Ahmet Günbay Yıldız’ın “Orada da Yıldızlar Kayar mı?” adlı yeni romanı, her istediğini elde edebilen, varlıklı bir ailenin kızı Leyla’nın; hayatın anlamını bulma yolculuğunda yaşadıklarını buluşturuyor okurla… Üniversite’den arkadaşı Çağrı’nın hayata dair tuttuğu notları Leyla ile paylaşmasıyla başlayan bu yolculuk; Çağrı’nın beklenmedik bir şekilde ortadan kayboluşu, akabinde Leyla’nın yaşadığı derin boşluk ve yaralarını sarma sürecinde hayatına giren yeni yüzlerle yaşadığı ilişkiler çerçevesinde sürükleyici bir öyküye dönüşüyor.
“Korkunç bir yağmura tutulmuştu Leyla… Hiç beklemediği anda kurduğu sarayı, acımasızca çökerten, hoyrat selleri oluşturan ve önüne gelen her şeyi yıkıp talan eden, o yağmurun azgın sellerinin önüne katılan eski malzemelerini seyrederken sarayını yeniden başka malzemelerle kurabilmenin çırpınışları içindeydi günlerdir…”
İstanbul’a benziyordu karakteri… İstanbul’a, Boğaz’ın kucağına yakamozlu bir gecede gözlerini açmıştı. Sulann yakamozlaşmasmı andınrdı bakışları bu yüzden. Derin, anlamlı ve silinmeyen izler bırakırdı insanın ruhunda, masum ve içine kapalı gibi dalan gözler.
Mizacı, kendisine güven duyuşu ve kabulleri, her haliyle bir İstanbul iklimini andırır; İstanbul akşamlarının poyrazlarla cil-veleşen o gizemli ışık oyunlarım hatırlatırdı çehresi. Yanardöner, sihirli bir tablo hüviyetine bürünür bu yüzden mimikleri. Yüz ifadesine dökülen figürler, bakış dili kadar, gizemli ve kolay anlaşılamayandı. Tebessümleriyle, burukluklarıyla, kabaran sularının öfkelenişiyle ve alınganlıklarıyla o İstanbul benzeri bir kızdı. Hiç beklenilmedik anlarda ruh iklimindeki zamansız değişikliklerin çelişkili havasına kapılır ve anlık duyguları, arzularını renklendirirdi bakışlarındaki ifadelerde…
Herkesin hayranlıkla seyrettiği, muhteşem yalının içinde o arzularının akışına göre büyütülmüş tek çocuğuydu ailenin. Baba ve annenin gözlerinin içine baka baka büyüttüğü, dadısının hizmetine amade olduğu için çok farklıydı o.Deniz, bir o kadar görkemli ve geniş bahçesi, hiçbir kalemin resmedemeyecegi kadar ihtişamlı bir manzara arz ediyordu büyüdüğü mekânlarda Gülü, laleyi, nergisi, karanfilleri, zambakları ve daha nice çiçeklerin renk cümbüşünde buluştuğu bahçenin etrafı, yüksek duvarlarla çevrilmişti. Duvarların kenarlarında boy veren iğde ağaçlarının, hanımellerinin kokusu müjdelerdi önce o mekânda baharları… Osmanlı mimarisinin objesi gibi bir kenarda duran çardağın temelinden çatısına kadar sarmalayan asmaların, mevsiminde erguvanları kızartan güneşin şedit pırıltılarına nispet edercesine, salkımlarını mücevher avizeler gibi göz kamaştıran terkipleriyle asardı dallarına bahar.
Leyla’nın içinde yaşadığı yalı, insana sahte bir cennet bahçesinde bulunuşunun daüssıla hissiliğini verirdi daha çok. Boğazın efsane suları, dalgaların romantik figürlerle musikileşmesi, bol yıldızlı, dolunaylı gecelerde suların yakamozlaşması, dev yük gemilerinin ve vapurların hülyaları, bazen ûrpertili düdük sinyalleri, münzevi bir alış verişin içinde yaşatırdı bazen onu.
Arkadaşlarından çoğunun hülyalarının ulaşamadığı bir yaşam tarzı vardı Leyla’nın. Üniversiteyi daha bu yıl bitirmişti. Henüz yirmi iki yaşındaydı.
Paşa dedelerinden miras kalan yalı, sıra dışı harcamalar, lüks araba, sınırsız denilecek kadar geniş bir hürriyet, bir anne şefkati kadar kendisine ram olan bir dadı bile; son günlerde Leyla’nın ruhunda oluşan boğuntularını önlemeye yetmemişti…
Tedirgin, vehimlerle dolu yapısıyla, mutluluğunu yaşayamayan bir kızdı Leyla. Belki de, onun bütün avantajlarım dezavantaj konumuna getiren en büyük etken, arzularına emek vermeden kavuşabilme duygusuydu.
Zengin bir ailenin tek çocuğu oluşu, istediği imkânların anında yanı başında bulunuşu hayatta hasret duyabileceği, hayal kurabileceği boşlukları hissedilir biçimde azaltmıştı. Hayatı bir anlamda sevimsiz ve anlamsız kılmaya başlamıştı imkânları…
Dedesi, annesi ve babası, hatta arkadaşlarının bile onu hep el üstünde tutmaları, ruh iklimlerinde “Etrafında dönen her şey sahte, tek gerçek sensin” imgesini uyandırmıştı belki de…Baba Cezmi Bey, tıbbi malzemelerin ithali üzerine çalışan bir iş adamıydı. O, piyasanın en popüler isimlerinden birisiydi. Her şeyi vardı. Ama son günlerde yalıda yaşayanların yüzlerinin güldüğü pek söylenilemezdi. Leyla iç dünyasına kapanmıştı; odasına giriyor, saatlerce çıkmıyordu. Dadısı, baba ve annesi seferber olmuşlardı Leyla için. Ne yaptılarsa çözememişlerdi Leyla’yı. Üzüntüler onda, her geçen gün biraz daha fazlalaşmış, heyecanlan artık tedirginlik veren boyutlara ulaşmıştı. Genç kız iç dünyasına kapanmıştı. Daha fenası, ser vermiş, sır vermemişti. Duygu ve tavırlarında biçimsel bir bozukluğun varlığını sezmekteydi ailesi.
Her arzusu yerine gelmiş bir kızdı. Hayatında tartışacak fazla bir şey bulamıyordu. Yaşayacak ihtirasları ve hırslan, hatta fazla hazları yoktu onun başkalarına göre. Hasreti, özentisi, hatta ideali yoktu Leyla’nın… O nazlı bir kraliçeydi sadece. Her imkânı emeksiz, eziyetsiz yanında buluşu, renklerini korkunç bir şekilde silmişti dünyasının. Bu hayat çok monoton, sevimsiz ve hatta çok basit gelmeye başlamıştı ona son günlerde.
Oysa kendi dünyasından çok farklı bir dünya vardı dışarıda. Sokaklar, caddeler, ekranlar, sıkıntılı değişken bir dünyanın acımasızlıklan ile doluydu. Kavgalar, gürültüler, kaypak zeminlerde güreşenler, ayakta durabilmek için çırpınanlar, evleri ve ocakları olmayan insanlar, bir lokma ekmek için hırsızlık yapanlar, hayat kavgası verenlerle dolup taşan modellerin sahne aldığı bir dünya vardı önünde.
Leyla bu sahnenin içinde, kafasında oluşan gerçeklerle, ölçüleri hiç tutmayan farklılıkları yaşıyordu. Derdi olmayanlar da bazen dertsizliklerini dert ederek yaşarlardı. Leyla da dış yansı-malanyla onlardan birisiydi.
Etrafındakileri, arkadaşlarını ve daha çok kalbinde ve beyninde iz bırakanları sorgulamaya çalışıyordu, içine kapalı dünyasında. Kendisiyle arasında uçurumlar oluşturan yakınlarının, akrabalarının davranışlarını, babasının, annesinin şefkatini bile mercek altına almıştı.
Vicdan azabına eş, sıkıntı duyduğu hadiseler vardı hayatında. Onları zaman zaman kurduğu tarafsız mahkemede yargılamaya çalışıyordu.
Neler oluyordu dünyasında? Ayrıntılarını açamıyordu ne yapsa. Karışık bir yumak halindeydi her şey Asıl fırtınalar gönül dünyasında kopmaya başlamıştı. Üzerine düşen bakışların anlamını, beden dillerinin ruh haline yansımalarını ve dahası bencil düşüncelerin insanlara kurdurduğu cümlelerin beyinlerindekinden çok farklı oluşlarım seziyor ve bu sebeple de çok rahatsızlık duyuyordu.
Enes… Lise yıllarından arkadaşıydı. Güven, komşularının çocuğuydu ve onunla birlikte büyümüşlerdi. Çağrı! Üniversitedeyken tanımışlardı şu günlerde yüksek lisans yapan, ailesinden uzaklarda, İstanbul’da tuttuğu bir bekâr evinde kalan, aynca hayatını kendisi kazanarak geçimini sağlamak zorunda olan bir delikanlıydı.
Leyla, az yiyor, az uyuyor ve çok az konuşuyordu son günlerde. Kararsızlık içindeki düşünceleri onu bunaltacak hale getirmişti. Dış dünyayı âdeta unutmuştu. Arabasına binmemiş, yalının ikinci katındaki boğaz manzaralı odasının cumbasına dahi çıkmamıştı. Pencerenin kenannda oturuyor, gözlerini denizin gizemli manzaralarına kilitleyip baygın bakışların eşliğinde derin düşüncelere dalıp gidiyordu.
O, bazen sadece bakıyor gibi görünse bile sanki görmüyor ve duymuyordu. Âdeta düşüncesindeki çelişkilerin düş bozukluklarını yaşıyordu.
Yine odasına kapanmıştı ve Galatasaray Lisesi son sınıftaki günlerinden bir kesiti çağırmıştı hafızası. O gün ruhunda iz bırakan günlerden birisiydi. Boğazdan yolcu vapurları geçiyor, yük taşıyan yabancı gemilerden birisi köpürtüyordu boğazın sularını. Martılar şamata kopararak dönüyorlardı suların üzerinde. Balıkçı gözden kayboluyordu uzak mesafelerde.
Benzine grilikler düşüyordu. Düşüncelerini o ana taşımaya çalışırken yakın bir akşamın, alevden meşalelerinin tutuştuğu ufuklara kilitliyordu bakışlarını. Yıllar öncesinden hafızasında unutulmazların arasına işlediği o çocuğun buruk hikâyesindeydi düşüncesi.
Enes! Galatasaray Lisesi son sınıf öğrencisiydi- Onunla aynı sınıftaydılar. Çocukluk yıllarından beri aynı sokakta, hatta aynı sınıflarda yine birlikte okuduğu bir arkadaşı daha vardı. Güven! Güven, ilkokul sıralarından beri Leyla’dan hiç ayrılmamıştı. Babalan aynı sınıflarda okumalarını sağlamış, okula aynı araçla gidip gelmeleri bile büyükleri tarafından ayarlanmıştı. Oyunları, okulları, sınıfları, gezmeleri bile çoğu zaman birlikteydi. Güvenle Leyla aynı sırayı paylaşıyorlardı sınıfta bile. Enes ise Leyla’nın sağ kolu hizasına düşen paralel masada oturuyordu.
Ders fizikti ve sınıf yazılı sınavımdaydı. Enes sınavla fazla ilgilenmiyordu nedense… Hazırladığı bir mektup vardı yanında.
Mektubu Leyla’ya verebilmenin fırsatım kollamış, hiçbir derste yakalayamamıştı bu fırsatı.
Kaçamak bakışlarla hep Leyla’yı gözetliyordu. Herkes dikkatini yazılı kâğıdının üzerinde yoğunlaştırmıştı. Neden sonra beklediği o fırsatı kendi düşüncelerine göre yakalamıştı. Masasının çekmecesinde duran mektubunu usulca çekip sol kolu hizasında oturan Leyla’nın yazılı kâğıdının altına itip önüne dönmeyi başarmıştı. Hocanın dikkatini çekebilecek ölçüde bir fısıltı yayılıyordu arkasındaki masadan.
Leyla fena öfkelenmişti yazılı kâğıdının altına el çabuklu-ğuyla ve saygısızca sürülen mektubu fark edince. Bu azarcı ses, koyu bir sessizliğin içinde velvele koparmıştı sanki.
Hoca, sesin yayıldığı noktaya dikmişti gözlerini. Az önceki sessizliği ihlal eden talebeyi teşhis etmiş ve onun başı ucuna dikilip kalmıştı hoca:
– Sen ne yaptığım sanıyorsun küstah! Sınıfta herkesin gözleri üzerindeydi.
Enes utanıp sıranın üzerine indirmişti bakışlarını ve hareketsiz hatta nefessiz kalmıştı bir ara.
Öğretmen, Leyla’nın başucunda durmuş bu haykırışın nedenini soruyordu:
– Neler oluyor burada kızım?
Henüz hiç kimsenin bilmediği hadiseyi, Leyla’nın bir kızgınlıkla açığa vuruşu, sınıfta bütün dikkatleri üzerine çekmesine yetmişti. Yazılı kâğıdının altına az önce sürülen mektuba titrek parmaklarıyla tutunarak çekip alırken, azar dolu bir bakış vardı Enes’i hedefte tutan.
Mektubu kâğıdının altından titreyen parmaklarıyla çekip açığa çıkarmıştı Leyla.
Bir mecburiyet vardı Leyla’nın tavırlarında. Arkadaşlarından ve hocasından utanmıştı.
Parmaklarının arasında sıkışıp kalan mektubu asabı bozulmuş bîr şekilde hocaya uzatırken ağlamaklı bir tondaydı titreyen sesi:
– Bu ikinci mektubu öğretmenim. İlk mektubunu gözlerinin önünde yırtıp atışıma rağmen, şu an beni de zor durumda bırakan bu saygısızlığını siz değerlendirin. Bunları kesinlikle size söylemek istemezdim, ama mecbur kaldım.
Zarf açılmamıştı. Öğretmen anlamlı bakıyordu Leyla’nın gözlerine.
– Tamam kızım, mesele anlaşılıyor, sen yazılına devam et. Hoca elinde mektup, Enes’in başucunda durmuştu.
– Beğendin mi yaptığını? Sizlere arkadaşlığı böyle mi öğrettiler çocuk?
Sesi boğazında kurumuştu delikanlının. Güçlükle soluk alıp vermeye çalışıyordu. Ellerini yazılı kâğıdının üzerine bastırmış, kafasını önüne eğip öylece kalmıştı.
Hoca Enes’e daha sert bir ifadeyle mırıldanıyordu…
– Sen de yazılma devam et, ancak disiplin kurulunda görüşürüz, diye azarlamıştı onu…
Enes, boğulmamak için yutkunuyor, nefes almak için çırpınıyordu. Yüzü kızarmıştı. Sinirleri gergindi. Yazılı kâğıdını masasının üzerine bırakıp ani verilmiş bir kararla ve inanılmaz bir hızla yerinden kalkıp herkesi şaşırtan bir tepkiyle ayrılıyordu sınıftan…
Sert bir rüzgâr almıştı arkasına. Sınıfın kapısını öfkeyle açmış ve yel gibi esmişti koridorda…
Hoca şaşkındı. İkinci kez sınıfın dikkatini çekip ikaz ediyordu talebelerini:
– Yazılıya devam! Unutun şimdi olanları ve kendi işlerinize bakın…
Enesin gidişi, o gidişti işte. Utancından bir daha aynı sınıfa dönememiş, dahası başka bir okula aldırmıştı kaydını. Leyla, ölümcül bir utanca sebep olmuştu ve hazin bir vedaya…
Enes bütün haksızlıklarına rağmen Leyla’nın hayat sayfasında hiçbir zaman silinmeyecek vicdan azabına da sebep olmuştu. Leyla, yaptığı işte haklıydı haklı olmasına, bunu hiçbir zaman sorgulamıyordu ancak o anki, o çocuğun utancı ne yapsa hiç silinmemişti hafızasından… Günahının olmadığını bildiği bir vicdan azabı gibi kalmıştı o anlar Leyla’nın beyninde… Hayatına düştüğü, silinmesi mümkün olmayan izlerden bir tanesi olarak kalmıştı hafızasında o anlar ve kendisiyle birlikte yaşıyordu…
* *
Son günlerde karamsarlıkları daha da koyulaşmıştı… Adeta mukadderatının uzaktan bir seyircisi gibiydi… Çaresizliklerini, çelişkilerini, karamsarlıklarının nedenlerini, adını koyamadığı iç sıkıntılarını yorumluyor; kendisi olmak, daha coşkulu, daha dirençli, ayaklarının üzerinde durabilen bir genç kız olmak için hayatına çekebileceği istikrarlı çizginin tahlilleriyle didişiyordu…
Fikri yapısının biçimsellik kazanamayışı daha çok kendisine karşı ikiyüzlü, kararsız ve saygısız oluşunu hatırlatıyordu ona…
Düşünceleriyle yüzleşmekten bile ürperti duyuşunun verdiği azapla tanıştığı gün bir anlamda hayatının boşluklarla dolu olduğunun da farkına varmıştı…
Bir toplantıda çok farklı bir dünyayı bulmuştu karşısında… Bütün sıkıntılarının açığa çıkışı işte o günden sonra başlamıştı hayatında…
Fildişi kuleler, zümrütten gökler, coşkular, ihtiraslar, bitmeyecekmiş imajımdaki ömür, etrafında görüntü veren her şeyin sahte sadece kendisinin gerçek oluşunun düşüncesiyle kurduğu saray, korkunç bir şekilde çökmüş, darmadağın olmuştu.
Eski sarayının, bütün malzemelerinin hâlâ var olmasına rağmen, bir türlü aynı sarayı yeni baştan kuramayışının azap dolu günlerini yaşıyordu Leyla…
Üniversitede bölüm arkadaşlarından bir delikanlı, tek yönlü yetiştiğini söylemişti Leyla’ya – Ruh, beden ve akıl üçlüsü aynı seviyede yükseltilemezse yaşadığımız hayatın bir tarafı mutlaka aksar, demişti ona.
– Dengeyi kuracaksın arkadaşım… Hayat kurduğun dengeler ölçüsünde ayakta durmanı sağlayacaktır. Yaşamak, sadece gülüp oynamak, bedensel nazlarla avunmak, para harcamak, arzularımızın bizi çektiği istikamete, adres sormadan, yolları sorgulamadan gidilecek bir yer değil…
Kendini teşhis edeceksin önce… “Ben kimim?” diye soracaksın kendine… Nereden geldiğini, nasıl oluştuğunu, planının, projenin kimin tarafından yapıldığını araştıracaksın. Kendi isteğinle gelmediğin bu hayatı, yine kendi isteğinle ve istediğin şartlarda terk edemeyeceğini bileceksin. Bu vücudun mimarının hayata yansıması gereken kurallarının olduğunu, kendi başına ne bir güç, ne de kendi plan ve projesini çizerek dünyaya gelen olmadığını, dahası insan oluşun serüvenini araştırıp özünü tanımaya çalışacaksın…
İnsanın hayata duruşu, bunları öğrendikten sonra başlar benim bildiğim… Eksik bir eğitim, yetersiz hayat bilgisiyle yaşayan insanların yeryüzünü kan gölüne çevirdikleri bir gerçek. .
İnsan, kendisini yeterince sorgulayıp özünü teşhis etseydi, yeryüzü her haliyle barışçı, dost gönüllü, sevgi, aşk ve muhabbetlerin yeşerdiği bir cennet görünümüne bürünürdü…