Ormanın Sakladıkları | Hamdullah Köseoğlu


Edebiyatımızın yaşayan çınarlarından Hamdullah Köseoğlu’nun yeni romanı Ormanın Sakladıkları, doğa ve insan ilişkisine duyarlı bir yaklaşım sergileyen sürükleyici bir macera.

9 yaş ve üstündeki kitapseverleri gizemli bir serüvene ortak eden Ormanın Sakladıkları, doğa katliamına kayıtsız kalamayan bir grup çocuğun umut verici birlik ve dayanışma öyküsünü anlatıyor.

Düşle gerçeği iç içe geçirerek olağandışı bir dünya yaratan Ormanın Sakladıkları, okurlarına doğaya saygı bilinci kazandırmayı hedefliyor.

Barış ve Aslı, ormanda gezinirken kanatları ışıktan, uçan bir atın peşinde düşerler. Bu atın düşsel bir varlık mı, yoksa gerçek mi olduğunu kestiremezler. Ormanın kalbine doğru ilerlediklerinde büyük bir felaketle karşılaşırlar. Birilerinin haince planları yüzünden yüzlerce ağaç katledilmektedir. Yetkililerin bu durumu fark etmeleri ve bu yıkımı engellemeleri için bir an önce harekete geçmelidirler…

Yaşanan doğa katliamına kayıtsız kalamayan bir grup çocuğun umut verici birlik ve dayanışma öyküsünü anlatan Ormanın Sakladıkları, şiirlerle zenginleştirilmiş öyküsü ve Fethi Yılmaz’ın masalsı resimleriyle yetişkinlerin dünyasına bir de çocukların gözünden baktırıyor.

1. Bölüm
Ağaç nedir orman neymiş Uzamış dünyanın sakalı Berberi grevdeymiş
Ali Yüce 

Barış ile Aslı aynı yaştaydılar. Aynı sokakta oturuyor, aynı okula gidiyorlardı. Aynı sınıfta okuyor, aynı sırada oturuyorlardı. Uydurduğumu düşünüp bu kadar da olmaz, diyeceksiniz. Gülecek, eğleneceksiniz. Siz bilirsiniz… Ne derseniz deyin. Gerçek böyle… İsterseniz biraz daha geriden alayım: Anaokuluna da birlikte gitmişlerdi. Aynı öğretmenden özel ders almış, aynı yaz kampına katılmışlardı. Barış çok çalışıyor, Aslı ise çok okuyordu. O nedenle Barış’tan daha başarılıydı. Barış kıskanmıyor ama kızıyordu. Suçu kendisinde değil, öğretmeninde arıyordu. Ona göre öğretmen, Aslı’yı seviyor ve koruyordu. Ama bir gün onu geçecekti. Geçmesi gerekirdi…

Bu kadar yakın olan bu iki arkadaşın kimlikleri, kişilikleri, beğenileri oldukça ayrıydı. Aslı çiçekleri böcekleri; Barış ise kuşları, atları seviyordu. Biri durağan, biri kıpırdaktı. Barış oldukça duygusal, Aslı ise katı ve gerçekçiydi. Çoğu konularda anlaşamazlardı. Çekişir, çatışırlardı. Yine de küsüp darılmaz, kırılıp ayrılmazlardı. Bağırır çağırır ama yan yana dururlardı. Barış, sevecen ve özveriliydi. Her zaman ilk adımı o atardı. O yaklaşır, söyleşiyi o başlatırdı. O aşağıdan alır, o geri çekilirdi. Aslı’nın dilinden kurtulmak için son zamanlarda okumaya da başlamıştı. Okuduklarının çoğu, Aslı’nın sevdiği, önerdiği kitaplardı. Sevmese de, ben bunları okumam, demiyordu. Ders dışında yaşananlardan, günlük olaylardan çok, okuduklarını tartışıyorlardı. Bir bakıma, gerçek dünyada değil, kitapların dünyasında yaşıyorlardı. Başta söylemiştik. Barış atları, kuşları; Aslı ise çiçekleri, böcekleri seviyordu. Biri bakıp izler, biri arkasından koşardı. Yakalamak, okşamak, tanımak isterdi.

Oturdukları evlerin arka yanı ormanlıktı. Ormanı çok seviyorlardı. Ders dışında, tatil günlerinde toplanır, dolaşmaya giderlerdi. Gün kararınca arınmış, durulmuş, yorulmuş olarak dönerlerdi. Ağaçların başladığı yerden bin adım ötede ince bir dere akardı. Bu derenin şırıltısı bütün kanatlıları, tırnaklıları, sürüngenleri, kemirgenleri çekerdi. Örnek alınacak, ders çıkarılacak bir ilişkileri vardı. Birbirlerini itmeye, canlarını yakmaya, öne geçmeye çalışmazlardı. Çekişmeden, çatışmadan sularını içer dönerlerdi. Dere, çok ötelerde yiter giderdi.

Bir uçuruma mı düşerdi, bir yeraltı mağarasına mı akardı bilmiyorlardı. Çok istemiş ama sonuna kadar gitmeyi göze alamamışlardı. Bu ilginç olayın başladığı gün, Aslı ile Barış derenin genişleyip göllendiği yere gitmişlerdi. Burası, suluboya resimlerini çağrıştıran sevimli bir gölcüktü. İçinde bulutlar, kuşlar, ağaçlar, çiçekler yüzerdi. Yani yansır, görünürdü. Bu gölcük, bir bakıma yakın çevrenin döner aynasıydı. Bu aynaya bakarak yakın çevrelerinde neler olup bittiğini görürlerdi. Konuşup söyleşirken kanatları ışıktan, uçan bir at gördüler. Gözlerini açıp baktılar. At, yelesini savurarak gölcüğün kıyısına indi. Bir süre sağı solu izledi. Sonra suyu koklayarak içmeye başladı.

Çok güzel, çok delişmen bir attı. Gözleri ışık saçıyordu. Yelesi yer süpürüyor, toynakları altın külçesi gibi parlıyordu. Dilleri tutulacak kadar şaşırdılar. Korkulu gözlerle birbirlerine baktılar. O güne kadar ne gerçek yaşamda ne filmlerde, ne de resimlerde böyle bir at görmüşlerdi. Görünürde kanatları yoktu ama uçuyordu. Ya da onlara öyle geldi. Bu gördükleri gerçek bir at mıydı, yoksa kanatlı bir düş müydü, çıkaramadılar. Büyülenmiş gibiydiler. Öylece durup kaldılar. Böyle bir atları olsa kısa sürede tanınır, sevilirlerdi. Sürekli düşünüp düşledikleri koca dünyayı dolanır dönerlerdi. Sonra oturup gördüklerini anlatırlardı ya da birin üstüne beş koyup yazarlardı. Arkadaşlarını kıskandırır, çatlatırlardı. Aslı tıkanan bir sesle, “Benim gördüğümü sen de görüyor musun?” dedi. “Acaba bu gerçek mi, düş mü?

Yoksa…” Barış, gözlerini attan ayıramıyordu: “Öyle sanıyorum, düş görüyoruz. Umarım kısa sürmez! Hemencecik uyanmayız. Doğrusu çok üzülürüm. Doyasıya bakmak istiyorum. Biliyorsun, atları çok severim.” Gölcükten başını kaldıran at da durup onlara baktı. Şahlanıp uzun uzun kişnedi. Kendisi gibi sesi de aşkındı. Bütün orman uğultusunu bastırdı. Dallardan yapraklar düşürdü. Bütün tırnaklılar, kanatlılar uçup kaçmaya başladı. Aslı fısıltıyla, “Biz de kaçalım mı?” dedi. Barış: “Sen kaçacaksan kaç. Ben kaçmayacağım. Böyle bir at görmüşken…” “Ya saldırırsa…” Başlarını çevirdiklerinde at yoktu. Kaşla göz arasında uçup gitmişti. Ya da düş görmüşlerdi. Uyanıp şaşkın şakın baktılar.

Barış: “Ne oldu, nereye gitti? Koca at birdenbire nasıl yok oldu?” Aslı, “Görmedim,” dedi. “Yanılmıyorsam kısa süreli bir düş gördük. Uyanınca da…” Barış’ın canı sıkılmıştı. Kızgın bir sesle: “Saçmalama! İkimiz birden aynı düşü görmeyiz. Olacak şey değil.” “Bilmiyorum. Sanırım bir açıklaması vardır.

Sonra sorar öğreniriz. Belki de…” Gözlerini açıp yeniden yeniden baktılar. Gölün aynasında gördükleri ya da gördüklerini sandıkları at yoktu. Göl öylece duruyordu. Sanki olağanüstü bir at, kıyısında durmamış, suyundan içmemişti. Bulutlar kararıyor, sincaplar dallara tırmanıyor, ağaçkakan durmadan tıkırdatıyordu. Başkaca da gelip giden, durup kalan yoktu. Orman, bildikleri ormandı. O an için güneşe ulaşmaya çalışan yeni sürgünlerden başka bir değişiklik yoktu ya da onlara öyle geldi. Kalkıp gölün çevresinde döndüler.

Gözlerini açıp ilgiyle, korkuyla baktılar. Döner gelir mi diye beklediler. Barış: “O büyüklükteki bir at buradan geçseydi, kesinlikle toynaklarının izi kalırdı. Otlar, çiçekler, sürgünler ezilirdi. Baksana, hiçbir iz, ezilme yok.” Aslı: “Sen atları seviyorsun. Senin böyle bir düş görmen bence doğaldır. Ama ben neden öyle bir düş gördüm, anlamıyorum. Oysa ne atları düşünmüş ne de böyle bir düşü kurmuştum. Bence düş görmedik. Senin dediğin gibi aynı anda, iki insan aynı düşü görmez. Kesinlikle o at gerçekti. Umarım bir daha döner gelir.” Barış, sayıklarcasına: “Umarım döner gelir.”

Benzer İçerikler

Gerçeğin Ortasında

yakutlu

İmkansız Aşk – Denyse Woods – Online Kitap Oku

yakutlu

Bir Nefes Gibi | Ferzan Özpetek

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy