ORMANDA UNUTULAN ASKERLER-John Keats

ÖNSÖZ

7 Aralık 1941 günü Filipinler’de çok önemli bir olay geçmişti. Bu olay, Amerika Birleşik Devletlerinin, Mihver Devletlerine karşı savaşa girmeyi kararlaştırmasına yol açacaktı.
Dörtyüzelli Japon bomba ve av uçağından oluşan bir hava armadası, Pearl Harbor’daki Amerikan deniz üssüne saldırdı, beş büyük zırhlıyı, üç hafif kruvazörü, yirmi kadar destroyerle refakat gemisini ve Deniz hava üssündeki dört yüz uçağın yarısını tahrip etti. Yerde yanaşık düzen hâlinde duran uçaklardan ancak birkaçı Japonlar’a karşı koymak için havalanabilmişti.
Saldırının Amerikalılar arasındaki bilançosu ikibindörtyüz ölü ve kayıptı.
Dünya savaş tarihinde eşi görülmemiş olan bu korkunç baskının sürükleyici öyküsünü yine «Savaş Romanları Serisi»’nin 4’üncü kitabı olarak John Toland’ın kıvrak ve akıcı üslûbuyla «Pearl Harbor Baskını ve Sonrası» başlığı altında okuyucularımıza sunmuştuk.»
Japonlar topu topu otuz uçak kaybetmişlerdi. Bu sayede de Pearl Harbor üzerine yaptıkları baskının bir eşini de, birkaç saat sonra, Filipinler’in başkenti Manila Üzerine yaptılar.
Amerika Birleşik Devletleri, tarihi boyunca bu denli korkunç bir sille yememişti. Amerikalılar kendi genelkurmaylarının nasıl olup da böylesine gaafil avlandığını bir türlü anlıyamıyorlardı. Çin’le Japonya arasındaki savaş başlayalı beri, yâni 1937’den beri Birleşik Amerika ]aponya’ya, muhtaç olduğu silâh ve cephanenin dörtte üçünü veriyordu. Japonya ise savaş bile ilan etmeden silâhlarını Amerika’nın üzerine çeviriyor, dünyanın en güçlü devletini çok utandırıcı bir duruma düşürüyordu.
Pasifik’teki Amerikan kuvvetleri artık felce uğramışlardı. Japonlar ise «Asya’yı Asyalılar’a geri vereceğiz» yolundaki istemlerini avazları çıktığı kadar bağırarak ilân ediyorlardı.
Japonlar’ın Çin’i işgal edişlerinden az sonra General Douglas MacArthur, Filipinler Topluluğunun Askeri Danışmanlığı’na atanmıştı. Yerli halktan toplayıp eğittiği, Amerikan deniz piyadeleriyle de güçlendirdiği yerli ordıı ile, takımadaların savunması işine devam etti. John Toland’ın kitabında da görebileceğimiz gibi, çok çetin ve kanlı savaşlardan sonra Corregidor’a çekildi. Buranın adı «zaptedilemez»e çıkmıştı. Generalin yanında Filipinler Cumhurbaşkanı Qnezon’la hükümet üyesi olan birkaç önemli kişi de vardı. Fakat onbeş ay sonra Corregidor da düşüyor; MacArthur o gün bugün meşhur olan «YİNE GELECEĞİM!» sözünü söyleyerek, Filipin takımadalarından ayrılıyordu.
Amerikan Komutanlığı bütün askerlere Japonlar’a teslim olmaları için emir verdi. Subaylar arasında da, askerler arasında da bu emre karşı gelenler oldu. Şimdi okuyacağınız serüvenin kahramanı olan Wendell Fertig de bunlardan biriydi. Mâden mühendisi olan Fertig uzun süreden beri Filipinler’e yerleşmişti. Takımadaların üçyüzbin kilometre olan yüzölçümündeki volkanik arazisini karış karış biliyordu. Mindanao, bu adaların en güneyde olanıydı. Amerikan ordusu teslim olurken Fertig burada, idi. Bu adanın köylerinde karşılaşacağı güçlükleri de biliyordu. Üçyüz yıl İspanyollar’ın, kırkiki yıl Amerikalılar’ın egemenliği altında kalan Mindanao, bu yüzden pek az değişmişti. Tarım yöntemleri Ortaçağ’dan kalmaydı. Köyler kazıklar üzerine oturtulmuş, palmiye yaprağından yapılma kulübelerden meydana gelmeydi. Bunlar güvenilir birer sığınak olamazdı. Adaların halkı çok karışıktı, Malezyalılar’dan, Negritolar’dan, Müslümanlar’dan, İspanyol melezlerinden oluşmaktaydı. Dil ve töreler bakımından ayrı ayrı oymaklara bölünmüş olan bu topluluklar, sırası geldi mi kendi aralarında da çarpışıyorlardı. Tek ortak yanları şuydu: Yenen Japonlarla olduğu kadar, yenik Amerikalılar’a karşı da kuşku duyuyorlardı.
Fertig kesin kararını verdi. Önünde iki seçenek vardı: Ya bir Japon toplama kampında ömür çürütecek; ya da yerlilerin ve içine dalacağı balta girmemiş ormanın, «cengelin» düşmanlığına karşı koyacaktı. O, ormana dalmayı yeğ buldu. Kafası işleyen, iradeli, sabırlı bir adamdı. Dış görünüşü sertti ama, çok insancıldı. Yorulmadan çalışıp çabaladı, çevresine partizanlar topladı, bölük pörçük de olsa direniş grupları meydana getirdi. Bir haber alma servisi kurdu. Bunun da son zaferin kazanılmasına büyük katkısı oldu. Fertig’in umutsuzluğa kapıldığı günler de oldu: «Üzerime aldığım iş gerçekten yararlı mı acaba? » Diye kuşkuya bile düştü. Fakat iki yıllık bir ölüm kalım savaşından sonra arkadaşlarıyla birlikte ülkesine onur kazandıran tarih sayfaları yazmayı başardı.
Başarılan kitap hâlinde yayınlanıncaya kadar adını Birleşik Amerika’da hemen hemen hiç kimse bilmiyordu. Washington ona general rütbesi vermeyi reddetti. MacArthur’u saran şan ve şeref hâlesi, onun dönüşünü hazırlayan «çeteciler»in ününü gölgeledi. Fakat Filipinlerde ve özellikle Mindanao’da, Wendell Fertig’in adı hep «doğru adam, dürüst adam, kurtarıcı kahraman» diye anıldı. Filipinler’in bağımsızlıklarını kazanalı otuz yılı aşkın bir zaman geçmiş bulunuyor. Ne var ki bugün bile yerliler «Kurtarıcı»yı hatırlasınlar diye, çocuklarına göbek adı olarak onun adını veriyorlar.

BİRİNCİ BÖLÜM

AMERİKAN ORDUSU TESLİM OLUYOR
Mindanao – Mayıs 1942
1942 yılının Mayıs ayı başında Filipinler’de henüz serbest olan çok az sayıda Amerikalı vardı.
Bu Amerikalılar’dan ikisi, Mindanao adasındaki terkedilmiş köylerden birinde, bir kulübede oturmuş, tartışıyorlardı. Mindanao, takımadaların büyüklük bakımından ikincisi ve en yabanisiydi. Tartışanlar da bir subayla bir erdi.
Er olanın adı Robert Ball’du. Elinde tüfekle pencerenin önünde duruyor, gözlerini dar patikadan ayırmıyordu. Japonlar her an buradan gelebilirlerdi. Subay ona şöyle diyordu: «Şunu kafana iyi yerleştir; “bizim için önemli olan tek şey, sağ salim Amerika’ya dönmektir.»
Ball birden arkasına döndü. Yüzünde derin bir öfkenin izleri vardı. Bir çocuğunkini andıran yüzü, öfkenin etkisiyle kızarmıştı. Teslim olmak… Herkesin ağzında dolaşan tek söz buydu. Şimdi de bu lafı bir subay söylüyordu!
Üzüntüden boğuklaşan bir sesle:
— «Hiçbir şey denemek istemiyor musunuz? Öyle olsun,» dedi. «Bu, kendi bileceğiniz bir şey! Ama ben bu işe, bir erkekler ordusunda savaşmak için girdim!»
Evet, savaşmak istiyordu ama; nerede ve nasıl savaşacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey, teslim olursa savaşmaktan vazgeçmesi gerektiğiydi. Sonra, bir esir kampındaki yaşantı hiç de hoş şey değildir. İnsan genç oldu mu şöyle bir iki kadeh içmekten, kızlarla oynaşmaktan hoşlanır. Aynca, her şeyden önce o, yabancı diyarları gezip görmek için askere girmişti.
Gece epey ilerlemişti ama, arkadaşlar arasındaki tartışma sürüp gidiyordu. En eskileri hep şöyle diyorlardı: «Görürsün bak, fazla beklemeyeceğiz. Bir ordu gelip onların kıçına tekmeyi yapıştırana kadar… İnan bana, bu iş hep böyle gitmeyecek!»
Başkaları ise şu öğütleri veriyorlardı: «Aldırma canım, koyuver kendini, gül, oyna.» Sonra kafasında yer etmesi için şunu tekrarlıyorlardı: «Sakın karamsar olma!»
Er olan Ball ile arkadaşı çavuş rütbesindeki Knortz azınlıktaydılar. Çünkü kendilerine verilen bütün öğütler karşısında hiçbir sağlam kanıt ileriye süremiyorlardı.
Ertesi gün hiç istemedikleri halde tüfeklerini daha önce terkedilmiş öbür tüfek yığınının üzerine bıraktılar. Sonra onlar da Japonlar’ın Malaybalay dolaylarında hazırladıkları kampa giden savaş tutsakları arasında kuzu kuzu yerlerini aldılar.
Japonlar da büsbütün acımasız değillerdi hani. Savaş tutsaklarına sigara ikram ediyorlardı.
Lavao yakınındaki bir esir kampında herkes Amerikan generali William Sharp’ın teslim olduğu haberini almış, bütün esirler keyiften dört köşe olmuşlardı. Daha önce aynı kampa Amerikalılar, düşman uyruklu oldukları için bazı yabancıları kapamışlardı. Bunları serbest bırakmak için bir Japon birliği kampa geldi.
Bu yabancı uyruklulardan birisi de Waldo Neveling adında bir Alman’dı. Orta boylu bir adamdı. Onun için de boyu Japon askerlerininkinden bir karış yüksekti. Tropik güneşi saçlarının rengini ağartmıştı. Bu saçlar hemen hemen aklaşmıştı. Güneşten iyice yanmış, çıplak alnının altında içeriye doğru kaçmış açık mavi gözleri vardı. Sık sık gülümsüyor, sanki her gülümseyişi de derin bir hoşnutluğu gösteriyordu. O zaman ince dudaklı ağzı kulaklarına varıyordu. Tam o sırada da Waldo Neveling, karşısında terbiyeli terbiyeli eğilen Japonlara en sevimli gülücüklerinden birini yollamaktaydı. Çünkü onlarla kendi kişiliği arasında Mihver Devletleri’nin birleşmesi, en hoş tarzda olup bitmekteydi.
Japonlar ona şöyle diyorlardı:
– «Herr Neveling, uygun bulursanız şöyle adanın içerilerine doğru giderek köy köy dolaşın. Oralarda gizlenen bütün Amerikan sivillerini Japon ordusunun genel karargâhına başvurmaları için ikna edin. O azman onlar da toplama kamplarının sağlayacağı rahatlıklardan (!) yararlanabilecekler.»
Japonlar daha birçok sivilin serbest olarak dolaşıp durduklarını biliyorlardı. Bunlar maden işletmelerinde çalışan, misyonerlik, öğretmenlik yapan kimselerdi. Japon yüzbaşı, Alman’ın cevap vermesini beklerken şunları da ekledi:
— «Sonra Herr Neveling, lütfen Amerikalılar’a şunu da söyler misiniz? Eğer bu güzel çözüm yolunu kabul etmezlerse, Japon ordusu onları öldürtmek üzere yola asker çıkaracak.»
Herr Neveling hemen cevap verdi:
— «Benim için bundan daha hoş bir iş olamaz!»
Japonlar’ın kendisine verdikleri özel geçiş belgesini cebine yerleştirdi. «Allahaısmarladık» anlamına gelen bir işaret yaptıktan sonra görevini yerine getirmek için yola çıktı.
General Sharp’ın teslim olduğu haberi Lanao kentinde, Bukidnon il sınırının yakınındaki dağlarda tek başına seyahat eden bir yolcuya da ulaşmıştı. Tek başına dedik ama; bu adam, yanında yalnız iki Filipinli olduğu halde yol almaktaydı. Bunlar koskocaman bir tahta sandığı iki uzun bambu kamışının üstüne yerleştirmişler, sağa sola yalpalayarak ilerliyorlardı. Bir başka Filipinli ise en önde yürümekteydi. Bir şiltenin altına yan gömülmüş durumdaydı. Sandık da, şilte de tek başına seyahat eden Samuel J. Wilson’undu. Bu adam, Manila’daki Wilson işhanının sahibiydi.
Sam Wilson çarpışmaların kesinlikle sona erdiğini öğrenince kurulmuş bir makine gibi elini cebine attı, parmakları orada bulunan sustalı çakıyı kavradı.
Wilson’un kendi cam için korktuğu yoktu. Manila’da da, Corregidor’da da öylesine çok korkmuştu ki; burada, Mindanao’da artık onu hiçbir şey korkutamazdı. Ama o, karısı Susie’yi ve oğullarını düşünüyordu. Japonlar onları tutukevi haline soktukları, Manila’daki Santo Thomas Üniversitesi’ne kapatmışlardı.
Manila’nın düşmesinden az önce Donanma Komutanlığı, Sam’ı teğmenliğe atayarak özel bir görev vermişti. Ancak karısına veda edecek kadar vakit bulabilmişti. Başka hiçbir şey yapamamıştı. Zar zor ışıklandırılmış olan saray yavrusu evlerinde Susie’yi son kez kollarının arasına alarak çocukları uyandırmamak için alçak sesle konuşup ona güven vermişti:— «Merak etme her şey yoluna girecek,» demişti. «Japonlar gelince ne derlerse ‘evet’ de. Söyledim ya: Her şey yoluna girecek.»
Oysa her şeyin berbat bir hale geleceğini Wilson kuşkusuz biliyordu.
Fakat fısıltılarla uyanan küçük oğlu o sırada oturma odasına girmişti. Elinde de sustalı bir çakı vardı:
— «Al baba, bu sende kalsın,» dedi. «Tüfeğini yitirirsen onları bununla öldürürsün!»
Sam Wilson çevresindeki dağlara bakıyordu. Tek başına başarması gereken gizli görevi sona ermişti. Artık ona başka hiçbir görev verilmeyecekti. O, bir savaşçı değildi. Orta yaşlı bir adamdı. Madenler, arsalar üzerinde birtakım spekülâsyonlara girişmiş, talihi yâver gidince zengin olmuştu. Çok genç yaşta Philadelphia’dan yola çıkmıştı. Bir basımevinde boğazı tokluğuna çalışıyordu.
Ona göre Filipinler takımadası Manila’dan ibaretti. Başka bir yerde nasıl yaşanılabileceğini bilmediği gibi, yerli diyeleklerden hiçbirini de konuşmuyordu. Milyarları vardı ya, parasını verdikten sonra nasıl olsa güvenilir bir sığınak bulabileceğini umuyordu. Fakat adalar halkının en hoşlandıkları şeyin dedikodu yapmak olduğunu da biliyordu. Dedikodu kimi zaman politikaya, hattâ sevişmeye de baskın çıkıyordu. Adalardaki en zengin Amerikalılar’dan birinin sığındığı yeri kim çenesini tutar da başkasına söylemezdi?
Sonra, Japonlar da onun yaşamakta olduğunu bir öğrenirlerse …
O zaman Susie’yi de, oğullarını da alıp Santiago kalesindeki işkence burcuna götürürlerdi. Susie’nin, kocasının nerede saklandığını bilmeyişi onlara vızgelirdi…
Sustalı çakıyı parmaklarıyla yine sımsıkı kavradı.
Nereye gittiğini kendisi de bilmeden, Sam Wilson şiltesinin peşinden yürümeye devam etti.
Aynı anda, Mirayon vadisine tepeden bakan bir dağın yamacındaki bir geçitteyiz. Deniz düzeyinden bin metre yükseklikte basit bir geçit olan burası, Mindanao’nun içlerindeki dağlara doğru gidiyordu. Üç kişi mola vermek için durdu. Sabahın bu erken saatlerinde insan ağaçların gölgesine oturdu mu, terlemeden dinlenme olanağını bulabilirdi. Ama daha o saatte, birazdan her yanı korkunç sıcağın bastıracağı sezinleniyordu.
Wendell Fertig: «Bunun gibi başka sabahları da dünya gözüyle görebilecek miyim acaba?» Diye düşünüyordu.
Fertig kırkbir yaşında iri yarı, pehlivan yapılı bir adamdı. Fakat yüzü şaşırtıcı derecede gençti. Amerikalılar kırkına yaklaştıklarında hep böyle genç kalırlar. Sırtında Amerikan istihkam birliklerinin yarbay üniforması vardı. O sabah komutasındaki birlikte şunlar bulunuyordu. Donanmadan bir çarkçı subayı. Topaç gibi bir adamdı, artık ne gemisi vardı, ne de denizci arkadaşları. Bir de ufak tefek yüzbaşı. Değnek gibi, kupkuruydu. Her şeye öfkeleniveriyordu. Görevi bir askeri oto parkını yönetmekti ama belki de burası artık yoktu. Üçü de ağaçların altına oturmuş, sessiz sessiz dinleniyorlardı. Çarkçı subayı -takma adı «Ördekayak»tı- bir fincan yerli kahve içiyordu. Yüzbaşı Charles Hedges bir türlü yanmak bilmeyen ince bir puro sigarasını öfkeli bir tavırla yakmaya uğraşıyor, Fertig de dalgın dalgın, kürdanla dişlerini karıştırıyordu. Hepsi de Fertig’in bir karar vermesini bekliyordu.
Hedges purosunu kaldırıp atarak: «Allah kahretsin!» diye homurdandı. Sonra hasır şapkasını geriye doğru iterek Fertig’e baktı:
— «Darılma ama Wendell,» dedi. «Arasıra düşünüyorum da, ‘bundan daha dik kafalı adam olmaz’ diyorum senin için. Söyle bana: Sharp’ın teslim olduğu kafana dank etmedi mi hâlâ?»
Fertig:
— «Bunu oraya gidince öğreniriz,» diye cevap verdi.
Hedges devam etti:
— «Enayilik etme be! Bizim çocuklar hala dövüşselerdi, gürültüden buralarda duramazdık. Söylesene hiç tüfek sesi duyuyor musun?»
Kahve fidanlarının parlak, yassı yapraklarını sallayan rüzgarın hafif esintisi duyuluyordu.
Fertig birdenbire:
— «Haydi, gidelim!» Dedi.
Hedges şapkasını gözlerinin üstüne indirdi. Çevresine öfkeli öfkeli bakınıyor, geniş kenarlı hasır şapkası da bu bakışları gizleyemiyordu. Yüzbaşı rütbesinin işaretlerini hasır şapkasının üzerine takmıştı. Yol göstermek için ayağa kalktı. Arkasından Offret, en geride de Fertig geliyordu. Dudaklarına boyuna hindistan cevizi yağı sürmekteydi. Maden işletmelerinde beş yıl çalışmıştı ama, tropik güneşinin zararlarına karşı hâlâ bağışıklık edinememişti. Dudakları da korkunç derecede çatlamıştı.
Amerikalılar gözü pek bir tavırla ilerliyordu fakat yine de ihtiyatlıydılar. Çevrelerinde kahve fidanları, dağların eteğinde birkaç muz bahçesi, ekmekağaçları vardı. Yerlilerin etini de yedikleri, iri kertenkeleler ürkerek kaçışıyorlardı. Bütün bunlar Amerika’daki Maryland’ın kırsal bölgelerinin Temmuz ayındaki hâlini andırıyordu. Her ağaçlığı, her çalılığı iyice inceliyorlardı. Hani çocuk dergilerinde birtakım bulmaca resimler vardır. Resmin bir yerinde bir kafa gizlidir de onu bulmak gerektir. İşte, Filipinler’in kırsal bölgeleri de hemen hemen böyle bir resmi andırıyordu. İlkin sert ışıkları göz kamaştıran bir muz çiftliği, sonra koyu renk yapraklar; ağaçların esmer kümeleri ve kapkara gölgeler görünüyordu. Bu gölgeleri adamakıllı inceleyince, insan birtakım nesnelerin belirdiğini görüyordu. Meselâ, palmiye yapraklarından yapılmış bir kulübe, ama bu da dalların altında göze çarpmamaktaydı. Derken birdenbire, yavrularının ortasında homurdanan bir dişi domuz gözünüze çarpıyordu. Daha ileride beyazlı kahverengili iki köpek görünüyordu. Son olarak da evinin önündeki tahta sıranın üzerinde uyuyan bir adamı, açık pencerenin önünde çocuğunu emziren bir kadın farkediliyordu. Boynuzlarına kadar yüklü bir manda sürüklenircesine, zar zor ilerliyor, yarım düzine kadar çıplak yumurcak yapraklarla oynuyor, tavuklarla ördekler eşeleniyorlardı. Bakışlar başka bir yöne çevrildiğinde, aynı muz bahçesinde bunun kadar değişik bir başka sahne gözler önüne serilecekti.
Bizimkiler hiçbir şeyi gözden kaçırmıyorlardı. Çünkü, gördükleri her gölge bir Japon olabilirdi. General Sharp’ın ordusundan ayrı düşmüşlerdi. Şimdi kendilerinin de izledikleri dar yolun bitiminde, vadide bir Japon kolu bulunduğunu sanıyorlardı. İşte, bu kolun çevresinde dolaşarak general Sharp’ın ordusuna ulaşmaya çalışacaklardı. Üstleri başları kir pas içindeki bu adamlar işte bu nedenle boyuna ilerliyorlardı. Beylik battaniyelerini at nalı biçiminde dürerek bir omuzlarına atmışlar, öbür omuzlarına fişeklikleri geçirmişlerdi. Tabancalarının kılıfı sağ kalçalarını, matara da sol kalçalarını dövüyordu. Bunları gören, bazı Güney Amerika ülkelerindeki hırpani askerler sanırdı. Ne dinlenmiş, ne yorulmuşlardı. İri adımlar atmıyorlardı fakat; sürüklenmeden, otomatlar gibi yürüyorlardı. Bir haftaya yakın zamandır böyle bir tempoyla yürüyorlardı. Issız köylerden, terkedilmiş tarlalardan ilerliyorlar; ara sıra yanmış bir otobüsün yanından geçiyorlardı. Savaşın izinden yürüyorlardı. Onları görseydiniz,birdenbire boşalmış ve altüst olmuş bir dünyada sağ kalan insanlar sanırdınız. Sanki sonsuza dek böyle yürümeye mahkûmdular. Günler akıp giderken onlar da Japon kolunun peşinden gitmişler, çevresinden dolaşabilecekleri anı beklemişlerdi. Ne var ki, bu kolun savaşmaya mı gittiğini hiçbir zaman öğrenememişlerdi. Oysa Japonlar sadece Alanib adlı dağ köyüne ulaşmak, teslim olan Amerikalılar’ı orada ele geçirmek için acele ediyorlardı.
Üç Amerikalı yolda giderken eski Filipinli askerlerden oluşan gruplara rastladılar. Ellerinde küçücük Japon bayrakları vardı. Amerikalılar yaklaşınca geçmeleri için kenara çekiliyorlardı. Kimisi saygı göstermiş olmak için İspanyollar’dan öğrendiği eski bir alışkanlığı uygulayarak şapkasını çıkarıyordu ama, hiçbiri askerce selam vermiyordu.
Filipinliler:
— «Artık savaş bitti,» diyorlardı.
Fertig de yine yola koyulmadan önce:
— «Yalnız sizin için bitti,» diye karşılık veriyordu.
Bir köyde kulübelerin duvarları diye bir şey yoktu. Japonlar bu incecik «duvar»ların kuru yapraklarını, dallarını yolarak yemeklerini pişirmişlerdi. Kazıklar üstüne kondurulmuş bu palmiye yaprağından kulübeler orada öylece, oyuncak evler gibi duruyorlardı. İçlerindeki topraktan ocak, Meryem Ana’nın taş basması resmi, bir çocuğun oyuncak diye kullandığı eğri bir çomak göze çarpmaktaydı. Yüzüstü bırakılmış küçük evlerin yalnız ön duvarlarından başka hiçbir şey yıkılıp sökülmüş değildi ama, yine de tam bir yanmış yıkılmışlık görünümü vardı. Yaşantının nesneleri orada çırılçıplak serilmiş duruyordu. Fakat, artık yaşam diye bir şey kalmamıştı. Fertig: «Bir köyü yerle bir etmek, meydan okuma anlamına gelir,» diye düşündü.
Bir okulun tulumbasından mataralarını doldurmak için durdular. Bir sınıfın penceresinden içeriye bakınca da bir Japon’un kara tahtaya: «Filipinli asker ödlek askerdir,» diye yazmış olduğunu gördüler.
Pantalan’a gelince kasabayı alevler içinde buldular. Koskoca bir askerî ikmal deposu da kentle birlikte yanıyordu. Ortalıkta ne ölü, duvarlarda da ne top mermilerinin, ne de tüfek kurşunlarının izleri vardı. Askeri depoyu kim ateşe vermişti? Çekilen ordu mu? Japonlar mı? Henüz ateşin ulaşamadığı binalarda bütün bir piyade bölüğünü tam bir yıl donatacak eşya vardı. Ama ortada bu değerli malzemeye elkoyacak kimse yoktu! Üç Amerikalı yeni battaniyeler, kunduralar, üniformalar, tüfekler, cephane ve konserve aldı. Taşıyabilecekleri kadar öteberi yüklendi.
Yangın zaman zaman cephanelerin patlamasına yol açıyordu. Bunun dışında hiçbir savaş gürültüsü duyulmamaktaydı. General Sharp’ın sanki son mevzilerini kurmakta olduğu doğa tırmanmaya hazırlandıkları şu anda, her yer sessizlik içindeydi. Ama Fertig hâlâ:
— «Bütün bildiklerimiz, o korkakların bize söylediklerinden ibaret. İnsan bir korkağın Aflarını da ciddiye alamaz ya,» deyip duruyordu.
Sonunda bütün Alanib’e yüksekten bakan bir yere ulaştılar. General Sharp’ın genel karargâhının bulunduğu köy de yer alıyordu. Fertig’in içinde de o anı sanki daha önce görmüş gibi, acayip bir duygu uyandı. Dürbününün kendisine göstereceği şeyi önceden görmüş gibiydi. Dürbünün merceğinde, karmakarışık bir dizi halinde ilerleyen Filipinliler göründü. Sarp bir patikadan tırmanıyorlardı, her birinin elinde küçük birer Japon bayrağı vardı.
Fertig:
— «Teslim olmak kadar acı bir şey yoktur Charley,» dedi.
Hedges lâfa karıştı:
— «Ne yapalım yâni?»
Fertig devam etti:
— «Yenilmek başka şey, herkesin başına gelebilir. Fakat, kimse de göz göre göre teslim olmamalı. İnsanın kendini iğdiş ettirmesi gibi bir şey.»
Hedges Fertig’in sözlerini yorumlamadan:
— «Bütün bilmek istediğim şu; ne haltedeceğiz?» Dedi.
Fertig cevap verdi:
— «Elimizden gelen her haltı edeceğiz, yalnız teslim olmayacağız.»GENERAL FORT’UN PEŞİNDE
İlk sığınakları dağın yamacındaki tarlanın kıyısında bulunan bir kulübe oldu. Mirayon vadisinden yol buradan görülüyordu. Meraka kapılan köylüler her gün dağların tepesinde gizlendikleri yerlerden çıkarak ne Malaybay kampına kapatılmaya, ne de kaçmaya razı olan bu garip Amerikalılar’ı gözetliyorlardı. Bu gibi Amerikalılar’ın esrarlı bir yanları olduğu gerçekti. Köylüler ise esrarlı işlerden hoşlanmıyorlardı. Bu bilmeceyi çözmek, ya da daha iyisi, onu buralardan uzaklaştırmak mümkün olabilir mi diye, aralarından seçtikleri birkaç kişiyi bu işle görevlendirdiler.
Seçilen bu delegeler kulübenin önündeki avluda ilerlediler, çıplak ayaklarını toprağa sürte sürte şapkalarını çıkardılar. Sonunda heyetin sözcüsü yaklaşarak bir süre sustuktan sonra:
— «Baylar,» dedi. «Buralardan gitmeniz gerek. Japonlar burada olduğunuzu öğrenecekler, sonunda da bu işin ceremesini bizler çekeceğiz.» Söylemek istediklerinin hepsi bu kadar değildi ama, düşündükleri tam da böyleydi.
Fertig heyetin sözcüsüne:
— «Hemen gideceğiz. Fakat yol çok uzun, bizim de yanımızda bol yiyecek götürmemiz gerek,» dedi.
Adam kulaklarına inanamıyordu. Başını salladı. Fertig nereye gitmek istediğini söylemiyordu. Ancak asıl önemli olan, Amerikalılar’ın gitmeleriydi. Memleketin içerlerinden geçmek zorundaydılar. Çünkü Japonlar ovadaki verimli toprakları işgal etmişlerdi. Karayolları ile su yolları da onların elindeydi. Gerçi memleketin içlerinde Japonlar bir ölçüde azdılar fakat, köylüler Fertig’le arkadaşlarının hiç değilse yiyecek bulabilmek için boyuna oradan oraya gitmek zorunda kalacaklarını biliyorlardı.
Memleketin içerilerinde tarım yapanlar, gezici çiftçilerdi. Bunlar küçük tarlalarına tam kendilerine yetecek kadar öteberi ekiyorlardı. Fertig Filipinliler’e bakıyor, öte yandan da Manila’daki İsviçre pastahanesini düşünüyordu. Geçen yıl bu zamanlarda gidip orada bir kahve içerken: adalarda adet olduğu üzere, oturduğu yerde birtakım işler çeviriyordu. Geçen yıl sabah kahvaltısında yumurta, jambon, kızarmış ekmek ve taze hint kirazı yer, kahve içerdi. Sonra karısıyla iki küçük kızını kucaklayıp öper, yepyeni, siyah Dodge’una binerdi. Şoför de onu Paranaque’deki Taft bulvarında bulunan güzel evinden alıp Luneta’dan, Jones köprüsünden geçirerek Escolta’ya götürürdü. Kapısında «Maden Uzmanı Wendell Fertig» yazılı bir levha bulunan bürosu buradaydı. Evet, altı ay öncesine dek Fertig’in evi, hizmetçileriyle uşakları, Dodge marka arabası yerli yerindeydi. Fakat karısı Mary ile çocukları savaş başlamadan önce ülkeden ayrılan son asker aileleriyle birlikte kalkıp gitmişlerdi. Kendisini silâh altına almaları işine yaramıştı. Hükümet sivillerin ailelerini dışarıya göndermek istememişti. Filipinliler’in moralinin bu yüzden bozulacağından korkmuştu. Dodge, Manila körfezinde, denizin dibinde yatıyordu. Fertig: «Benim evde şimdi acaba kim oturuyor?» Diye düşündü.
O sırada Hedges de söze karıştı:
— «Eşyamız çok,» dedi. «Yanımızda bol patates, bol kahve var. hasırlarımızla giysilerimiz de var, anlarsınız ya! Bize bir manda verirsiniz, değil mi?»
Delege ağzı kulaklarına varırcasına gülümsedi:
— «Tabii, tabii!» dedi.
Bayağı ferahlamıştı. Böylece Amerikalılar’ı öldürmek, daha doğrusu öldürmeye kalkışmak gerekmeyecekti. Yanlarında tüfekleri olduğuna göre, böyle bir işe girişmek çok da tehlikeli olurdu.
— «Ben kendi mandamı getirir, sizinle giderim,» dedi.
Sonra birdenbire suratı asılıverdi. O anda sanki bir şey hatırlamış gibiydi.
Kederli kederli:
— «Fakat, bu iş olamayacak,» dedi. «Ninem hasta, benden başka bakacak kimsesi de yok. ‘Üstelik karım da gebe, akşama sabaha doğuracak. Sizinle gelmeyi çok isterdim ama, bu iş olamayacak! »
Sonra bütün arkadaşlarım kapsayan bir el hareketi yaparak anlattı:
— «Bunların da hepsi hasta. Sıtma çekiyorlar. Evet, çok yazık. Onlar da gidemeyecekler. Elimizde topu topu tek bir manda var ama, ne yazık ki o da hasta.»
Sözcü bunları söyledikten sonra kollarını havaya kaldırdı, acıklı bir tavırla yine iki yanına sarkıttı. Arkadaşlarından yana dönerek yerli bir diyalek olan visayan diliyle bir şeyler söyledi. Hepsi de hemencecik olasıya hasta, sıtmalı bir poz takındılar. Teşekkür ve Allahaısmarladık anlamına gelen birkaç sözden sonra heyet, hastalığın olanak sağladığı bir çabuklukla çekip gitti. Offret sordu:
— «Bu da ne demek?»
Dağa tırmanmak için yavaş yavaş çayırlıktan geçen köylüleri gözleyen Hedges:
— «Kalkıp gitmemizi istiyorlar fakat, bize yardım etmek istemiyorlar.»
Ondan sonraki birkaç gün boyunca Amerikalılar bir manda bulmak için çok uğraştılar. Orada burada dedikodular dolaşıyordu. Söylendiğine göre General Fort teslim olmayı reddetmişti. Yanındaki Morolar’la (Müslüman Filipinliler’le) birlikte Lanao kentindeki Kapai dağlarında hâlâ direnmeye devam ediyordu. Fertig ortada bir ordu bulundukça kendisinin asker olarak kaldığını düşünüyordu. Fakat kendisini General Fort’un yanına götürecek olan yol uzundu. Bir yük hayvanı olmadıkça da oraya gitmek düşünülemezdi. Amerikalılar bütün çiftlik evlerinden yardım istiyorlardı fakat her yerden «yok» cevabını alıyorlardı.
Hedges:
— «Hiç böyle şey görmedim,» diye homurdanıyor; sonra Offret’e dönerek ekliyordu:
— «Beni dinle, Ördekayak, sana bir şey söyleyeceğim: Senin gibi câhil bir denizci bile bunun ne olduğunu anlar. Altı ay önce, hattâ üç ay önce ben bu heriflere ana avrat sövsem hepsi de yerlere kadar eğilip selâm verirler, kendileriyle konuştum diye bana teşekkür ederlerdi.»
Fertig ters bir tavırla onun sözünü keserek:
— «Onlara kimsenin tek kelime söylediği yok ki, yalan da söylenmiyordu,» dedi. «Bizim subayların onlara ‘aptal herifler, zenci veletleri’ diye bağırdıklarını duydum. Bizim subayların kendi haklarında ne düşündüklerinden habersiz miydiler sanıyorsunuz? Hem bir adama ‘aptal herif’ diyeceksin, hem de senin için savaşmasını isteyeceksin, böyle şey olur mu?»
Beri yandan da Hedges’le Offret’e ters ters bakıyordu:
— «Üstelik teslim de olduk!» Diye ekledi.
Öfkeli gözlerini onların üzerinden ayırmıyor, Luçon’da uğranılan bozgunu yeniden yaşıyordu. Gazeteler bu işten, Bataan Yarımadasında «Parlak bir stratejik gerileme yaptık» diye söz etmişlerdi.
Offret:
— «İyi fakat, kendi yurtları için de savaşmazlar mı yani?» Diyecek oldu.
Fertig:
— «Ben Luçon’da beyaz askerlerin de tüydüklerini gördüm,» dedi.
Hedges ikisinin arasını bulmak isteyen, yumuşak bir tavırla:
— «Dinle Ördekayak,» dedi. «Fertig’in hakkı var. Başka ne bekleyebiliriz ki? Filipinliler’in bizim esmer tenli küçük kardeşlerimiz oldukları söylenmişti, değil mi? Tamam. Fakat kırk yıldan beri, onlara karşı sanki küçük çocuklarmış gibi davranıyoruz. Sonra günün birinde bakıyorsun, ağabey avurduna zorlu bir yumruk yiyor, yüzükoyun yere kapaklanıyor.»
Offret hâlâ:
— «İyi ama onların yurdu burası,» diyordu.
Fertig söze karıştı:
— «Burası onların yurdu değil,» dedi. «Zaten işleri karıştıran da bu ya! Bu adamların hiçbir zaman yurtları olmadı!»
Offret söylenenleri artık dinlemiyordu. Fertig ekledi:
— «Evet, bu zavallıların işleri hep ters gitti. Onlara ne İspanyollar’ın, ne de bizim hayrımız dokundu. Ortak bir dilleri bile yok.»
Offret:
— «Tagalog dilini konuşuyorlar diye duymuştum,» dedi. «Bu Filipinliler’in başlıca diyalekiydi, özellikle Luçon adasında konuşuluyordu.»
Hedges bir yandan ince bir puroyu yakmaya çalışırken söze karıştı:
— «Bu denizci milletine de laf anlatamazsın ki,» dedi. «Denizci demek mankafa demektir, bunu herkes bilir. Biraz denizde işe yararlar, o kadar. Karaya çıktılar mı hemencecik bir meyhaneye dalarlar, orada da bir işaret çaktılar mı içkilerini önlerinde bulurlar.»
Offret babacan bir tavırla gülümsüyordu. Fertig açıkladı:
— «Burada visayan** denilen diyalek** konuşulur. Bu, Malezyalı oymakların bir koludur. Yüz ayrı çeşit diyalek konuşur!»
Sonra ekledi:
— «Bir Filipinli’nin varı yoğu ailesidir. Hısımı akrabasıdır. Bu hısımlık, köydeki komşularına, dış kapının mandalına kadar gider. Bir Filipinli de ancak bütün ailesi kendisiyle birlikte kaçamazsa dövüşmeyi göze alır!»
Kısa bir sessizlik oldu. Fertig içini çekti:
— «Evet; Filipinli, köyü saldırıya uğradı mı savaşır ama yiğitliği de burada sona erer. Günün birinde sen bu adamı askere alıyorsun, ite kaka orduya sokuyorsun. Karşısına bir adam çıkıyor: ‘Hah! İşte şimdi büyük bir yurtsever oldun sen’ diyor. Orduda beyazlar komuta ederler. Oysa Filipinli’nin bildiği tek yurt, kendi köyüdür. Neden başkasının köyü için savaşsın? Hele o başkası kendisinin hısımı, komşusu bile değilse!»
Offret devam ediyordu:
— «Şey, efendim, şu teslim olma meselesi…>>
— «Evet, ne olmuş?»
— «Yani demek istiyorum ki, General Sharp herkese teslim olun, diye emir verdi ama biz onun emrinde miyiz? Mesela ben… Denizciyim…»
Fertig:
— «Zavallı Sharp,» dedi. «Ne de olsa ona acımaktan kendimi alamıyorum. Bir gün bana: ‘Hiçbir zaman başkomutan olmak istemedim, kurmay heyetinde olayım, bana yeter de artar bile. Komutanlık vız gelir, tırıs gider’ demişti. Derken bir de baktık ki zarlar atılmış, Sharp da çabucak kurulan bir kurmay heyetinin başına getirilivermiş. Kurmayın hemen hemen haber alma şubesi, harekat şubesi diye bir şeyi yoktu! Birlikleri eğitim görüyorlardı. Subayları ise ateş hattında hiç bulunmamışlardı. Çoğu, memlekete yeni gelmişti. İşte, zavallı Sharp baba bu koşullar altında Japon İmparatoru’nun muhafız kıtalarının 16’ncı alayını yenmekle görevlendirildi. Yani, Singapur fatihlerini, Japon ordusunun gözbebeği olan ünlü 16’ncı alayı! Birlikleri dağılıyor, askerleri kaçıyor, yaptığı tahribat boşa gidiyordu. Sözün kısası, hapı yutmuştu zavallı. İnsan ömür boyunca hiç komutanlık istemeyip de meslek hayatını düşmana teslim olarak bitirirse; bu talihin çok acı bir cilvesidir!»
O sırada Fertig sanki sorusunu yeni işitiyormuş gibi Offret’in yüzüne baktı. Otoritesini gösteren, mesafeli bir tavırla:
— «Sen de beni iyi dinle,» dedi. «Yine donanmanın emrine girinceye dek benim komutam altında olacaksın. Burada bulunan en yüksek rütbeli, en kıdemli Amerikan subayı benim. Seni bu komutanlığın emrine verdim, ne dersem onu yapacaksın.»
Hedges onun sözünü kesti:
— «Artık sen de çok oldun Wendell,» dedi. «Ördekayak’a doğru dürüst: ‘Senin başının çaresine de biz bakarız,’ desen olmaz mı yani?»
— «Offret, şunu iyi bil! Hedges bu birliğin harekât şubesi başkanıdır. Ayrıca şunu da bil ki; komutanlık düşmana teslim olmayı ne gerekli, ne de olanaklı görmektedir.»
Hedges işi şakaya vurdu:
— «Offret,» dedi. «Sen bu parlak, yiğitçe lâfların, sırtımızdaki üniformaların etkisi altında kalma. Ne Wendell ne ben asker değiliz, galiba da bunun için hâlâ yaşıyoruz, haberin olsun: Wendell mâdencidir, ben de sıradan bir kereste tüccarıyım, ayrıca puro sigarası tiryakisiyim. Fakat sana bir şey söyleyeyim mi? Bu mendebur adayı benden daha iyi bilen tek Japon yoktur. Filipinler’i de Wendell’den daha iyi hiç kimse bilmez. Dereyi geçerken az daha boğuluyordun. İnsan donanmada hiçbir şey öğrenmez. Hepsi uzmandır. Pearl Harbor baskınından sonra onları kurmay heyetinde gördüm. Suların ne zaman yükselip alçaldığını bile doğru dürüst bilmiyorlardı! Yemin ederim ki böyle!»
Fertig de lafa karıştı:«Ya kara ordusu?» Dedi. «Bataan’da önünde tek bir sorun vardı: Bataan’ı savunmak. Ordu yıllar yılı bunun için çalıştı. Öyle iyi eğitim yapıldı ki herkes gözü kapalı harekete geçebilirdi. Bir yığın top, cephane getirtilip istif edildi. Benzin de boldu. Bu iş, Japon saldırısından çok önce yapıldı. Tek bir şey unutulmuştu: Yiyecek’ Dağlar, balta girmemiş ormanlarla kaplı bu memlekette muhakkak yiyecek yedekleri yapmak gerektiğini bu askerlerden hiçbiri akıl etmemişti. Bu yüzden ziftlenecek ne tek lokmamız ne de kinin vardı! Sıtmanın kol gezdiği bir bölgede kinin yok, gerisini sen düşün. Fakat cephane sıkıntısı çekmiyorduk. Bizimkiler Corregidor’a çekilmeden önce ben kendim yüz bin ton cephanenin havaya uçurulmasına yardımcı oldum. Yeterince ilacımız ve yiyeceğimiz olsaydı, hâlâ Bataan’da olurduk. Orada cephane öylesine dardı ki kimse geçemezdi.»
Hedges düşünceli düşünceli başını salladıktan sonra:
— «Bu asker milleti yok mu, hepsi birbirinden aptal!» Dedi.
Sonra da üç arkadaş yapılan yanlışlardan, uğranılan felâketlerden, talihsizlikten söz ettiler fakat Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri’ne karşı yaptıkları bütün takazalara** rağmen eninde sonunda yardımdan söz etmek zorunda kalıyorlardı. Yardım palavraydı fakat buna inanıyorlardı. Çünkü buna inanmak, yurtlarına olan bağlılıklarının, inançlarının, güvenlerinin bir parçasıydı. Yurtlarına olan güvenlerini yitirdiler mi, atıldıkları serüvenden sağ çıkacaklarına inanamazlardı. Hepsi zihinlerinde yardımı şöyle canlandırıyorlardı: «Güzel bir savaş donanması, birkaç tümen gözüpek asker, dağlar gibi yiyecek, cephane ve malzeme, dizi dizi tanklar, aynca da gökyüzünü karartacak kadar çok sayıda, uçak.»
General MacArthur’a varıncaya kadar herkes «yardım» bekliyordu. Bundan kuşkulanması için hiçbir neden yoktu. Washington’un Filipinler’i defterden sildiğini, takımadaları yeniden zaptetmeyi hiç düşünmediğini kimse söylememişti. Japonya’ya karşı savaş programında Filipinler’in yeri yoktu. Aslına bakılırsa general MacArthur o sırada yardımın yolda, Okyanus üzerinde olduğuna inanıyordu. Yardımın yalnız Amerikan resmi radyosunun dalgalarında varolduğunu, donanma diye bir şeyin de bulunmadığını ancak Avusturalya’ya ayak basınca öğrendi ve dehşete düştü. Kanlı çarpışmalardan sağ kalanlar bu radyoyu dinliyorlar, yardımın altında gizli umuda dört elle sarılıyorlardı.
Fertig bekleyişin altı aydan fazla süremeyeceğini düşünüyordu. O da, Hedges de:
— «Yardımın gemilerden boşaltıldığını gözlerimizle görecek kadar yaşayacağımızı umuyoruz,» diyorlardı.
Hedges birkaç saniye içinde zangır zangır titremeye başladı. Bütün vücudu ter içindeydi. Fertig hemen sırt çantasına el attı, bir kutu kinin çıkardı. İkiyüz komprimeden** geriye pek bir şey kalmamıştı. Yutulan ilaç miktarını azaltmak gerekecekti. Charley’e ancak nöbetleri atlatmaya yetecek kadar kinin vermeliydi. Evet, her nöbet gelişte, kinin bitene kadar. Matarasının bardağına su doldurup Charley’e uzattı. O da titrek bir elle bardağı aldı. Dişleri madeni bardağa çarpa çarpa zar zor suyu içebildi. Sonra dişlerinin arasından:
— «Allah belasını versin!» Diye mırıldandı.
Fertig:
— «Aldırma canım, boşver,» dedi. Sonra Offret’in de yardımıyla bütün battaniyeleri bir araya getiren Charley, Hedges’i battaniyelere sarmaladı. Hedges’in narin bedeni ilk zorlu titreyişlerin etkisiyle çırpınıyordu.
Fertig:
— «Filipinliler’e göre insan karnı açken sıtmaya tutulurmuş,» dedi. «Fakat hepimiz yıllardır sıtma çekeriz. Sıtma bu memleketin iliğine işlemiştir. Kinin sıtma nöbetlerini önler, fakat hastalığı iyileştirmez.» İkisi de bütün gece Hedges’in başucunda beklediler. Zavallının her yanı ateş gibi yanıyor, durmadan sayıklıyordu. Fertig’le Offret onu battaniyelerin altında zaptetmeye çalışıyorlardı. Fakat bütün çabalarına rağmen bedeni çırpınmalı sıçrayışlarla sarsılıyordu.
Offret:
— «Ulu Tanrım, yoksa ölecek mi?» Diye mırıldandı. «Hiç böylesine zorlu bir nöbet görmemiştim!»
Nihayet çırpınmalar sona erdi, bitkin hale gelen Hedges uykuya daldı. Kriz geçmişti. Fertig daha kötü şeyler olacağından korkmuştu. Tanyeri ağarıyordu, fakat yağmur hâlâ yağıyordu.LANAO DAĞLARI’NDA
Mindanao’da yağmur mevsimi Mayıs’ın ortasına doğru başladı mı, tufanı andıran sular dağların tepesinden, yamaçlardan aşağıya doğru iner, Haziran’da da ovalara ulaşır. Fakat serinlemek için ateş gibi yanan ovaları bırakıp da Lanao’daki dağların tepesine çıkmak kimsenin aklına gelmez. Ovadakiler dağlılara yabani derler. Dağlılara sorarsanız onlar da ovalıları pek zavallı bulurlar. Ova diyalekleri ile dağ diyaleklerini de iyi konuşan esnaf dışında, iki halk yığını arasında ilişki, alışveriş pek olmaz. Yüzyıllar boyunca bu ilişkilerle alışverişler, ovada yapılan çapulculuklardan ibaret kalmıştır. Bu baskınlar sırasında da saldırganlar ovalı bir kadın için bir dağlının koynuna girmenin en büyük zevk olacağını düşünerek bu konuda cömert davranıyorlardı. Ovalı erkekler ve özellikle ırzlarına geçilen kadınların kocaları bu görüşü paylaşmadıklarından, aralarında hep gürültü çıkıyordu. Yönetim Amerikalılar’da iken ovadan kaçırılıp dağa kaldırılan kadınların sayısı çok azalmıştı. Fakat Japonlar birdenbire gelip ülkeyi istila edince dağlılar yine işi azıtmışlar, eski alışkanlıklarına dönmüşlerdi.
Gerçi dağlılarla ovalılar arasında görüş, dil, adet ve din ayrılığı vardı fakat; dağlıların kendi aralarında bu tür ayrılıklar bulunuyordu. Müslüman olan Morolar uzun zaman önce Malezya’dan gelerek ormanlarda yerleşen Manobolar’ı küçümsüyorlardı. Morolar bu hıristiyanları öldürürlerse Allah’ın gözüne gireceklerine inandıklarından, Manobo köylerine olduğu kadar ovadaki Hıristiyan köylerine de aynı şiddetle saldırıyorlardı. Kocalarını öldürdükleri kadınlar dul kalınca onlar da haremlerine yeni yeni kadınlar buluyorlar; bunların öksüz çocuklarını da köle gibi kullanıyorlardı.
Lanao bölgesinin dağlarında oturmakta, daha doğrusu oraları kasıp kavurmakta olan Magahatlar’la Negritolar da vardı. Bunlar bugün de vardır. Filipinlerin hemen bütün halk toplulukları gibi, Malezya kökenli olan Magahatlar eşkıyalık yaparak kendilerine refah sağlarlar. Negritolar ise göçebe yerlilerdir. Tenleri kara, hepsi de pigmeler kadar ufak tefektir. Ev, kulübe diye bir şey bilmezler. Ormanlarda barınırlar, kendilerine yapraklardan yuvalar yaparak bunların içinde yaşarlar. Fakat tuzak kurmayı, ağzı zikzak biçimi Malezya hançeri ve zehirli ok kullanmayı iyi bilirler.
Lanao’daki bu çeşitli halk toplulukları Batı yöntemlerine göre savaşmazlar. Pusu kurmaktan hoşlanırlarsa da, ölmekten korktukları için yapmazlar. Morolar gibi Müslümanlar da gözleri dönünce, kendileri de ölünceye dek dinsiz öldürmekten geri durmazlar. Bunlardan biri esir düştü de bir hastahaneye yatırıldı, diyelim. Kendinde azıcık güç kuvvet bulunca hastabakıcılarla hastaları öldürür. 38’lik beylik tabancanın mermisi böyle gözü dönmüş savaşçıların atılımlarını durdurmaya yetmediği için Amerikan ordusu 9,7’lik mermiler yerine ll,5lik mermiler atan 45 modeli Colt tabancalarını taşımak zorunda kalmıştı.
Morolar yediyüz yıldan beri pusu kurarlar. Bazı savaş hislerini de çok iyi bilirler. Sözgelişi, konuğa bir kâse pirinç sunarlar. Pirinci getiren hizmetkar da konuğun arkasına geçip adına «kampilong» denen bir kılıçla tek vuruşta adamcağızın kellesini uçurur. Dar patikalara, keçi yollarına «suyok» diye adlandırdıkları bir tuzak daha kurarlar. Bunlar bıçak gibi keskin bambu kıymıklarıdır. önceden manda veya domuz tezeğine batırılır. Böylece de bunlara değenlerin tetanosa yakalanacağı umulur.
Bu her çeşit tuzaklar ve kapanlar; Lanao topraklarından geçmeyi, yanında kimse bulunmayan, kılavuz da almamış olan bir yabancı için hiç de hoş bir şey değildir. Bu durum bugün de pek değişmemiştir.
1942 Mayısı’nın üçüncü haftası boyunca kirpas içindeki, yağmurdan ıslanmış, bitkin hale gelmiş üç Amerikalı ile yarıçıplak bir düzine kadar Manobo çocuğu dinmek bilmeyen yağmur altında bu yalçın dağlarda ilerliyorlardı. Çocuklar da hemen hemen kendileri kadar ağır olan denkleri taşıyorlardı. Bir de kılavuz vardı, çocuk değildi. Kılavuz en önde ilerliyor, peşinden de Fertig geliyordu. Fertig adamın boynuna ip haline soktuğu bir sarmaşığı yular gibi yaparak geçirmiş, ucunu kendi eline almıştı.
Balta girmemiş ormanda üç gün yol aldıktan sonra kılavuz:
— «Ben sizi Iligan vadisine götürme işini beceremiyeceğim,» dedi.
Yola çıkalı beri de boyuna ormanda kaçıp kaybolmak için kötü bir eğilim gösterdiğinden, boynuna bir yular geçirilmişti. Böylece bir işe daha yarayabilirdi: Patikanın üzerinde kapanlar, tuzaklar varsa, bunları ilk gören o olacaktı.
Amerikalılar General Fort’un yanına gitmek için Mirayon vadisinden ayrılalı altı yedi, belki de dokuz gün olmuştu. Bunu kendileri de bilmiyorlardı. Hedges ayakta duracak hale gelir gelmez yola çıkmışlar kuzeye, Macajalar Körfezi’ne doğru yol alıyorlardı. Dağdan ayrılmıyorlardı. Neyse ki köylüler onlara birkaç çuval pirinç satmaya, Lanao sınırına dek bu çuvalları taşımaları için de mandalar kiralamaya razı olmuşlardı. Amerikalılar Kapai dağının eteklerinde de bu ufak tefek Manobolar’ı hizmetlerine almışlar; yüklerini onlara taşıtarak mandaları geri göndermişlerdi.
Sürekli yağmur altındaki tropik ormanda çok zahmet çekiyorlardı. Kayıp düşüyorlar, çamurların içine dalıp çıkıyorlardı. Hepsinin çevres!n! sarmış olan birtakım böcekler, sinekler oralarını buralarını sokuyor, sülükler kanlarını emiyor, dikenler bacaklarını bereleyip yırtıyordu. Ayakkabıları sulu, yapış yapış bir çamurla dolmuş birer sünger halindeydi. Her adım atışlarında ayaklarrnı yapışkan çamurdan birbiri ardı sıra çekip çıkarmaları gerekiyordu. Gökyüzünü kendilerinden saklayan milyarlarca ağaç yaprağından yağmur damlaları düşüyor, boyunlarından aşağıya akıyor, terlerine karışıyordu. Boğucu sıcak yüzünden bitkinleşiyorlar, kasaturalarıyla dalların arasından kendilerine yol açıyorlardı. İlk gün öğleye doğru öylesine yorulmuşlardı ki, hiçbir şeye aldırmaz olmuşlardı. Hiçbiri artık yürüyemeyecek halde olduğunu kabul etmek istemiyordu. O ufak tefek Manobolar ise hiçbir şeye aldırmadan, tıpış tıpış yürüyorlardı, hem de yalınayak. Üçü de sağlam insanlardı. Kırk yaşındaki Fertig uzun boylu, atlet yapılıydı, uzun kasları vardı. Hedges çelimsiz görünüyordu ama, baştan aşağı adeleydi, olur olmaz her şeye kızıyordu. Offret ise, sanki her türlü ağır işi görmek için yapılmış bir motordu sanki.
Hedges kılavuza sordu:
— «Bay Lluch’u tanıyorsun değil mi? Bay Lluch nereye sığındı, biliyor musunuz?»
Kılavuzun yüzü ışıldadı. Kırmızıya boyalı dudakları bir gülümseyişle açılarak kıpkırmızı diş etleri arasındaki inceden inceye törpülenip adına tenbül da denen Hint karabiberinin yapraklarıyla karartılmış dişlerini gösterdi. Sonra da karnını kaşıdı.
Anlamsız bir tavırla:
— «Ha! Ha! Bay Lluch!» Dedi.
Hedges:
— «Allah cezasını versin bu herifin,» diye söylendi.
Hem ticaretle, hem politikayla uğraşan Salvador Lluch, Lanao’nun en önemli kişisiydi. Onu tanımamak için insan enayinin teki olmalıydı. Hedges de havadis almak için ona ulaşmak istiyordu. Olup bitenlerden yalnız Lluch’un haberi olabilirdi. Dolaşan söylentilere göre sığındığı yerin, Iligan kıyısının oralarda olması gerekiyordu.
Hedges yine sordu:
— «Iligan’ı biliyor musun sen? Büyük bir yer, orada çok ev var. Biliyor musun?»
— «Eevet evet, biliyorum tabii!»
Fertig:
— «Evet; patika nedir, yol nedir biliyor. Onun için bunların bir anlamı var. Ama Iligan?»
Hedges, kılavuzu iteleyerek:
— «Iligan’a gidiyoruz, anladın mı?» Dedi.
Manobo yine kaçamaklı bir tavırla:
— «Evet evet,» dedi. «Iligan.»
Fakat pek güvenli bir hali yoktu. Hedges visayan diyalekiyle konuşmayı denediyse de, cevap olarak sevimli bir gülümseyişten başka karşılık alamadı.
Hedges sonunda:
«Allah kahretsin!» Dedi. «Bir dere, bir ırmak buluncaya kadar yürüyelim. Nasıl olsa deniz kıyısına kadar onu izleriz. Ya da Japonlarla rastlayana dek.»
Dar patika; üzerinde yürünecek bir yol olmaktan çok, yaban domuzlarıyla geyiklerin çalı çırpılar içinde açtıkları bir izden ibaretti. Akşamın alaca karanlığına kadar yürüdüler, sonra ıslak battaniyelerine sarılarak kamp kurdukları yerde „ ..ktıkları ateşin külleri üzerine yattılar.
Ertesi gün yine yola çıktılar.
Kılavuz boyuna:
— «Çok yaklaştık,» diyordu.
Fakat onlar kendilerini hiçbir şeyin yakınında hissetmiyorlardı. Yalnız, birbirlerinin yamadaydılar. Bu dağlık inişlerde kaymamak için köklere, dallara tutunmak zorunda kalıyorlardı. Göz açtırmayan yağmur altında aldıkları her kilometre birbirine benziyordu. Sanki dünya dışında bir aleme girmişlerdi. Bu, ter ve çamur, yapışkan bir yosunlar evreniydi. Öyle bir dünya ki, her şey yeşil bir renk alıyordu. Kunduraları, palaskalarının tokalarıyla meşinleri. Öyle bir dünya ki; içinden mide bulandırıcı bir küf ve mantar kokusu yükseliyordu. Bu acayip koku, Fertig’in günlüğünün sayfalarına da siniyordu.
Bu çürüyüp kokuşmuş cengelde küçük yaralar, sıyrıklar da iyileşmez. Çünkü yaraların kabuk bağlamasını sağlayan güneş ortada yok. Bir sıyrık, bir çizik çabucak azar, etler çürür, kemikleri açığa çıkarır, sonra onlar da sararır. Bu yeşilimtrak alemde insan kolayca ölüverir. Nöbetlerin, hummaların, iltihapların kaynaştığı bu alemin içinde insan çoğu zaman yolunu şaşırır, kaybolur.
İkinci gün Fertig, Hedges ve Offret öylesine bitkinleşmişlerdi ki, yiyecek bir şeyler pişirebilecek gücü kendilerinde bulamadılar. Islanmış, soğuk birkaç pirinç köftesi yemekle yetindiler. Sonra battaniyelerini örtünerek uyudular.. Fertig o kadar yorgundu ki, yollarını şaşırdıklarını düşünemiyordu bile. Bildiği tek şey vardı: Bugünlük bu kadarı yeter de artardı. Üçüncü günün akşamı bitmek bilmeyen sarp bir yamaçtan inmeye başladılar. Hedges bu inişin altında Malindang ırmağının yukarı yatağını bulacaklarını umuyordu. Gerçekten de yapraklar birden seyreldi ve tâ aşağıda, derin bir hendeğin içinden ak köpüklerle akıp giden bir selin yatağını gördüler. Sular çamur ve yeşilimsi yosunlarla kaplı kayalar üzerinde sıçraşıyordu. Balta yüzü görmemiş ormana girişlerinden beri ilk kez, gözleri birkaç metreden daha ilerisini görebilmekteydi. Buğulu havanın içinde, beşyüz metreden daha uzakta, bir vâdiye dalan seli görebiliyorlardı. Burası her yanından kamışların fışkırdığı daracık bir vâdiydi. Sanki dağlar arasında bataklık bir adaydı. Balta girmemiş orman onu her yandan kuşatıyordu. Akan sel sularından, bataklıklardan ve cengelden başka şey yoktu.
Kılavuzun ağzı kulaklarına varıyordu. Sanki Kristof Kolomb’du da bu ışıltılı ü.lkeyi seyrediyordu:
— «0po, çok yaklaştık,» dedi.
Hedges sordu:
— «Buranın adı ne? Malindang mı burası?»
Kılavuz zevkten dört köşeydi:
— «Hayır, Malindang değil, çok yaklaştık,» dedi.
Hedges diretti:
— «Bura neresi öyleyse? Iligan mı?»
Kılavuz tekrarladı:
— «Çok yaklaştık efendim, çok. Bir günlük, belki iki günlük yolumuz kaldı.» Sonra çenesiyle işaret edip kayalar üzerinde sıçraşarak şarıldayan sel sularını gösterdi.
Hedges:
— «Allah bu herifin cezasını versin,» diye homurdandı. «Bu sersem bula bula dağın öteki yamacını bulabildi! Ne kadar böbürlense yeridir!»
Hep birden kıyıya indiler, suyun serin okşayışı du^ak bilmeyen, sıcak, ince yağmurla hoş bir çelişki hâlindeydi. Bu yağmur hiçbirinde derman bırakmamıştı. Su kunduralarının içine giriyor, bacaklarının çevresinde burgaçlar meydana getiriyordu. Fakat bu kayalar kendilerine ilk göründüklerinden daha kocamandı. Üzerlerini kaplayan yosun ve çamur tabakası da onları öylesine kaygan hfil.e sokmuştu ki, bunların üzerine çıkıp durabilmek hemen hemen olanaksızdı. Her yere tutunuveren ayak parmaklarıyla Manobolar bile bunların üstünde doğru dürüst duramıyorlardı. Amerikalılar’ın ayaklarındaki asker postalları ise hiç işlerine yaramıyordu. Fertig’in kunduraları tabanlarının ortasına dek açılmıştı fakat yine de onları çıkarmıyordu, çünkü yalınayak yürüyemiyordu. Bataklık vâdiye iki saati aşkın bir sürede ulaştılar. Yorgunluktan bitkin düşmüşlerdi. Üstleri başları sırılsıklamdı, çürük yosunlarla kaplıydı. Daha aşağıda kayalardan meydana gelme başka bir set, sel yatağım kesiyordu.
Hedges:
— «Aldanmışım,» dedi. «Yine ormana doğru ilerleyelim.»
Fakat bataklıktan ileriye doğru giden hiçbir iz yoktu. Sadece hayvanların açtıkları daracık yollar’ vardı.
Hedges:— «Derenin kıyısından yürüyelim,» dedi.
Ne var ki, ormana girer girmez dereyi göremez oldular. Sarmaşıklardan, dallardan oluşan bir perde onu gizliyordu.
Saatlerce yön kaybetmeden ilerlemeye çalıştılar. Sağ yanlarına düşen suyun şarıltısını dinlemek için ara sıra duruyorlardı. Fakat nemli ormanda hiçbir ses çevreye yayılmaz, hele yağmur yağdı mı hiç ses duyulmaz olur, kırk metre ileriden atılan bir kurşunun patlaması bile işitilmez. Ayrıca yankı da yoktur. Maymunlar tepelerinde bağırışarak küçük Manobolar’ı korkutuyorlardı. Derken balta girmemiş orman birdenbire seyrekleşiverdi. Bir ev göründü. Bu, duvarları olmayan basit bir sundurmaydı. Kazıklar üzerine oturtulmuş, damı palmiye yapraklarıyla örtülmüştü. Bir sahanlığı andıran bu yerin ortasına bir kocakarı çömelmişti. Yaşlı bir Müslüman kadındı. Bumburuşuktu, dişlerini hintbiberiyle karartmıştı. Porsumuş memeleri bir av köpeğinin kulakları gibi sarkıktı. Kenevir bezinden çok bol, koyu renk bir entari giymişti. Hiçbir erkek ona sataşmayacağı, çalınacak hiçbir şeyi olmadığı için onu orada bırakmışlardı. Yumurta ve pilav pişirmekle uğraşıyordu. Ufak tefek Manobolar’a küçümser gözlerle baktı, Amerikalılar’ı yemeğine buyur etti. Lluch’un yerini sordular:
— «Gece burada kalın,» dedi. «Salvador Lluch’un sığındığı yere ulaşmak için öğleye dek yürümeniz gerek.»
Dar patika evinin alt yanında başlıyor, açık seçik görünüyordu.
Offret:
— «Ben de kahve pişireyim,» dedi..
Sonra Amerikalılar da yaşlı kadının tenceresine biraz pirinçle başka yiyecekler eklediler.
Yağmur damlaları damı dövüyor, sular ağaçların arasındaki açıklıktan akıp gidiyordu. Üç Amerikalı sıcak pilavı yediler, kaynar kahveyi içtiler. Kazıkların arasına oturan Manobolar da kendilerine verilen yiyecekleri atıştırıyorlardı.
Fertig:
— «Charley, sen nasılsın bilmem ama ben çok iyiyim,» dedi.
Hedges döşemelerin arasından Manobolar’ı görmeye çalışarak:
— «Hepimiz öyleyiz,» dedi.
Manobolar dövülmüş toprağın üzerine oturmuşlar, Fertig’in kendilerine verdiği kocaman pilav tenceresine ellerini daldırarak habire tıkınıyorlardı. Bu şölen pek hoşlarına gitmiş olacak ki, keyifli keyifli gülüşüyorlardı.
Offret yanan sigarasını ayak bileğine yaklaştırdı. Sigaranın ateşini derisini yakmayacak kadar uzak, fakat oraya yapışmış bir sülüğü yakacak kadar da yakında tutuyordu. Korkunç küçük topak büzüldü, sonra yere düştü. Offret ökçesiyle basarak onu ezdi. Bambudan yapılmış döşeme tahtası bir kan lekesiyle kızardı:
— «Bu da kırküçüncüsü,» dedi.
Hedges inanamamıştı:
— «Yola çıkışımızdan beri mi?» Diye sordu.
Offret:
— «Hayır, bu sabahtan beri,» dedi.
Hedges:
— «Talihimiz var da gözlerimize yapışmıyorlar,» dedi. «Oraya yerleşip gözbebeklerindeki su cismini emiyorlar.»
Amerikalılar çıplak döşeme tahtalarının üstüne sere serpe uzanmışlardı. Dört direğin üstüne kondurulmuş ince dam onları yağmurdan koruyordu. Hedges’le Offret sigaralarını içerek kahvelerini höpürdetiyorlar, Fertig de külüstür bir okul defterine bir şeyler yazıyordu. Dünyalar bir araya gelse bu defterde neler yazılı olduğunu kimseciklere söyleyemezdi. Bu onun günlük defteriydi.
«Yarın neler olacağı öylesine belirsiz, öylesine karanlık ki; insan daha bunu düşülmeye kalkışırken umutları kırılıveriyor. Bu dağları aştıktan sonra hiçbir zaman böylesine ferahlık duymadım ve büyük bir iş başarmış olduğumu hissetmedim.»YARBAY FERTİG SİZİ ÇAĞIRIYOR
Er Robert Ball bölmesinden çıktı ve yerlere kadar eğilerek selam verdi. Japonlar pek o denli taş yürekli değillerdi. Karşılarında yerlere kadar eğilmeyen Amerikalılar’ı tokatlıyorlardı fakat, aynı küçük kusurlar yüzünden kendi askerlerini de tokatlamaktan çekinmiyorlardı.
Ball, Çavuş Knortz’a şunları fısıldadı:
— «Bana bak arkadaş, ben buradan hoşlanmadım, Japonlar’ı da sevmedim. Ne yapıp yapıp tüyeceğim! Sen de gelir misin?»
— «Ne zaman yola çıkıyoruz?»
Ball arkadaşını iyi seçmişti. Japonlar’ın kendileri bile William Knortz’a büyük saygı gösteriyorlardı. Çünkü o, «kara kemer»di. Kara kemer, «Judo’da en yüksek rütbedir. Kara kemeri taşımakta olan hasmını yenerek ona sahip olunur. Başlangıçta Japonlar kendileriyle güreşmeye razı olan Amerikalılar’ı judo maçlarında çabucak yeniyorlardı. Sonra ringe Knortz çıkıyor, Japonlar’ı çabucak safdışı ediyor, Japonlar da bu Amerikan askerini saygıyla selamlıyorlardı.
Knortz’un aklına şöyle bir şey geldi: Koğuştaki arkadaşlarına kaçacaklarını söyleyecek, bir de tarih saptayacaklardı.
— «Kaçmak filan diye bir şey yok tabii,» dedi. «Fakat herkesin bundan sözetmesi gerek. Böylece iş Japonlar’ın da kulağına gidecek, o zaman da kaçmayacağız. Çaktın mı?»
Ball çakmıştı. Çok geçmeden kamptaki herkes onların gitmelerini gözlemeye başladı. Japon nöbetçileri gözlerini dört açtılar. Saptanan gün gelip çatınca, eski kurtlar iki toy delikanlıyla alay etmeye başladılar:
— «Eeee, ne haber evlat, yoksa bir terslik mi oldu? Hâlâ kaçmıyor musun?»
Bu kaçma hikayesi artık günün şakası haline gelmişti. Japon nöbetçiler de gülüyorlardı bu işe. İşte tam o sırada Ball ile Knortz savuştular.
Alışveriş yapmak için sıkı muhafaza altında kente inmişlerdi. Sarsak evlerden meydana gelen, lâbirenti andıran sokaklara ulaşıp hırpani halkın arasına karışınca, nöbetçilerden kurtulup başlarını eğerek koşmaya koyuldular. Ball’un hiç unutmamacasına kafasına yerleştirdiği bir yola saptılar. Ball, komutanın bürosunun damından devamlı baka baka, bu yolu iyice ezberlemişti. Irmağa, ağaçlara, şehre, balta girmemiş ormana nişan komuştu. Ormana geldikten sonra artık koşmaktan vazgeçtiler.
Herr Waldo Neveling, Surigao dağlarının patika yollarından hızlı adımlarla ilerlerken, kendi kendine gülümseyerek: «Ne enayi şeyler şu Japonlar,» diye düşünüyordu. Hoş, Amerikalılar da öyleydiler ya! Onlar da, ötekiler de bir Alman’ın hep Alman olarak kaldığı düşüncesindeydiler. Fakat Herr Neveling kendisinin Alman olduğunu unutmuştu. Tâ ki Amerikalılar onu gözaltına alarak Alman olduğunu kendisine hatırlatıncaya kadar. Almanya’yı 1914’ten beri görmemişti.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Herr Neveling, Bağdat demiryollarında çalışan bir teknisyenler ekibiyle birlikte kendini Türkiye’de bulmuştu. Bu serüven hoşuna gitmiş, onda gezip görme isteği uyandırmıştı. Yenik Almanya’da kalıp da ne yapacaktı zaten? Paralı askerlik yapmaya karar vererek Arap oymak şeflerinin hizmetine girmişti. Sonra bir aşamadan ötekine geçerek Orta Asya’yı baştan başa aşmış, Çin’e gelmiş, derken ufak tefek savaşçılar olan Japonlar’ın saflarına katılmıştı. Orada her çeşit silâhların kullanılışını gayet iyi öğrenmiş ve piyade savaşında doğuştan sâhip olduğu yetenekleri geliştirmişti. Dövüşmekten hoşlanıyordu. Bu onu eğlendiriyordu. İnce uzun, diri bedeninde bütün bu savaş eğlencelerinin anıları olan birçok yara izleri vardı. Savaştan önceki yıllar boyunca Filipinler’deki madenlerde makine şubesinin şefi olarak görev yapmıştı. Diesel motorlarıyla, bazı küçük onarım işlerinde onunla kimse aşık atamazdı. Aslında makineyle ilgili her şeyi biliyordu. Fakat Filipin adalarına geldiğine de çabucak pişman olmuştu. Oradaki yaşantıyı çok yavan buluyordu. Neyse ki savaş başlamıştı da -kendisinin dediği gibi- bir umut ışığı belirmişti! Japonlar onu salıvermişler ve kaçan Amerikalılar’ı arayıp bulmakla görevlendirmişlerdi. Onları teslim olmaya çağıracaktı. Fakat o, Amerikalılar’! gizlendikleri yerlerde buldu mu şöyle diyordu:
— «İnanın bana. Japonlar’ı Çin’de de gördüm. Sunu iyi bilin: Bu savaş beyaz ırkla sarı ırk arasında olup bitmektedir. Japonlar bunu yalnız söylemekle kalmıyorlar, inanıyorlar da… Bana kalırsa beyazların çoktan birlik olmaları gerek. Hepimiz bir yığın halinde birleşirsek belki de Japonlar’ın başına çorap örebiliriz.»
Fakat hiçbir Amerikalı, Herr Neveling gibi düşünmüyordu. Kimileri ona, Alman olduğu için kuşkuyla bakıyorlardı. Bazıları ise korkuyorlardı. Bir misyonerin karısı ona şöyle dedi:
— «Her iki taraftan da başımıza bu korkunç savaşları musallat edenler, senin gibi adamlardır. Direneceksin de ne olacak sanki? Yeni yeni ıstıraplara sebep olacaksın, işin ceremesini de masum, suçsuz insanlar çekecek.» Herr Neveling ona şu cevabı verdi:
— «Durun hele. Savaşçı olsun olmasın, suçsuzlarla masumlara neler çektirilmiş, yakında görürsünüz. Söylediklerimin dosdoğru olduğunu anlayacaksınız. Bana inanmasanız bile, bunu kendiniz farkedeceksiniz. Japonlar’ın şakası yok, inanın bana.»
Amerikalı teknisyenlerle öğretmenler ise başka şeyle ilgileniyorlardı. Mesela bu savaş, acaba ne kadar sürecekti? Çünkü hemen hemen herkes, eninde sonunda zaferi Amerika’nın kazanacağına inanıyordu. Ama bu ne zaman olacaktı? Altı aya kadar mı? Japonlar’ın sözünü dinleyip altı ay gözaltında kalmaya katlanmak daha iyi değil miydi? Zaten belki altı aya da kalmadan esirlerin karşılıklı değiş tokuş edilmesinden yararlanabilirlerdi. Hem sonra bir esir kampında hiç değilse hekimden, ilaçtan da yararlanacaklardı. Başka yerde ise güç durumlarda kalacaklardı, hele küçük Billy’nin kulak ağrısı yine başlarsa! Balta girmemiş ormanda hekim bulunur muydu? Gidip gözaltına girmek daha iyi değil miydi?
Herr Neveling:
— «Bana inanırsanız bu pis heriflerden olasıya uzak durun,» diyordu.
Herkesten: «Olmaz!» diye cevap aldıktan sonra da cesaretini hiç kaybetmeyen Herr Neveling, Surigao’yu bir baştan bir başa aşıyordu. Bu hoş serüveni birlikte yaşayabileceği birisine eninde sonunda rastlayacağından emindi.
Sam Wilson bir dağın tepesinden bakıyor ve kuzeyde, Macajalar körfezini uzaktan uzağa, hayal meyal görebiliyordu. Güneybatıda ise Kapai dağları vardı. Orada hala savaş sürüyordu. Sonra şunu da farketmişti ve yaptığı keşif de oldukça ilginçti: Dağlık bir bölgede bir milyarder için bile yiyecek pek öyle bir şey yoktu. Yiyecek hiçbir şey bulamayacağı anı önceden kestirmek de onun için kolaydı. Köylüler: «Albay Fertig, benim yanıma gelsin diye haber yolladı size,» demişlerdi. Albay Fertig ha? Bu işe çok gülmüştü.
Sam Wilson’un kafasını her şeyden çok kurcalayan bir isteği vardı: Nerede olduğunu kimsenin Sam Wilson’un kafasını her şeyden çok kurcalayan bir isteği vardı: Nerede olduğunu kimsenin bilmemesi. Bu olmasa Fertig’i görmeye can atardı. Son olarak savaştan önce Polo kulübündeki bir suarede karşılaşmışlardı.
O zamanlar Manila’da herkes delicesine bir hayat sürüyordu! Herhangi bir kimseyi hiç beklemediği anda davet ediyordunuz. Kulüpten uşağınıza telefon ediyor, kısaca:
— «Ambrosio, bu akşam sofrada yirmi. kişi olacağız,» diyordunuz.
Ambrosio da:
— «Başüstüne efendim,» diyordu.
Akşam yemeği için geldiğinizde, sofrada yirmi tabağı, yanlarında çatal, bıçak, kaşıklarla birlikte dizilmiş buluyordunuz. Davetlilerinizin uşaklarıda sanki gaipten haber almış gibi oraya geliveriyorlardı. Çünkü şenlik mutfakta da devam ediyordu.
Şimdiyse Sam etrafını çeviren sessizliğin içinde yalnızdı, bir gölge gibi dağları aşmaya çalışıyordu.Don Salvador’un Evinde Şenlik
Fertig sarılı pembeli bir ışığın içinde uykudan uyandı. Dövülmüş toprağın üzerinde yatan Manobolar da kımıldanmaya başlamışlardı. Buranın üzerinde parıldayan yaldızlı ışınların aydınlattığı ağaçların yüksek dorukları pırıl pırıldı. Offret sahanlık gibi yerin kıyısına oturmuş, tüfeğini dizlerinin üstüne koymuştu. Beri yanda da kocakarı ocaktaki korları üflüyordu. Fertig birinin kendisini ayağıyla kaburgalarından dürttüğünü hissedip başını çevirdiğinde Hedges’in yanı başında dikili durduğunu gördü. Hedges:
— «Çiş etme zamanı geldi,» dedi.
Ağaçlar arasından gelen bir kuş ötüşü ona karşılık verdi. Fertig kulak kabarttı. Orman, gürültüleriyle yeniden canlanmaya başlıyordu. Ormanın açıklık yerinin ardından akmakta olan berrak derenin başına dek Hedges ve Offret’le birlikte gitti. Üçü de yaptıkları yürüyüş sırasında üzerlerinde biriken kir pastan kurtulmak için sert sert sabunlanmaya başladılar. Fertig bir aynada yüzüne baktı. Şekilsiz bir surattı bu. Yüzünü sabunladı, sekiz günlük sakalını tıraş etti fakat. sonuçtan hiç de memnun kalmadı. Yoksa bu beylik aynalarda mı bir kusur vardı? Ya da o, gerçekten şimdi böyle miydi?
Kocakarının evine döndüklerinde ufak tefek Manobolar sıcak pirinç köftelerini oburca atıştırıyorlardı. Hedges onlar için kocakarıdan koskoca bir tencere dolusu köfte yapmasını istemişti. Bununla yirmi kişi bile doyardı. Fakat hep karınları aç olan bu bacaksızlar her şeyi silip süpürüyorlar, tencerenin dibindeki yanıp sertleşmiş kabuk gibi şeyi bile yiyip bitiriyorlardı.
Bizimkilerin Pantalan’da ele geçirdikleri yedek üniformalar temizdi. Fazla buruşuk değil, yer yer de kuruydu. Üç Amerikalı bunları sırtlarına geçirdi. Fertig de kunduralarının çevresine yeni sarmaşıklar sardığı sırada, sanki güneş tarafından taşınıp getirilmiş gibi, bir başka âlemden gelen bir haberci onlara doğru ilerledi.
Başında ne fes vardı ne sarık, ne de belinde peştamal. Kemerinde o eğri büğrü ağızlı, kutsal Malezya hançeri de asılı değildi. Yalınayaktı, bir gömlekle bir şort giymişti. Gülümseyerek karşısındakileri selâmladı. Sonra bakışlarını Fertig’in rütbesini gösteren gümüşî meşe yaprakları üzerinde durdurarak:
-«Don Salvador, bu akşam konuğu olmanız için haber yolladı,» dedi.
Bunun üzerine bir de el hareketi yaptı. Bu «Sonrasını kim bilir?» ya da hattâ. «Kimin umurunda?» anlamına geliyordu.
Fısıltı gazetesi aracılığıyla gönderdiği «telgraf»a böyle çabucak cevap almasından Fertig hayran kalmıştı:
— «Büyük memnunluk duyacağız …» Dedi.
Gerçi o, dar patikalarda hiç kimseyi görmemişti fakat; bu, kendisini de kimsenin görmemiş olduğu anlamına gelmezdi. Sonra kocakarı da geceleyin bir haber uçurmuş olabilirdi!
Fertig:
— «Bizi Don Salvador’un yanına hemen mi götüreceksin?» Diye sordu.
Filipinli:
— «Evet,» diye karşılık verdi.
Amerikalılar kocakarıya bir armağan verdiler.
O da utangaç utangaç gülümseyerek elini yüzüne kapadı. Beri yandan da: «Buna ne gerek var canım?» dercesine başını sallıyordu. Sonunda bir kutu som balığını kabullendi.
Ormandaki açıklığın ötesinde dar patika genişliyor, ormanın içinden geçerek hafif bir meyille aşağıya doğru iniyordu. Orada orman pek sık değildi. Patikanın üzerinde tam mevcutlu aileler ilerliyorlardı. Ormanın kıyısındaki öbür açıklıklardan ise başka aileler patikaya doğru yürümekteydiler. Temiz giyinmiş insanlar görülüyordu. Kadınlar başlarının üstüne dürerek boru gibi yaptıkları hasırlar yerleştirmişlerdi. Buralarda bu hasırlar, yatak gibi kullanılıyordu. Bütün bölge ayaklanmıştı, apaçık görülüyordu ki, herkes bir şenliğe gidiyordu.
Kılavuz böbürlene böbürlene:
— «Don Salvador’un evinde büyük şenlik var bugün,» diye anlattı. «Iligan’daki papaz da gelip günah çıkartacak, sonra şarkılı ilahili bir ayin yapılacak. Bir de nikah var.»
Bunları gözlerinin önünde canlandırdıkça gülümsüyordu. Sözlerine devam etti:
— «Papaz savaşın başından beri buralara gelmemişti. Böyle karışık zamanlarda pek sık gelemez, ama bugün gelecek. Bir nikah kıyacak Siz de orada olacaksınız. Don Salvador büyük şenlik düzenledi. Eeee, bu kadar olur işte.»
Fertig sordu:
— «Don Salvador bizim bugün geleceğimizi nasıl öğrendi?» Filipinli bu sorunun sanki anlamsız olduğunu anlatmak ister gibi: — :Nasıl olur da öğrenmez efendim? Siz Amerikalılarca papaz efendi de konuklar arasında olacaksınız,» dedi.
Yol boyunca rastladıkları Filipinliler, küçük Manobolar’ın taşıdıkları yükleri kendileri taşımak istediler. Fakat genç dağlılar da, onların yaşça daha büyük olanları da yüklerinden ayrılmak istemediler. Bu bacaksızlar kendi diyalekleriyle cıvıldaşarak, gülüşerek patika üzerinde hoplayıp zıplıyorlardı. Ömürlerinde ilk kez dağları aşıyorlar ve uygar Filipinliler’in ne çeşit bir yaşam sürdüklerini görmeden bu sefer heyetinden ayrılmak istemiyorlardı.
Offret:
— «Bu Don Salvador da kim?» Diye sordu.
Hedges:
— «Oooo, efendi,» dedi. «Büyük bir politikacıdır o. Topu topu yüzde elli oranında faiz alır!»
Sonra da Offret’e Don Salvador’un öyküsünü anlattı. Lluch bir Basklı’nın oğluydu. Uzak sefer kaptanı olan bu adam melez bir kadınla evlenmiş ve Iligan yakınlarına yerleşmişti. Salvador Lluch hem iş, hem politika hayatına atılmıştı. Yıllardan beri de Lanao ilini o yönetiyordu. Daha doğrusu Hıristiyanlığın öncülerinin toplu halde bulundukları kıyı kesimi onun hükmü altındaydı. Fakat Salvador Lluch başka hiçbir Hıristiyan’ın dolaşmaya cesaret edemeyeceği yerlere de girebilmekteydi. Hattâ, Lanao gölüne dek gidebiliyordu. Çünkü Morolar’a ödünç para veren en büyük tefeci o idi. Hedges sözlerini biraz açıkladı: Lluch rehin karşılığı ödünç para vermekteydi. Onlara ödünç verdiği paralar karşılığında bu adamların hazinelerini, bakır vazolarını, altın telkârili ve kıvrımlı ağızları olan hançerlerini kabul ediyordu. Morolar’ın iş yaptıkları tefecileri yoktu. Çevrelerine yerleşmek çılgınlığım göstermiş olan Çinli tefecileri öldürmüşlerdi.
Hedges’e göre Don Salvador’un kurduğu bu tekel ona bir servet kazandırmıştı. Nüfuzu da epey artmıştı. Tam o sırada yürürlüğe giren «Filipinleştirme» yasası Lanao’da Morolar’ın oturdukları bölgede Birleşik Amerika’nın otoritesini azalttı. İşinin merkeziyle evi Iligan’daydı ama, Japon istilâsından beri yazlık evinde oturuyordu. Bu ev nehrin yukarı bölümündeydi. Orada uzun süredir mısır, pirinç, nohut ve bir çeşit kenevir ekiyordu.
Hâlâ Filipin Ordusu’nun işaretlerini taşımakta olan silâhlı muhafızlar, Don Salvador’un topraklarına girdikleri sırada Amerikalılar’ı selâmladılar. Hıristiyan kılavuz:
— «Bunlar eski askerlerdir,» dedi. «Fakat Japonlar gelip yasal hükümetin ortadan yokoluşundan beri Hıristiyan cemaati, kendisini Morolar’a karşı korusunlar diye bu adamları parayla tuttu.»
Bu adamları Salvador mu tutmuştu, yoksa onlar mı kendisini korumayı -Chicago gangsterlerinin yaptıkları gibi- ona önermişlerdi. Burası iyice bilinemiyordu. Zaten kılavuz da bu konuda uzun boylu bir açıklama yapmadı.
Fertig sordu:
— «Bu askerlerin varlıklarından Japonlar’ın haberleri var mı?»
— «Niçin olsun efendim?»
Fertig şöyle düşündü: «İşte. Ben bir soru soruyorum, bana başka bir soruyla cevap veriliyor. Tam Filipinliler’e göre bir davranış bu. Hep soru sorarlar, hiç cevap vermezler.»
Malikânenin ana yapısı savaştan beri büyütülmüştü. Yatakhane olarak kullanılmak üzere ana binaya palmiye yapraklarından ek yapılar ilâve edilmişti. Bunların hepsi etrafı çitlerle çevrili bir bahçenin içindeydi. Çitler de yeni toplanmış taze palmiye yapraklarıyla süslüydü. Yapraklar yürek. yıldız ve haç biçiminde örülmüştü. Açık havada kurulmuş bir mihrabın çevresinde de yapraklar ve krep kâğıtları uçuşmaktaydı.
Fertig Offret’in kulağına:
— «Gözünü aç da sen de onlar gibi yap,» diye fısıldadı.
Amerikalılar da mihrabın önünden geçerken Filipinliler’i taklit ederek acemi acemi dize geldiler.
Etrafı çevrili avlunun her yanını aydınlatan parlak ışıklar içinde, şişe geçirilmiş iki tane domuz, bir kor yığınının üzerinde dönüyor, üzerlerinden sızan içyağları korların üzerine dökülüyordu. Dumanlar arasından domuzların kızarıp cızırdadıkları görülüyordu. Daha küçük ocakların başında da çocuklar didinip durmaktaydı. Bunlar da durmadan piliçleri çeviriyorlardı. Piliçler ortadan yarıldıktan sonra içleri doldurulmuş, sonra yine kapatılıp şişlere geçirilmişti. Güneş, kebap edilmek için hazırlanan, piramit biçimi mısır yığınlarını ve rengârenk meyve kavun kümelerini yaldızlamaktaydı. Üç Amerikalı’nın gözleri kamaşmıştı. Bir bolluk dünyası, yepyeni ışık ve yiyecek evreni içinde dolaşıyorlardı. Don Salvador onları kapısının önünde karşıladı ama, kendileriyle kucaklaşmadı da ellerini kuvvetle sıktı.
Lluch tıpkı bir Basklı’ya benziyordu. Mavi gözlüydü, teni bir İspanyol’unkinden biraz daha koyu idi. Ufak tefek ve tıknazdı. Onda ağır sıklet bir güreşçi gövdesi vardı. İşini bilen bir adam gibi sakin. tavırlıydı.
İngilizce’yi dili sürçmeden konuşuyordu fakat modası geçmiş, eski bir İngilizceydi bu. İspanyolca’yı daha iyi biliyordu. Visayan ile Morolar’ın diyeleki olan «Maranao’yu ise mükemmel bilmekteydi. Hedges:
— «Hay Salvador hay! Haydut eskisi seni!» Diyerek onu selâmladığı zaman terbiyeli terbiyeli güldü.
O sırada Mrs. Lluch göründü. Kırk yaşlarında güzel bir kadındı, iri göğüsleri vardı. Kızıl yansımaları olan siyah saçlarının altındaki pürüzsüz teni açık esmer renkteydi. Konuklarını karşılamaktan çok memnun görünüyor, fakat mesafeli ve sâkin davranıyordu. Lluch’lar nâzik nâzik özür dilediler. Mrs. Lluch:
— «Burada biraz bekleyin lütfen. Kızlar sizin için salonu hazırlasınlar,» dedi.
Konukların kabul edildiği bu salon, evin en büyük odasıydı. Amerikalılar içeriye girdiklerinde, burada hiç eşya bulunmadığını gördüler. Yalnız odanın en sonunda yan yana dizilmiş üç tane koltuk vardı. Fertig ortadaki koltuğa, Offret onun soluna, Hedges de sağına oturtuldu. Şeref konukları olduklarına göre taht’a oturmuş krallar gibi öylece duracaklardı. Yavaş yavaş salon insanlarla dolmaya başladı ve Filipinli ailelerin reisleri Amerikalılar’la tanıştırılmak için sırayla geçmeye başladılar. Herkes terbiyeli terbiyeli Talakag ve Cagayan’daki haberleri verip karşılığında Iligan’dan gelen haberleri öğrendi. Fertig de kendisine tanıtılan herkesin adlarını dikkatli dikkatli dinledi. Bunları doğru dürüst söyleyebilmek için büyük özen gösteriyordu. Bütün gece herkesi kendi adıyla çağırarak bütün topluluğu şaşırtacaktı.
Kalabalığın içinde ufak tefek bir adam vardı. Sarı tenliydi. Dar ve solgun yüzündeki açık kahverengi gözleriyle kuzgunî siyah, gür kaşları arasında şaşırtıcı bir çelişki vardı. Fertig sordu:
— «Ubaldo Laya, Doğu Misamis kentinin defterdarı sizsiniz, değil mi?»
Laya:
— «Ta kendisi!» Diye cevap verdi.
Fertig:
— «Sizden sözedildiğini işittim,» dedi.
Hedges geniş bir gülümseyişle:
— «Laya, albay senin, hükümetin bütün paralarını alıp kaçtığını duymuş da…» Dedi.
Laya hemen atıldı:
— «Yooo, hayır; aslı yok bunun, hiç aslı yok…»
Fertig, Laya’nın sözünü keserek:
— «Çarkçı subayı Elwood Offret’i tanıtayım size,» deyince adam da rahat bir soluk aldı.
Öğlen sonrası böyle geçti. Bizim üç kaçak da palmiye yaprağından bir çatı altında, koskocaman ve çıplak bir salonda, bakır rengi çehreler arasında sağa sola iltifat yağdırdılar. Fertig sahip olduğu albay rütbesinin kendisine yüklediği rolü oynamaktaydı. Dimdik durup otoriter bir tavırla konuşuyor -o akşam günlük defterine de yazdığı gibi- «askerce» davranıyordu.
Nikâh, mihrabın önünde, açık havada kıyılmıştı. Şenlik için yakılan ateşlerin çevresinde çocuk siluetlerinin hoplayıp zıpladıkları, ağaçların doruklarında güney yıldızlarının ışıldadıkları görülüyordu.Tören sona erince herkes «T» biçiminde düzenlenen masaların çevresine yerleştirilen sıralara oturarak yiyip içmeye başladı. Sofralar dövülmüş toprak zemin üzerine kurulmuştu. Şenlik ateşi bir uçta, şeref sofrası öbür uçtaydı. Melezlerin saydam entarilerini giymiş olan kadınlar bir masada, erkekler başka bir masada gururlanarak, dimdik oturuyorlardı. Bütün erkekler, yerli dilinde «barong tagolog»** denilen ince dokunmuş, işlemeli gömlekleri pantolon üzerine giymişlerdi. Şeref sofrasında Fertig kendini o anın rahatlığına bırakmış, müziği ve delikanlıların korosunu dinliyordu. İçi konyak’ dolu uzun bir bardağı parmaklarının arasında döndürmekteydi. O sırada Hedges onun kulağına:
— «Koca enayi, bu şenliğin Don Juan’ı sensin, görmüyor musun?» Dedi. «Sen ev sahibesini dansa kaldırmazsan hiç kimse ortaya çıkma yürekliliğini gösteremeyecek.»
Fertig irkildi ve orkestranın beş gitarıyla kemanlarının epey zamandır çalmakta olduklarını; kadınların da yelpazelerinin ardından kendisine utangaç utangaç göz süzdüklerini, çok telâşlı bir hâlleri olan erkeklerin ise şeref masasına baktıklarını farketti. Fertig biraz bekledi, sonra ev sahibesine dönerek, bir kadına saygı göstermek isteyen Filipinliler gibi yerlere kadar eğilip:
— «Madam, bu dansı benimle yapmak lütfunda bulunur musunuz?» Dedi.
Güzel melez, bir kraliçe edasıyla gülümseyerek kabul etti. Orkestra bir vals çalıyordu. Albay da birbirine dolaşmış sarmaşıktan bağlar arasındaki patlak kunduralarıyla Lanao’nun «birinci madam»nı kucakladı. Kadının akik taşı gibi bir yüzü vardı. Dövülmüş killi topraktan pistte henüz şöyle bir tur yapmışlardı ki delikanlılar da hanımları dansa kaldırmak için yerlerinden fırladılar ve Don Salvador’un verdiği büyük şölen tropik gecesinde tam kıvamını buldu. Dansların ve şenliğin sabahın erken saatlerine dek süreceği belliydi.
Az önce pişirilen domuzlarla piliçler, balıklarla karidesler, hindistan cevizi sütüyle yapılmış meyve salataları, mısırlarla pilâvlar, iri iri armutlar sofraların üzerine tepeleme yığılmıştı. Her yanda şişeler dolusu konyak, viski, pirinç rakısı, hindistancevizi sütünden yapılmış bira vardı ki Filipinliler bu içkiyi çok severler. Hattâ sıcak Coca-Cola bile vardı.
Amerikalılar da tıpkı pilâv tencerelerine saldıran küçük Manobolar gibi, bu şölen sofrasına aynı oburlukla atıldılar. küf ve soğuk kül kokan ıslak battaniyeler altında geçirilen gecelerden sonra alkollü içkilerin, etlerin, ışıklarla gülüşlerin böyle birdenbire ortaya çıkıvermesi akıl almaz şeydi…
Bunca nefis şeylerle midesi şişkin, zihni yorgun olan Fertig, Don Salvador’dan yana eğildi:
— «Ben ne de olsa yaşlıyım, artık gitsem kızmazsınız, değil mi?» Diye sordu.
Yatağı dört sütunlu, eski bir İspanyol karyolasıydı. Bir taht gibi koskocamandı, geniş salonun ortasında görkemle yükseliyordu. Üzerinde sayvanı andıran bir cibinlik örtülmüş, içine gıcır gıcır yeni çarşaflar serilmişti. Bu kocaman salona ferah ferah on iki karyola sığardı. Albay rahat etsin diye burada yatan on iki kişinin yerlerinden oldukları açıkça görülüyordu.
Fertig kendini yatağın üstüne attı, uykusunun gelmesi için bekledi. Fakat alışmadığı kadar lüks olan, bu inanılmaz karyolada bir türlü gözü uyku tutmuyordu. Fertig çok yemiş, çok da içki içmiş, sonra çok da yorgundu. Ama yine de kendine şunu sormaktan geri durmuyordu: Sadece gözlerini kapayarak niçin her zamanki gibi uykuya dalmayacaktı? Rahatsızlığının nedenini birdenbire keşfediverdi. Bu şölende bir şey eksikti. O akşamki anılarını topladı, yüzleri, nikâhı, dans edenleri bir bir gözlerinin önünden geçirdi, sonra buldu: Görünüşe göre Don Salvador eğlencelerden hiç hoşlanmıyordu. Bu, bir Filipinli için düşünülecek şey değildi. Kendi düzenlediği şenlikte eğlenmeyen bir Filipinli! Fertig bu buluşu yapınca birden telâşlandı. Kalkıp giyindi. Hep sofradaki yerinde oturmakta olan Salvador Lluch’un yanına gitti. İki tane yaşlı adamla konuşuyordu.
Onu şöyle bir kenara çektikten sonra:
— «Don Salvador,» dedi. «Sizin de, sizinkilerin de gösterdiğiniz konukseverlikten ötürü teşekkür ederim.»
Don Salvador Fertig’in bu sözlerine, verdiği resmi edaya yaraşan vakur, terbiyeli gir tavırla onu selâmladı. Fertig sözlerine devam etti:
— «8 Aralık’tan önce sürmekte olduğum hayatı yine yaşattınız bana. Fakat anlayamadığım bir şey var: Siz kendi masanızda kederli kederli oturuyorsunuz.»
Don Salvador karşılık vermeden önce çevresine şöyle bir bakındı:
— «Haklısınız,» dedi. «Kimseye bir şey söylemiş değilim. Düzenlediğim şenlikte herkes eğlenirken benim yüreğim burkuluyor. Gelin de Yüzbaşı Hedges’in yanına gidelim. Ona söyleyeceğim şeyler ikinizi de ilgilendiriyor.»
Karanlık bir koruya doğru ilerlediler. Don Salvador bu elverişli loşluğun içinde hiçbir sevdalı çiftin saklı olmadığına güven getirdikten sonra çok alçak sesle:
— «General Fort bugün teslim oldu,» dedi. «Haberin doğru olduğunu biliyorum. Çünkü dün bana güvenilir bir Moro gönderdi. Bu karardan yalnız benim haberli olacağımı bildirdi. Dostum, General Fort…»
Fertig:
— «Evet, anlıyorum,» dedi.
— «Mora şakileri onun yedek yiyeceklerini çalmışlar. Cephane stoklarını da yağma etmişler. Askerleri birbiri ardından, sonra mangalar, nihayet bölükler hâlinde onu bırakıp kaçıyorlarmış. Bu sabah General Wainwright’ın emrine uyarak teslim olacağını Japonlar’a bildirmiş. Gerçekte bu işi; kendisine teslim olma emri verildiği için değil de, elinde savaşacak hiçbir şey kalmadığı için yaptı. Çünkü teslim olmayı kendisine yakıştıramıyordu.»
Don Salvador şunları da ekledi:
— «Zannederim bu, yardım gelmeden önceki son şenlik. Çocuklarım çok acı şeylerle karşılaşacaklar. Görüyorsunuz ya, bu akşam mutlu olmak ne kadar önemli. Size bu haberleri vererek keyfinizi kaçırmak istemedim. Çünkü generalinizin yanına ulaşmak için bunca yol tepmiştiniz. Fakat soruyu siz bana sordunuz.» Sonra ellerini iki Amerikalıya uzatarak sözlerini şöyle bitirdi:
— «Şimdi de şenlik yerine dönelim ve gülümseyelim. Duyduğumuz kederi bu akşam benimkilerden saklamamız gerek. Nasıl olsa yakında epeyce acı çekecekler!”
Fertig:
— «Çok parlak bir şenlikti bu, Don Salvador,» dedi. «Anısını çok, ama çok uzun zaman unutmayacağız.»Saklanmaktan Başka Yapacak İş Yok
Ertesi sabah Fertig, Hedges ve Offret; Don Salvador’un çiftliğinde şöyle bir dolaşmak için tüfeklerini aldılar ve suyun kıyısında biraz durdular. Irmağın bir kıyısından ötekine balık avı için sepetler sıralanmıştı.
Hedges:
— «Ne basit şey,» dedi. «fosan farkında olmadan bir kez içine girdi mi, artık bir daha çıkamaz.»
Fertig:
— «Daha buraya gelmeden önce General Fort’un teslim olmasından korkuyordum,» dedi.
— «Varsın teslim olsun, ne olur? Bir an meselesiydi bu. Böyle olduğu belki daha iyi. Onun yanında olsaydık biz de ötekiler gibi hapı yutmuştuk.»
Hep balık sepetlerine bakıyordu. Fertig’e:
— «Aklına parlak bir şey geliyor mu?» Diye sordu.
Offret:
— «Evet evet,» dedi. «İkiniz karar verin. Ben de peşinizden ayrılmam.»
Fertig ona cevap verdi:
— «Sağol şef, mutlaka sana ihtiyacımız olacak.»
Hedges hep balıkları seyrediyordu. Umursamaz bir tavırla:
— «Aldırmayın canım, bu da geçer,» dedi.
Fertig cevap verdi:
— «Yardım gelinceye dek bu işten sıyrılmanın çaresini bulmalıyız. Güvenilir insanların bulunduğu, Japonlar’ın da gelemeyecekleri bir yer aramaya başlayalım.»
Offret:
— «Niçin burada kalmıyoruz?» Diye sordu.
Hedges de ekledi:
— «Evet, niçin? Güzel kızlar var, istediğin kadar yiyecek var. Lluch da memnun olur buna, iyi adam doğrusu. Tabii savaştan sonra da bu işin faturasını bize yollar.»
Hedges devam edecekti ama o sırada bir çocuk koşa koşa geliyordu. Bir koşucu gibi yumruklarını sıkmış, kollarını bükerek sallıyordu. Ancak tek bir kelime söyleyebildi:
— «Japonlar!» Dedi.
Bir yandan gözlerinin üstüne dökülen saçlarını arkaya doğru atarken, öbür yandan da soluğunu ayarlamaya çalışıyordu:
— «Evet baylar,» dedi. «Japonlar geldiler Don Salvador ortalıkta görünmemenizin daha iyi olacağını söylüyor.» Fertig tüfeğini omuzundan indirerek sordu: — «Neredeler?»
Çocuk:
— «Topu topu iki kişiler,» dedi. Sonra küçümser bir tavırla ekledi: «İkisi de sivil! Herkesle konuşmaya gelmişler fakat, Don Salvador onlar sizin burada olduğunuzu bilmeseler daha iyi olur, diyor.»
Fertig sevimli, fakat kesin bir tavırla:
— «Sen Don Salvador’un yanına dön,» dedi. «Tarafımızdan söyle, bizim denkleri ırmağın yukarısına yollasın, anlaşıldı mı? Don Salvador’a şöyle diyeceksin: ‘Albay rica ediyor, eşyamızı onun bildiği yere koydursun, diyor. Şenliğe çağırılmadan önce kaldığımız eve, yani.’ Böyle söyle. Şimdi de ne diyeceksin, tekrarla bakalım.»
— «Gereksiz efendim. Eşyanız oraya gitti bile. Fakat ben yine de Don Salvador’a dediklerinizi ileteceğim.»
Fertig:
— «Senin koştuğunu görmeleri doğru olmaz,» dedi.
— «Peki efendim.» Sonra küçük haberci ciddi bir tavırla ekledi:
«Hızlı koşarım.»
— «Ama koşarsan Japonlar seni görürler. Niye koşuyor bu çocuk? Diye meraklanırlar. Anlaşıldı mı?»
Genç çocuk:
— «Peki, yavaş koşarım öyleyse,» dedi.
Fertig dürbününü aldı, bir eliyle camları güneşten koruyarak ayarladı. Dürbünün görüş alanında iki adam belirdi:
— «Evet, tamam, Japon bunlar, sivil Japon hem. Askerler böyle şapşal tavırlı olmazlar.»
Sonra dürbünü Hedges’e verdi. Hedges:
— «Bunlar, buranın Japonlar’ı değil,» dedi. «Fakat bahse girerim ki bunlar, Japon ordusu Mindanao’ya gelmezden çok önce burada bulunmaktaydılar.»
Sonra tüfeğinin nişangahını ayarlamaya başladı.
Fertig:
— «Saçmalama,» dedi. iki tane silahsız Japon öldürülürse bir devriye kolu gelir. O zaman Filipinli dostlarımızın başına neler geleceğini de düşün! Yok yok, kimseyi öldürmeyelim, ırmağın yukarısına doğru çıkalım.»
Fertig kesin bir tavırla konuşmuştu. Hedges onun böyle komuta eder gibi konuşmasını ilk kez duyuyordu. Tüfeğinin namlusunu istemiye istemiye yere doğrulttu. Kenevir tarlalarından, sonra da mısır tarlalarından geçtiler, bir gün önce kendilerini barındıran yaşlı kadının evine giden patikanın yanına ulaştılar. Evde kimse yoktu ama denkleri kazıkların arasına yerleştirilmişti. Üzerinde de imzasız bir mesaj vardı, şöyle diyordu: «Bekleyin!»
Akşama doğru Hıristiyan kılavuz geldi. Karanlıkta çiftlik evine kadar onun peşinden gittiler. Ev sahibesi:
— «Konuşmaya başlamadan önce yemek yiyin,» dedi. Yemek bitince ev sahibesi adaların töresine aykırı olarak, onlar Don Salvador ve Batı Misamis eski defterdarı Ubaldo Laya ile konuşurken, sofrada kaldı.
Don Salvador şunları anlattı:
— «Japonlar bizim Iligan’a dönmemizi söylemeye gelmişler.. ‘Üzgünüz ama, siz dönmezseniz evlerinizi bunlara göz dikmiş olan başkalarına verecekler,’ dediler. Iligan’da biraz kalabalığın bulunması gerekmiş, evler de boş kalamazmış. Ayrıca Japon ordusu ormanda gizlenenlerin veya köylerdeki evlerde oturanların güvenliğini sağlayamazmış. Şakilere ve gelip bizi öldürmeye kalkışacak Morolar’a karşı bizi ancak Iligan’da koruyabilirlermiş! »
Don Salvador iskemlesinin arkasına yaslanarak devam etti:
— «Japonlar burada Amerikalılar’ın bulunduğunu bilmiyorlardı. Eğer yine gelirlerse birisi onlara söyleyecek. Biz Iligan’a gitmek istemiyoruz ama, yine de içimiz rahat değil.»
Laya gür kara kaşlarını çatarak:
— «Iligan’a gitmek istemiyorum,» dedi. «Elimi kolumu bağlayıp dayak atacaklar bana. Birtakım aptal herifler bende para var sanıyorlar ya, o parayı bulamayınca beni dövecekler. Defterdarlık veznesindeki bu para yüzünden beni bağlayıp dövecek bir alay Filipinli de var.»
Don Salvador yavaşça sordu:
— «Buraya gelen Japonlar, Iligan’a gidip kendileriyle buluşmamızı istiyorlar. Buna ne dersiniz?»
Bunları neden Fertig’e söylüyordu? Fertig, Hedges’e döndü; o ise hiçbir şey söylemiyor, başka yana bakıyordu. Oysa bu adamların dostu olan o idi, Hedges’di. Fakat dostlarını kendisinden uzaklaştırmamanın en iyi çaresi, hiçbir zaman öğüt vermemektir. Fertig cevabı kendisinin verdiğini duydu. Tuhaf şeydi ama, savaştaki bir şef gibi konuşuyor; insanların canım tehlikeye atan kararlar alıyor, sonra öğütler değil de emirler veriyordu:
— «Önce Mr. Laya’ya cevap vereceğim,» dedi. «Ne siz, ne de aileniz Iligan’a gidecek. Ailenizden bazı kişiler oraya giderlerse, Japonlar siz gelene dek onlara çok kötü şeyler yaparlar. Sizin yerinizde olsam, kızlarımı Japonlar’a emniyet etmem. Kızlarınız da çok güzel. Burada kalın, daha güvenilir bir yer biliyorsanız o başka. Ama, Iligan’da ne eviniz var, ne de hısım akrabanız. Japonlardan uzak durun.» Sonra Don Salvador’a dönerek:
— «Size gelince Don Salvador. Iligan’a giderseniz onların ekmeğine yağ sürmüş olursunuz. Japonlar sizi rehine diye alıkorlar. Sonra bütün ailenizi getirtmeleri işten bile değil. Onun için oraya hısımlarınızdan birini gönderin, daha iyi. Ailenize büyük bir zarar gelmeden o orada rehine görevini yapar. Öyle birini gönderin ki, Japonlar onun belki de önemsiz bir kişi olduğunu anlarlar da salıverirler. O zaman o da yanınıza döner, Japonlar’ın gerçek isteklerinin ne olduğunu size söyleyebilir. Gidip onları görmek zorunda kalacağınız an da gelecek ama, şimdilik zaman kazanmak söz konusu. Her şeyden önce mazeretler uydurun. ‘Yiyecek bir şey yok, evim yağma edildi, ailem hasta. Karım yola çıkacak halde değil. Çiftlikten ayrılıp kente gidersem hayvanların ölür. Araba geçecek yol yok. Nisan’daki su baskınları ben çiftliğe geldikten sonra yolları bozdu,’ gibi şeyler söyleyin onlara. Mazeret kalmadı mı, yenilerini uydurursunuz.»
Sonra Fertig şu öğüdü verdi:
— «Don Salvador için en iyi çözüm yolu şu; Ona çiftliğinin yakınında sığınacak bir yer bulmalı. Oraya yiyecek getirilebilmeli. Gerektiği zaman da orada saklanabilmeli.» Tam o sırada aklına bir şey geldi ve sordu:
— «Biz Iligan’dan ne kadar uzaktayız?»
Don Salvador cevap verdi:
— «Dört kilometre.»
Fertig irkildi:
— «Dört kilometre ha?»
Don Salvador:
— «Evet, orası uzak değildir.»
Fertig:
— «Yooo, gerçekten hiç de uzak değilmiş.» Sonra Hedges’e döndü:
— «Yüzbaşı Hedges, şunu iyice aklınızda tutun: Gelecek sefer bir şenlikte kafayı çekersek, bu iş en azından Japon İmparatorluğu Genel Karargâhı’ndan dört kilometre uzakta olmalı, anlaşıldı mı?»
Hedges, Salvador Lluch’a:
— «Albay da, ben de hemen yola çıkmak gerektiğini düşünüyoruz,» dedi. «Burada kalıp size kötülük gelmesini istemeyiz. Japonlara:‘Kendilerine yiyecek vermem için beni zorladılar. Silahlı olarak geldiler ve beni tehdit ettiler’ dersiniz.»
Don Salvador:
— «Dostlarım, sizi öyle çabucak bırakmak istemezdim,» dedi. «Fakat sanıyorum hepimiz için en iyisi de bu!»
Fertig:
— «Deischer adında bir adamdan sözedildiğini duymuştuk,» dedi. Salvador cevap verdi:
— «Çok iyi bir fikir bu. Söylendiğine göre Deischer’in buradan üç gün uzakta, Rogungan yönünde, Momungan’a yakın bir yerde bir kampı varmış. Manobolar:‘orada çok Amerikalı var’ diyorlar. Hepsi genç kimselermiş, sakalları yokmuş. Oradan Momungan’a gidebilirsiniz; ya da, Kolambugan’ın arkasındaki ormanda bulunan, sizin eski kamp yerinize.»
Offret de söze karıştı:
— «Herkes bu Deischer’den sözettiğine göre, Japonlar da ondan sözedildiğini duymuş olsalar gerek.»
Don Salvador:
— «Orası öyle,» dedi. «Fakat bu kampa ulaşmak çok güçtür. Onun için Japonlar’ın bunu denemek isteyeceklerini sanmıyorum.» Hedges düşüncesini ileri sürdü:
— «Japonlar öyle birdenbire ülkenin içerilerine dalmaya kalkışmayacaklardır. Yardım gelmeden önce oraya girmeyi bile başaramayacaklardır.»
Fertig:
— «Burada bulunan hepimiz için de sorun aynı. Saklanıp yardımı beklemek için bize emin bir yer gerek. Beş altı ay süreyle Japonlar’dan yeteri kadar uzakta olabilirsek, artık merak edecek bir şey kalmaz.»
Don Salvador:
— «Doğru,» dedi. Bunu da her anlama gelebilecek bir nezaketle söyledi ama bu nezaket, ülkeyi fetheden kimseleri gördüğünü hatırlayan bir İspanyol’a da yaraşabilirdi. Nitekim Amerikalılar bundan kırk yıl önce Mindanao’ya gelmişler, İspanyollar’ı alaşağı etmişlerdi.
Don Salvador:
— «Size kılavuzlarla taşıyıcılar da bulurum,» diye söz verdi.
Fertig sordu:
— «Taşıyıcılar sabah şafakla beraber gelebilirler mi »
— «Evet, şafakla beraber.»
Fertig ayağa kalkarak:
— «Öyleyse biz eşyamızın başına gidelim,» dedi. «Taşıyıcıları orada bekleriz.»
Don Salvador atıldı:
— «Yooo, olmaz. Bu akşam benim konuğumsunuz. Çevrede gözcüler var. Gelen olursa birisi bunu farkeder, bize haber verir. Bu akşam çok iyi. Kalmanız gerek.»
Fertig oturdu, uygar bir yerde yatma davetine böyle damdan düşercesine yol açtığı için biraz da utanmıştı. Islak battaniyelere, kovuş olarak da patikaların taşlarına kavuşmadan önce o sütunlu karyolada, o acayip yatakta yatmayı cam pek istiyordu.
Slonda tek başına yükselen kocaman döşeğinin beyaz çarşafları arasına uzandığı zaman Fertig şöyle düşündü: «Bundan böyle alınacak bütün kararların tek sorumlusu, kendisi idi. Yarın ne olacağı hiç belli olmadığından kendi durumunu, belki çok az sayıda insanın karşılaştığı durumlardan biri olacaktı.»
Gözlerini cibinliğin tülüne dikmiş olduğu halde, Tanrı’ya hitabettiğinin farkına vardı: «Herkes teslim olduysa benim ne yapmam gerek? Komuta etmeye yetenekli olduğumu zannettirecek ne var ortada? Bütün takımadalarda henüz hayatta ve özgür olan Amerikan subaylarının kuşkusuz en eskisi benim.»
Yüzbaşı Hedges ve çarkçı subayı Offret’den öbür adıyla Ördekayak’tan oluşan bir ordunun komutanıydı. Üstelik Amerikan toprağı olan Mindanao adasında Birleşik Amerika Hükümeti’ni de temsil ediyordu. Bu ise çok şeydi!
Şimdi emirler, öğütler vermenin sırasıydı! Don Salvador’a verdiği cinsten. Bir rehineyi feda edin. Ailenizden bir zavallıyı alıp Japonlar’a gönderin. İyice aptallaşana dek onu dövecekler, sonra sorular soracaklar, cevap veremeyecek. O zaman giysilerini çıkardıktan, kollarını ensesinin ardına büktükten sonra başparmaklarından bir ağaca asacaklar.
Erkeklik organına bir ip bağlayacaklar, böylece onu önden arkaya sallayabilecekler. Japonlar hep şiir meraklısı insanlardır ya! Onu böyle sevimli hareketler yapmaya zorladıktan sonra bunu «kelebek dansı» diye adlandıracaklar. Bu arada bıçak gibi keskinleştirilmiş bambu değnekleriyle onu dövmekten de geri durmayacaklar.
Varsın deli gibi bağırsın. Kimse rahatsız olmayacak. İnsan kendine Amerikan ordusu komutanı sıfatını verdi mi, Don Salvador’a önemsiz bir akrabası işte bu çeşit bir ölüme göndermesini öğütler! Bu ise, insanları önemliler ve yararsızlar diye ikiye bölmektir…
Sonunda Fertig uykuya daldı.Rogungan Kabile Reisinin Evinde
Üç Amerikalı gökyüzünün en aydınlık bölümünü sollarında bırakarak bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında dağa tırmanmaya başladılar. Akşama doğru her yanından sular akan ormanın içinde bir ev buldular. Burada bir Moro, yaşlı kansı, genç kansı ve kölesiyle birlikte oturuyordu. Köle Filipin ordusunun bir tulumunu giymişti.
Esmer tenli, sert çizgili bir yüze sahip olan Moro; kahverengi, çok pis bir fes, ondan daha da kirli bir kaftan giymişti. Yerlilerin adına «malong» dedikleri bu kaftan, geceleri de yorgan, battaniye olarak işe yarıyordu. Adamın belindeki tahta bir kılıftan eğri ağızlı bir hançerin kabzası çıkmaktaydı. Küçük grubu görünce kara gözleri ışıldadı, onları selâmladı. Kadınlar pürtüklü, sert kumaştan entariler giymişlerdi. Bunlar Lanao gölü yakınlarında veya varlıklı vâdilerde yaşayan daha beyaz tenli Moro kadınlarının giydikleri, çoğu zaman pek güzel ve rengarenk tüniklerle eşarplardan çok farklıydı. İki kadından yaşlı olanı olup bitenleri meraklı ve daha çok dostça bir tavırla izliyordu. Daha genç olanı ise ne küçümseyişini, ne de düşmanlığını gizliyordu. Köleye gelince, başım hiç kaldırdığı yoktu.
Fertig İngilizce:
— «Günaydın,» dedi.
Moro da çat pat visayan diliyle:
— «İngilizce bilmiyorum ben,» diye cevap verdi.
— «Charley, bu kardeşe sor bakalım, Rogungan’dan ne kadar uzaktayız?»
Hedges bir şeyler söyledi. Moro da homurdandı.
— «Siz zaten Rogungan’dasınız, diyor,» diyen Hedges, şunları da ekledi: «Ona geceyi burada geçireceğimizi söyleyeceğim.»
— «Bu adamla mı?»
— «Ya onunla kalırız ya da yağmur altında yatarız.»
Hedges, Moro’ya:
— «Talihin varmış ahbap, çünkü çok kibar konukları ağırlayacaksın,» dedi.
Mora da ters ters:
— «Öyleyse taraçada, saçağın altında yatın,» diye cevap verdi. Sonra yemeği hazırlaması için genç kansına sert bir emir verdi. Kadın mırın kırın edince bağırmaya başladı, kadını ite kaka evin iç tarafına gönderdi. Bunun üzerine kadın köleye çattı. Adam da ne Amerikalılar’ın, ne taşıyıcıların yüzüne baktı, boynunu büküp kadının peşi sıra gitti.
Yemek dağda yetişen esmer pirinçten yapılmış bir tencere pilâvdı. Kötü pişmiş, berbat bir şeydi. İçinden küçük küçük kollar, bacaklar, eller çıkıyordu. Genç kadın tencereyi Amerikalılar’ın önüne sürdü. Hedges’in visayan diyelekinde kendisine söylediği sözlere karşılık vermedi. Offret bu iğrenç yemeğe bakarak:
— «Ben acıkmadım,» dedi.
Hedges bir parmağı kemirirken:
— «Maymun etiyle yapmışlar,» dedi. «Haydi buyurun şef. Yeni doğmuş çocukları yemekten daha iğrenç değil!»
Fertig:
— «Biraz daha sportif bir iş,» dedi. «Biraz daha alıyor muyuz?»
Hedges ev sâhibiyle konuşuyordu. Adamın suratı devamlı asıktı fakat, Fertig’in kemerinden 30’luk mermileri çıkarıp kendisine uzattığını görünce yüzündeki ifade değişiverdi. Moro işi hemen sertlikten hesap kitaba döktü. Genç karısı da bütün öfkesine rağmen tencereyi yeniden doldurmak zorunda kaldı. Bu korkunç yemek yenip bittikten sonra Morolar eve girdiler, kapıyı sert bir şekilde kapadıktan sonra arkadan sürgülediler ve Amerikalılar’ı taraçada bıraktılar. Bu arada gecenin karanlığı çabucak çöküyordu.
Hedges bir iki açıklama yaptı:
— «Bu dağlı Morolar yaşantılarını Kur’an’a göre ayarlarlar ama, bu işi cahil bir imamın yorumlarına uyarak yaparlar. Kur’an’ın buyruklarını da bu adama örümcek kafalı bir hoca anlatmıştır. Onlar için her şey birden fazla karı almak, köle kullanmak ve sertliğe başvurmaktan ibarettir.»
Fertig:
— «İyi ama, Kur’an’ın zorunlu kıldığı konukseverlik kurallarına uyarlar mı?» Diye sordu.
— «Bizler çok sayıda oldukça onlar da bu konukseverlik masalına inanacaklardır.»
Fakat sabahleyin çok sayı filân diye bir şey kalmamıştı. .. Don Salvador’un Morolar’dan tiksinen taşıyıcıları paralarını bile almadan ormandan yok olup gitmişlerdi. Ne gibi bir yol tutmak gerekiyordu? İki çözüm yolu vardı: Ya üçü de taşıyabilecekleri kadar eşyayı yüklenip yola çıkacaklar ve Deischer’in kampına kılavuzsuz olarak ulaşmaya çalışacaklar; ya da dağlardan Moro taşıyıcılar bulmaya çalışacaklardı. Fakat aynı zamanda bu Morolar’ın, silâhlarını ele geçirmek için kendilerini öldürmeye kalkışmaları gibi bir tehlikeyi de göze alacaklardı. Onlar bu tasarıları gözden geçirirlerken birsürü kara maymun homurtular kopararak kurşuni renkteki gün ışığının içinde çıka geldi. Maymunlar Moro’nun mısır tarlasına saldırarak altını üstüne getirmeye hazır bir hâldeydiler.
Kapı açıldı; Moro, köleyi dışarıya itti:
— «Kov şu maymunları!» Diye bağırdı. Hedges hiçbir şey söylemeden tüfeğini omuzladı, tetiği çekti. Tüfeğin sağır edici sesi hâlâ Fertig’in kulaklarında çınlıyordu ki son maymun da, bir kardeşinin ölüsünü tarlada bırakarak gözden kayboluyordu.
Moro, Amerikalılar’a bambaşka bir gözle bakmaya başladı. «Oh! Oh!» Diye bir ses çıkardı ki visayan dilinde bu, «evet efendim» anlamına gelmekteydi. Şimdiki durumda ise bu, Amerikalıların hırpalanma tehlikesiyle karşılaşmadan o yörede kalabilecekleri anlamına geliyordu. Hiç değilse cephaneleri bitene kadar.
Hedges fırsattan yararlanarak Moro’nun ağzını aradı ve Rogungan kabilesi reisinin güçlü bir Manobo olduğunu, topu topu dört fersah (22,5 kilometre) uzakta oturduğunu öğrendi. Adamın sözlerinden şunlar anlaşılıyordu: Onüçüncü Yüzyıl’da Moralar bu bölgeyi istilâya başlamışlardı. Fakat Manobo kabileleri bunları dağlık bölgenin içerilerine dek yayılmaktan alıkoymuşlardı. İşte bu reis, o çok nâdir Manobo kabilelerinden birinin başında bulunmaktaydı. Onun topraklarından geçip Deischer’in kampına ulaşmak için kendisiyle anlaşmak gerekiyordu. Amerikalılar taşıyabilecekleri kadar yükü sırtlandılar. Kalanları Moro’nun taraçasında bıraktılar. Hedges, Moro’ya:
— «Eşyamızı burada bırakıyoruz. Kabile reisinin adamları sonra gelip bunları alacaklar,» dedi.
Beri yandan gözlerini dikmiş, Moro’nun kara suratına bakıyordu. Adam Hedges’in kendisine söylemediği her şeyi anladı.
Amerikalılar’ın gördükleri son görüntü şu oldu: Köle tarladan dönüyor, bir eliyle de kafası kesilmiş bir maymunu sürüklüyordu. Onu mutfağa verecekti. Ertesi gün için mükellef bir şölen vardı.
Üzerinde yer yer çukurlar bulunan ve ulu ağaçların gölgesi altında uzanan geniş bir ırmağın kıyısını izliyordu. Berrak ırmak da kumlu bir yatağın içinden akıyordu. Öğle üzeri ırmağın bir dönemecine ulaştılar. Orada da suyun kıyısında karabiber ağaçlarının, ince bambuların ortasında bir yapının yükselmekte olduğunu gördüler. Bu bina dosdoğru Borneo’nun Dyak ülkesinden geliyordu. Sivri damlı bir evdi. Akü almayacak yükseklikteydi. Palmiye yapraklarından yapılma çatısı yer yer onarılmıştı. Başında rengarenk bir çeşit sarık, tertemiz şortunun kemerinde de altın kabzalı bir hançer bulunan küçük bir oğlan çocuk. eve giden çok dik merdivenden aşağıya indi. Resmi bir tavırla Amerikalılar’a doğru ilerledi. İngilizce:
— «Geldiniz demek,» dedi. «Adım Jaime. Okulda dört yıl İngilizce okudum. Kabile reisi büyükbabamdır, sizinle konuşacak. Ama konuşmadan önce bir şeyler yiyip biraz uyumanızı istiyor.»
Küçük çocuk böbürlene böbürlene Amerikalılar’ı alıp evi çevreleyen geniş dolma toprak alandan geçirerek götürdü. Fertig içeriye girerken binanın ve giriş kapısının nasıl bir stratejik zeka ile yapılmış olduğunu hayranlıkla seyretti. Bir düşman hangi yönden gelirse gelsin, açık ve dik yokuşlu bir alandan geçmeksizin eve yaklaşamazdı. Ondan sonra hemen hemen dimdik bir merdivenden tırmanması, başını döşemenin hizasından çıkarması, yâni yukarıda bekleyenlerin eline kendini teslim etmesi gerekiyordu.
Rogungan kabilesinin reisi mağrur ve huzurlu bir tavırla evin önündeki üstü kapalı taraçanın önünde duruyordu. Yaşlı, bumburuşuk, gülümser bir adamdı ama gülümseyişi tenbûlle karartılarak törpülenmiş dişlerini meydana çıkarıyordu. Dudakları da kızıllaştırılmıştı. Rütbesine yaraşan gösterişsiz bir zarafetle giyinmişti. Ayağında siyah renkte, bacaklarını sımsıkı sararı dar bir pantolon, sırtında sarı bir gömlekle sırma işlemeli kırmızı bir ceket, başında ise «batik» denilen yöntemle boyanmış bir sarık vardı. Yanıbaşında, geniş ağızlı bir mızrak duvara dayalı duruyordu. Ne İngilizce biliyordu, ne de visayan diyelekini. Hedges ile Fertig’in hiç işitmemiş oldukları bambaşka bir diyelekle konuşuyordu. Bununla birlikte küçük torunu daha söylediklerini İngilizce’ye çevirmeden ne demek istediğini anlatabiliyordu. Amerikalılar’ı bir savaşçının başka savaşçıları karşıladıkları gibi karşılamaktaydı. Durumları üzerinde hiçbir yorumda bulunmuyordu:
— «Sizinle sonra konuşuruz,» dedi. Duvarın dibinde bir peyke vardı. Gelenlere oraya oturmaları için işaret etti, sonra mızrağını alarak evin içinde gözden kayboldu. O sırada içeriden bir kadın çıktı. Elinde, nefis kokuların yükseldiği toprak bir tencere vardı.
Bu sımsıkı kapalı güveçte pişirilmiş bir tavuk yemeğiydi. Fertig kızılderililerin «curry» ile çeşnilenmiş yahnisine, Meksikalılar’ın «chile» adlı yemeklerine alışıktı ama; böylesine biberli baharlı bir yemeğin yenebileceğini hiç düşünmemişti.
Albay:
— «Yandım Allah!» Diye bağırdı. «Bu mübarekten çıkan ısıyla bir fabrika işletilebilir!»
Bu, Malezya’da pişirilen yemeklerden biriydi. Baharatın bol bulunduğu adalarda yapılan bir yemekti. Meksikalılar bile oraların yemeklerini biraz ağız yakan cinsten bulurlardı. ..
Bu yahni pişirilirken içine en azından iki avuç biber atılıyordu.
Acıdan Offret’in gözleri yaşarmıştı:
— «İnsan alıştı mı çok güzel geliyor,» dedi.
Amerikalıların damakları da, mideleri de hâlâ cayır cayır yanıyordu ki; kabile reisinin torunu gelerek onları, daldıkları öğle uykusundan uyandırdı. Yaşlı ve saygıdeğer büyükbabasının yanına götürecekti.
Onları binanın en büyük salonuna, deyim yerindeyse taht salonuna aldılar. Burası elli metre karelik geniş bir yerdi. Yüksekliği de döşemeden en ortadaki ana kirişe kadar en azından oniki metreydi. Kadınlar ayaklarına keçe terlikler giyip parkenin üzerinde kayarak onu her gün cilalıyorlardı. Döşemede yer yer yuvarlak ışık benekleri vardı. Bu ışıklar damın şurasına burasına açılmış deliklerden geliyordu. Bambu duvarların aralıklarından süzülen, çizgi hâlindeki ışıklar da vardı. Kabile reisi başında kavuğu ile bir sayvanın altına bağdaş kurmuş oturuyordu. İki yanında üzerleri işlemeli bakır vazolar bulunuyordu. Dizlerinin üzerinde bambudan, boruyu andıran kalın ve yuvarlak bir kutu tutmaktaydı. Elini bir imparator edasıyla konuklarına uzattı. Fertig’e sanki eşitiymiş gibi davranarak yanına oturması için işaret etti.
Küçük çocuk onun sözlerini İngilizceye çevirdi:
— «Reis Soong: ‘Sizler uzun yıllardan beri buraya ilk gelen Amerikan askerlerisiniz’ diyor.»
Fertig ihtiyatlı bir cevap vererek:
— «Amerikan ordusunun temsilcileri eski bir dostun çatısı altında bulunmaktan çok mutlular,» dedi.
O konuşurken yaşlı reis de elindeki yuvarlak kutunun kapağını açarak içinden sararmış bir tomar kâğıt çıkardı. Bu kâğıtlar parmakları arasında hışırdıyordu.
Fertig bunlardan birini yavaşça aldı ve bunun, askerî başlıklı bir mektup olduğunu gördü. Mektupta, Moro ayaklanmasının bastırılması için girişilen ilk sefer sırasında halkını tarafsızlık içinde tuttuğu için, Rogungan kabilesinin reisi kutlanıyordu. Mektubun altında Amerikan ordusu yarbaylarından John J. Pershing imzası vardı. İmzanın üzerinde de saygılarla sözcüğü bulunuyordu.
Kabile reisi bu adı biraz yayvanca telaffuz ederek:
— «Evet, Pershing,» dedi.
Sonra kutudan bir mektup daha çıkardı. Bunda da bir çarpışma sırasında yaptığı yardımdan ötürü kendisine teşekkür ediliyordu.
Mektup şu sözlerle son bulmaktaydı: «İmza: Arthur MacArthur, Amerikan ordusu yüzbaşılarından Douglas MacArthur tarafından bu mektup elden verilmiştir.»
Douglas MacArthur’un yüzbaşılığı zamanından beri evinde ağırladığı ilk Amerikan subaylarına hitabeden reis Soong terbiyeli terbiyeli: «Muartu…» gibilerden bir şey mırıldandı.
Fertig onun torununa şunları söyledi:
— «Büyükbabana söyle, General MacArthur eski silah arkadaşına en iyi dileklerini gönderiyor. Eski arkadaşına.»
Kabile reisi nazik bir tavırla eğildi. Fertig ise onun neler düşündüğünü bilmeye can atıyordu. Aklından şunları geçiriyordu: «Acaba adam bu mektupların gerçek anlamım biliyor mu; yoksa yuvarlak bambu kutuları içindeki bu sararmış kağıtları, dilleri anlaşılmayan yabancıların vaktiyle kendisine verdikleri bir çeşit muska mı sanıyor? Ya da hu mektupların, kabile reisinin uyruklarıyla Amerikalılar arasında sadece bir çeşit silahlı mütareke uygulanacağı umudunu ifade ettiklerini çok iyi biliyor mu?»
Fertig reisin torununa hitabederek, fakat gözlerini bu savaş adamından ayırmayarak:
— «Söyle ona,» dedi. «General MacArthur dostlarını unutmaz, bir gün geri gelip Mindanao’yu istila eden bütün Japonlar’ı öldürecek.»
Yaşlı adam ayağa kalktı, bu sözleri duyunca da gözleri parıldadı. Gür ve sert sesiyle yaşamını, çarpışmalarını anlatmaya başladı. Küçük çocuk da çok resmi, mağrur bir tavır takındı. Altıncı sınıfta öğrendiği İngilizce’sine İspanyolca sözler de katarak mızraklarla, kılıçlarla dolu bir öyküyü çevirerek anlattı. Bu öykü şöyle bitiyordu:
Kabile reisi Morolar’dan arta kalanları, kendisine boyun eğmek istemeyenleri Rogungan vadisinden söküp atıyor; sonunda kendi egemenliğini kuruyordu.
Kabile reisinin göğsündeki bir yara izi de kılıçla yapılan bir çarpışmanın kanıtıydı. Bu çarpışma sonunda, kendisini yaralayan Moro’yu domuz avında kullanılan bir mızrakla yere çivileyivermişti.
Fertig çocuğa:
— «Sor bakalım, M. Deischer’i tanıyor mu?» Dedi.
Çocuk:
— «M. Deischer’in bu bölgede altın madenleri var, iki günlük yolda, dağlarda, Momungan taraflarında bir de kamp kurdu.» Dedikten sonra şunları da ekledi:
— «Büyükbabam, M. Deischer’in sığınacağı bir kampı daha önce hazırlamıştı. Eğer Mr. Deischer şimdi oturduğu yerden ayrılmak zorunda kalırsa, gelip bu kampta oturacak.»
Küçük tercüman sözlerine şöyle devam etti:
— «Reis ‘kendi yurttaşlarıyla birlikte olmak isteyişlerini anlıyorum, ama M. Deischer’in kampına gitmelerine hiçbir neden yok. Rogungan’a hoş geldiler, burada istedikleri kadar kalabilirler. Ayrıca üç kişiyi doyurmanın hiçbir önemi yok,’ diyor.»
Basık burunlu, yuvarlak yanaklı, bodur, adaleli ve iri göğüslü iki genç kız sessizce içeriye girmişler, törpülenip karartılmış dişlerini göstererek altın bileziklerini şıkırdatıyorlardı. Kabile reisinin torunu devamla:
— «Büyükbabam: ‘Bunlar benim yeğenlerim. Size pilav pişirecekler, gece de koynunuzda yatacaklar’ diyor.»
Fertig Hedges’in alaycı tavrını ve kızların yüzlerindeki merak ifadesini görmezlikten gelmeye çalışarak:
— «Ona candan teşekkürlerimi ilet. Çok nazik ve cömert bir kişi olduğunu söyle,» dedi. Yaşlı kabile reisi:
— «Ne önemi var?» Demek istermişçesine elini kaldırdı.
Sonra kamıştan bir kavalı alıp burun deliklerinden birine soktu, nazik bir tavırla Fertig’den yana dönerek kavalı çalmaya başladı. Görünüşe göre sarayında, maiyetinin arasında vakit geçirmekten, kaval çalmaktan ve şeker kamışıyla kokulu otlardan yapılan, adına da «basi» denen rakıyı içmekten başka hiçbir işi yoktu. Sanki dedesinin ve babasının hüküm sürdüğü bu vadide hiçbir olay çıkmazmış gibi! Bununla birlikte bu vadi bugün tehlikedeydi. Fakat bundan önce de binlerce defa tehlikeye düşmüştü. Gözcüler hep tetikteydiler. Bir kimse yaklaşacak oldu mu; tahtadan yapılmış bir çan hemen çalmaya başlıyor, patika boyunca yerleştirilmiş başka gonglar da ona uyarak alarm işareti veriyorlardı. İnsanlar mızraklarına güvenip «Güneş»e, «Büyük Yılan»a, «Ulu Ağaçlar»a ve cücelerin küçük topluluğuna inandıkları sürece hiç kimse vadiyi ele geçiremeyecekti. Bu vadi daima kabile reisinin torununun torununa ait olarak kalacaktı.
Birkaç kadeh basi içtikten sonra uyukladığı oluyordu. Tahtının üzerinde sızıp kalıyor, kadınlar onu alıp odasına götürüyorlar, uyanınca bir kadına ihtiyaç duyuyor, kadın da onun isteğine boyun eğiyordu. Rogungan kabilesinin reisi olmak hani pek de fena şey değildi… Fakat bu program Fertig’i mutlu etmekten çok uzaktı. Güvende olmak yetmiyordu. Mindanao’daki bütün beyazların, hiç değilse yalnız olmanın acısını çekmemek için, birbirlerine muhtaç olduklarına inanıyordu. Deischer’in barındırdığı Amerikalı gençlerin asker oldukları anlaşılırsa belki müstahkem, disiplinli bir kamp kurma işi başarılacaktı. Bu dağ başında toprağı ekerek, avlanarak yaşanacaktı. Bu ise muhakkak Amerikalılar’ı oyalayacak ve başka bir çokları gibi onların kendilerini koyvermelerini önleyecekti. Başkalarının yaşamları yerli bir kadınla ondan doğma, çamurların içinde oynayan çırılçıplak bir sürü küçük melez arasında geçiyordu. Bunlar umuttan, sevgiden, kısacası her şeyden vazgeçmiş insanlardı.
öte yandan Rogungan’da pek o kadar kötü değildi. Irmağın yakınında ekili tarlalar vardı. Burada, gökyüzünün bir parçası da görülüyordu.
Yani ilkel bir çeşit güvenlik. Ayrıca Fertig de Mindanao’yu baştan başa dolaşarak daha kendisi yaklaşmadan kayboluveren orduları araştıracak güç kalmamıştı. Gerçi yoluna devam etmeye çoktan hazırdı ama, iler tutar yeri olmayan birtakım söylentilere inanarak harekete geçmeye hiç de hazır değildi. Deischer’i görüp bir soruşturma yapması için Hedges’i yollamaya karar verdi.
— «Orası buradan daha iyi ise gideriz, yoksa çocukları alıp buraya getirirsin. Fakat bizimle birlik olmaya karar vermeleri şartıyla tabii,» dedi.
Bu işe reisin de aklı yatmıştı. Hedges yanına dört taşıyıcı; kılavuz, tercüman ve taşıyıcıların kefili olarak da reisin torununu alıp vadiden ayrıldı. Beş altı gün hiç haber gelmeden geçti. Fertig kaygılanmaya başlıyordu. Deischer’in kampına ulaşmak için iki gün yol yürümek gerekiyordu. Çevrenin incelenmesi için de bir gün eklenirse, Charles Hedges’in dönmüş olması gerekmekteydi.
Offret:
— «Sakın Morolar’ın saldırısına uğramış olmasın?» Dedi.
Fertig onun sözünü keserek:
— «Varsayımlar bizi hiçbir sonuca götürmez,» dedi. Fakat için için Hedges’in kellesinin uçurulmuş, bedeninin de çalılıklar, dikenlikler içinde çürümeye başlamış olduğunu görür gibi oluyordu.Hem sonra reis, hayatının gururu olan torunu geri dönmezse ne yapardı? Fertig’in eşyası arasında bütün bu serüvenler boyunca Fransız Kardinali Richelieu’nün bir biyografisi kalmıştı. Onu tekrar tekrar okuyordu. Dokuzuncu gün torunla dört taşıyıcı çıkageldi. Kir pas içinde, bitkin haldeydiler.
Torun:
— «Yol çok çetin ve uzundu,» dedi. «İki gün değil, üç gün sürdü. Ne ev vardı, ne de bir kimse!»
Fertig:
— «Yüzbaşı Hedges ne oldu?» Diye bağırdı.
Çocuk hiç heyecanlanmadan cevap verdi:
— «Çok kötü. Biz M. Deischer’in yanına varınca yüzbaşı: ‘Bir gün dinlenirsiniz, sonra yine yola çıkarsınız,’ dedi. Sonra yüzbaşı başından hastalandı. Çok kötü sıtmaya tutuldu. Çok kötü. Tam üç gün gözü hiçbir şeyi görmedi. M. Deischer: ‘Jaime, sen burada kal ki Yüzbaşı Hedges iyileşince haber götüresin’ dedi. Biz de kaldık, yedik, içtik, yatıp uyuduk. Sonra yüzbaşı: ‘Sen ne duruyorsun burada Jaime, hemen git albaya benim iyi olduğumu söyle’ dedi. Ben de hemen yola çıktım. İki günde buraya geldim.»
Fertig:
— «Biz de M. Deischer’in yanına gideceğiz. Reise arkadaşımızın yanına gideceğimizi söyle. Haydi, hemen!»
Küçük Jaime:
— «Reis: ‘Siz benim konuklarımsınız, burada kalmanız gerek. Yol çetindir, Kapai ırmağı kabarmış durumda. Adamlar ava çıktılar. Burada, benim yanımda yiyecek var, kadınlar var, söz sohbet de var’ diyor.»
— – «Söyle ona: Bütün bunlar çok gerçek, fakat peşini bırakmayacağım diye arkadaşıma söz verdim. Onu izlemek zorundayım. Burada kalmak isterim. Ne var ki görevim beni yola çıkmaya zorluyor.»
Reis:
— «Söz verdinse gitmen gerek,» dedi. «Fakat daha bir şenlik yapacağız. İki gün ve bir gecelik. Üç gün sonra da gidersiniz.»
Romatizmadan bükülmüş üç parmağını da gösterdi.
Fertig yine:
— «Ona teşekkür et, yarın yola çıkacağımı söyle,» dedi.
İhtiyar gülümsedi. Torunu da şunları İngilizceye çevirdi:
— «Gidemezsiniz ki, bütün adamlar ormanda, eşyanızı taşıyacak tek kimse yok. Adam gönderip: ‘Şenlik düzenliyoruz’ diye haber salacağım. Yalnız basi rakısı içmek ve bütün gece dansetmek için herkes gelecektir. Sabah olunca da onlara şöyle diyeceğim: ‘Bütün gece seviştiniz, bütün gün de yol yürüyebilirsiniz. Sayın konuklarımın eşyalarını taşıyacaksınız. Yoksa gidin, kadınlarla birlikte tarlalarda çalışın!’ Ben bunları söyleyince birçok erkek size yardım etmek isteyecek.»
Ondan sonra reis torunundan yana döndü:
— «Jaime, git babana, amcalarına söyle: ‘Reis yarın değil öbür gün iki günlük bir şenlik düzenleyecek. Bir yaban domuzu, birkaç maymun, epeyce de muz getirin’ de. Ben de basi rakısını hazırlanın. Haydi durma hemen git!»
Çocuk böyükbabasının kendisine söylediklerini Amerikalılar’a anlattı, sonra da yaban domuzu tuzaklarına yem olarak maymun yavruları koysunlar, babalarının buyruklarını yerine getirsinler diye amcalarını uyarmak için koşa koşa gitti. Kadınlar hemencecik şekerkamışlarını ilkel tahta oklavalarla ezip çıkan suyu damacanalara aktarmaya başladılar. Bu damacanalar, daha önce reisin hazırladığı pis kokan bir karışımla yarı yarıya doldurulmuştu.
Şenlik günü yaklaşınca balta girmemiş ormandan tam takım ailelerin çıktığı görüldü. Herbiri dağ pirinci, havanda üstünkörü dövülmüş pirinç ve çuvallar dolusu manyok kökü getiriyorlardı. Balıklar, tavuklar, etler de kokup bozulmamaları için sonuncu gün gelecekti. Bu tür şenlik bir kır yemeğini çok andırır; herkes yiyeceğini kendisi getirir. Çünkü ormanın hiçbir bölgesinde büyük bir kalabalığı doyurmaya yetecek kadar yiyecek üretilemez ve kabuğu çıkarılmış pirinçten başka hiçbir şey de ambarlara saklanamaz.
Büyük gün şafak sökerken taşıyıcılar bambu sırıklarına asılı, hindistancevizi dolu fileler ve taze içkilerle dolu dört tane yirmişer litrelik damacanayı sırtlamış oldukları halde çıkageldiler.
Uzakta olan deniz kıyısından geldikleri için ayrıca Japonlar’ı konu alan birtakım olaylar da anlatıyorlardı.
Bütün Amerikalılar teslim olmuşlardı. Hemen hemen Japonlar’ın hepsi Avusturalya’da savaşmak için Mindanao’dan ayrılmışlardı. Filipinliler de kalan Japonlar’la konuşmaktan artık korkmuyorlardı. Japonlar’ın, önlerinde eğilmekten hoşlandıklarını farketmişlerdi. Kötülük yapmasınlar diye de herkes onları yerlere kadar eğilerek selamlıyordu.
Akşama doğru gökyüzündeki bulutlar biraz dağıldı, Ay doğdu. Fertig’le Offret kırmızı renkli şekerin içinde kızartılmış karidesleri yerken oynayan delikanlıları seyrediyorlardı. Gençler halka olmuşlar, düzenli adımlar atarak, kumruların ötüşlerini andıran sesler çıkarıyorlardı. Bu, kızlar da halkada yer alana dek sürüyordu. Kızlar çıplak ayaklarıyla tempo tutuyorlardı. Bir gitarın sesi duyuldu ama, bu ses hemencecik içi boş kütükten yapılmış bir davulun gümbürtüleri ve bir muzikacının dibine taşla vurduğu bir tencerenin çıkardığı boğuk sesler arasında kaybolup gitti. Tempo hızlandı. Morolar, Hıristiyanlar, Manobolar geçmiş yüzyıllardaki ortak tanrıları olan yılanı kutsamak için hep birlikte dönmeye başladılar. Morolar fes giymişler ya da sarık sarmışlardı. Hıristiyanlar’ın başları açıktı. Manobolar ise boyun atkısı yerini tutması için boyunlarına banyo havluları sarmışlardı. Bunların üzerinde mavi ile yazılmış Manila Oteli sözleri okunuyordu…
Dans erotik bir hal almaya başladı. Kızlar parmaklarını memelerine bastırarak Offret’i kışkırtıyorlardı ama, Fertig’e bakmıyorlardı. Çünkü o, büyük reisti. .. İstediği zaman istediğini seçerdi.
Kabile reislerinden Hamid adında bir Moro birdenbire havaya sıçradı, keskin bir çığlık attı. Dans durdu. Herkes ateşli bir nutuk çekmeye başlamış olan Moro’ya bakıyordu. O ise küçümser bakışlarla Fertig’i süzmekteydi. Kabile reisinin torunu avazı çıktığı kadar bağırarak söylenenleri çevirmeye başladı:
— «Siz büyük bir savaşçıydınız fakat, şimdi askeriniz yok. Artık eskisi kadar da büyük değilsiniz. Tersine, şimdi Manobolar’ın size yardım etmeleri gerek. Morolar’dan hiçbir şey istemeseniz iyi olur Çünkü verecek paranız yok! Siz önemliydiniz, ama şimdi değilsiniz; herkesin de bunu bilmesi gerek.»
Fertig cevap vermeye hazırlanıyordu:
— «Pis herif!» Diye mırıldandı.
Fakat o sırada Rogungan kabilesinin reisi ayağa kalkarak mızrağını yarıya kadar toprağa sapladı. Mızrağın tehdit dolu, geniş kabzası hâlâ kızıl kızıl ışıldayan korların aydınlığında parıldadı.
Reis:
— «Amerikalılar Morolar’ı yenip de bunlar kalelerini yakarak Rogungan’a kaçtıkları zaman babam Amerikalılar’la dosttu,» dedi. «Ben buraya kaçan Morolar’ı korudum; benimle birlikte tuz ekmek yemiş, benim şekerkamışından yapılma rakıyı içmiş olan sayın konuklarımı da koruyacağım. Kimse Amerikalılar’a kötülük yapmayacak! Adamlarım da, onlar verseler bile para almayacaklar. M. Deischer’in yanına gidene dek benim konuğum olacaklar. Ondan sonra da onları M. Deischer koruyacak. Çünkü hepsi aynı soydan!»
Sonra Moro kabile reisine öfkeli öfkeli bakarak parmaklarını dudaklarına değdirdi ve sert bir hareketle mızrağını kavrayarak:
— «Söyleyeceklerim bu kadar!» Diye sözlerini bitirdi.

Benzer İçerikler

Tipi Dindi | Mahmut Yesari

yakutlu

Sabitâlem Mahallesi | Eyüp Aygün Tayşir

yakutlu

Adı Aylin

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy