Onikiler | Sermet Muhtar Alus


İçinden “adam aman”lar, “yâr hey”ler yükselen; kıraneteli, zillimaşalı aranağmeler taşan; “yaşa”lar, “var ol”lar kopan hıncahınç kahve, Çeki Rıza’nın Çukurçeşme’deki meşhur semai kahvesi. En ünlü müdavimleri İstanbul’a nam salmış, kanunsuz bir çete: Onikiler. Elebaşı Arap Abdullah… Yıl 1886. Onikiler, İstanbul’un gece hayatının tam içinde… Aynı zamanda paşalar, bürokratlar da onların takıldığı kahvelerin ve eğlence yerlerinin müdavimleri. Onikiler ekseninde İstanbul’un gerçekle kurgu kahramanları harala güreleyle geçen yaşamlarıyla karşımızda… Aşklar, gönül eğlendirmeler, entrikalar, ihanetler, kantocular, ortaoyuncular, genelev patroniçeleri, fahişeler, azgınlar, çapkınlar ve yangınlar; hem gerçek hem de gönül yangınları… Sermet Muhtar Alus’un yazıp resimlediği ve “büyük halk romanı” olarak tanımladığı Onikiler, 1935’te Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiştir. Onikiler, argoya da sıklıkla yer veren zengin dili ve gözlemleriyle bir dönemin sosyal ve siyasal görünümünü de gözler önüne seren bir belge niteliğindedir.

Sermet Muhtar Alus (1887-1952) Gazeteci, yazar ve ressam Alus, İstanbul’da doğdu. Çocukluğu dedesi Âbid Paşa’nın Fatih ve Göztepe’deki konaklarında geçti. Eğitimine özel dersler alarak başladı. Küçük yaşlarda Fransızca ve Almanca öğrendi. İlk gençlik yıllarında Hoca Ali Rıza’dan resim dersleri aldı. 1906’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdi; 1910’da Mekteb-i Hukuk’tan birincilikle mezun oldu. Avrupa’da hukuk doktorası yapma arzusu gerçekleşmeyince Askeri Müze’de göreve başladı. İlk yazıları 1907’de Samiha Necdet takma adıyla Çocuklara Mahsus Gazete’de çıktı. II. Meşrutiyet’ten sonra arkadaşlarıyla kısa ömürlü Elüfürük adlı mizah dergisini çıkardı. Davul’da yazı ve çizgileri yayımlandı. Çeşitli dergilerde Necdet takma adıyla hikâyeler yazdı. 1931’de Akşam gazetesinde düzenli yazmaya başlayan Alus, bir ara Amcabey’in imtiyaz sahibi oldu (1943). Gazetelerde geleneksel İstanbul yaşayışını bütün zenginliğiyle anlatan Sermet Muhtar, yazılarında gözlemlerine, çocukluk ve gençlik anılarına, aile, dost ve arkadaş çevresine yer vermiştir. Arkadaşı Refik Halit, onu büyük bir “İstanbulist” olarak nitelemiştir. Akbaba, Ayda Bir, Aydede, Cumhuriyet, Resimli Tarih Mecmuası, Şair, Tan, Tarih Hazinesi, Vakit, Vatan, Yedigün, Yeni Mecmua, Yeni Sabah’ta romanları ve yazıları yayımlanan Alus, Reşat Ekrem Koçu’nun çıkardığı İstanbul Ansiklopedisi’ne de birçok madde yazmıştır.

İçindekiler

Çukurçeşme’deki Semai Kahvesinde.

Arap Abdullah Kimdi? Şahap’ın Dalgası Neymiş?

Ortaköy’de Yangın

Kabataş’taki Yalıdakiler… Onikiler Kimlerdir?

Asalı Molla’nın Kayıplara Karışmasının,Sonra Kabataş’taki Yalıya Düşmesinin Sebebi

Arap Abdullah, Asalı Molla’nın Ocağına Düşüyor

Arap Düdüğü Çaldı Derken….

Onikiler’in Yine Mostrası Bozuluyor

Onikiler Şimdi de İspir İzzet’in Peşinde

Araya Giren Zincirlikuyu Vakası

Onikiler, Madam Şeşbeşyan’la Dostunun Peşinde

Nihayet Arap Abdullah Muradına Eriyor….

Sunuş

Eski İstanbul hayatını anlatan çalışmalarıyla tanınan yazar, gazeteci ve karikatürist. Sermet Muhtar Alus’un Onikiler romanı, 1935 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş ve uzun bir süre kitaplaştırılmamıştır. Elinizdeki baskı, Cumhuriyet gazetesindeki tefrika temel alınarak yayıma hazırlandı. Alus’un çizdiği ve “S” harfiyle paraf attığı karikatürler de eksiksiz olarak kitaba alındı.

II.Abdülhamit’in saltanat yıllarında geçen romanda, saraydan ve paşalarından himaye gören ve on iki kişiden oluştuğu için de Onikiler denilen meşhur çetenin maceraları ve işledikleri suçlar, kendi jargonları ve argo ağırlıklı söylemleriyle anlatılmaktadır. İstanbul’un özellikle Beyoğlu’nun ara sokaklarında, balozlarında, meyhanelerinde, barlarında ve karakollarında; Surdışı mesirelerinde, Suriçi’nin semai kahvelerinde geçen olayların oyuncuları ise tulumbacılardan, hayat kadınlarından, kantoculardan, paşalardan, zaptiyelerden ve mirasyedilerden oluşmaktadır.

Sermet Muhtar, romanda geçen bazı kişilere, olaylara, mekânlara ve diğer konulara ilişkin, 1935 yılının okuru için gerekli görülebilecek bilgileri dipnotlarda vermişti. Ancak günümüz okuru için bunlar yeterli değildi, o nedenle yeni dipnotlar ekleme ihtiyacı kaçınılmazdı. Dolayısıyla sonradan eklenenlerle karışmaması için Sermet Muhtar’ın dipnotları “yazarın notu” ibaresinin kısaltması “(y. n.)” ile gösterilmiştir. Bu dipnotlarda köşeli parantez içinde verilen açıklamalar ise yayına hazırlayanlar tarafından eklenmiştir.

Onikiler’in önemli bir özelliği, tanıklık edebiyatı denilen yaklaşımla dönemin pek bilinmeyen bir yönünü sayfalara aktarması ise diğer bir özelliği de dilidir. Kitap jargonuyla, argosuyla, sokak dili ve deyimleriyle oldukça zengin bir içeriğe sahiptir.

Sermet Muhtar ve eserleri, bu yönüyle döneminde yeterince incelenmediğinden olsa gerek bazı sözcük ve anlatımlar, erişilebilen kaynaklarda (taranan çeşitli sözlükler, ansiklopediler, yazar ve çalışmaları üzerine yazılan akademik makaleler, araştırmalar) bulunamamış ve galo, Lönbon baba, İlimya kaymağı, kesrail, gaga dilli gibi sözcükler öylece bırakılmıştır. Onikiler’in dili çok eski olmamakla birlikte yine de kullanımdan kalkmış sözcükler, deyimler ve tamlamalar içermektedir. Bu durum, oldukça fazla olan dipnot sayısını daha da artıracağından kitap günümüz Türkçesine uyarlanmıştır.

Ömer Aslan

Çukurçeşme’deki Semai Kahvesinde

Adam aman ya rabir

Her yerim delik deşik, sinemdeki yara bir Yedi kurban keseyim, kavuşursam yâra bir Yâr hey!..

Bu “Yâr hey” bir Denizli horozunun sesi gibi sürekli, boğuk, tatsız, hafifleye hafifleye uzayıp gitti. İki ön dişi kırık, karanlık, tükürüklü bir ağızdan çıkmıştı. Mâniyi söyleyen, arşın suratlı, çökük avurtlu, bir

deri bir kemik, otuz otuz beşlik bir omuzdaştı. Sanki sedye bekliyormuş da hastaneyi boylayacakmış kılıklı, ağrı çekiyormuş gibi halli, bitik bir adam… Altı üstü şahrem şahrem, soluk dudaklarını birbirine yapıştırdı, sesi kesti. Ağzını o kadar sımsıkı kapamıştı ki göğsündeki soluğu, merdiven basamağına benzeyen kuru kemik burnunun kıllı deliklerinden güç çıkıyor, pörsük avurtlarının şişip şişip indiği seziliyordu. “Yâr hey”i çok uzattığı için nefesi yetmemiş, kendini fazla zorladığından kızarmış, daha doğrusu morarmıştı.

Nihayet ağzını açtı, derin derin soluğunu aldı, eski rengi yerine geldi. Sanki sarılık geçiriyormuş gibi, teni baştan aşağı sapsarıydı.

Kıranete, çığırtma, çiftenağra, darbuka, zillimaşa mâni aranağmesini vuruyor, kulakları uğuldatıyordu.

Mumya sarısı benizli, basamak burunlu adam, omuzdan ilikli, pembe basma mintanının önüne bir el attı. Göğsü kapalı, hava girecek nokta yok. Bir kantarlı savurdu.5 Sırtında kartalkanat duran, kol kapaklarının içi mor kadife, düz siyah ceketini, sol omzundan kaydırırken kendini tetik aldı. Koltuğunun altında saldırma varmış da saklıyormuş gibi bir fiyaka kesti. “Çör çöp!” deyip ceketin sağ omzunu aşağı sarkıttı. Vapurdumanı rengindeki sıfır kalıp, Dar Beyoğlu fesini dizinin üstüne koydu.

Çalgıcıların bitişiğinde oturuyordu. Bacağının birini altına almış, öbürünü kenara dayayıp dikmişti. Birden başını öne doğru silkti. Alnındaki, terden yapışık, mısır püskülünün eşi kâkülleri yüzüne düştü. Geriye doğru tekrar silkindi, kâküller yerli yerine gitti. Gözleri kapalı bir iki yutkunup yumruk kadar gırtlağını aşağı yukarı oynattıktan sonra yanındakine, “Ahbap,” dedi, “uzat tabakayı!..”

Biraz evvelki pohpohlar, şimdiki bağırış çığırışlar, bu işte erbap olmayanların, acemi çaylakların, çoluk çocuk takımının şamatasıydı. Köşe bucaktaki yaşını başını almış, görmüş geçirmiş, çalgılı kahvelerde pişmiş eski kurtların kılı bile kımıldamıyordu. Birbirlerine gizliden gizliye kaş göz oynatıyor, dudak büküyor, surat ekşitiyorlardı.

Deminden beri onlarda da şu fısıltı:

“Bu da fos, kulak verme geç!.. Bu biçimine işporta malı mâni derler. Böylesini, veletken cami avlularında kaydırak, çelikçomak oynarken biz de söylerdik. Şu yedi kurbanlı mâniyi benim acuze kaynana da bilir, billahi!..”

“Mâni dediğin, söz temsili ya, turfanda yemişe benzer. Yemiş, ağacında nasıl tomurcuklanır, nasıl yetişip büyürse mâni de tıpkı bunun gibi, evvela söyleyenin sinesinde tomurcuklanacak. O da beyitleri taze taze, körpe körpe, dumanı üstünde olarak gönlünden koparıp etrafa sunacak. Binbir ağızda gevelenmiş, posaya dönmüş mâniler, insana öğürtü veriyor be birader!”

“Mâni dediğin, benden de bir söz temsili istersen, koklanmamış gül gibidir. Onun tadı, keyfi, başkalarının burnu değmeden koklayıştadır. Böylesi, adamı sarar.”

“Mâni var, mânicik var! Ona bakarsan kayıkçı da mâni söyler, balıkçı da, çöpçü de… Elinde maşa, omzunda teneke, tabakhaneye mal toplayan sözümonalar da… Mâniyi, semaiyi, koşmayı söyleyecek herif, adamakıllı arif olacak, âşık olacak. Nâbi misali kelam sarf edecek.”

“Mâni, semai, koşma Bayburtlu Deli Zihni’ye, Dertli İbrahim’e vergiymiş.”

“Kadınnemin kadınnesinin devrindekilere varma! Galatalı Raşid Kaptan’ı, Cibalili Sandıkçı Şakir’i, Kırkçeşmeli Suyolcu İbrahim’i de unutma… Hey gidi dünya hey, hepsi Mevlasına kavuştu.”

“Sen şimdi o tahtalıköydekileri bırak da sağlara gel. Yaylalı Halim Ağa’yı, Deli Hakkı’yı, Ayrancı Hamdi’yi, Onikiler’den Gümrüklü Şahap’ı say!”

“Biz buraya niçin geldik, niçin geliyoruz, a mirim? Bunların yüzü suyu hürmetine değil mi?”

1886 senesindeyiz.

Bu, içinden “adam aman”lar, “yâr hey”ler yükselen; kıraneteli, zillimaşalı aranağmeler taşan; “yaşa”lar, “var ol❞lar kopan hincahınç kahve, Çeki Rıza’nın Çukurçeşme’deki meşhur çalgılı semai kahvesiydi. Yerini tarif edelim:

Direklerarası’ndan Şehzade Camisi’ne doğru gidiyorken sebilin karşısındaki Osman Baba Türbesi’nin köşesinden, Kâzım’ın Fevziye Kıraathanesi’nin önünden sap. Riyaziyeci Vidinli Tevfik Paşa’nın konağının duvarından yürü….. Sağa, Onsekiz Seymenler tarafına gitme, solu tut… Biraz ilerle, sonra kıvrıl. Kırk elli adım ötede, yine sola… Yıkık, alçacık bir duvar gelecek… Önünü dönerken aman dikkat, kendini denk al. Semtin yabancısıysan insan hali bu, dalgınsan hele biraz kafan tütsülü olup sağı solu şaşırmışsan, kuyu gibi bir çukura tepetaklak yuvarlandığın gündür. Burası, harap, yamri yumru, otuz mu kırk mı basamakla inilen bu gayya kuyusu, adıyla sanıyla Çukurçeşme’ydi. Çeşmeyi yine soluna al. Yolu ileri doğru adımla, biraz yürü. Sağda, içinde karınca gibi, duvarci, irgat kaynayan Köhne Han’ın eski kale kapılarını andıran kapısını geç; karşı kaldırımdaki meşhur turşucuyu, Çukurçeşme Hamamı’nı da geç. Köhne Han’ın hizasında, bir ikisi çardaklı sıra kahveler başlar. İşte, o zamanki İstanbul’un semai kahveleri içinde en namlılarından biri, Etyemezli canlı cenazenin3 yedi kurbanlı mâniyi söylediği yer, baştaki kahveydi.

Bir adına da semai kahvesi denilen, o tarihlerde birçok semtte rastlanılan bu kahveler, aynı zamanda civarlarının en ileri tulumbacı kahveleriydi. Ramazanda otuz gece, kışları yalnız cuma geceleri içleri omuz omuza, iğne atsan yere düşmez. Meşhurlarındaki çalgı takımı oldukça cafcaflı: Kıranete, çığırtma, çiftenağra, darbuka, zillimaşa… Külüstürcelerinde kıranete ile çiftenağra eksik. Çalgıcıların oturdukları yer süslü mü süslü. Çıtalardan çardağımsı bir bölme; tavanında yenidünya” denilen allı, yeşilli, mavili karpuzlar; renkli basma, çiçekli yazma, pullu çevreden? askılar; çıtalarda sarmaşık, defne dalları, uçurtma kuyruklarından saçaklar…

 

Benzer İçerikler

Kan Kırmızısı Ayın Altında

yakutlu

Kraliçe’nin Piyonu – Christy English – Online Kitap Oku

yakutlu

Kadının Adı Yok

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy