PARFÜMÜN DANSI-Tom Robbins

Günün konusu

Pancar, sebzelerin en keskinidir. Turp, elbette ki daha ateşlidir, ama turpun ateşi soğuk bir ateştir. Hoşnutsuzluğun ateşidir, yoksa ihtirasın değil. Domates, doğrusu şehvetlidir. Fakat onda da bir sualtı akıntısı halinde uçarılığı, havailiği sezersiniz hep. Pancarlar ise korkunç ciddidir.
Slav halkı, fiziksel özelliklerini patatesten, için için kaynamalarını turptan, ciddiliklerini ise pancardan almıştır.
Pancar aslında melankolik bir sebzedir. Istırap çekmeye onun kadar isteklisi yoktur. Örneğin insan şalgamı ne kadar sıksa, kanatamaz…
Pancar tıpkı suç yerine geri dönen katile benzer. Vişnenin havuçla işi bittiğinde ortaya çıkan şeydir pancar. Sonbahar mehtabının kuşaklar önceki, sakallı-bıyıklı, çoktan gömülmüş atasıdır. Fosilleşmesine ramak kalmış! Karaya oturmuş aygemisinin plazma damarlarıyla dikilmiş koyu yeşil yelkeni; bir zamanlar ayı yeryüzüne bağlayan uçurtma sicimi, şimdi çamurlu bir bıyığa dönmüş, yerkürenin derinliklerinde yakut bulmak amacıyla kazıya girişmiş.
Rasputin’in sevdiği sebzeydi pancar. Adamın gözlerinden belli zaten.
Avrupa’da mangel-wurzel denilen iri bir pancar türü yaygın biçimde yetiştirilmektedir. Belki bizim Rasputin’de izlerini gördüğümüz bu türdür. Wagner’in müziğinde de mangel-wurzel’in var olduğu kesindir. Adları pancardaki P-A-… harfleriyle başlayan besteciler asıl başkaları olsa bile.
Tabii damarlarından kan yerine şekerli su akıtan beyaz pancarlar da vardır, ama bizim ilgilendiğimiz kırmızı pancardır. İkide bir utanıp kızaran, şişen, tedavisi imkânsız bir basura benzeyen. (Aslında tedavi yolu büsbütün yok sayılmaz. Gider bir çömlekçiye sipariş verir, kendinize seramikten bir kıç yaptırırsınız… üstüne oturmadığınız zamanlar borç çorbası içmek için kâse diye de kullanırsınız.)
Eski bir Ukrayna atasözü vardır: “Pancarla başlayan hikâye şeytanla biter.”
Eh, o riski göze almak zorundayız artık.

 

Seattle

Priscilla, stüdyo denilen türde ufacık bir dairede oturuyordu. Bu tür yerlere “stüdyo” denmesinin nedeni, sanatın göz alıcı bir şey sayılması kadar, ressamların çalıştıkları yerde yatıp kalkmaktan hoşlanan insanlar olduğuna bizi inandırmakla ev sahiplerinin daha çok para kazanabileceği kanısından ötürüdür. Gerçek ressamlar hemen hiçbir zaman stüdyo dairelerde oturmazlar. Hem yer azdır, hem de ışık yanlıştır. O tür dairelerde daha çok memurlar oturur. Dosyalama memurları, mağaza tezgâhtarları, üniversite öğrencileri, yaşlı dullar, bir de Priscilla gibi evlenmemiş garson kızlar.
Bu bina, 1929’daki ekonomik bunalım döneminde yapılmıştı. Seattle’da bu tür bina pek çoktu. Washington Gölü’yle Eliott Körfezi arasındaki tepe eteklerine serpilmiş, kırmızı tuğlalarını mevsim yağmurlarıyla renklendiren binalar. Mimari açıdan binanın dümdüz çizgileri, sade cephesi, Eleanor Roosevelt’in açılış balolarında giydiği tuvaletleri hatırlatıyordu. İç duvarları ise nice mutfakta pişen nohut ve fasulye yemeklerinin rengini almıştı. Yıllardır bu binada öyle çok insan yaşamıştı ki, sonunda bina da kendine göre bir yaşam edinmişti. Her tuvalet, İtalyan tenorları gibi gargara sesleri çıkarır, her buzdolabı çayırda otlayan bufalolar gibi homurdanırdı.
Eski yapım apartmanların çoğunda, renkler ve sesler gibi, kokular da kuşaklar boyunca birikmiş olurdu. Fırında pişen kekler, tencerede haşlanan sebzeler! Ama Priscilla’nın dairesi bu açıdan ötekilerden farklıydı. Burası kimyasal madde kokardı… Zehirli değildi, ama pek de tatlı olmayan bir kokuydu. Gece yarısı, yorgun argın eve gelip kapısını açtığı zaman onu evde hapis kalmış köpek gibi karşılamaya ilk koşan da bu koku olurdu.
Işığı açar açmaz ilk önce, garsonluk yaparken giydiği alçak topuklu pabuçlarını ayağından birer tekmeyle fırlattı. İkinci olarak da ayağının başparmağını masanın ayağına çarptı. Nice dul kadının iskambil oynamak üzere başına oturmuşluğu olan masa sarsıldı, titredi; üzerindeki kimyasal madde şişeleri şangırdayıp, sallandı. Bereket versin içlerindeki ilaçlardan en fazla birkaç damlası ziyan oldu.
Priscilla yatak işlevi de gören kanepeye kendini attı, ayağına masaj yapmaya başladı. Demin acıyan başparmağa özellikle dikkat ediyordu. “Allah kahretsin,” diye söylendi bir yandan. “Ne sakarım! Bu dünyada yaşamayı bile hak etmiyorum. Yer çekimi olmayan gezegenlerden birine sürgüne yollamalı beni.”
Az önce lokantada bir tepsi dolusu kokteyl bardağını düşürmüştü. Külotlu çorabın içinde ayağı yeni doğmuş bir fare yavrusu kadar kırmızı görünüyordu. Ayakları âdeta tütüyordu. Priscilla ayaklarını rahatlatana kadar ovdu, sonra gözlerini ovuşturmaya koyuldu. Uykulu uykulu içini çekti, kendini kanepeye sırtüstü attı, birden madeni paraların dökülmesiyle irkildi. Akşam topladığı bahşişler cebinden saçılmış, başının, omuzlarının çevresine yayılmıştı. Yerde bile paralar vardı. Bir on sentliğin eski halı üzerinde yuvarlanıp kendine bir çıkış kapısı arayışını seyretti. Enflasyon kaçağı diye buna mı diyorlar acaba, diye düşündü, paraya seslendi: “Gel buraya, korkak!”
Tekrar içini çekti, kalktı, parayı yerden aldı. Birkaç buruşuk kâğıt parayı da çantasına soktu, bozuk paraları tuvalet masasının üzerindeki tozlu kâseye attı. Kâse zaten dolmuş, taşıyordu. Yarın bankada hesap açayım, diye ahdetti kendi kendine. Bu yemini daha önce de etmişliği vardı.
Üniformasını sırtından çıkardı. Lacivert bir bahriyeli elbisesiydi bu. Kırmızı ve beyaz şeritleri vardı. Fırlatıp köşeye savurdu. Ayağında külotlu çorabı, üzerinde sutyeniyle banyoya yürüyüp başını eğdi, saçlarını yıkadı. Aslında saçını yıkayamayacak kadar yorgundu; ama mutfağın yağ kokusuyla salonun sigara kokusu üstüne öyle bir sinmişti ki, apartmanın kokusuyla yarış edebilirdi. Olacak şey değildi. Şampuan şişesinin kapağı kaybolmuştu. En son ne zaman kapaklıydı o şişe… hatırlayamıyordu. Diş macununun da en son ne zaman kapaklı olduğunu hatırlamıyordu zaten. “Satın aldığımda birer kapakları bulunduğundan çok eminim,” dedi kendi kendine.
Sabuna bir yığın, kısa, kıvırcık saç yapışmıştı. Bakınca yüzünü buruşturdu. Kendi saçlarına bakmak, ona işinde geçen bir olayı hatırlatmıştı. Ricki’yle ikisi dinlenme molalarını birlikte alırlardı genellikle. Gidip müstahdem tuvaletine kilitlenir, ya esrar tüttürür ya da kokain çekerlerdi. Ricki sonunda garip teklifler yapmaya başlamıştı. Ara sıra elini rahat bir tavırla Priscilla’nın vücudunun bir tarafına dayıyordu. Priscilla’nın aslında bundan alındığı, gücendiği yoktu. O lokantada çalışan insanlar arasında, yemek listesinden daha entelektüel bir yazıyı okuyup da anlamını çıkarabilecek tek tük insandan biriydi Ricki. Hem güzel kızdı. Biraz da erkeksi bir yanı vardı. Belki de Priscilla iltifat sayıyordu Ricki’nin bu sululuklarını. Genellikle güler, savuştururdu o hareketi. İkisi de gülüp şakaya alırlardı işi. Ama bu akşam, sözde Priscilla’nın uyluk arasında biriken tüy topağını almak bahanesiyle, bacağı iyice mıncıklanınca, Priscilla aksilenmiş, kızın koluna bir de tokat atmıştı. Mola sona erdiğinde Priscilla tabii özür dilemişti arkadaşından. “Yorgunum da ondan,” demişti Ricki’ye. “Canım çıkmış durumda.” Ricki de “Ziyanı yok,” demişti. Ama bunu söylerken kullandığı ses tonu, dostluklarının içten içe yaralandığını ima eder gibiydi. Priscilla sabunun üzerinden saçları ayıklarken bu olayı düşünüp surat astı.
Banyodaki aynanın ikinci görevi, zihinsel çamurdaki mırıltıları ölçmekti. Priscilla sismografına göz attığı anda, sonuçtan hiç hoşlanmadığını gördü. Bir kere teni fena halde solgundu. Sabunu lavabonun içine attı, aynaya zorla gülümsedi. Köpüklü parmağıyla ufacık bir mısır koçanına benzeyen sivri burnunun ucuna bastırdı, her iki gözünü kırptı… İkisi de kocaman ve menekşe rengindeydi. Sol gözünü kolaylıkla kırpabiliyordu da sağ gözünü kırparken zorlanıp yüzünü buruşturuyordu. Sonbahar rengindeki ıslak saçlarını, imdat frenine asılıyormuş gibi asılıp çekti. “Hâlâ çok şekersin,” dedi kendine. Dudaklarını toplayıp uzattı, göz altlarındaki mor torbaları unutana kadar da bu hareketi abarttı. “Belki göz altlarımda heybecikler var, ama henüz kenti terk etmeye hazırlanıyor değilim,” diye mırıldandı. “Ricki’nin bana bayılması boşuna değil. Ne de olsa, o da bir insan.”
Başını lavabonun kenarına dayadı, birden ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı, sonunda gözyaşlarının sıcaklığı ve hızı, başlangıcı zaten belirsiz olan ağlama nöbetinin nedenini unutturdu. Ondan sonra anılar birer birer su yüzüne çıkmaya başladı. Yorgunluğun ve yalnızlığın bile suda kolay eriyen maddeler olduğu anlaşıldı. O zaman Priscilla gözyaşı kapaklarını kapattı. Neredeyse kulakla duyulabilecek kadar büyük bir kararlılıkla kapattı. Burnunu sümkürdü (tuvalet kâğıdı kaç gündür bittiğinden, oradaki küçük bir havluya sümkürüp kirliye attı), yapış yapış saçlarını savurdu, çamaşırlarının üzerine bir laboratuvar önlüğü geçirdi, salon-yatak odası-laboratuvar karışımı yere adımını attı, ispirto ocaklarının, cam tüplerin, kavanozların başına dikildi, orada şafak sökünceye kadar kendinden beklenmeyecek bir dikkat ve özenle çalışmaya hazırlandı.

Dâhi garson Priscilla’nın hayatında bu gecenin, diğer gecelerden hiçbir ayrıcalığı yoktu. Onu yılın diğer gecelerinden farklı kılan bir tek şey oldu. Sabaha karşı saat beş dolaylarında (saatini kurmayı unuttuğundan durmuştu), kapısı yavaşça vuruldu. Oturduğu mahalle, suç oranı yüksek bir mahalleydi. Ricki’nin ya da ihtiyaç nedeniyle bir tek kere birlikte yatıp sonra unuttuğu herhangi bir erkeğin gelip işini yarıda kesmesini de istemediğinden, Priscilla kapıyı açmadı. Güneş doğduğunda, geleneksel ve kendisine hep az gelen altı saatlik uykusunu uyumak amacıyla yatmak üzereyken kapıyı araladı, acaba demin çalan, bir not bırakmış mıdır, diye baktı. Kapının dibinde duran cisim onu şaşırttı. Eline alıp incelediğinde bunun bir pancar olduğunu anlayınca daha da şaşırdı.New Orleans

“Saat kaç, V’Iu?”
“Ne kaç?”
“Saat. Saat kaç?”
“Ama madam, saatin üzerinde ne gözüküyorsa saat odur. İki rakamın ortasında bir yer.”
“V’lu!” Madam Devalier’nin sesini yükseltmesi, Elmas Jim’in pokerde potu yükseltmesi gibi bir şeydi. Binanın temelini kemiren kurtlar bile dikkat kesilirdi. “Saat kaç?”
“Saat üç, madam.”
Madam Devalier sütyeninin üzerinden taşan memelerini hayret içinde avuçladı. “Sabahın üçü!” diye söylendi.
“Gecenin üçü, madam. New Orleans’ta güneş doğana kadar sabah olmaz.” V’Iu güldü. Gülüşü oyuncak bir ksilofondan çıkan çıngırtıyı andırıyordu. “Kasırga gelmeye kalkarsa, bütün gün sabah olmaz.”
“Yine her zamanki gibi haklısın, cherie. Ama kasırgadan söz etmesek daha iyi. Biz bu dükkânda yalnız parfümle uğraşırız. Hem de ne parfüm! Sabahın ü… yani gecenin üçü! Bu koku öyle başımı döndürdü ki zaman kavramım hepten kaybettim.” Bir kavanozun içinde damıtılmaya bırakılmış çiçek yapraklarına baktı. Kavanozun içindeki görünüm, Ester Williams’ın su balesinden bir sahnenin cehennemde çekilmiş haline benziyordu. “Ömrümde kokladığım en keskin yasemin kokusu bu. Başımı döndürüyor, V’lu. Malı yine mutlaka o Jamaica’lıdan alalım.”
Çikolata renkli hizmetçi başını salladı. “Herkes o adalı zenciden söz ediyor, madam. Bir yandan çiçek satıyor, bir yandan şarkılar söylüyor, başının etrafında da her an balarıları vızıldayıp dolanıyor.”
“Çok tuhaf,” diye ona katıldı Madam Devalier. “Bazen başının çevresinde aziz halesi gibi oluyorlar, bazen de şeytan boynuzuna benziyorlar. Arıları taç gibi kullanıyor adam. Canlı bir taç gibi.”
“Gece yatağına yatarken de o arıları başından çıkarmıyordur belki de, ha?”
Madam Devalier genç kadına parmağını salladı. Parmağı, tombul, buruşuk ve yüzüklü, tırnakları kırmızı ojeliydi. “Eğer akıllı bir kadınsan, güzel kafanı, adamın yatağında olup bitenlere yormazsın. Şimdi bana biraz alkol ver cherie. Kimyasal reaksiyon başlayıp bu usareyi patlatmadan, New Orleans’ı Meksika Körfezi’ne uçurmadan sulandırmamız gerek. Burada bir yasemin Nagazaki’si pişiriyoruz âdeta!” Doğruydu da. O sırada Royal Caddesi’nden geçmekte olan bir sarhoş, küçük dükkânın kepenkleri arasından sızan keskin kokudan bir anda ayılır gibi oldu. Uzun zamandan beri o bölgede oturan biriydi. Başını kaldırıp solmuş tabelada, Parfümeri Devalier yazısını okudu, yoluna devam etmeden önce istavroz çıkardı.
Madam Devalier kırk yıldır çalıştırıyordu bu dükkânı. Ondan önce de elli yıl babası çalıştırmıştı. Zamanında birtakım garip işler de yapmışlığı vardı dükkânın. Ay ışığı ilaçları, caz pudraları gibi. Şans bitkileri ve sevgilileri kavuşturan merhemler gibi. Mojo kremi ve loa losyonu gibi. Kasırga damlası, ölümsüzlük suyu, gece yarısı yağı gibi (bu sonuncusunun işyerinde fazla mesai yapmakla ilgisi yoktu). Fransız Mahallesi’nin kibar halkı arasında Madam Devalier, güzel kokular kraliçesi olarak tanınırdı. Bir zamanlar, mahalle halkı bir tür sihir bulunduğunu sanırdı o kokularda. Ama artık mahallenin de, dükkânın da cakası kaçmış, süngüsü düşmüştü. Madam, bir süreden beri uluslararası parfüm şirketlerine kaptırdığı müşterilerini geri alma mücadelesindeydi. Bu yüzden parfümlerle meşgul oluyor, başka alanlara hiç dağılmıyordu. Ya da… kendisi öyle diyordu.
V’lu hanımının dikkatli bakışları altında, melastan damıtılmış alkolü çanağa boşalttı. Suya oturtulmuş kavanoza bağlı filtre tüpünden damıtılan esans yağı çanağın içinde birikiyordu. Jamaica yasemini öyle keskindi ki, her şeye rağmen sulandırma maddeleri onu yumuşatamıyordu.
“Ooo-la-la!” dedi Madam Devalier. Putperest totemlerine benzeyen vücudunu koyu yeşil kadife kanepenin üzerine attı. “Bu koku bayıltacak sonunda beni!”
V’lu, “Feci başım ağrımaya başladı,” diye yakındı.
Royal Caddesi’nde ilerleyip kaybolan sarhoşun ardından, bu sefer uzun boylu, ince bir siyah adam çıktı ortaya. Yeşilimsi sarı bir takke giymişti. Parfümeri Devalier’nin kepenkleri önünde durdu, havayı derin derin kokladı. Sonra bir daha kokladı. Ellerini çırpıp tavuk gibi keyifle gıdakladı. Başındaki takke biraz kımıldadı, uykulu bir fısıltı sesi çıkardı, sayısız minik kanatlarını oynattı.
Orada başka tanık olmadığından, V’lu’nun yatağında bulduğu tek bir pancardan bu adamın sorumlu olup olmadığını bilmeye olanak yoktu. Pancar, sokaktan ikinci kattaki odaya fırlatılarak atılmıştı. V’lu, hanımı ona kasırga damlası koklatıp baş ağrısını tedavi ettikten sonra yatağına gittiğinde onu orada bulmuştu. Vakit hâlâ geceydi, değil mi, V’lu?Paris

Mermer masanın ortasında, kristal avizenin tam altında, gümüş bir tepsinin içinde iri, çiğ bir pancar duruyordu. Topraktan çıkarılalı bir hafta ya da daha fazla bir zaman geçmişe benziyordu. Rengi kanserli hasta gibi kül rengine dönüşmüştü. Yine de avizenin ışığı, üzerine belli bir açıdan düştükçe, yüreğinin içindeki şaraplardan süzülmüş kadife de parıldıyordu.
Masa, bir büroda; büro bir gökdelendeydi. Gökdelen tıpkı diğer benzerleri gibi çelik ve camdan yapılmış incecik bir kuleydi. Süsü püsü yoktu. Yirmi üç katlıydı yalnız. Pek etkileyici yüksekliği yoktu. Tek ilginç yanı, içinden yükseldiği mahalleydi. Kapısının tam karşısında bir manastırla bir katedral vardı. Sağ tarafındaki blok, bisiklet satıcılarıyla ve kahvelerle doluydu. Solundaki eğik damlı otelde yıllardan beri ressamlar, sanatçılar kalır, dört duvar arasında çalışır; bu sefaletlerinin, ileride “stüdyo” daire adı altında romantikleştirilip bir piyasa oluşturacağından habersiz yaşarlardı. Binanın üzerindeki gökyüzünün gri, eskimiş rengi sanki Sefiller romanından bir bölümdü. Altında ise (evet, her şey mutlaka bir başka şeyin üzerine otururdu) bir zamanlar karşı kaldırımın rahiplerinin bira fabrikası olarak kullandığı yerin harabeleri vardı. 1200’lerde Haçlılar, Filistin’den döndüklerinde parfüm denilen şeyi Fransa’ya lanse etmiş; sonra da güzel kokular orada sevilmeye, tutulmaya başlamıştı. Papazlar parfüm yapmasını da bira yapmak kadar iyi öğrendiler. Bugün gökdelenin bodrumunda, eski parfüm atölyesinin karanlık dehlizlerini görmek mümkündü. Zaten gökdeleni oraya kuran LeFever ailesi, parfüm işini manastırdan on yedinci yüzyılda satın almıştı. Sanayi, hâlâ yürütülüyordu aile tarafından.
Havanın, Victor Hugo’nun en kötümser sayfalarına taş çıkardığı o günde, Claude LeFever, kalkıp Marcel LeFever’nin çalışma odasına habersiz dalmıştı. Neden dalmasındı ki? Özbeöz akrabaydılar. Şirketin de başkan yardımcılarıydılar. Resmiyet gerekmezdi aralarında. Ama Marcel yine de pek sıkılmış gözüktü. Belki o sıra yüzünde balina maskesi bulunduğu için sıkılmıştı.
Claude ellerini kalçalarına dayadı, kuzenine baktı. “Balina, balina!” diye haykırdı.
Marcel maskenin içinden, “Kıçımı ye,” dedi.
“Özür dilerim ama balığın kıçını nerede aramak gerektiğini pek bilemiyorum!”
“Balina balık değildir, aptal!”
“Ha, evet.”
(Claude’la Marcel LeFever aslında Fransızca konuşmaktaydılar. Yapılan bu simültane tercüme okurlara edebi uydu aracılığıyla verilmektedir.)
Claude üniversitede hem muhasebe, hem de hukuk okumuş olduğu için, LeFever ailesinin tüm mali kararlarını o verirdi. Marcel ise parfüm laboratuvarlarında büyümüştü. Burnuyla düşünmeyi öğrenmişti oralarda. Bu nedenle işin “yaratıcılık” tarafı onun sorumluluğundaydı. Bu deyimin tam ne demek olduğunu Claude pek anlayamıyordu, ama çok gerekli olduğunu anlaması bile onun kıratını ortaya koyuyordu. Eğer yaratıcılık, yönetici odalarında kâğıttan maskelerle dolaşmayı gerektiriyorsa, Claude’a göre hava hoştu. Sekreterlerin ödü koparsa kopsundu. Marcel’in, balina avlarını engelleme çabasına girişen çevreci komandolara büyük bağışlar yapma huyu vardı. Claude bu bağışların büyüklüğüne biraz kaygılanıyordu. Ama Claude, esmeramberin parfüm sanayinden önceki dönemde ne kadar önemli olduğunu da biliyordu. Bu madde hastalanan balinaların kusmuğundan elde edilmekteydi. Claude’a göre, petrokimya ürünleriyle kömür katranı sabitleştiricileri onun işini bal gibi görürse de… kim bilir! Ara sıra Marcel’e, “Balık kusmuğunun devri geçti artık,” derdi.
“Balina memeli hayvandır, budala.”
“Ha, evet.”
Marcel’in odasında da, bitişiğindeki Claude’un odasında da, yerden tavana kadar bir pencere vardı. Buradan katedral kuleleri görünüyordu. Claude sık sık, “Biz cennete papazlardan daha yakınız,” der dururdu. Ama bugün gökyüzü, gri, bulutlu, kirli havadan ötürü duman duman olduğundan, Claude’un içinde pek cennetle ilgili duygular doğurmuyordu. Bir tek şeyi getiriyordu aklına bu karanlık gökyüzü: Sabahleyin yönetim kurulu toplantısına yetişebilmek için kahvaltı etmeden çıkmak zorunda kaldığım. Marcel de o toplantıya gelmemişti. Belki de isabet olmuştu. “O saçma şeyi suratından çıkarsan da öğle yemeğine gitsek,” diye öneride bulundu Claude.
Marcel maskenin göz deliklerinden hâlâ pencereye, pencereden dışarıya doğru bakıyordu. “Bu sabahki postada oldukça ilginç bir şey geldi,” dedi.
“Neymiş o?”
“Pancar tabii, ne olacaktı?” Marcel’in gözleri masanın ortasına döndü.
“Ha, evet, ben de şu pancardan hiç söz etmeyeyim diyordum. Kuzen olarak olsun, ortak olarak olsun, bunca yıldır edindiğim tecrübe, bana uyuyan yılanın kuyruğuna basmamayı öğretmiştir. Ama konuyu sen kendin açtığına göre, masanda bir pancar bulunduğunu ben de kabullenmek zorundayım. Postayla mı geldi demiştin?”
Marcel, hiç çekingenlik göstermeksizin maskeyi çıkardı, sandalyesinin yanına, yere koydu, koca burnunu, kırçıl sakalını, nemli kahverengi gözlerini, yamyassı geriye taranıp deriye benzetilmiş siyah saçlarını ortaya çıkardı. Claude’un gözleri biraz daha az bedbin, saçları biraz daha az yağlı olmasa, iki kuzen birbirinin tıpkısı olacaktı. Çizgili takım elbiselerinin dikiliş biçimine kadar hem de. İş hayatındaki rakipleri onlardan sık sık LeFever ikizleri diye söz ederdi.
“Postaya atılmış değil. Paket de edilmemişti. Doğal ambalajı içinde geldi. Yani kendi pancar haliyle. Ben geldiğimde sabah postasının durduğu sepette öylece bekliyordu.”
“Bir hayrandan gelen mesaj belki. Bir kadın… ya da erkek… bu binadan biri. Pancarın fallik çağrışımlardan pek de uzak olduğu söylenemez.”
“Claude, ben Amerika’dan döndüğümden beri üçüncü keredir postadan pancar geliyor.”
“Gördün mü işte? Biri gönlünü fena kaptırmış… yakışıklı kerata seni! Ya da biri şaka yapıyor.”
“Resepsiyoncunun anlattığına göre pancar gizlice bırakılmadan önce, her üç sefer de holde tatsız bir koku varmış…”
“Dediğim gibi bir şaka işte. LeFever binasında tatsız koku! Eşek şakası.”
“Evet. Kokunun birazı da pancara hâlâ sinmiş durumda. Daha önce de kokladığım bir şey. Misk diyeceğim ama çok daha keskin. Claude, böyle bir kokuya ABD’de rastladım. Yerini hatırlayamıyor, deli oluyorum. Burnum nasıldır, bilirsin.”
“Evet bilirim,” dedi Claude. “Bilmesem, burnunu Londra’daki Lloyds şirketine bir milyon franga Sekreterlerin ödü koparsa kopsundu. Marcel’in, balina avlarını engelleme çabasına girişen çevreci komandolara büyük bağışlar yapma huyu vardı. Claude bu bağışların büyüklüğüne biraz kaygılanıyordu. Ama Claude, esmeramberin parfüm sanayinden önceki dönemde ne kadar önemli olduğunu da biliyordu. Bu madde hastalanan balinaların kusmuğundan elde edilmekteydi. Claude’a göre, petrokimya ürünleriyle kömür katranı sabitleştiricileri onun işini bal gibi görürse de… kim bilir! Ara sıra Marcel’e, “Balık kusmuğunun devri geçti artık,” derdi.
“Balina memeli hayvandır, budala.”
“Ha, evet.”
Marcel’in odasında da, bitişiğindeki Claude’un odasında da, yerden tavana kadar bir pencere vardı. Buradan katedral kuleleri görünüyordu. Claude sık sık, “Biz cennete papazlardan daha yakınız,” der dururdu. Ama bugün gökyüzü, gri, bulutlu, kirli havadan ötürü duman duman olduğundan, Claude’un içinde pek cennetle ilgili duygular doğurmuyordu. Bir tek şeyi getiriyordu aklına bu karanlık gökyüzü: Sabahleyin yönetim kurulu toplantısına yetişebilmek için kahvaltı etmeden çıkmak zorunda kaldığım. Marcel de o toplantıya gelmemişti. Belki de isabet olmuştu. “O saçma şeyi suratından çıkarsan da öğle yemeğine gitsek,” diye öneride bulundu Claude.
Marcel maskenin göz deliklerinden hâlâ pencereye, pencereden dışarıya doğru bakıyordu. “Bu sabahki postada oldukça ilginç bir şey geldi,” dedi.
“Neymiş o?”
“Pancar tabii, ne olacaktı?” Marcel’in gözleri masanın ortasına döndü.
“Ha, evet, ben de şu pancardan hiç söz etmeyeyim diyordum. Kuzen olarak olsun, ortak olarak olsun, bunca yıldır edindiğim tecrübe, bana uyuyan yılanın kuyruğuna basmamayı öğretmiştir. Ama konuyu sen kendin açtığına göre, masanda bir pancar bulunduğunu ben de kabullenmek zorundayım. Postayla mı geldi demiştin?”
Marcel, hiç çekingenlik göstermeksizin maskeyi çıkardı, sandalyesinin yanına, yere koydu, koca burnunu, kırçıl sakalını, nemli kahverengi gözlerini, yamyassı geriye taranıp deriye benzetilmiş siyah saçlarını ortaya çıkardı. Claude’un gözleri biraz daha az bedbin, saçları biraz daha az yağlı olmasa, iki kuzen birbirinin tıpkısı olacaktı. Çizgili takım elbiselerinin dikiliş biçimine kadar hem de. İş hayatındaki rakipleri onlardan sık sık LeFever ikizleri diye söz ederdi.
“Postaya atılmış değil. Paket de edilmemişti. Doğal ambalajı içinde geldi. Yani kendi pancar haliyle. Ben geldiğimde sabah postasının durduğu sepette öylece bekliyordu.”
“Bir hayrandan gelen mesaj belki. Bir kadın… ya da erkek… bu binadan biri. Pancarın fallik çağrışımlardan pek de uzak olduğu söylenemez.”
“Claude, ben Amerika’dan döndüğümden beri üçüncü keredir postadan pancar geliyor.”
“Gördün mü işte? Biri gönlünü fena kaptırmış… yakışıklı kerata seni! Ya da biri şaka yapıyor.”
“Resepsiyoncunun anlattığına göre pancar gizlice bırakılmadan önce, her üç sefer de holde tatsız bir koku varmış…”
“Dediğim gibi bir şaka işte. LeFever binasında tatsız koku! Eşek şakası.”
“Evet. Kokunun birazı da pancara hâlâ sinmiş durumda. Daha önce de kokladığım bir şey. Misk diyeceğim ama çok daha keskin. Claude, böyle bir kokuya ABD’de rastladım. Yerini hatırlayamıyor, deli oluyorum. Burnum nasıldır, bilirsin.”
“Evet bilirim,” dedi Claude. “Bilmesem, burnunu Londra’daki Lloyds şirketine bir milyon franga sigorta ettirmene dünyada izin vermezdim. İşte bu işe boşvermek için ek bir neden de bu zaten. Zihnin sorunu çözemiyorsa bile, burnun sonunda nasılsa çözecektir. Bu arada habire pancarlardan mancarlardan söz etmek beni acıktırdı. Öğle telaşı başlamadan gidelim şu restorana.” Ceketinin düğmelerini ilikledi. Marcel kısa bir kararsızlıktan sonra kalktı, o da ceketini ilikledi. LeFever gökdeleninin deldiği gökteki o kasvetli görünüm, bazı maddelere karşı korunmanın akıllıca bir şey olduğu izlenimini yaratıyordu. “Ha, ABD dedin de aklıma geldi,” dedi Claude. “V’lu’dan ne haber?” V’lu’nun adı geçince Marcel ceketinin düğmelerini açtı, gerisin geri yerine oturdu. Maskeyi tekrar yüzüne geçirdi, midesinden esmeramber fışkırtmaya hazırlanan bir balina gibi inledi.Şato karanlık, kahramanlarsa uykudaydı. Soluk aldıklarında, sanki havada ejderha dumanı koklamaya uğraşıyorlarmış gibi sesler çıkarıyorlardı.
Cariyeler de kuştüyü sedirlerinde, baharat kokuları arasında rahatsız bir uyku uyumaktaydılar. Dünyanın henüz tepsi gibi dümdüz olduğu o günlerde, insanlar hep kenardan düşeceklerinden korkar, bununla ilgili korkulu rüyalar görürlerdi.
Demirciler uykularında, gözkapaklarındaki örsün üzerinde yatan yılanı dövüyor; tekerlek ustaları uykunun yollarında kuyruğu ağzına girmiş yılanı yuvarlıyorlardı. Aşçılar uykularının derinliklerinde onu kızartıyor, kadın terziler porsuktan yapılma kürklerine süs niyetine dikiyorlardı. Şatonun falcısı ise yıldızlarda saman falına bakarken gökyüzünde yılanın şekline benzer bir görüntü bulmaya çalışıyordu. Rahat uyku uyuyan yalnız bebeklerdi şatoda. Yumuşacık vücutlarından beslenen pirelere bile aldırdıkları yoktu.
Kral Alobar ise hiç uyumuyordu. Şatonun kapısındaki nöbetçiler nasıl uyanık ve ayıksa, o da öyle uyanık ve ayıktı. Daha bile ayıktı aslında. Çünkü nöbetçiler, ufuk çizgisindeki ormana doğru bakarken akıllarından ballı sudan yapılmış içkileri, haşlanmış pancarları, esir kadınları geçiriyorlardı. Kral ise kınından çıkmış bir bıçak kadar ayıktı. Bir o kadar da kaygılıydı.
Yanı başında, kürk battaniyeler arasında, köpeği Mik ile karısı Alma uyumakta, efendilerinin dertlerinden habersiz, geceyi geçirmekteydiler. Bırak uyusunlar, diye düşündü kral. Onun alnındaki kaygı kırışıklıklarını ne köpeğin yalaması giderebilirdi, ne de karısının yalaması. Oysa Alma’yı o gece özellikle dili için çağırmıştı. Pancar boyasıyla yeni boyanmış o dudaklar, efendisinin vücudunu sarmaladığında başka düşüncelerin gelip tedirginlik yaratmasını önlerdi çünkü. Ama uzun sürmezdi o durum. Efendisinin menisinin mantarımsı kokusu, Alma’yı hıçkırıklara boğar, kralı yaptığı seçimden ötürü pişmanlığa iterdi. Wren’i çağırmalıydı aslında. En sevdiği karısı oydu. Gerçi Wren’de, Alma’nın cinsel becerileri yoktu, ama kralın yüreğinin içini anlardı Wren. Ona içini açtığı zaman, sırlarının cariyeler odasında günlük dedikodu haline getirilmeyeceğinden emin olurdu.
Alobar’ın şatosu taştan yapılmış basit bir şatoydu. Çevresi de ağaç gövdelerinden bir çitle çevriliydi. İçinde nice hazine saklıydı. Onlardan biri de ta Mısır’dan getirilmiş cilalı bir cam parçası olup, kralın yüzünü gösterirdi. Cariyeler bayılırdı bu sihirli cama. Kralın suratı sakal, bıyık ve her türlü kıllarla kaplı olduğundan pek az yeri gözükürdü. O da bu yüzden camı cariyelerin dairesinde bırakmaktan pek yakınmazdı. Kadınlar günün uzun saatlerini sihirli camdaki mucizeleri seyrederek geçirirlerdi. Bir keresinde Frol adlı çok genç bir cariye aynayı düşürmüş, bir köşesini kırmıştı. Konsey onun ceza olarak ormana atılmasına, orada kurtlara ve komşu ülkelerin savaşçılarına, terk edilmesine karar vermişti, ama Alobar duruma el koymuş, cezayı otuz kırbaca indirmişti. Daha sonra kızın yaraları iyileşmiş, krala ikiz çocuk doğurmuştu. Ama o günden beri kral her yeni ayla birlikte hareme özel bir ziyaret yapıyor, aynanın marifetlerini kaybetmemiş olduğunu gözüyle görmek istiyordu.
O gün de bizim eylül diye bildiğimiz takvim yaprağının yeni ayı doğmuştu. Alobar yine rutin teftişini yapmış, yalnız aynaya her zamankinden biraz daha uzun süre, biraz daha dikkatli bakmıştı. Kusurlu cilalanmış yüzeyin gölgeleri ve sırları arasında bir şey ilişmişti gözüne. Baktı. Bakarken nabzı hızlandı. Ayna elinde, açık pencereye doğru yürüdü, orada kırık düşen güneş ışığı aynanın zeminini canlandırdı ama verdiği mesajı değiştirmedi. “Ne kadar çabuk!” diye fısıldadı kral. Aynayı biraz eğdi. Başka açıdan baktığında sonuç yine aynıydı. Belki de ayna beni aldatıyor, diye düşündü. Tılsımlı şeyler aldatmayı pek severler.
Çok sıcak bir gün olmasına rağmen kral pelerininin kapişonunu başına çekti, kan tutmuş gibi kızararak aynayı en yakındaki cariyenin eline tutuşturdu. O da Frol’dü. Öteki kadınların soluğu kesildi. Hemen koşup değerli malı sakar kızın elinden kurtarmaya çalıştılar. Alobar odadan çıktı.
Kral refakat etmek isteyenlerden kendini zorlukla kurtardı, koca köpeği Mik’i şato kapısı dışındaki kırlarda gezdirmeye çıktı. Dolambaçlı yollardan ormana doğru ilerledi, önceden bildiği bir kaynağın başına geldi. Oraya varınca hemen diz çöktü, suya doğru eğildi, içecek kadar yaklaştı. Kıpırdanan sularda yansıyan hayal bir an netleşti, köpüklerin, baloncukların, yüzen dalların, renk ve ışık zerrelerinin arasında, aradığı şeyi bir kere daha gördü: Bir saç! Bembeyaz bir saç! Üzerinden kuğu uçmuş kar kadar beyaz bir saç! Sağ şakağından kıvrılarak uzuyordu.
Kral Alobar’ın eli hiç düşünmeksizin oraya doğru uzandı, sanki bir düşman darbesini önlemeye çalıştı. Kılı kökünden kopardı, öldürdüğü bir yılanı inceler gibi incelemeye koyuldu. Az sonra omzunun üzerinden arkaya doğru baktı, Mik’ten başka tanık olmadığından emin oldu, kılı kaynağın suyuna attı, kıl döndü dolaştı, sonunda batıp görünmez oldu.

Alma uykusunda meniye bulanmış dişlerini gıcırdatıp duruyordu. Uzaktan duyulan her baykuş sesi Mik’in irkilmesine yol açıyordu. Alobar ikisinin arasında, gözleri apaçık yatıyor, geçmiş savaşların izlerini taşıyan elleri, rahatlamak için kürk battaniyeleri okşuyordu. Bu gece dinlenirken içimde utanç ve korku var, diye düşündü kral. Üzerime bu şaşkınlık örtülü olduktan sonra, battaniyeye ne ihtiyacım var? Alobar’ın krallığı küçük bir site devletti. Bir kabileydi daha doğrusu. Krallarını yaşlılığın ilk belirtisi ortaya çıkar çıkmaz öldürmek gibi bir gelenekleri vardı. Krallara ancak güçlerini ve canlılıklarını korudukları sürece yönetme hakkı tanınıyordu. Yarı ilahi tanrı-adam olarak görürlerdi kralı. Doğanın akışı ona bağlıydı. Onun yavaş yavaş zayıflamasından, sonunda ölmesinden, kabileye büyük afetler ve felaketler geleceğine inanırlardı. Bu felaketlerden kurtulmanın tek yolu, ilk çürüme belirtilerini gösterdiği anda kralı öldürmekti. O zaman ruhu zarar görmeden daha genç birine geçebilirdi. Kralın öldürülmesi gereğine işaret eden belirtilerden bir tanesi, karılarının cinsel arzularını doyurmakta başarısız olmasıydı. Bir İkincisi de yüzünde kırışıklıkların, saç veya sakalında beyaz kılların başlamasıydı.
Alobar o zamana kadar bu gelenekte hiçbir haksızlık görmemişti. Kralın bunamasına, hastalanmasına kadar başta kalmasına izin verilirse, zayıflığı ülkeye yansırdı. Sığırların üremesi azalır, pancar tarlalarda çürür, erkekler savaşta başarısız olur, hastalıklar, saçmalıklar, kısırlıklar başlardı yönettiği halk arasında. Doğru değil miydi bunlar? Tüm zeki insanlar (tabii Romalılar buna dahil değildi) inanmıyorlar mıydı bunlara? Komşu ülkelerin bazılarında, bir dişin düşmesi bile kralın öldürülmesi için yeterli sebep sayılıyordu. Alobar’ın kentinde idam töreni çok onurlu, çok estetik bir törendi. Kralın gözde karısı, zehirli yumurtayı kralın ağzına verme sorumluluğunu üstlenmişti. Henüz bu kadar uygarlaşmamış bölgelerde, kralı çok daha kaba bir yolla, kafasına vura vura tasfiye etmekteydiler.O zamana kadar kralın öldürülme töreni, Alobar’a son derecede doğal, kaçınılmaz ve adil bir yöntem olarak gözükmüştü. Ama bu gece… bu gece, o hain kıla, kapkara şakağından ölümün beyaz bayrağı gibi uzayan o sıska kıla küfürler savuruyordu. Bir ölüm, bir cenaze davetiyesiydi o. Ah, zamansız çıkagelen kıl!
Limon gibi güney adalarından yukarının dağlıklarına kadar her kıyı köşeyi arasanız, Kral Alobar’a korkak diyecek bir tek dürüst kişi bulamazdınız. Savaşlarda defalarca hayatını tehlikeye atmış, kopardığı saldın narası ün kazanmıştı. Neden olmasındı ki? Ölümün nesi vardı korkulacak? Ölüm bu dünyanın verdiği bir onur, öteki dünyanın sunduğu bir mirastı. Ondan kaçınmak, her iki dünyaya da ihanet etmek, her ikisini de kandırmak olurdu. Ak saçı çekip yolmakla halkına ihanet ettiğini, tanrılarını kandırdığını… kendini aldattığını hissetmekteydi. Kendini mi? Kendi! Ne demekti o? Alobar başını yastığa vurdu. Mik’in hafifçe homurdanmasına, Alma’nın iki kolunu havada savurmasına yol açtı. Hoş Alma uyku denizinden eli boş çıkmazdı ya.
Günün ilk ışığıyla birlikte, bir horoz sesi duyuldu. Daha horoz ü-ürü-üüüü’sünün “ürü” kısmına gelir gelmez Alobar Alma’yı sarsarak uyandırdı, ona derhal hareme dönmesini ve Wren’i yollamasını emretti.
“Ne sırıtıyorsun öyle?”
“Efendim, iştahınızı yeniden kazandığınızı görmekten mutlu oldum yalnızca.”
“Sen neler ima etmeye çalışıyorsun, kadın?”
“Hiçbir şey, efendim.”
“Ne?” Kadını saçlarının sarı örgülerinden yakaladı.
“Kızmayın efendim. Yalnızca karılarınızdan bazıları aralarında fısıldaşıyor, son zamanlarda kendilerini ihmal ettiğinizden yakınıyorlardı.”
Kral onu bıraktı. Yumruğu elinde olmadan beyaz kılı kopardığı şakağına doğru yükseldi. Bir yenisi çıkmaya yeltense, daha kıl kökünün içindeyken ezecek, yok edecekti.
“Bunu… konseye söylediler mi?”
“Yo, hayır efendim! Henüz iş oraya kadar varmadı. Doğrusunu isterseniz bence kıskanıyorlar, çünkü erkeklik tohumlarınızı, hep o sakar kahpe Frol’e harcıyorsunuz.”
Alobar bıyık altından güldü. Genç Frol yine hamileydi. Karnının büyüklüğüne bakılırsa yine ikiz doğuracaktı herhalde.
Avrupa’da o sıralar henüz öpüşmek icat edilmemişti. Bu yüzden Alobar kendi burnunu Alma’nınkine sürttü. “Taşaklarım öyle ağırlaştı ki, yataktan kalkamayacağım. Sen hemen koş, bana Wren’i yolla,” dedi.
O gider gitmez ayağa fırladı, kocaman meşe pervazlı pencereyi açtı. Mik ayaklarını yalarken kral, sabah yıldızının hızla azalan ışığına bakıp çabucak birkaç dua yetiştirdi.

Alobar’ın yönettiği halk sarışın bir halktı. Kuzeyden geleli o kadar da uzun zaman olmamıştı. Bu yüzden, yaşlıların ateşin başında anlattığı masallarda hâlâ kar kızakları, kırmızı zehirli mantarlar falan vardı. Onlar sarışındı ama kralın kendisi, kaynağın sularında boğduğu tek kıl hariç, oldukça esmerdi. Alobar’dan önceki kral tarafından savaşta öldürülmüş, güneyli bir reisin kızı olan Wren daha bile esmerdi. “Kralın kilerindeki tek esmer et,” diye şakalaşırdı savaşçılar. Kralın onu hep tercih etmesinin bir nedeni de bu rengiydi. Ama aslında onu, en çok akıllı olduğu için severdi. O zamanlarda insanın karısından “akıllı” olmasını beklemesi, bir kraldan “sevgi” beklemek kadar saçma sapan bir şey olduğu halde…
Alma’nın yaptığı ön konuşma etkili olmuş olmalıydı. Wren kralın odasına girdiğinde soyunuktu, boyanmış yanakları al aldı. Bu nedenle, kocasını giyimli, yanında köpeğiyle yatağın ayakucundaki postun üzerinde oturur görünce pek şaşaladı.
“Ben… çok özür dilerim efendim,” diye kekeledi. Damarlarındaki şarap onu kıpkırmızı yapmıştı. “Beni çağırdığınızı söylemişlerdi.”
“Çağırdım, sevgili Wren. Lütfen gel de yanıma otur.”
“Şey, elbette, tabii. Ama önce elbisemi alayım. Bitişik odada bırakmıştım.”
Alobar onun güzelliğine gülümseyerek, gitmesini engellemek üzere harekete geçti. Bu heyecanlı halinde bile, karşısındaki yürüyen zeki çiçeğe, bu bal ve tuz karışımına hayranlık duyuyordu. Ama o beyaz kılın hayali, keyfini fena kaçırmaktaydı. Bu yüzden giyinmesine izin verdi. Bu arada köpeği okşadı.
Wren bir önceki günün olaylarını dinledikten sonra, “Demek kopardın onu,” dedi.
“Evet, öyle.”
“Kopardın, ha?”
“Evet.”
“Ama neden?”
“Belki bu cevabı bulmama yardım edersin diye düşünmüştüm.” Wren kokarca siyahı buklelerini iki yana salladı. Şaşırmış görünüyordu. “Hayır efendim, sanmıyorum. Kadere böylesine karşı koyan birini ne gördüm, ne de duydum.”
“Herhalde ilki ben olamam,” dedi Alobar. “Eğer öyleysem, korkaklığıma ek olarak bir de deliyim demektir.”
“Değilsin, Alobar’ım.”
“O halde neyim?” Mik’in ayağa kalkışını, esneyip gerinerek odanın köşesine, işemeye gidişini seyretti. “Söyle bana, Wren, ölümden sonra seni bekleyen şey nedir?”
“Beni bekleyen mi? Ben, yani Wren’i mi? Pinduslu Wrenna olarak dünyaya gelen, şimdi Alobar’ın karısı Wren olan bu insan için ölümün neler hazırladığını hiçbir zaman düşünmedim. Ölüm kişisel bir konu değil galiba. Kabilenin sorunu o. Göklerin ve yeryüzünün korkunç tehlikelerine karşı ırkımızın devamım sağlamaktan kabile sorumludur. Kabile de bir tek üyesinin ölümüyle bile zayıfladığına göre, demek ki her ölüm kabile için bir ıstıraptır.”
Kral başını salladı. Başının çevresinde hiçbir ak saç sallanmadı. Ama bu sabah aynaya bakmadığı için kendisi bundan pek emin olamıyordu. “Bu da halkımızın neden bu kadar süslü püslü, bu kadar hayat dolu cenaze törenleri yaptığını anlatmaya yetiyor. Ölümsüzleri sevindirip ölümün bizden çaldığı kuvveti ve birliği tekrar iade etmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Ama… bak, bu aklıma dün gece, yatağıma yattığım zaman geldi… Kabile, gerçi o ölümün kendi savunmasında açtığı gediği onarmayı başarıyor, ama ölene ne oluyor? Bazı bölgelerde onun ilkbahar geldiğinde tekrar topraktan bitivereceğine inanıyorlar, ama ben hiç öyle bir olay görmedim. Geçmişteki inancıma göre, kendimi öteki dünyada güçlü olacakların eline teslim etmem gerekiyordu. Yani ya tanrıların, ya da şeytanların. Ama şimdi kendi yıldızım hızla solduğuna göre, başka dünyaların savaş oyunlarında piyon olmak istemiyorum.”
“Bu tanrılara karşı gelmek mi, efendim?”
“Sanmıyorum. Beni yaratanlar ister tanrı, ister şeytan olsun, planlarına karşı koymakta kullanacağım bu aklı da yarattılar. Herhalde kendi yaptıkları kalbin içinde bir karşı koyma gücü bulunduğunu bilecek kadar akılları vardı.” Alobar umut dolu bakışlarını ona çevirdi. “Sen de öyle düşünmüyor musun?”
Wren yumuşacık elini Mik’in kürküne yasladı. O dokununca koca hayvan neredeyse keyifle hırıldadı.“Ne öyle düşünüyorum, ne de tersini düşünüyorum. Ben bu sabah buraya rahmim tohumlansın diye geldim, oysa siz zihnime garip fikirler ektiniz.” Parmaklarını sevgiyle yalasın diye Mik’e uzattı.
Alobar, “Belki de falcıdan öğüt istesem daha iyi olur,” dedi.
“Yoo, hayır Alobar. Lütfen yapmayın.”
“Öyle mi? Neden?”
“Anlatması kolay değil, efendim… ama bir deneyeyim. Atalarınızın kralları, hep şenlik ateşi çevresinde kutlanır, alkışlanırdı. Ama marifet ve güçlerinden ötürü kutlanırdı. Bilgelik ve gerçek bilgi sihirbaz falcıya özgüydü. Siz bu durumu değiştirdiniz. Noog da bundan hoşlanmıyor. Bu söyleyeceklerim için beni affedin, ama doğrudur. Bu şatonun duvarları içinde sizden daha güçlü kuvvetli adamlar da vardır Alobar.
Mızrağım daha ustaca kullananlar da vardır. Daha hızlı koşan, daha uzağa taş atabilen, düşmana karşı tıpkı sizin gibi titremeden karşı koyan, bir harem dolusu kadını bir çırpıda doyuran erkekler de vardır. Ama siz… nasıl ettiniz bilemiyorum, ama kendinize bir de beyin edinmişsiniz. İnsanların içyüzünü görme yeteneğinizi defalarca gösterdiniz, onların yıldızlara yönelttiği sessiz duaları okumayı başardınız. Geçmişte, bu halk üzerinde pek çok kral hüküm sürmüştür. Ama siz onları yönettiniz.”
“Yönetmek mi?”
“Yunanca kökenli bir kavram…”
“Yunanca mı?” Alobar gözlerini yumdu, çok uzaklarda, güneydoğudaki Yunan siteleriyle ilgili duyduklarını hatırlamaya çalıştı. Dünyanın kenarına yakın bir yerlerdeydi o siteler. Söylentilere göre şahane yerlerdi. Zengin, bilgili, sanatlarından gurur duyan yerlerdi. Uzun süre önce, Alobar’ın ataları gibi kuzeyli kabileler de onlara saldırmış, topraklarını yağmalamışlardı. Hakça yönetmenin yaran neydi?… İkide bir kaba saba insanlar geliyor, sizi kesip biçiyorsa?
“Yunanca bir kavram, anlamı da insanlar üzerinde yönlendirici bir etki yaratmak. Siz onu yaptınız. Geçmiş kralların kahramanlıkları bu krallığı hep çalkantıda tuttu. Siz ise bu krallığı sakinleştirdiniz. Noog bunun için karşı size. Mantıklı liderliğinizin sonucu olarak, sihirbaz falcıya daha az ihtiyaç var çünkü. Daha az hayranlık topluyor.”
“Hiç şaşırmadım. Uyanık olduğu saatlerin tümünü elindeki değnekle tavuk kemiklerini dürterek geçiren bir adama duyulacak hayranlığın da bir sınırı olmalı.”
“Kehanetin de kendine göre bir değeri vardır.”
“Öyle. Belki zamana kıstırılmış kralları tasfiye etmenin de bir haklı yönü var. Ama yine de bu sabah içimde isyan bayraklarını açtım. Sihirbaz konusunda beni uyarman makbule geçti. Eğer şimdi sana anlatacaklarımı ona anlatsaydım, dolunay geldiğinde acı yumurtayı yiyor olacaktım. Nice kralın o yumurtayı ısırdığını, sarmaşık yaprağı gibi yemyeşil kesildiğini, kafası yeni kesilmiş keklik gibi yere serildiğini seyretmişimdir. Millet de gelir, kedi köpek kavgasıymış gibi seyreder. Belki yıldızların gözünde insanın hayvandan bir üstünlüğü olmayabilir… kralların da sıradan insanlara bir üstünlüğü söz konusu değildir. Ama… özür dilerim, belki o kır saç beni sarhoş ettiği için düşünemiyorum, ama benim içimde… daha fazla bir şey olma arzusu var. Sesiyle ölümün çıngırağım bastırabilen bir şey olmak istiyorum.”
Wren sürme çekilmiş kirpiklerini kırpıştırıp onun bu garip davranışına şaşarken, Alobar ayağa kalktı, üzerindeki giysiyi çıkardı, esir pazarında satılık malmış gibi onun önünde ağır ağır dönmeye koyuldu. Ara sıra bir bıçak yarasının fosforlu gibi parlayan izi dışında, vücudu düzgün ve teni yanıktı. Kasları yapılı, esnek, hızlıydı. Nice savaşçı gibi fazla iri ya da aşırı kıllı değildi. Kestane rengi saçları kulaklarının bir parmak altından kesilmişti. Sakalı gür ve karmaşıktı. Wren’in güneyli burnundan (belki de tropik diyarlarda koku almanın farklı bir yanı vardı) daha az belirgin olan burun kemerinde kurdele gibi bir yara izi göze çarpmaktaydı. Gözleri buzlu bir mağaradaki meşaleler kadar parlaktı. Öyle maviydi ki, bazen gökyüzüne doğru akıyormuş gibi görünürdü. Alobar’ın ağzı, yani bıyıklarının arasından görülebilen kısmı, çevresindeki erkeklerin etli dudaklarından daha inceydi. Aynı zamanda daha az kabaydı. Wren’e kendi ölmüş babasının ağzını hatırlatıyordu. En çok sevdiği yeri de ağzıydı. Birlikte olduklarında birçok kez, öpüşmeyi keşfetmenin eşiğine gelmişti Wren.
Alobar gösterisini tamamlayınca avuçlarını iki kalçasına dayadı, bir yandan meydan okurken bir yandan titreyen bir sesle konuştu. “Karşında gördüğün bu adam toplumun, ırkın, türün bir parçasıdır ama aynı zamanda da onlardan farklıdır. Bu düşünce seni çok şaşırtıyor, görüyorum. Ama Wren, kendi gözümdeki tüm değerimin pasif biçimde yok edilmesine razı olamam. Hayatta yaptıklarım azımsanacak şeyler değil. Ateş başı sohbetlerinde hatıra gelmeyecek, üzerinde konuşulmayacak şeyler değil. Ama bu benim özlemlerimi doyurmaya yetmiyor. Hayatım yalnızca toplumsal bir olgu değil, aynı zamanda bireysel bir serüven.” Uyluklarına birer tokat attı. “Bu çok iyi tanıdığım vücudun soğumasını düşünmek bana çok zor geliyor. Bu bacaklar, bu beden, çarpan bu yürek beni zorluyor, tüm şartlandırılmama rağmen, ortak kadere teslim olmamaya doğru itiyor.”
Wren’in ağzı sürüngen kabuğu gibi hafifçe açıldı. “Gurur mu?” diye sordu. Çok şaşırmış da olsa bir eş olarak, sesinin suçlamadan çok soru sorar gibi çıkmasına özen göstermişti. “Kibir mi?”
“Kibir, ha? Emin değilim. Kibirden farklı gibi geliyor. Yalnızca kibirimdense, şeytanlar, zebaniler kovalasın hayaletimi. Kendimi savunmak için bir tek şey söyleyebilirim: Halkım için savaştım, yine de savaşırım, yeter ki düşmanın kim olduğunu söylesinler. Ama tacı sırf benim saçım beyaz, ötekininki sarı diye başımdan alıp bir başkasının başına koymalarına razı değilim.”
Wren uzun süre hiç sesini çıkarmadan oturdu. Bir hançerin ucundaki kan damlası gibi havada asılı kalmıştı. Sonunda konuştu. “Görüşlerime değer veriyor gibisiniz efendim. O halde şunu söyleyeyim: Size zehri uzatmak benim için çok acı olur. Vücudunuzu hareketsiz ve soğuk görmek, içimi sızlatır. Kabilemiz için daha iyi olacak olsa bile. Sözleriniz beni son derece şaşırtıyor. Ama size, kimseye güvenmediğim kadar güvenirim… bir tek babam hariç. Eğer niyetiniz hileyle kurtulup yaşamaya devam etmekse, o zaman ben de o hileyi desteklerim. Kesinlikle kimseye ağzımı açmam.”
“Pek büyük bir aldatmaca sayılmaz. Annemle babam yalan söylemedilerse, bu dünyada otuz yedi bayram kutlamışım. O hain saç ne derse desin, hâlâ genç ve güçlüyüm.” Uyluklarına birer tokat daha attı, sonra birdenbire içindeki alev söner gibi oldu. “Ah, Wren, sen de bu sırrı uzun süre saklayamazsın. Ben saçların davranışlarını epey inceledim. Üzerinden birkaç sabah geçmeden, onun kadar solgun renkli bir yenisi gelecektir. Sonra bir tane daha, bir tane daha. Yeme üşüşen kumrular gibi. Her sabah yüzüme aynada bakmak zorunda kalacağım. Ama aynayı cariyelerden alırsam kuşku doğar. Sen çok sadıksın, ama ne çare ki…” Postun üzerine, onun yanına oturdu.
“Ben sizin aynanız olurum,” dedi Wren.
Alobar anladı, onu minnetle kucakladı, sonunda keyfinin tekrar yerine gelmeye başladığını hissetti. Küçük bir gülümseme, solmuş yüzüne renk getirdi.
“Seni yatırıp, şişe geçirilmiş kuzu gibi ikiye bölmek istiyorum. Ne dersin buna?”
“Ne diyeceğimi çok iyi biliyorsunuz. Dişi panter, azdığı zamanlar erkeği kendisiyle çiftleşirken hangi yarı çılgın kelimeleri söylerse ben de onları söylerim.”
Alobar kentin gürültüsü girmesin diye pencereyi kapattı, sonra vazgeçti, daha iyi olacağına karar verip tekrar açtı. Eğer halk o odadan çıkan dişi panter çığlıklarını duyarsa, kendisi için çok daha yararlı olurdu.

Benzer İçerikler

Çöplük – Andy Mulligan

yakutlu

Valla Kurda Yedirdin Beni

yakutlu

Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Marquez – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy