Kırım, Kırım’daki sosyal, hayat, Sovyet idaresinin muhtelif safhalarıyla ve sürgünle ilgili gözlem, hatıra ve çilelerin romanı.
BİRİNCİ BÖLÜM 1
Hadi, Macik, hadi… küh, küh! Yolun ortasında takatten düşme şimdi. Ortalık kararmadan eve varırsak, aferin diyeceğim sana! Çobana da gitmeyeceksin yarın sabah. Yemin de başının ucunda, suyun da! Hanımlar gibi yat, ye kızım! Hadi, Macik, hadi kızım! Kıymetlendin sen artık. Şaka mı, karnına danacık koydu Rum boğası. İkilendin sen artık. Allah vere de babasına benzese yavrun! Etrafın köylüleri, ineklerini Rum köyüne götüreceklerine, bizim ahıra getirsinler. Senin yavrun, köy ineklerinin karnını şişirsin, benim de cebimi. Hadi Macik, hadi kızım, küh, küh… Rumun dört boğası var; ama Rum kafası; ne dersen de! Hayvanın orasından bile para çıkarır kâfirler. Saray gibi bir ev kurdu kendine. Nerden aldı parayı, dersen söyleyeyim sana: Boğadan! Boğadan, vesselam! Sense tütün yaprakları arasında terle oğlum, terle! Tarladan, bağdan gelen paranın tadı başkadır, başka! Yorgun argın sete uzanırsın, malını mahsulünü düşünür; rüyanda tarlanı, bağını, bostanını görürsün. Toprağın yoksa ne görürsün? Boğanın kuyruğunu! Tüh, aptal harcı bu Bekir, yaraşmaz sana! Hadi, Macik, hadi, hadi kızım, karanlık basmadan varalım eve… Hadi, küh, küh!
Rum köyü evlerinin kırmızı teneke damları, çoktandır, şosenin üstüne amfiteatr gibi kat kat dağlara doğru yükselen yeşil bağlar gerisinde kalmıştı. Şosenin sağ yanında da, birbirlerinden taş duvarlarla ayrılmış, uzunlamasına bağlar; kocaman basamaklar gibi, tâ Karadeniz’in pırıltılı sularına kadar iniyordu. Gök, yüksek ve maviydi. Güneş, tam da Roman Koş’un üstünde duruyor, parlak ışınlan Gurzufun sakin sularında titreşiyor, aşağıda kimsesiz evleri, çıplak tepeleri, derin dereleri, uçurumları, yeşil bağlan, tütün tarlalarını, bahçeleri, çayırlan, kuru dereler içinde parıldayan ince su sicimlerini ışıldatıyordu.
Bekir, şosede, ineğinin arkasında, hayvanı yormamak için ağır adımlarla köyüne dönüyordu. Bir iki saatte bir, uzaklardan yolun tozdumanını kaldırarak, şoseyi eni konu örten ağaçların altından, bir otomobil görünüyordu. O zaman Bekir, ineğini yolun kenarına çekiyor, sabırla otomobili bekliyor, otomobilden ürkmesin diye ineğin boynuna sarılıyor, başını okşuyor, kulağına tatlı sözler söylüyordu:
Korkma kızım, korkma! diyordu. Yarın seni çobana yollamayacağım, Ayşe bakacak sana. Korkma, Macik, korkma!
Otomobil geçip gidiyordu. Geride havaya yükselen tozduman, yavaş yavaş, inceliyor, bir sis örtüsü gibi şose kenarında, taş, duvardan sarkan yaban üzümlerine, incir yapraklarına iniyordu.
Tütün zamanıydı. Köylüler, Kızıltaş’ın tütün tarlalanndaydılar; Bekir’in gözüne kimseler ilişmiyordu.
Bekir, GurzuFun üstünde Memiş’in bayırına çıktı. Köyü, buradan, daha dört kilometre çekiyordu. Ama dirseği geçince artık kendini köyünde hissetti. Ayı Dağı ile yayla arasındaki geniş geçitten serin bir rüzgâr esmeye başlamıştı.
Bekir, şose kenarına kadar gitti, ineğini taş duvardan sarkan incir dalına bağladı, yanıbaşındaki taşa çöktü. Geçitten esen hoş serinliği içine doldurmak ister gibi, gömleğinin düğmelerini çözdü; kahverengi, kuzu derisi kalpağını arkaya attı. Solda yükselen dağların sırtındaki yaylalara, Ayı Dağ’ın eteklerine, Karadeniz’in sessiz yalılarına bir göz attı. İçinin bütün duygularını dile getirmek ister gibi: “Mübarek topraklar, mübarek topraklar!” dedi.
Kırım’ın burası çok güzeldi. Solda, dağların üstünde yayla, tavlı bir beygir sırtı gibi temiz ve parlaktı. Aşagıda, koyun gerisinde, tütün aranlarına kadar inen koyu yeşil, cı lız çamlıklar, kadife yamaçlarla örtülü dağların, derisi yüzülmüş hayvan eti renginde çıplak yerleri, ışıklar altında yanıyordu. Daha aşağıda; uçurumları al, beyaz, sarı, kırmızı renklere bürünmüş Gelinkaya ile, ondan epeyce uzakta, kurşun rengi yazkış hiç değişmeyen Topkaya; birbirlerine bakarak sessizsakin, dertlerini söyleşiyorlardı. Topkaya’nın derdi, Gelinkaya’nın kinden daha büyük, daha derin gibiydi. Göğün kimbilir neresinden kopmuş bir bulut parçası, her akşam gelir, Topkaya’yi sarardı. Esen rüzgârlar Topkaya’ya çıkmaz, onun sessizliğini bozmazlardı. Rüzgârlar, sadece Ayı Dağ’la yaylaların arasındaki geçitten geçer, Kızıltaş bahçelerindeki elma, armut, kayısı, şeftali, hurma ağaçlarını, tütün tarlalarındaki tarhları tarar, her yerden bir tat, bir hoş koku alarak Roman Koş’un eteklerine gidip yatarlardı…
Bekir bir hayli oturdu, hoş kokulu rüzgârla serinledi, bir sigara sardı. Çok uzaklarda, yeşil tütün tarlaları içinde, başları kırmızı, beyaz, sarı yağlıklarla bağlı, çalışan kızlara baktı. Sonra ayağa kalkarak, incir dalından, ineğinin ipini çözdü: “Yolcu yolunda gerek!” deyip yine yürümeye başladı.
Yine Rum’un boğasını hatırladı, Rum’un evini gözünün önüne getirdi. “İneğin yavrusu, erkek mi olursa daha iyi, yoksa dişi mi?” diye düşünceye daldı. Bütün varlığıyla toprağına bağlı olan Bekir, Rum’un, topraksızbağsız, birkaç boğa ile zengin oluşuna şaşıyordu. “Rum’un boğası da boğa haa!” diyor, kendi ineği de boğa yavrulasın istiyordu.
Hayvan bazan yolun ortasında duruyordu. Ayna gibi sönük, iri gözleriyle Bekir’e bakıyordu. Bekir, hayvanın boynunu, başını okşuyor: “Hadi Macik, götüreyim seni eve, hadi…” diyerek ineğini dehliyordu.
Boğa yavrularsan boynuna boncuklar takacağım; çobana da göndermeyeceğim, kendim bakacağını. Hadi kızım, bizim Esma karı da sevinecek seni görünce. Hadi Macik, küh, küh… Yavrun, Rum’un boğası gibi boğa olsun. Köylüler ineklerini Rum köyüne götüreceklerine bizim ahıra getirsinler. Yavrun, köy ineklerinin karnını şişirsin, benim de cebimi… Ama Allah’ın işine karışılmaz: Boğa dersin, inek çıkar, inek dersin boğa; bilinmez hiç! On beş sene ev velisi oğlan olsun diye can atardım; sonunda ne oldu, kız oldu. Kabahat kimde? Ne bende, ne de Esma’da. Allah’ın isteği kız imiş, kız çıktı. Eh, ne çare! Hadi Macik, hadi kızım, küh küh! Oğlan olsun, kız olsun e!iayağı düz olsun! Rum, boğadan zengin oldu diye Allah’a, bana da boğa ver, deyip emredemezsin ya! Hadi Macik, hadi kızım…
Köyün üstünde ilk tütün aranları göründü. Aranlara çıkan, iki yanı da taş duvarla çevrili, yer yer çalı çırpı örtülü yollarda, sağlı sollu kocaman sepetler taşıyan eşeklerin, atların arkalarından sahipleri geliyor; bazıları sallana sallana aranlara çıkıyor, bazıları da aranlardan yeşil tütün tarlalarına iniyordu.
İşler en kızgın çağındaydı. Demet zamanlarında olduğu gibi, aranlarda, tütün yapraklarına ip geçiren kadınların, kızların, tahta aranların önünde uzun sırıklara tütün sicimleri bağlayan gençlerin, ihtiyarların şarkıları, bu sıra pek işitilmiyordu.
Bekir, şosenin kenarında asker gibi sıralanmış, uzun, sessiz servilerin gölgelerini geride bıraktı; biraz bayıra yukarı çıktı, elini gözlerine siper etti; aranların önünde çalışanlara, dağların üstüne gelmiş, sıcağı yavaş yavaş eksilen güneşe baktı.
Güneş akşamın yolunu tuttu, ben de bütün gün bu ineğin kuyruğunu… Bağlandım, kaldım. Bakalım, bizim aranlarda ne oldu bugün…
Adımlarını sıklaştırdı. Şimdi tarlasında yatan tütünü düşünüyordu.
Allah verdi bu havayı bize. Bir iki hafta içinde tütününü tarlandan kaldıramazsan işin dumandır. Bekir, duman! Yine gidip komşuya yalvaracaksın. Evde bir karı var, bir kız; ikisi de hamarat, ama gene de komşusuz başa çıkamayacaksın. Komşu, komşunun tütününe muhtaçtır, derler. Tam yerinde, zamanında söyledin bu lâfı. Bizim Ayşe büyüdü diye çoban SeydAli’nin oğullları utanırlar gelmeye… Ben bu akşam gene de SeydAli’ye bir başvurayım. Ama niçin utansınlar? Kendimiz için doğurmadık ya, vereceğiz birisine…
Ama bu düşüncelerine kendi de pek inanmıyor; evini, hayatını Ayşe’siz düşünemiyordu. Biricik kızıydı Ayşe; babası için on beşinde değil, ancak beş yaşında bir kızcağızdı Ayşe! Bekir, içini çekti:
Allah, tek bir tane verdi bize… Hadi Macik, hadi… Çokun derdi çok olur, azın derdi daha çok olur. Hadi kızım, hadi!.
Artık aranlara, güneşe, yollardan inen eşeklere bakmıyordu. Kızı Ayşe’sinin on beşini doldurduğunu henüz şimdi anlamış gibi; kızının boyunu boşunu, güzelliğini gözlerinin önüne getiriyor, günün birinde ansızın isteneceğini düşündükçe ürperiyordu. “Güzel olmasına güzel, ama güzelin talihi çirkin olur!” diye mırıldandı.
Güneş, uzun günün işini bitirmiş gibi ağır ve yorgun bir tembellikle yaylaya iniyordu. Yükseklerde, aranların önünde sırık bağlayanlar, eşeklerden, atlardan tütün yükleri boşaltanlar, aranlardaki işlerini bitirmişlerdi. Akşam serinliğinden faydalanarak bostanlarını sulamak için, çapalarıyla sulan kesen insanlar, kadınlar, genç kızlar, daha canlı ve yüksek seslerle konuşuyorlardı.
Solda, üzeri çalı çırpıyla hemen tamamen örtülü, dar bir yoldan bir eşek çıktı. Yolunu bilirmiş gibi şoseye geçip aşağıda tarla yoluna saptı.
Bekir durdu, eşeğin çalılardan çıkacak sahibini bekledi; ama dar yoldan kimseler çıkmıyordu. Seslendi.
Sen misin, Enver?
Benim, Bekir Ağa!
Kimindir bu eşek?
Benim.
Çalıların altından Battal’ın Enver çıktı.
Bu senin eşek yolu biliyor ama dikkat et! Karşıdaki dirsekten aftanabil çıkarsa kalırsın eşeksiz.
Su döküyorum da.. Dur dedim durmaz, gider gelir kendi başına! Hayrola, inek mi hasta?
Yok, Rum köyüne boğaya götürdüm.
Rum köyüne mi? Ha!
Pahalıymış Rum boğasının hizmeti.
Yirmi kuruş. Üstüne de bir sepet elma, armut.
Vay kâfir, amma da yolmuş seni ha!
Boğanın orasından zengin oluyorlar, ne yaparsın!
Neden Recep’in boğasına götürmedin?
Çok sorma ulan! Neden senin Emine başkasına varmadı da sana vardı? Bu hayvanın da cam Rum boğasım çekti işte!
Genç, esmer, pehlivan yapılı Enver, başını arkaya attı, parlak dişleriyle güldü:
Allah vere de boğa yavrulasa.
Allah’ın işi bu; karışılmaz. İnek dersin boğa çıkar, boğa dersin inek. Bizim elimizde ne var? Allah’ın emriyle olur her şey. On beş sene evvelisi oğlan olsun diye can atardım, ama kız çıktı. Gene de dua etmeliyiz. Tanrı dinler, dinler, sonra kesip biçer, nasıl doğru görürse öyle yapar; onun
emri…
Battal’m Enver, akpak dişleriyle gülerek, Bekir
Ağa’yı dinliyordu. Aşağıda, tütün tarlasının içindeki patikada eşeği, şoseden epeyce uzaklaşmıştı. İnek de, Bekir Ağa’nın lâkırdısının bir hayli uzayacağını sezinlemiş gibi yolun kenarında, kafasını çalıların altına sokmuş, taze ot yiyordu.
Bekir, Enver’in geniş, sağlam omuzlarına, erkek ellerine baktı; kıskanmış gibi içini çekti:
Bize de oğlan lâzımdı, ama olmadı işte! dedi. Enver, Bekir Ağa’nın gönlünü yapmak ister gibi, cevap verdi:
Oğlan işe yarar, doğru! Ama kız da evi donatır, Bekir Ağa!
Öyle, kapağını bulana kadar donatır. Sonra kim donatır? işte onun da zamanı geliyor.
Enver, birkaç gündür gönlünde taşıdığı gizli meseleyi Bekir Ağa’ya açmak için fırsat bulduğuna sevindi:
On beşini doldurdu galiba! dedi.
Bekir, tasdik edecek, evet diyecekti, ama boğazında kırıldı:
Öyle… galiba öyle. Pek bilmem ya. Ya on dört, ya on beş. Yoksa on üç mü desem? Bilmem doğrusu, körpe fidan daha…
Sonra, birdenbire, Enver’in, Ayşe’sinin yaşını soruşunda bir şeyden şüphelenmiş gibi: “Bizim Ayşe’nin yaşından sana ne?” dedi. “Yaşı at pazarında sorarlar.” Sonra lâkırdıyı başka yana çevirdi:
Bu Pahalıymış Rum boğasının hizmeti.
Yirmi kuruş. Üstüne de bir sepet elma, armut.
Vay kâfir, amma da yolmuş seni ha!
Boğanın orasından zengin oluyorlar, ne yaparsın!
Neden Recep’in boğasına götürmedin?
Çok sorma ulan! Neden senin Emine başkasına varmadı da sana vardı? Bu hayvanın da cam Rum boğasım çekti işte!
Genç, esmer, pehlivan yapılı Enver, başını arkaya attı, parlak dişleriyle güldü:
Allah vere de boğa yavrulasa.
Allah’ın işi bu; karışılmaz. İnek dersin boğa çıkar, boğa dersin inek. Bizim elimizde ne var? Allah’ın emriyle olur her şey. On beş sene evvelisi oğlan olsun diye can atardım, ama kız çıktı. Gene de dua etmeliyiz. Tanrı dinler, dinler, sonra kesip biçer, nasıl doğru görürse öyle yapar; onun
emri…
Battal’m Enver, akpak dişleriyle gülerek, Bekir
Ağa’yı dinliyordu. Aşağıda, tütün tarlasının içindeki patikada eşeği, şoseden epeyce uzaklaşmıştı. İnek de, Bekir Ağa’nın lâkırdısının bir hayli uzayacağını sezinlemiş gibi yolun kenarında, kafasını çalıların altına sokmuş, taze ot yiyordu.
Bekir, Enver’in geniş, sağlam omuzlarına, erkek ellerine baktı; kıskanmış gibi içini çekti:
Bize de oğlan lâzımdı, ama olmadı işte! dedi. Enver, Bekir Ağa’nın gönlünü yapmak ister gibi, cevap verdi:
Oğlan işe yarar, doğru! Ama kız da evi donatır, Bekir Ağa!
Öyle, kapağını bulana kadar donatır. Sonra kim donatır? işte onun da zamanı geliyor.
Enver, birkaç gündür gönlünde taşıdığı gizli meseleyi Bekir Ağa’ya açmak için fırsat bulduğuna sevindi:
On beşini doldurdu galiba! dedi.
Bekir, tasdik edecek, evet diyecekti, ama boğazında kırıldı:
gün bizim aranlara çıktın mı hiç? Allah hava verdi, şu bir iki hafta içinde tütünleri kaldıramazsak işimiz dumandır. Eskiden sakallı kazaklar gelir, köylerde iş ararlardı. Şimdi onlar da görünmüyorlar, battılar mı acaba?
Enver, aydınlık dişleriyle tekrar güldü:
Balaydılar keşke. Allah’a şükür, bizim köy bu zamana kadar temiz kaldı. Alma Rus’u yanına, alırsın belâ, Bekir Ağa!
Öyle!
Bu sabah çoban SeydAli’nin üç oğlu, sizin aranlardan tarafa gidiyorlardı.
Öyle mi?
Hayli zamandır, büyük oğlan Remzi, Esma yengenin gözüne girmek istiyor.
Sen dedikoduya kulak verme, Enver!
Ne çıkar? On beşini buldu, ağlaya ağlaya gidecek, bulsun kendine bir yuva. Çoban SeydAli’lerin yuvası fena mı sanki? Remzi de meşe ağacı gibi sağlam, namuslu bir oğlan…
SeydAli’lerin yuvasına sözüm yok. Ama bunun dillerde gezmesini istemem. Garip kuşun yuvasını Allah yapar.
Batların Enver utandı. Bunu, şimdi işlerin kızıştığı şu sırada konuşmanın yersiz olduğunu ansızın anlamıştı. Ama başladığı lâkırdıyı da yarıda bırakmak istemiyordu.
Dillerde değil, Bekir Ağa! dedi. Dillerde değil… Bilirsin ki, SeydAli’ler bize akraba olurlar. Eh, Remzi oğlan da bana söyledi derdini. Ayıp mı?
Ayıp ya! Sen kendine bir karı buldun mu ki kalkarsın elâlemi evlendirmeye?
Hey kızma Bekir Ağa, bu küçük söze. Ben kimseyi evlendirmeye kalkmadım. Oğlan derdini bana söyledi, ben de sana söylüyorum. Damadı Samsun’dan getirtecek değilsin ya! Vereceksin köyün içinden birine…
Kime verirsem veririm, belki de hiç vermem. Kız benim, mal benim, hak benim, sana ne? Evindeysen otur sete rahat rahat, bak karına; tarladaysan bak eşeğinin kuyruğuna. Benim işime karışma. Küçük söz ha? Sinek de küçük ama mide bulandırır.
Enver sustu, ama Bekir Ağa’ya darılmadı. Bu meseleyi Bekir Ağa ile konuşmaya ne yaşı müsaitti, ne de zaman. Ama Ayşe’nin de Remz’yi sevdiğini, Remzi’den başkasını istemediğini biliyordu. Fakat Ayşe bunu babasına söyleyemezdi, sırrıydı bu onun. Bu sırrı Bekir’e açsa açsa annesi Esma açabilirdi
Enver, bu işin eninde sonunda akrabası Remzi’nin lehine biteceğinden eminmiş gibi güldü:
Neyse, genciz, kusura bakma, Bekir Ağa! Yavaş yavaş sırayı da öğreniriz, sırrı da.
Sırın mırın yok. Sırdaş aramak, sırrı yaymak içindir. Bu lâfı bir başkasının ağzından duyarsam gözünüzü patlatırım. Hem senin, hem Remzi’nin…
Vay, vay!
Bakalım o zaman vay vay diyebilir misin? Hadi, git eşeğine. Kızdırdın beni…
Bekir Ağa, sahiden de kızmıştı. Adımlarını açarak ineğine gitti, iki eliyle ineğin boynuzlarından tuttu, çekti, hayvanı şoseye götürmek istedi. Ama inek, başını yeşil otlardan ayıramıyordu.
Bekir, sinirli, titreyen elleriyle ipi hayvanın boynuzlarına geçirdi, şoseye giderek bağırmaya başladı:
Küh, kih… Haspa seni! Çatlayıncaya kadar yiyecek değilsin ya! Hadi, kaldır başını o otlardan… Küh! Kahpe…
Etrafına bakındı, sinirli gözleriyle Enver’i aradı. Ama Enver yoktu. İneğini çeke çeke yolun öbür tarafına gitti, tütün tarlasına baktı. Tarla yolunda iri iri adımlarıyla genç Enver, eşeğine doğru gidiyordu.
Zamane insanları bunlar! diye mırıldandı Bekir. Di ne def imana da, köye de, millete de hayırları yok! Bir kızımız var, ona da göz koydular artık… Kız da daha fidan, ağzı süt kokar daha… Hadi Macik, hadi… Öyle ya! Ben Rum köyünde boğada, ben ormanda; tilkiler de bizim aranda. Ne sandındı Bekir? Evde bir karı var, bir kız! Çoban SeydAli’nin evlâdan bizim aranlarda Ayşe’nin izinde koklanıyorlar; ne sandındı Bekir? Köpeksiz eve tilki kolay girer…
Güneş, kıpkırmızı, kandan bir sini gibi yaylaların ardına iniyor, esmer göğün altında denizin mavisi morlaşıyordu. Gün boyu Topkaya’yı sarmış beyaz bulut kuşağı yavaş yavaş İnceliyor; bir örtü gibi alçaklara, derelere, gittikçe kararan bağların duvarları altına çöküp yerleşiyordu. Akşamı selâmlayarak uzaklarda su birikintilerinde, kamışlıklarda, eski yıkık kuyuların yanında viyaklaşıyordu kurbağalar.
Ufukların rengi sönüyor; ince, yeşilli mor renkte bez perdeler gerisinde yanan lâmbalar gibi, orada burada yıldızlar parlıyordu. Gün boyu güneşin sıcağından gökleri bırakmış bulutlar, şimdi parça parça birbirlerine tutunarak göğe yükseliyor, sonra birbirlerinden koparak beyaz, kıvırcık kuzu derileri gibi göğü ve akşamı süslüyorlardı. Derelerde sular, tepelerde serin yeller, yollarda sessiz bekçiler gibi uzun serviler canlanıp sallanıyor; yer ve gök hayattan, insanlardan kurtulmuş, nefes alıyordu.
Hoştu akşamlar; akşamlarda insanları kendine çeken, dertleri, yorgunlukları, kasvetleri unutturan bir kuvvet, tatlı bir boşluk vardı; akşamlar gecenin gözleri gibiydi; her yeri görüyor, her yere uzanıyor, her yere dalıyorlardı.
Şimdi her şey akşama teslim oluyordu. Yalnız, insanlar, akşama sırtlarını çeviriyorlardı. Onlar gündüzün ve güneşin, sıcağın ve soğuğun, karın ve ayazın, yağmurun ve rüzgârın çocuklarıydılar. Toprağı görmek istiyor, binlerce yıldan beri bu toprağı görerek, toprağa basarak, elleriyle toprağı tutarak yaşıyorlardı.
Toprak onları kırıp eziyor, onlara binbir türlü meşakkatler çektiriyor, onları öldürüyor, ama onlar gene de her şeyden çok, kendilerinden çok toprağı seviyorlardı. Onları