirli bir kadındı. Babanın namaza durmuş olsa bile her şeye kulak kestiğini, en ince ayrıntısına kadar her şeye baktığını gayet iyi biliyordu. “Baban buradayken sana söz düşmez tamam mı?” dedi.
Sonra odamıza gittim. Aydın yüzükoyun yatakta uzanmış “Petr Goryev??” okuyordu. Baba asla odamıza gelmezdi ama ne hikmetse o gece geldi. Kapıyı birkaç kez çaldıktan sonra içeri girdi.
“Ne okuyorsun?” diye sordu Aydın’a.
Aydın uzandığı yerden doğruldu. Kitap elindeydi. Eli göğsünün üzerinde çakı gibi dikildi babanın karşısında. Ellerinin titrediğini açıkça görebiliyordum. Baba, “Sana ne okuyorsun diye sordum” dedi. Bakışlarını sivrileştirerek olduğu yerden odaya şöyle bir göz attı.
Aydın, “Petr Goryev’’ okuyorum diye cevap verdi.
“Kim bu Petr Goryev?”
Aydının parmağı henüz kitabın arasında duruyordu. Diğer parmakları ise titriyordu.
“Yaşlı bir adamın hayatı.”
“Kim bu adam?”
“Baba Goryev.”
Bu arada ben güldüm, baba bana dönerek, “Kes sesini lan!” dedi sonra tekrar Aydın’a dönerek, “Bu filan baba ne iş yapar?” dedi. “Vermichell yapar.” “Ne yapar ne yapar?”
“Şehriye yapar”
“Peki, sen ne yaparsın?”
Aydın sessiz kaldı. Baba odayı süzüyordu hâlâ. Küçük bir cüssesi vardı ve kocaman yuvarlak gözlükleri ile alnındaki iri çizgileri gören yerinde donar kalırdı. Aydın onun için “çok cakalıdır” derdi sürekli.
“Gören, balta kesmez buza döner valla! Hem neden ondan bu kadar korktuğumu bilmiyorum. Sen korkmuyor musun Orhan?” diye sorardı.
“Yoo, baba babadır, neden korkacakmışım?” dedim.
Bunları bana şehrin bittiği, kadınların çamaşır yıkadığı bir yerde beraber gezerken söylemişti.
“Şimdiye kadar güldüğünü gördün mü hiç?” diye sordu.
“Gece gündüz odasında taklitler yaparak gülüyor” dedim.
“Aslında seviyorum onu; ama korkuyorum da!” dedi. Başımızın üstünde uçan kırlangıçlara baktı. O küçücük güzel kuşların insanın anasını nasıl ağlattığını çok iyi biliyordu. Kadınlarçamaşırları yıkayıp gittikten sonra biz de şehrin yolunu tuttuk. Kadınlar yıkanan giysileri başlarının üzerinde tutuyordu. Biz de onları dikizliyorduk.
Baba kitaplıkta duran kitaplara şöyle bir göz gezdirdi ve birdenbire, “Köpek Yavrusu mu?! Hâlâ bu tür saçmalıklar mı okuyorsun?” dedi ve kitabı kitaplıktan aldığı gibi ortadan ikiye ayırdı. Sonra başladı parçalamaya. Oda kâğıt parçalarıyla doldu. Sayfaları tek tek yırtıp sağa sola savuruyor, hızını alamıyor olsa gerek bağırıp çağırıyordu. “Böyle düzmece sahte şeyler istemiyorum evimde” dedi ve odadan çıkacağı zaman Aydın’ın artık üst dudaklarını iyice örten bıyıklarına bakarak, “Bu bıyıklarla nereyi parçalamayı düşünüyorsun?” diye sordu.
Aydın’ın gözlerinin, kapaklarının altında hareket ettiğini açıkça görebiliyordum. Her zaman yaptığım gibi parmak uçlarımla yere vuruyordum onları izlerken. Baba güzel bir ritim tutturmuş parmaklarıma bakarak kükredi: “Yeter artık kes şunu sen de!”
Aynı gece Aydın’nın odasını ayırdı. “Hemen şimdi, itiraz filan da istemiyorum!” dedi.
Anne, “Neden ama?” diye sordu.
“Bozuk meyveyi sağlamından ayıracaksın ki diğerini de bozmasın” diye cevap verdi.
Anne istemeden de olsa bodrum katını süpürmek zorunda kaldı. Bir yandan süpürüyor bir yandan da, “Gece olması iyi değil bey, uğursuzluk getirir sonra’’ diye söyleniyordu.
“Söylenip durma be kadın, işini yap sen” dedi baba.
Aynı gece anne yere bir kilim serdi ve yatağını getirip bıraktık kilimin üstüne. Odası bahçe seviyesinden yedi basamak aşağıdaydı. Karanlık ve rutubetliydi. Sirke ve rutubet kokuyordu.
Baba, “İnsan fırsatları iyi değerlendirmelidir” derdi sürekli. Onun için aynı gece hiç vakit kaybetmeden yatağımı pencerenin kenarına götürdüm ve göğün maviliklerine daldım. Yıldızların sayısı artmıştı sanki ve sobadan yükselen dumanlar havada gökkuşağı gibi şekiller alıyordu. Belli ki diğer gün Allah’ın karakargaları dallara konacak ve “kar, kar” diye öteceklerdi yine.
O gece rüyamda ağaçları altından bir bahçe gördüm. Sokağımız genişlemişti ve Pervane Fabrikası dere yatağından çıkmış, yukarılarda bir yere taşınmıştı. Üzeri de kırmızı renkli çatıyla kaplanmıştı. Ayrıca okula gidiyordum. Sonra birdenbire öldüğümü gördüm.
Sabah uyanır uyanmaz rüyayı anneye anlattım. “Çok yaşayacaksın, uzun bir hayatın olacak yavrum” dedi.
Boş araziye iki katı kar yağmıştı. Adımını her atmasıyla kara saplanıyordu. Altta kalmış önceki karlar kaya gibi sertti. Soğuktan ayaklarının çıplak olduğunu sanıyordu. Zehir zemberek sancıları bedeninin derinliklerinde hissediyordu. Onun için hafif adımlarla yürümeye çalıştı. Oysaki sabahtan Aydını aramıştı şehirde. Ulus Parkına, eski mezarlığa, her yere bakmış, adım atmadık yer bırakmamıştı. Buna rağmen yorgunluk hissetmiyordu, sadece ayağındaki soğuk acı veriyordu o kadar. Olduğu yerde bağırdı; “Sucuuuu!” Sesi yankılanmamış, karlar arasında kaybolup gitmişti. Yoluna devam etti.
Bir gün baba Aydın’ın kitaplarından birkaç tanesini beraberinde dükkâna getirmişti. Vakitsiz zamansız kitapların sayfalarını karıştırıyor, okusa bile bir şey anlamıyordu. Bekçi Ayaz gelene kadar kitapları dükkanda tuttu.
“Ne o Cabir, ne oldu da böyle tutuşmuşsun?” dedi Bekçi Ayaz dükkâna gelir gelmez.
“Seninle önemli bir işim vardı da ondan” dedi baba ve sonra çıkarıp kitapları kendisine gösterdi. “Bir baksana bunlara.”
Bekçi Ayaz kitapları eline aldı; önce kapaklarını okudu sonra da her üçünün ağırlığını eliyle şöyle bir tarttı.
“Nereden buldun bunları?” dedi bir gözünü kırparak.
Hiç sorma.
“Bakalım neler yazılmış” dedi soma ağır aksak yüksek sesle kitapların ismini okudu:
“Odisye, Odyssia…”
Babaya baktı ve tekrar “Neredeydi?” diye sordu ve sonra diğer kitabın kapağını okudu:
“Epi. ..kür, Epinekür, Bahçesi.” Üçüncüsünü okumadı.
“Kimin bunlar?” diye sordu.
Baba, “Aydın’ın” dedi.
“Senin Aydın mı?”
“Evet, benim Aydın’ın” dedi baba endişeyle. “Vay, vay, vay!”
“Adam olsun dedik ama olmadı” dedi sonra avuçlarını birbirine sıvadı ve “Epikür Bahçesi neresi oluyor Ayaz?” diye sordu baba.
“Tüm talihsizliğimiz de burada ya!”
“Nerede?”
“Zaman kötü azizim’’ dedi Ayaz sonra bir an sustu. Ardından yüzünü babaya yaklaştırarak, “Komünistlerin yeşil bahçesini ve gençleri o bahçeyle kandırdıklarını duydun mu?” diye sordu. Kitapları eline aldığı büyük kese kâğıdının içine koydu ve bu sefer fıstık yemeksizin yaban bir öfkeyle dışarı attı kendini. Çıkarken kitapları imha edeceğini ve her ne şekilde olursa olsun Aydın’a dikkat etmemiz gerektiğini söyledi.
Baba, “Allah seni başımızdan eksik etmesin Ayaz!” dedi.
Bir ara dönerek başını salladı ve “Eğer boynumu vursalar bil ki arkadaşlığımızın hatırına gittim kardeş!” dedi.
“Sen olmazsan ne yapardık bilmiyorum?” dedi baba gülerek. Sonra masanın başına geçti; birkaç dakika oturduktan sonra, “Orhan kalk gidiyoruz” dedi.
“Nereye?” diye sordum.
“Eve uğrayıp döneceğiz” dedi.
Çıraklara gerekli talimatları verdiktten ve dikkatli olmalarını söyledikten sonra papağını başına giydi ve ikimiz beraber evin yolunu tuttuk. O güne kadar o saatte eve gittiği görülmemişti. Saat henüz sabahın onuydu ve koşar adımlarla eve yürüyorduk. Neden böyle hızla eve gitmek . İstediğini kestiremiyordum, evde ne yapacağını da bilmiyordum. Kapıdan içeriye adımımızı atar atmaz Ayda’ya, “Aydın nerede?” diye sordu.
Ayda’da renk diye bir şey kalmadı. Titrek dudakları ve kısık bir ses tonuyla, “Bilmiyorum” dedi Ayda. Eliyle onu kenara itti ve bodruma inen basamakların önünde durarak, “Orhan” diye seslendi. Hemen yanına koştum. “Ne kadar kitap, defter ve zırvalık varsa hepsini dışarı getir” dedi.
Aşağıya indim. Kitaplıkta, sedirin altında ve pencerenin kenarında bulduğum ne kadar kitap, defter ve not varsa hepsini yukarı çıkardım. Kitapları kucaklıyor, yukarıda havuzun kenarında duran babanın işaret ettiği yere döküyordum. Mutfak penceresinin arkasından ne yaptığımıza bakan Ayda hiçbir şey yapamadan çaresizlik içinde öylece ağlıyordu. Anne, öfkeden ateş topuna dönmüş babanın karşısına çıkmaya cesaret bile edememişti. Ama sanırım bir yerlerden izliyordu bizi.
“Hepsi bu mu?” diye sordu baba; ben de, “Evet hepsi bu kadardı” dedim.
O kitapların üzerine benzin döktü, ben de kibriti çaktım. Nasıl da alev aldılar hemen ve sayfalar nasıl yuvarlanıyordu ama! Taş kalpli sadist bir adamın ateşte yandığı gibi yanıyorlardı. Alevler yükselip iniyor, . sarı oluyor, kahverengiye dönüşüyor sonra da kararıp gidiyordu. Baba alevlere dikkatle bakıyordu. Birdenbire, “Baba Goryev!” dedi “Orhan, bu Baba Goryev değil mi?” diye sordu bana.
Yepyeni bir Petr Goryev kitabının kor alevler içinde yandığını gören ben, “Evet o, ta kendisi” dedim.
“Ben bunu yırtmamış mıydım daha önce?”
“Demek ki yenisini almış” dedim.
“İyi alsın bakalım, ben de yakarım böyle işte!”
Ateşin iyice sönmesini bekledik sonra külleri bir güzel temizleyip dükkâna geri döndük. Fakat avlunun kare şeklindeki karoları üzerinde kocaman kara bir leke kalmıştı. Küreğin sırtıyla siyah renkli bir canlıyı ezmişsin gibi. Ayda hâlâ pencerelerin arkasında duruyordu. Akşama Aydın eve geldiğinde ne olacak, merak ediyordum doğrusu. Baba, “Olan oldu, biten bitti” dedi . ..
Aydın akşam eve döndüğünde havuzun kenarındaki kara lekeyi görünce bir süre orada durdu ardından ürkek ve titrek bir hâlde bodrum katına yaklaştı ve diğer akşamların aksine o gün akşam yemeği için yukarıya gelmedi. Yukarıdan onu izliyordum. Odasına gitti ve hemen ışıkları söndürdü ve sanırım uyudu. O akşam kimse Aydın’ın sofrada olmasını istemiyordu zaten.
Uzaktan yeşil renkli tuz gölünü gördü ve kalbi heyecanla atmaya başladı. Bu sefer Aydın’ı görünce nasıl olacağını bilmiyordu. Görüşmenin heyecanıyla ayaklarında hissettiği dondurucu soğuk kendisini iyice yoruyordu. Birkaç adım attıktan sonra karların altında bir ölü gibi yatan sönük göle baktı. Gölün kenarındaki taştan oyulmuş bank da karlar altındaydı. Aydın’sız.
“Bu balıkçıl kuşların kanat çırpıp sahile gelmelerini ne kadar da istiyorum” diyordu.
“Hangi sahile” dedim.
“Şu su kuşlarını görüyor musun?” diye sordu. Taş bankın üzerinde oturmuş gökyüzüne bakıyordu. “Hangi kuş?” dedim.
“Gerdanında siyah çizgi olan barış kuşudur” dedi. Yüzünde gerilmiş bir tebessümle gökyüzündeki çizgiye bakıyordu.
Hâlim yoktu. Öte yandan dükkânı Allah’a emanet etmiş gelmiştim.
“İyi hadi kalk gidelim” dedim.
“Tüm duygularıyla kanat çırpıyor, görüyor musun Orhan?” dedi. Usandırıyordu beni, önünü almazsan akşama kadar düş kuracaktı. “Yeter artık kes, hayvan!” dedim.
Yüzü asıldı. Dönüp bana baktı ve “Ben insanım ama” dedi.
“Doğru insansın, doğru söylüyorsun ama hadi kalk yeter” dedim.
Bir anda yüzünü çevirdi ve göle bakarak, “İçimden sana suya atlayalım mı demek geliyor” diye söylendi.
“Güneş batmak üzere, karanlık çökmeden dönmemiz gerekiyor” dedim.
O sırada babanın hayatta olduğu ve öğleden sonraları gamsız tasasız o tuzlu sularda yüzdüğümüz yılları hatırladım. Aydın, “Baksana Orhan ne bir haşere, ne de başka bir yaratık, bu su ne kadar artık varsa hepsini kıyıya vuruyor. Baksana o tarafa, suyun üzerine, ne kadar yosun, yaprak ve artık varsa hepsi küçücük bir dalgayla dışarı akıyor” dedi. Suya dalıp çıkıyor, bir yandan da konuşuyordu. O düz siyah saçları alnına dökülmüştü, suda attığı o enerjik kulaçlarla her defasında yüz metreden fazla gidip geliyordu. Su acı ve tuzluydu, peyderpey suyun üzerine tükürüyorduk.
“Üşüyorum, nerdeyse güneş batacak” dedim. Eve dönelim istiyordum fakat Aydın yüzmeye doymuyordu. Gölün kalbine doğru durmadan kulaçlarını atıyordu.
Başını çevirdi. Gölün hemen karşısında duran kerpiç kahvehane görünüyordu. ‘Aydın kesinlikle orada olabilir’ diye düşündü. Şimdi elinde gazete ve notlarıyla Markiz’e oturmuştur. Dişleri tamamen çürümüş muhtemelen, kelimeleri dahi zor telaffuz ediyordur eminim. İt gibi benden korkuyor, koyun gibi her dediğimi yapıyor nasıl olsa.
Kahvehanenin buğulanmış camları önünde durdum. Sonbahardı. Ateşli bir soğuk geliyordu. Baktım Aydın, dört ayaklı eski bir markize oturmuş gazete okuyor. Ciddi ve kendinden gayet emin bir tavırla okuyordu ve işaret parmağını havada sallıyordu. Önünde ise boş bir çay bardağı duruyordu. Kapıyı açtığımda irkildi.
“Burada ne arıyorsun, tıfıl” dedim.
“Haberleri sunmaya geldim baba” dedi.Elleri ile yüzünün derisinin titrediğini açıkça görüyordum. Güldüm ve “Ben baba değil Orhan’ım” dedim.
“Beni kandıramazsın baba’’ dedi.
“Hayırdır, neden buraya geldin?” dedim.
“Fena halde canım sıkılıyordu. Ayda’yı özlemiştim, görmek istedim. Sohrab’ının başına ne geldi bilmiyorum. Canım çok sıkılıyordu baba’’ dedi ve gözlerini kısarak, “Ayda’nın kendini yakmış olabileceğine inanmıyor musun?” diye sordu.
“Öyle her şeyi ulu orta yerde konuşma. Kalk gidelim, hem buraya da gelmemeliydin” dedim.
Kahveci Abbas, “Orhan bey, gelmek istediğinde çıkıp gelsin, ne diye çocuğa mani oluyorsun?” dedi.
“İyi de tüm cefasını sonradan ben çekmek zorunda kalıyorum. Ona kalsa dönmez, işte böyle. Her gelişinde almak için onu buraya gelmek zorunda kalan benim” dedim.
“Şimdi nereye gidiyoruz?” diye sordu Aydın.
“Anne, Aydın’ım nerede diye tutturmuş. Kalk yola düş, gidiyoruz. İyi olmadığını biliyorsun, neden daha fazla sıkıyorsun kadını? Bana neden sıkıntı yaratıyorsun?” dedim.
“Nihayet bu deyyuslar, halkımızın ulusal egemenliğini kazanmasına izin vermediler. Anlıyor musun dadaş? Anlıyor musun?” dedi.
“Evet, anlıyorum. Kalk gidelim” dedim ve gittik. O zamanlar sadece otuz yaşındaydı ama şakaklarının etrafı bembeyaz olmuştu. Anne, “Tuhaf değil mi? Bu yaşta biraz anormal değil mi?” diyordu.
Dışarısı alev topuydu ve şehre ulaşana kadar o kadar çok konuşuyordu ki ben bunca şeyi nasıl öğrenmiş diye şaşırıyordum. Olağanüstü bir hafızası vardı, güzel öyküler biliyordu. “Dadaş, bu karlı havada çok keklik olduğunu söylüyorlar. Beraberinde bir çuval getirseydin senin için yüz tane yakalardım” diyordu.
“Ne karı, kar mı var? Kışa daha çok var” dedim.
“Tabii ki var. Sen görmüyorsun. Hem de bir sürü. O tepede” dedi.
“Tamam, olsun, ne yapacaksın onlarla?” dedim.
“Bilmiyorum” diye cevap verdi ve durup güneş batarken eflatuni renge bürünen tepeleri izledi. İyice canımı sıkmaya başlamıştı, hem artık açlıktan karnım zil çalıyordu.
“Uzatma artık, yürü, bak yoksa bir vururum…” dedim. Tek kelime dahi etmedi. Küçücük bir çocuk gibi arkamdan gelmeye başladı. Kahvehane kerpiç ve halsiz haliyle arkamızda kalmıştı.
Hava kör karanlıktı. Kahvede ısınırım umuduyla avundu. Oraya doğru yürüdü, avuçlarını birbirine ovuşturdu, ayaklarını yere vurdu, kollarını ise bağlamak istedi ama tüm bu çabalar boşunaydı. Oysa kendini kahveye atarak sıcak semaverin yanı başında oturup şekerleri yanında iki bardak sıcak çay içebilirdi. Sıcacık yudumlanmış çaydan oldukça haz da alabilirdi ve tüm o soğuk ve yorgunluğu unutabilirdi. Adımını atmasıyla batması bir oluyordu. Kahve kapısının arkasında durdu. Kısık bir sesle, “Enteresan!” diye söylendi. Camlar kırıktı ve kar, kahvehanenin yarısına kadar yükselmişti. Ne semaver vardı ne divan kanepe. Hatta yaşama dair hiçbir iz yoktu. Hiçbir şey yoktu. Kahvehane, akbabaların duvar ve atık kokularını alarak üzerinde yuva yaptıkları terk edilmiş bir gasilhaneyi andırıyordu. Duvarlar isten çizik çizik görünüyordu. Kahvehanenin sonundaki sekinin üzeri baca kurumundan tavana kadar uzanan kara bir lekeye dönüşmüştü. Tavanın sol tarafı nerdeyse çökmüş gibiydi. Semaverin altındaki seki, başında koca bir canlının kemiklerini taşıyor gibi görünüyordu ve sanki yırtıcı hayvanlar, kemikten arta kalanları kapabilmek için bir üst sekide bekliyordu. Belki de kış mevsiminde bir kurt, semaverin başında duran bu hayvanı yavrularının aç gözlerinden kaçırmış ve mutlak bir huzurla üst sekide durarak kemiklerini kemirmişti. Onun için şimdi böylesine törpülenmiş görünüyorlardı.
Etrafına şöyle bir bakındı. Hayır. Civarda leş yiyen hayvanlardan eser yoktu. Başını çevirdi. Peki, öyleyse bunca yolu neden gelmişti? Şimdi ne yapacaktı? Birden bir ses işitti. Sese kulak verdi. Bir şeyler hareket ediyordu. Pürdikkat kesildi. Gelen ses bir hayvan sesiydi. Korka korka, ağır adımlarla kahvehanenin etrafını gezdi. Böylelikle bir atın sesini açıkça işitebiliyordu artık. Tavlanın kapısı cılız bir sesle açıldı, çelimsiz yaşlı adam başında yün şapkasıyla kapının eşiğinde belirdi; eski bir resim tablosu gibi. Orhan gayri ihtiyari başındaki papağı çıkararak elleri arasında sıktı. Ruha benzer bir şeyin ayaklarından yukarıya doğru çıktığını, bedenini sardıktan sonra başından çıkıp gittiğini hissetti. Boğazı düğümlendi, dizlerinin bağı çözüldü, gözleri dondu kaldı. Ve kaldı ta ki yaşlı adam hareket edene kadar. O an kalbinin hızla attığını hissetti.
“Sen kimsin?” diye sordu.
Yaşlı adam: “Bu kar herkesi gafil avlar” dedi.
Orhan ön tarafa doğru bir adım atarak, “Öyleyse adam dokuz canlı olmalı” dedi ve yaşlı adamı baştan aşağı süzdü. Paltosu kısaydı. Ayağında dizlerine kadar sardığı bağcıklı yünlü bir çizme vardı.
Yaşlı adam, “Gördüğün gibi biz geriye kalanlardanız” dedi ve kendini kenara çekti.
Orhan tavlaya girdi. Kapının hemen önünde ayaklarını yere vurdu. Postal ve paltosundaki karlar düştü. “Ateş, ateş yakmadın mı?” diye sordu yaşlı adama. Her tarafa bakışlarını dikti. Karanlıktı ve gübre kokuyordu.
“Yakmadın mı?” diye sordu tekrar.
Yaşlı adam afal afal ona bakıyordu. “Neyle?” diye sordu.
Orhan titriyordu. Ayakları sızlıyordu ve nem, üzerindeki giysilerinin altına kadar sızmıştı. Düşüncelerini güçlükle toplamaya çalışıyordu. “Burası kahvehaneydi, değil mi?” diye sordu.
Yaşlı adam bir eyerin üzerine oturarak, “Bilmiyorum” dedi.
“Evet, burası kahvehaneydi. Fakat Abbas hastalandıktan sonra buranın da fatihasını okudular. Kiracı kimdi?” Etrafına baktı. Tavlanın sonunda yan yana durmuş, başları yem torbasının içinde
previous post
next post