Ölüler Gününde, çocuklar, dünyadan ayrılan kişilerin mezarlarına yiyecekler, hediyeler götürüp bırakırlar Bolivya’da. Hıristiyan ve putperest geleneklerinin ilginç bir karışımı, olayların gelişmesine de bakılırsa oldukça yerinde. Ama Bolivyalı köylülerin batıl inançlara en çok saplanmış olanları bile ölünün kalkıp da bu fırsattan yararlanmak isteyeceğine inanmaz. Oysa ben buna inanıyordum.
La Huerta, yüksek And dağlarının tepelen arasında gözden uzak, beş altı bin nüfuslu, maden ocakları bulunan bir kasabaydı. Uzak ve ıssız, Peru’dan doğrudan doğruya uçak seferleri yapılmadığı için Lima’dan bir Amerikan maden şirketine kargo getiren eski bir DC 3 uçağıyla geldim. Kasabaya vardığımızda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu, ama her nasılsa küçük terminal binasının dışında bekleyen bir taksi vardı. Sürücüsü kalın bıyıklı, şen bir yerliydi. Sarı muşamba bir yağmurluk giymiş, başına hasır bir şapka takmıştı. Uçaktan bir müşterinin çıkmış olmasına hem şaşırmış, hem sevinmişe benziyordu.
«Otele mi, senyor?» diye sordu valizimi alırken.
«Excelsior Oteli’ne,» dedim.
«Zaten başka otel yok, senyor.» Gece lam basının aydınlığında dişleri parlıyordu. «Bir tek o var.»
Taksinin içi kokuyordu, orasından burasından sular sızıyordu. Tepeden aşağı, kasabanın ışıklarına doğru inerken anlaşılmaz bir sıkıntı kaplamıştı içimi. Ne demeye buradaydım? Daha önce de birçok kez yapmış olduğum şeyi neden yapıyordum? Doğruluğu kesin olmayan bir öykünün peşinden koşuyordum. Ve kasabanın, her biri merkeze giden açık kanalizasyonlu, düz damlı, çökmeye yüz tutmuş evlerle dolu, her köşede yoksulluk ve pisliğin göze çarptığı karmakarışık sokaklarına vardığımızda, içimdeki sıkıntının giderilmesinde La Huerta da bir işe yaramadı.
Bir kaç dakika sonra kasabanın merkezine ulaştık. Tam ortada koloni günlerinden kalma oldukça ilginç, büyük bir çeşme vardı. Su, peri heykellerinin ağızlarından, burun deliklerinden fışkırıyordu. Hâlâ iş görüyor olması küçük bir mucize gibi geldi bana. Otel öteki uçtaydı. Taksiden İndiğim zaman bir takım insanların sağımdaki kemerin altına doluşmuş olduklarını gördüm. Bazıları karnaval giysileri içindeydiler ve nemli havada duman kokusu vardı.
«Nedir bütün bunlar?» diye sordum.
«Azizler Yortusu, senyor. Festival zamanı.»
«Pek fazla eğleniyora benzemiyorlar.»
«Yağmur yüzünden.» Omuz silkti. «Havai fişekler için kötü oluyor. Üstelik asık yüzlü bir festivaldir bu bizim için. Birazdan sevdiklerini anmak için mezarlığa gidecekler. Ölüler Günü deriz. Daha önce işitmiş miydiniz, senyor?»
«Mexico’da da var aynı gelenek.»
Parasını verip taksiyi gönderdikten sonra merdivenlerden çıkarak otele girdim. La Huerta’daki her şey gibi iyi günler görmüş bir otel olduğu belliydi, ama şimdi pembe badanalı duvarların boyaları dökülüyordu, tavanda rutubet izleri vardı. Resepsiyon memuru telâşla gazetesini elinden bıraktı. Bir müşterinin varlığı karşısında taksinin sürücüsü kadar o da şaşırmıştı.
«Bir oda istiyorum.»
«Başüstüne senyor. Kaç gün için?»
«Bir gece. Sabah Peru’ya döneceğim.»
Yabancıların söz konusu olduğu yerde hükümetin direttiği deli saçmalıklarını yapabilmesi için gerekli evrakımı uzattım. Giriş kaydımı yaparken, «Burada işiniz mi var, Senyor?» diye sordu. «Belki maden şirketiyle?»
Cüzdanımı açarak on dolar çıkartıp dikkatle kayıt defterinin yanına, tezgâhın üstüne bıraktım. Yazmayı kesti. Kara gözleriyle yaptıklarımı izliyordu.
«Lima gazetelerinin birinde Pazartesi günü burada birinin öldüğü yazıyordu. Alanda, tam kapınızın önünde yere düşüp ölmüş. Söz: konusu edilmesinin nedeni polisin, bavulunda 50.000 dolar ve değişik adlar altında üç pasaport bulmuş olması.»
«A evet. Senyor Bauer. Arkadaşı mısınız, Senyor?»
«Hayır, ama görürsem tanıyabilirim belki.»
«Ölü kaldırıcısının yanında. Bu gibi durumlarda cesedi bir hafta kadar tutar, akrabalarını ararlar.»
«Bana da öyle söylediler.»
«Bu olayla ilgili kişi Polis Şefi Teğmen Gomez’dir. Polis karakolu meydanın öteki
yakasında.»
«Böyle durumlarda polisin yardımcı olduğunu hiç görmedim.» İlkinin yanına bir on dolar daha koydum. «Ben gazeteciyim. Bir öykü çıkabilir bunun altından. Bu denli basit.»
«Şimdi anlıyorum. Bir gazetecisiniz.» Gözleri parladı. «Size nasıl, yardımcı olabilirim?»
«Bauer hakkında bana ne anlatabilirsin?»
«Çok az, senyor. Geçen hafta Sucre’den geldi. Bir arkadaşıyla buluşacağını söyledi.»
«Buluştu mu kimseyle?»
«Bildiğim kadarıyla hayır.»
«Nasıl bir adamdı? Tarif et.»
«Altmış beş yaşlarında, belki daha fazla. Evet, daha yaşlı olabilir, ama kesin söylemek güç. Her zaman hayat dolu olduğu izlemini uyandıran tip adamlardan. Boğa gibi birisi.»
«Neden böyle diyorsun?»
«Güçlü yapılı. Uzun boylu değil, anlatabiliyor muyum, ama geniş omuzlu.» Kollarını gerdi. «Kalın, güçlü bir boyun.»
«Şişman mıydı?»
«Hayır, şişman denilemez. Ancak sağlam bir kişi, güçlü bir görünüş. Alman aksanıyla çok iyi İspanyolca konuşuyordu.»
«Bunu farkedebilir misin?»
«Evet, Senyor. Buraya bir dolu Alman mühendis gelir.»
«Giriş kaydını görebilir miyim?»
Göstermek için defteri bana doğru çevirdi. Adımın yazılı olduğu satırın bir üstündeydi kaydı. Pasaportuyla ilgili bilgiler ve yanında Bauer’in imzası vardı. Tarih atmış, Avrupalılar gibi yedi rakamını çizgili olarak kullanmıştı. Başımı sallayarak paraları resepsiyoncuya doğru ittim.
«Teşekkür ederim.»
«Senyor.» Yirmi doları alarak göğüs cebine tıkıştırdı. «Size odanızı göstereyim.»
Saatime baktım. On biri biraz geçiyordu. «Ölü gömücüye gitmek için çok geç oldu.»
«Hayır, senyor, gece nöbetçi bulunur. Burada gelenekler, ne olur ne olmaz düşüncesiyle üç gün, gece gündüz gözlenir ölü.»
«Bir yanlışlık yapılmasın diye mi?»
«Evet, senyor.» Üzgün gülümsedi. «Ölümden sonrası yoktur artık, insan emin olmak ister. Soldaki ilk sokağa sapın, ölü gömücü o yolun, sonunda. Gözünüzden kaçmaz. Kapının üzerinde mavi bir lamba yanar. Nöbetçinin adı Hugo’dur. Ona sizi Rafael Mareno’nun gönderdiğini söyleyin.»
«Çok teşekkürler,» dedim resmiyetle.
«Her zaman emrinizdeyim, senyör. Dönüşünüzde birşeyler yemek isterseniz, hazırlayabilirim. Bütün gece görevdeyim.»
Gazetesini eline aldı ve ben holü geçerek dışarı çıktım. Karnaval yürüyüşü başlamıştı. Maxico’da gördüklerim gibiydi. En önde cehennem ve ölüm tanrılarını temsil eden giysiler içindeki, bir kaç kişi ellerinde yanan meşaleler taşıyorlardı. Ardından ellerinde mum tutan, daha şimdiden yağan yağmurla sırılsıklam olmuş çocuklar geliyordu. En geride büyükler, sepetler içinde yiyecek ve meyve taşıyorlardı. Birisi alçak sesle, dokunaklı bir biçimde flüt çalmaya başladı. Bir trampet ona eşlik etmeye başladı. Bunun dışında tam bir sessizlik içinde yürüyorlardı. Yolumuz aynıydı, ben de yağmurluğumun yakasını kaldırarak peşlerine takıldım. Ölü gömücünün yeri hemen göründü, Mareno’nun söylediği gibi kapısının üstünde mavi bir ışık yanıyordu. Biran durup kalabalığın yürüyüşünü izledim. Flütün ve trampetin sesi garip bir biçimde etkileyiciydi. Ancak onlar başka bir sokağa dönüp gözden kaybolduktan sonra kapıdaki zili çaldım.
Bir süre yağmurdan başka hiç bir ses işitilmedi. Yeniden zili çalmak için elimi uzattığımda içerde kıpırtılar olduğunu, birisinin ayaklarını sürüyerek yaklaştığını duydum. Kapının üzerinde göz hizasında bir kapak açıldı, karanlıkta solgun görünen bir yüz belirdi.
«Hugo musun?»
«Ne istediniz, senyör?» Ses bir fısıltı halinde çıkıyordu.
«Senyor Ricardo Bauer’in cesedini görmek istiyorum.»
«Belki sabaha olabilir, senyor.»
«Rafael Mareno gönderdi beni.»
Bir an duraklama oldu, sonra kapak kapandı, kilit sesleri işitildi, kapı gıcırdayarak açıldı. Bir deri bir kemik, çok yaşlı bir adam elinde gaz lambası orada duruyordu. Birdenbire kalkıp yürümeye karar vermiş emanetlerinden biriydi sanki. İçeri girdim, kapıyı
kapattı.
«Beni izleyin lütfen senyör.»
Kısa bir koridordan geçerek meşe ağacından bir kapıyı açtı. Ölüm kokusunu aldım hemen. Soğuk havada ağırlaşmış yoğun bir tatlılık. Bir an durakladım, sonra peşinden gittim.
Gölgelerle dolu bir odaydı. Tek ışık tavanın ortasından sarkan bir zincire asılmış gaz lambasından geliyordu. Daha önce bir kaç kez Palermo ve Viyana’da gördüğüm —ki Viyana’daki kıyasla daha gelişmişiydi— tip bir bekletme morguydu. Odanın öteki yanında belki bir düzine kadar tabut vardı, ama önce beni birkaç basamakla çıkılan bir platforma götürdü. Üstünde bir masa, iskemle duruyordu.
Büyülenmiş gibi aşağı, gölgelere doğru baktım. Her tabutun üstü açıktı, içindeki ceset rahatça görülebiliyordu. Parmaklardan birine, masanın üzerinden geçerek eski bir çana bağlanmış ipin bir ucu iliştirilmişti.
Elindeki lambayı masanın üstüne bıraktı. «Şu çanı çalan çıktı mı bugüne değin?» diye sordum.
«Çanı mı?» Şimdi, çok yaşlı, en azından seksen yaşında olduğunu, yüzünün kuruluğunu, gözlerinin nemliliğini görebiliyordum. «Bir kez, senyor, on yıl önce. Genç bir kız. Ama üç gün sonra yeniden öldü. Babası gerçeği kabullenmek istemedi. Bir ay ayırmadı yanından. Sonunda polis işe el koymak zorunda kaldı.»
«Neden bunu yapmak zorunda kaldıklarını anlıyorum.»
Bir defter açarak mürekkepli kalemi hokkaya batırdı. «Senyor Bauer’le akrabalığınız var mı? Resmi kayıtlara geçirmem gerekli.»
Cüzdanımı açarak on dolarlıklardan bir ta ne çıkarttım. «Resmî bir şey değil, dostum. Yolu buraya düşen bir gazeteciyim sadece. Hikâyeyi işittim de, belki tanırım diye düşündüm.»
Bir an durakladı, sonra mürekkepli kalemi elinden bıraktı. «Dediğiniz gibi olsun, Senyor.» Lambayı aldı. «Bu yandan.»
Arka sıradaki son tabuttu. Yaşlı adam lambasıyla kırmızı dudakları, parlak dişleri, dolgun, yuvarlak yanakları aydınlatınca şok geçirir gibi oldum. Ve sonra anladım ki mezarcı üzerinde çalışmıştı biraz. Sanki incelemem için önüme, bir mumyacının mumyası, makyaj içinde gerçek dışı bir yüz, gördüğüm hiç bir fotoğrafa benzemeyen bir şey, konmuştu. Otuz yıldan sonra ne bekleyebilirdi ki insan? Kırkbeş ve yetmiş beş arasında büyük, büyük bir ayrılık vardı.
Zil çalınca sanki yerimden tavana kadar sıçradım, ancak sonra dışardan geldiğini anlayabildim. Hugo, «İzninizle, senyor.» dedi, «Birisi geldi.»
Beni Bauer’in tabutu yanında bırakıp ayaklarını sürüyerek oradan uzaklaştı. Yüzükleri varsa bile almış olmalıydılar. Güçlü elleri göğsünün üstünde kenetlenmişti, parmaklarının arasında bir ip duruyordu. Temiz mavi bir giysi giydirmişlerdi. Beyaz yakası, koyu renk kravatı vardı. Gerçekten görülmeye değerdi.
Koridordan gelen sesler dikkatimi çekti. Biri kesinlikle Amerikalıydı. «İngilizce biliyor musun? Hayır mı?»
Sonra aynı ses kötü bir İspanyolcayla, «Bauer adlı adamın cesedini görmek istiyorum, çok uzun yoldan geldim ve zamanım kısıtlı,» dedi.
Hugo karşı gelmeye çalıştı. «Senyor, saat çok geç,» belli ki bir kenara itilmişti.
«Ceset nerde? İçerde mi?»
Bir nedenle, altıncı his deyin isterseniz, karanlık bir köşeye gizlendim. Bir dakika sonra böyle davrandığıma çok sevindim.
Odadan içeri girerek bir an durakladı. Lambanın aydınlığında beyaz saçları ışıldıyor, yağmurluğunun üstündeki yağmur damlaları parlıyordu, omuzları dimdikti. Askerlere özgü yapısını hâlâ taşıyordu. Yetmiş beş yaşında olduğunu sadece saçının beyazlığı ve kırpılmış bıyıkları belli ediyordu.
Böylesine şaşırdığım başka bir anı hatırlamıyorum. Karşımda bir zamanların efsanesi, Şeref Madalyası. Gümüş Yıldız, Askeri Madalya, Philippines, D-Day, Kore, hattâ Vietnam Madalyaları sahibi General Hamilton Canning duruyordu. Ayaklı bir tarih, yaşayan Amerikalıların en saygınlarından biri…
Sert, özelliği olan bir sesi vardı. Rahatsız edici değildi, ama yaşamının büyük bir bölümünde kendi yolunu bulmuş bir kişinin otoritesini taşıyordu.
«Hangisi?»
Hugo topallayarak önüne geçti, lambayı yüksekte tutuyordu. Ben köşeye iyice büzüldüm. «Burada, senyor.»
Canning’in yüzü oldukça sakindi, karmaşayı, gerilimi, aynı zamanda bir çeşit umudu ancak gözlerinde okuyabiliyordum, tabutun yanında durmuş cesedin mumlanmış yüzüne doğru bakarken. Sonra umut pırıltısı yok oldu, gözlerindeki ışık söndü. Omuzları çöktü, ilk kez yaşını belli ediyordu.
Bıkkın bir biçimde dönerek Hugo’ya başını salladı. «Seni daha fazla rahatsız etmeyeceğim.»
«Aradığınız kişi bu değil miydi, senyor?»
Canning yeniden başını salladı. «Hayır, dostum, sanmıyorum. İyi geceler sana.»
Derin bir nefes aldı sanki eski haşmeti geri geldi, uzun adımlarla yürüdü gitti. Ben de bulunduğum yerden ortaya çıktım.
«Senyör… » Hugo konuşmaya başladı.
Ona susmasını işaret edip girişe doğru yürüdüm.
Canning kapıyı açtığında taksinin dışarıda durduğunu, sürücüsünün yağmur altında beklediğini gördüm.
General, «Artık beni otele götürebilirsin,» diyerek kapıyı ardından kapattı.
Hugo kolumu çekiştiriyordu. «Senyör, neler dönüyor ortada?»
«Bende bunu merak ediyordum Hugo,» dedim yavaşça. Hızlı hızlı yürüyüp koridordan geçerek dışarı çıktım.
Taksi otelin önünde duruyordu. Ben, ona doğru yaklaşırken deri ceketli, kasketli bir adam Ünlü Canning cazibesiyle gülümseyerek elini uzattı.
«İngiliz misiniz, Mr. O’Hagan?»
«Ulster yoluyla,» dedim. «Ama bunlara girmeyelim General.»
Yüzündeki gülümseyiş yok olmadı, sadece gözleri değişti, soğuklaştı, sertleşti ve yaşına göre şaşırtıcı bir güçle elimi sıktı. Büyüyü bozan bir tepsi içinde konyağımı getiren Rafael, «Siz bir tane daha ister misiniz, senyör?»
Canning yeniden tüm cazibesiyle gülümsedi.
«Sonra dostum. Sonra.»
«Senyörler.»
Rafael dışarı çıktı. Canning gözleri üzerinde, arkasına yaslandı, içkisinden bir yudum aldı. Yanıldığımı söylemeye çalışarak zaman kaybetmedi, sadece, «Daha önce karşılaşmış mıydın?» diye sordu.
«Onbeş dakika kadar önce ölü gömücünün bulunduğu sokakta,» dedim.
«Gölgelerin arasına gizlenmiş olduğumu söylemeliyim, böylece sizden daha avantajlı bir durumdaydım. Sonra yıllar önce basın toplantılarında da görmüştüm sizi. Ama zaten Hamilton Canning’i tanımayan birisi kendini askeri ve politik konular yazarlığında uzmanlaşmış sayamaz.»
«O’Hagan,» dedi. «The Times yazarı mı?»
«Öyle, General.»
«Akıllı bir gençsin evlât, ama seninle Çin hakkında konuşmamı hatırlat bana. Son zamanlarda o alanda oldukça çizginin dışına çıktın.»
Merdivenlerden inerek otomobile bindi. Taksi yağmur altında uzaklaştı. Bir an gidişini izledim, Canning’in içinde olup olmadığını göremedim.
Rafael resepsiyonda değildi. Ben yağmurluğumun üstündeki yağmur tanelerini silkelerken solumdaki bir kapı açıldı, Rafael göründü.
Gülümsedi. «Başardınız mı, Senyor?»
«Pek sayılmaz,» dedim. «Biraz önce bir taksinin burdan uzaklaştığını gördüm.»
«Evet, otele yeni gelen Amerikalı Bay Smith’in pilotuydu. Özel uçağı ile La Paz’a gidiyormuş, ama kötü hava koşullan yüzünden buraya inmek zorunda kalmışlar.»
«Anlıyorum. Mr. Smith mi dedin?»
«Evet, senyor. Barda oturuyor, şimdi bir içki verdim kendisine. Belki siz de bir şey içersiniz?»
«Bir bardak konyak iyi gelir herhalde.»
Trençkotumun düğmelerini açarak peşinden gittim. Taş duvarları, rafları içki dolu barıyla zevkli bir odaydı. Canning bir elinde içki bardağı şöminede yanan kütüklerin karşısındaki bir koltukta oturuyordu. Başını kaldırarak baktı.
«Arkadaş, senyor,» dedi Rafael neşeyle. «Yeni bir müşterimiz. Senyor O’Hagan Senyor Smith. Konyağınızı getireyim,» diyerek dışarı çıktı.
«Yaşlı bir erkek kedinin bile sokağa çıkmayacağı bir gece, dediği kadar var büyükannemin.» Yağmurluğunu bir iskemlenin üstüne bıraktım.
«Uzman sizsiniz.» Bir sigara yaktım. «Bauer’den ne haber General?»
«Ne olmuş ona?» Arkasına yaslandı, kayıtsız bir rahatlıkla ayak ayaküstüne atmıştı.
Güldüm. «Peklâ, başka bir yol deneyelim. Siz bana Londra The Times gazetesinin oldukça tanınmış bir yazarının neden Lima’dan kalkıp onca yolu katederek bu fare deliğine gelip Pazartesi günü sokakta ölen Ricardo Bauer adlı adamın cesedini görmek zahmetine katlandığını sorun.»
«Tamam, evlât,» dedi üşengeç bir tavırla. «Sen söyle bana. Seni dinliyorum.»
«Ricardo Bauer,» dedim, «bir dolu bilirkişinin de söyleyeceği gibi Martin Bormann’ın geçen otuz yıl içinde Brezilya’da, Şili’de, Arjantin ve Paraguay’da zaman zaman kullandığı takma adlardan biri.»
«Martin Bormann mı?» diye sordu General.»
«Hadi, General. Reichsleiter, Martin Bormann, Nazi Partisi Genel Sekreteri ve Führer’in sekreteri. Hitler şürekâsının savaştan bu yana ne olduğu bilinemeyen bir üyesi.»
«Bormann öldü,» dedi yavaşça, «Berlin’den kaçmaya çalışırken öldürüldü. 1 Mayıs 1945 gecesi Weidendammer Köprüsünden geçerken havaya uçtu.»
«2 Mayıs günü erken saatlerde General. Gerçeği koyalım ortaya. Bormann sığınaktan saat 1.30’da da ayrıldı. Köprünün üzerinde top ateşine yakalandığını gören kişi Hitler’in şoförü Erich Kempka’ydı. Ama bu hikâye için çok yazık ki, Hitler’in Gençlik Lideri Arthur Axmann, Spree akarsuyunu Bormann’ın önderliğindeki bir grupla birlikte bir trenyolu köprüsünden yararlanarak geçti ve bu olay daha sonraydı.»
General başını salladı. «Ama Axmann, Lehrter istasyonu yakınında Hitler’in doktoru Stumpfegger ve Bormann’ın cesetlerini gördüğünü de açıkladı.»
«Ondan başka bu öykünün doğruluğunu kanıtlayacak bir şey söyleyen kimse çıkmadı. Çok inandırıcı doğrusu.»
General bardağını bırakıp çıkarttığı piposunun deri bir kesenin içindeki tütünle doldurmaya başladı. «Demek Bormann’ın yaşadığına inanıyorsun. Bu çılgınca bir düşünce gibi gelmiyor mu sana?»
«Beni oldukça karışık bir grubun içine katıyor,» diye yanıtladım. «Stalin’den başlayarak. Bormann’ı savaştan sonra Münih’de gören şoförü Jacob Glas gibi daha önemsiz ölümlülerin arasına. Sonra Eichmann var; 1960’da İsrailliler onu yakaladıkları zaman Bormann’ın yaşadığını söylemişti. Doğru değilse neden böyle söylesin ki?»
«Akla yakın bir görüş. Devam et.»
«Nazi avcısı Simon Wiestenthal, Bormann’ın yaşamakta olduğunda, hakkında düzenli raporlar aldığında diretmiştir her zaman. Ladislas Farago, Bormann’la yüzyüze mülakat yaptığını söylüyor. 1964’den bu yana Batı Almanya yetkilileri başına, 100.000 mark koydular. Nurnberg mahkemesinde savaş suçlusu olarak hüküm giydi, ölüm cezasına çarptırıldı.» Öne doğru eğildim. «Daha ne istiyorsunuz General? 1945 yılında İspanya’dan, Arjantin’e, Bormann’la birlikte şişme bir sandalla gittiğini ileri süren İspanyol hakkındakileri de işitmek ister misiniz?»
General ateşe bir odun daha atmak için eğilirken gülümsedi. «Evet, o adam bu iddia ile ortaya çıktığı zaman kendisiyle görüştüm. Ama Bormann bunca yıl hayatta ise ne yapıyordu?»
«Yaptığına “Kameradan Werk” adını vermişti. Almanya’da biten Nazizmi başka ülkelerde sürdürmek için, bir köşeye gizlediği altınları kullanıp kurduğu örgüttü “Kameradan Werk”. Savaştan sonra kaçak birçok Nazi bu örgüte dayanarak Almanya dışında çalışmalarını sürdürdü.»
«Olabilir.» Gözünü şöminenin alevlerine dikmiş, başını salladı. «Olabilir.»
«Bir tek şey kesin,» dedim. «Morgdaki ceset ona ait değil. En azından siz öyle düşünüyorsunuz.»
Başını kaldırarak baktı. «Neden böyle söylüyorsun?»
«Yüzünü gördüm.»
Başını salladı gene. «Hayır, Bormenn değildi.»
«Onun hakkında nerden haber aldınız? Bauer hakkında demek istiyorum. La Huerta’daki olaylar New York Times gazetesinin ön sayfasında yer alacak haber özelliği taşımazlar genellikle.» .
Elinde bir takım adların listesi bulunan bir ajanım var Brezilya’da. Güney Amerika’da herhangi biri hakkında en ufak bir haber alsa hemen bana bildirir. Ben de uçar gelirim.»
«Bu gerçekten çok ilginç geldi bana.»
«Bilmek istediğin nedir, evlât? Neye benzediği mi? Bu yarar mı işine? Orta boylu, kalın boyunlu, yanak kemikleri çıkık, geniş, oldukça acımasız yüzlü birisi. Öylesine alelade görünüşlü ki bir kalabalığın içinde hemen gözden kaybedersin. Irmak bölgesinden, ya da herneyse, herhangi bir işçi. Alman halkı, basın tanımazdı onu. Ünvanların, madalyaların hiç bir anlamı yoktu Bormann için. İnandığı tek şey iktidardı.» Sanki kendi kendine konuşuyormuşcasına gözlerini ateşe dikmiş oturuyordu. «Almanya’da ki en güçlü kişiydi ve savaş sonrasına kadar kimse bunun farkına varmadı.»
Bir kasap,» dedim, «milyonlarca Yahudiyi ölüme gönderen bir kasap.»
«Aynı zamanda savaş yetimlerini, bakması için Baverya’daki karısına gönderen biri,» dedi Canning. «Nuremberg’de kendisine Bormann’ın nerede olduğu sorulduğu zaman Göring’in verdiği cevabı biliyor musun? ‘Umarım cehennemde yanıyordur, ama bilmiyorum,’ dedi.»
Oturduğu yerden kalkarak barın arkasına geçip bir viski şişesi aldı. «Bir tane daha isler misin?»
«Rica edeceğim?» Ayağa kalkarak barın kenarındaki taburelerden birine oturdum.
«Konyak.»
Bardağıma konyak doldururken, «Bir zamanlar benim savaş tutsağı olduğumu biliyor muydun?» diye sordu.
«Bunu herkes bilir, General,» dedim. «Kore’de yakalanmıştınız. Çinliler iki yıl sizi Mançurya’da tutmuşlardı. Nixon bu nedenle sizi emekliliğinizden çekip alarak kendisiyle birlikte Pekin’e götürmedi mi geçen yıl?»
«Hayır, yani çok çok daha eskiden demek istiyorum. Daha önce de bir kez savaş tutsağıydım, ikinci Dünya Savaşının sonlarına doğru Almanlar yakaladılar beni. Baverya’da Schloss Arlberg’de. Ünlü tutsaklar için hazırlanmış özel bir yer.»
Ve ben bilmiyordum, çok eskilerde olduğu halde pek şaşırtıcı değildi. Zaten gerçek, süregelen ününü Kore’de kazanmıştı.
«Bunu bilmiyordum. General,» dedim.
Bardağına bir buz parçası atarak viskiyle doldurdu.
«Evet, sonuna kadar oradaydım. Alp kalesi, diye bilinen bölgede. Dr. Goebbels’in ustalıkla kullandığı propaganda unsurlarından biri. Müttefiklerin bu bölgeye girmekte çekingen davranmalarına, böylece, son günlerde üst kademedeki Nazilerin Berlin’den kaçarak sığınacakları emin bir dinlenme yeri haline geldi.»
«Hitler gidebilirdi, ama gitmedi.»
«Doğru.»
«Ya Bormann?»
«Ne demek istiyorsun?»
«Aklımın hiç bir zaman kabul edemediği bir şey var. Kurnaz bir adamdı o. Herşeyin sonunun geldiği günlerde hayatta kalma şansını o çılgınca karmaşaya bırakmayacak kadar kurnaz. Gerçekten kaçmak isteseydi sonuna değin sığınakta kalacağı yerde, elinde hâlâ fırsat varken Berchtesgaden’e gidebilirdi. Bir plânı olmalıydı mutlaka.»
«Vardı elbette, evlât.» Canning yavaşça başını salladı. «Hayatın üstüne iddiaya girebilirsin bunun için.»
«Peki, siz nerden biliyorsunuz, General?» diye sordum usulca.
Bunun üzerine patladı, dikiş yerlerinden ayrıldı sanki.
«Çünkü gördüm onu, lanet olsun!» dedi hırsla. «Çünkü şimdi sana olduğum kadar yakın oturdum onunla, karşılıklı ateş ettik ellerimi boğazına geçirdim, anlıyor musun?» Durakladı, ellerini uzattı, sanki merakla inceledi onları. «Ve kaybettim onu,» diye fısıldadı.
Başı önünde barın üstüne yaslandı. Söyleyecek hiç bir şey bulamadığım uzun, uzun bir dakika geçti. Heyecandan yüreğim ağzımda bekledim. Sonunda başını yeniden kaldırdığında sakinleşmişti.
«Garip olan nedir biliyor musun, O’Hagan? İnanılmayacak şey nedir? Bunca yıl kendime sakladım bunu. Bu güne değin tanrının bir kuluna söylemedim.»
İKİNCİ BÖLÜM
Herhangi bir yerde başladı denilebilirse eğer, 25 Nisan 1945, Çarşamba sabahı Innsbruck’un bir kaç mil kuzeyinde başladı.
Jack Howard konvoyun en ardındaki kamyondan çıktığında gün yeni ışıyordu. Bıçak gibi soğuktu hava. Yerler toz toz, kuru bir karla kaplıydı. Ağaçlar arasına asılıp kalan yoğun sis dağları görmesini engelliyorsa da, geceyi geçirmek için durdukları yer Bavyera Alplerinin yükseklerinde bir vadi idi. Ardenler geldi aklına. Biraz ısınmak için ayaklarını yere vura vura zıpladı, sonra bir sigara yaktı.
Çavuş Hoover topladığı çalı çırpı ile bir ateş yakmıştı. Şimdi yalnızca beş kişi kalmış olan adamları ateşin çevresine çömelmişlerdi. Anderson, O’Grady, Garland ve bir zamanlar Glan Miller’la klarnet çalmış olan, bunu da durmadan herkese hatırlatan Finebaum. O anda eğilmiş alevleri üfleyerek canlandırmaya çalışıyordu. Howard’ı ilk gören o oldu.
«Hey, yüzbaşı kalkmış, suratı da pek iyi değil.»
«Bir de sen aynaya bakmayı denesen,» dedi Garland. «Papatya gibi misin sen sanki?»
«Onun benzediği tek çiçek osuruk otudur.» dedi O’Grady.
«Pekâlâ, ukalâ,» dedi Finebaum. «Babanın çaresine bak. Bundan böyle kendi fasulyeni kendin bulursun.» Hoover’a döndü. «Sorarım sana çavuş, ruhunun temiz kalmış tarafına sesleniyorum. Onlar için bunca yaptıklarımdan sonra bu kaynanalar bana bu davranışı mı reva göreceklerdi?»
«Pek berbat rol kestin Finebaum, farkında mısın ha?» Hoover alüminyum fincanına kahve doldurdu. «Yeniden vodvile döneceksen gece gündüz prova yapmalısın oğlum.»
«İyi ama,» dedi Finebaum, «biraz acayipçe özel bir derdim var son zamanlarda. Seyircimi kaybettim. Çoğu beni bırakıp öldü gitti.»
Hoover kahve fincanını kamyona götürdü, tek söz söylemeden Howard’a verdi. Uzaklarda bir yerden gök gürültüsüne benzer sesler duyuldu.
«Seksen sekizlikler mi? » dedi yüzbaşı.
Hoover başıyla evetledi. «Hiç bitmeyecek mi bu? Aklım bir türlü almıyor, ne zaman radyoyu açsak, bu savaş bitmiş sayılır, diyorlar.»
«Bunu Almanlara söylemeyi unutmuşlardır belki.»
«Bak bu olabilir. Telsizle biz bildirsek olmaz mı?»
Howard başını salladı. «Yararı olmaz Harry. Bu Hansların seni ellerine geçirmeden teslim olacakları yok. İşin özü bu.»
Hoover homurdandı. «O anası belliler ellerini çabuk tutmazlarsa hava alırlar. Diyeceğim bundan ibaret. Yemek ister misiniz? Elimizde hâlâ yığınla savaş kumanyası var. Hem Finebaum dün gece sigara karşılığında beş altı kutu fasulye almış konvoydaki tankçılardan.»
«Kahve yeter, Harry.» dedi Howard. «Daha sonra belki yerim.»
Çavuş ateşin bulunduğu yere doğru yürümeye başladı. Howard kamyonun yanında bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, ayaklarını yere vurarak zıplıyor, sıcak kahve fincanını eldivenli parmakları arasında sıkı sıkı tutuyordu. Yirmi üç yaşında, rancerlerin yüzbaşısı olamayacak kadar gençti, ama savaşın gerektirdiği bir durumdu bu. Üzerinde buruş buruş bir pardesü vardı, boynuna yün örgü bir atkı dolamış, başına örgü bir bere takmıştı. Zaman zaman on dokuzundan fazla denemezdi onun için, ama dört günlük sakalı, içeri çökmüş gözleri ile şimdi o zamanlardan birini yaşamıyordu.
Bir zamanlar on dokuz yaşında olmuştu elbette. Ohio’lu bir çiftçinin oğluydu. Şair olmak, hayatını yazarak kazanmak tutkusu ile gazetecilik okumak için Columbia’ya gitmişti.
Çok eskidendi bu milattan önce. Savaş koşulları onu, Bavyera’dan Berchtesgaden’e doğru ilerleyen 7. İngiliz Topçu Tümeninin bir kolunun keşif birliğinin başına getirilmesinden önceydi.
Hoover ateşin yanında çömeldi. Finebaum bir tabak fasulye uzattı. «Şimdilik istemiyor.»
«Tanrım,» dedi Finebaum. «Böyle de yaşanmaz ki.»
«Saygılı ol, Finabaum.» Hoover onu bıçağının ucuyla dürttü. «Yüzbaşıdan söz ederken biraz daha saygı göster.»
«Elbette ona saygı duyuyorum,» dedi Finebaum. «Ona deli gibi saygı duyuyorum! İkinizin birlikte Salerno’ya gittiğinizi, şu Hansların makinalı tüfekleriyle sizi Anzio’dan kıçınıza baka baka kaçırdığını, taburun dörtte üçünü ele geçirdiklerini ve sevgili
yüzbaşımızın geri kalanları kurtardığını da biliyorum. Yüzbaşı Tanrının bir armağanıdır askerlere; onun için sık sık yemek yemeli. Pazar gününden bu yana iki lokmadan fazla bir şey atmadı ağzına.»
«Pazar günü dokuz adamını yitirdi,» dedi Hoover. «Unuttun mu yoksa?»
«O adamlar öldü —demek ki şu anda ölüler— tamam mı? Gücünü kaybederse bende dahil olmak üzere bir kaç tane daha yitirebilir. Yani şuna bakın! Öylesine zayıfladı ki üzerindeki leş gibi pardösüsü iki beden büyük duruyor. Kolejin birinci sınıfındaki küçük bir çocuğa benziyor.»
«Biliyorum,» dedi Hoover. «Gümüş Yıldız Nişanı ve Defne Yaprağından Taç verdikleri cinsten bir çocuk.»
Ötekiler güldüler. Finebaum kırılmış görünmeyi başardı. «Pekâlâ, pekâla. Çok ileri gittim. Sadece şimdi ölmenin çok aptallık olacağını düşünüyordum.»
«Herkes ölür,» dedi Hoover. «Er ya da geç. Sen bile öleceksin.»
«Tamam, ama burada değil. Şimdi değil. Yani D-Day’i, Omaha’yı, St-Lo’yu, Ardenleri ve arada ilginç bir kaç yeri daha ölmeden atlattıktan sonra burada, bir avuç İngiliz askerine dadılık ederken ölmek aptallık gibi geliyor bana.»
«Hemen hemen dört yıldır aynı tarafı tutuyoruz,» dedi Hoover. «Yoksa farkında değil miydin bunun?
Finebaum, yanında yaveriyle birlikte kendilerine doğru yaklaşan konvoyun kumandanı Albay Denning’i başıyla işaret etti. «Bu adamların böyle giyinip ortalıkta dolaşmalarını nasıl engelleyebilirim?» Albayla yaveri dağlı İskoçyalılardandı ve gösterişli Glengarry şapkalarından giyiyorlardı.
«Günaydın, Howard,» dedi Denning iyice yaklaşınca. «Buz gibi bir hava. Kış geç geldi bu yıl, buralara.»
«Evet, Albay.»
«Haritaya bir göz atalım, Miller.»
Yaver kamyonun yanında haritayı açtı, albay ortalara doğru bir yerde parmağını gezdirdi.
«Burası Innsbruck, biz şuradayız. Beş mil kadar sonra vadi bitiyor. Karşımıza Salzburg’a giden ana yolun geçtiği bir kavşak çıkıyor. Orada başımız derde girebilir, sen ne dersin?»
«Olabilir, Albay.»
«İyi. Otuz dakikaya kadar hareket edeceğiz. Önderliği senin almanı, öteki jipini gözcülük etmesi için önden göndermeni istiyorum.»
«Emredersiniz, efendim.»
Denning’le yaveri uzaklaştılar. Howard, Hoover’e ve herşeyi işitecek kadar yakında bulunan ötekilere döndü. «İşittin mi, Harry?»
«Sanırım, efendim.»
«İyi. Sen, Finebaum’u, O’Grady’i al. Garland ve Anderson benimle kalın. Hiç aksatmadan beş dakikada bir telsizle haber verin. Hadi, şimdi harekete geçin.»
Yerlerinden kalkarlarken, Finebaum üzgün bir sesle, «Kutsal Meryem, Tanrının Anası, ben sadece bir Yahudi çocuğuyum, ama biz günahkârlar için ihtiyacımız olduğu anda dualarını eksik etme üstümüzden,» dedi.
Radyoda haberler iyiydi. Ruslar sonunda Berlin’i kuşatmışlar, başkentin yetmiş beş mil güneyinde, Elbe Nehrindeki Amerikalılarla buluşarak Almanya’yı ikiye bölmüşlerdi.
«Şimdi Berlin’e giriş, çıkış sadece hava yoluyla yapılabilir, efendim.» dedi Anderson, Howard’a. «Artık daha çok dayanamazlar, teslim olmak zorundalar. Yapabilecekleri tek mantıklı şey bu olur.»
«Bilemiyorum,» dedi Howard. «Bana kalırsa, senin adın Hitler, ya da Gobbels, ya da Himmler olsaydı ve önüne tek çıkar yol olarak kısa bir mahkeme ile uzun bir ip konsaydı, yakalanıncaya dek elinden geldiği kadar çok sayıda karşı tarafın adamlarından öldürmeye çalışırdın.»
Jipi kullanan Anderson’un yüzünü endişe kapladı. Garland’ın durumunda değildi o. Evliydi, iki çocuğu, beş yaşında bir kızı, altı yaşında bir oğlu, vardı. Direksiyonu öyle sıktı ki ellerinin üzerindeki boğum yerleri beyazlaştı.
Sen katılmamalıydın, ihtiyar, diye düşündü Howard. Daha kolay bir yol bulabilirdin. Birçoğu buldu.
Başkalarının acılarının söz konusu olduğu yerde duygularının böylesine nasırlaşmış olması garipti, ama savaştı bu. En çirkin yanlarıyla bile ölüm çıktı mı karşısına, kayıtsız kalıyordu. Uzun zamandır, bir cesetin başında duyguları etkilenmiyordu. Öyle çok görmüştü ki. Önemli olan tek şey. Ölüm gerçeğiydi.
Radyoda tıkırtılar oldu. Hoover’in sesi açıkça işitilebiliyordu.
«Şeker Sıfır İki’den, Şeker Sıfır Bir’e. Beni işitiyor musunuz?»
«Dokuzuncu kuvvet,» dedi Howard. «Neredesin, Harry?»
«Kavşağa vardık, efendim. Görünürde tek bir Hans yok. Ne yapalım?»
Howard saatine baktı. «Orada kalın. Yirmi dakikaya kadar yanınızda olacağız. Tamam ve bitti.»
Mikrofonu yerine bırakarak Garland’a döndü.
«Garip, orada birşeyler bekliyordum onlardan. Kavga çıkartmak için iyi bir yer. Gene de…»
Birdenbire korkunç bir uğuldama oldu kulaklarında. Sanki büyük bir rüzgâr onu kaldırdı ve sürükledi. Yeryüzü sarsıldı, sonra nasıl olduysa bir çukurda buldu kendini. Garland yanındaydı, miğferi ve kafasının büyük bir kısmı yoktu yerinde. Jip, ya da geride kalan kısmı, yan dönmüştü. Arkadaki Cromwell tankı alev alev yanıyor, içindeki cephane, bir havai fişek gösterisi gibi, patlıyordu. Üniforması alevler içinde bir asker çıktı tankın içinden, yere düştü.
Bunda gerçek gibi görünen bir şey yoktu hiç bir şey. Sonra Howard nedenini anladı. İşitmiyordu. Patlama yüzündendi belki. Sanki herşey su altındaymışçasına yavaş hareket ediyordu, gürültüsüz, hattâ fısıltısız. Elleri kanlıydı. Dürbününü gözüne götürerek yolun öteki yanındaki ağaçlık tepeye doğru çevirdi. Hemen hemen aynı anda bir Tiger Tank çıktı ortaya. Tank silâhının yanında SS Panzer Birlikleri siyah Sturmbannfuhrer üniformalı, solgun yüzlü genç bir adam duruyordu, uluorta. Howard çaresiz bir durumda olanları izlerken bir mikrofonun kalktığını gördü. Dudaklar kımıldadı, sonra tankın silâhından alev ve duman fışkırdı.
e
Howard’ın öncü tankın silâhının yanında gördüğü adam 502. SS Ağır Tank Taburunun 3. Bölüğünden SS Binbaşı Karl Ritter’di, ve son beş dakika içinde olup bitenler belki de İkinci Dünya Savaşının tank harekâtının tek başına en çok iş becereniydi! Ritter bir tank ustasıydı, Rus hattında 120 zafer kazandığı iddia ediliyordu. İşini güç yoldan öğrenmiş, ne yaptığını çok iyi bilen bir adamdı. Tepenin kenarında kendisininkinden başka iki tankla birlikte çok güçsüz durumdaydı. O sabah gönderdiği bir keşif kolunun kendisine bildirdiği bir durumdu bu. Denning’in Salzburg yolu kavşağında bir belâ bekleyeceği apaçık ortadaydı. Bu nedenle daha önce saldırıya geçmek şarttı, başka yolu yoktu.
Çok başarılı olmuştu. Ritter’in özellikle seçtiği orman yolunun bu kısmında herhangi bir aracın geri dönmesi, ya da yön değiştirmesi olanaksızdı. Tankının 88’liğinden yaptığı ilk atış öncü jipi sıyırıp geçmiş, araca takla attırıp Howard’ı ve adamını hendeğe yuvarlamıştı. Saniyeler sonra yapılan ikinci atış öndeki Cromwell tankını havaya uçurmuştu. Ritter nişancısı Çavuş Erich Hoffer’e emirler vermeyi sürdürüyordu. 88 olduğu yerde döndü gene ve bir dakika sonra arkadan gelen Bren silâhı taşıyıcısı üstüne tam isabet bir atış yaptı.
Tüm konvoy çaresiz bir tuzağın içine düşmüş, olduğu yerde kımıldanamaz bir durumda kalakalmıştı. Ne ileri, ne geri gidebiliyordu. Ritter eliyle bir işaret yaptı, öteki iki tank ağaçların arasından çıktı ve katliam başladı.
Üç 88’lik toplarının ve altı makinalı tüfeklerinin ortaya çıkmasından sonra geçen beş dakika içinde sekiz Cromwell tankı da dahil olmak üzere otuz zırhlı araç alevler içinde kaldı.
Önden giden keşif jipi Salzburg yolunun geçtiği kavşakta ağaçların arasında gizlenmiş duruyordu. O’Grady direksiyondaydı, yanında oturan Hoover sigarasını yakıyordu. Finebaum bir kaç metre ötede yola karşı bir ağaca sırtını yaslayarak çömelmiş, tüfeği dizlerinin üstünde elindeki bıçakla bir konserve kutusunun içinden fasulye yiyordu.
O’Grady on sekiz yaşındaydı. Sadece bir kaç hafta önce aralarına katılmıştı.
«İğrenç bir adam, biliyor musun, çavuş,» dedi. «Yalnız bir domuz gibi davranmakla kalmıyor, bir domuz gibi yiyor da. Hele hiç durmadan konuşması, herşeyden kötü bir şakaymışçasına söz etmesi yok mu?»
«Belki de ilgilendiği tek şey bu,» dedi Hoover. «Omaha’ya geldiğimiz zaman 123 kişiydik takımda. Şimdi seninle birlikte altı kişiyiz sadece. Sende bir bok etmezsin. Finebaum seni yanıltmasın. Öldürdüğü adamlar yüzünden elde ettiği yığınla madalyası var biryerlerde.»
Birden aşağıdan, vadiden ağır top ve makinalı tüfek gürültüsü yükseldi. Finebaum elinde tüfeği jipe doğru koştu.
«Hey, Harry, hoşuma gitmedi bu benim. Ne oluyor dersin?»
«Sanırım birisi kötü bir yanlışlık yaptı.» O’Grady’nin omuzuna vurdu. «Hadi evlât, buradan gidelim.»
Finebaum jipin arkasına atlayarak ağır makinalı tüfeğin başına geçti. O’Grady jipi geri
çevirerek vadiye giden yolda ilerlemeye koyuldu. Sürekli ateş sesi geliyordu, arasına birbirini izleyen patlamalar karışıyordu, ve bir dönemeci döndüler, bir Tiger tankı kendilerine doğru ilerliyordu.
Finebaum’un elleri makinalı tüfeğin dipçiği üzerinde kenetlendi, ama hiç bir olumlu eyleme geçemeyecek kadar yakındılar, kaçacak yer yoktu. Bulundukları yerde yolun iki yanını yüksek çam ağaçları kaplamıştı.
O’Grady son anda bir çığlık attı, direksiyonu bırakarak kendini korumak istercesine kollarını başına doğru kaldırdı. Artık çok yaklaşmışlardı birbirlerine, Finebaum tankın üstündeki SS binbaşının şapkasının rozetinde ölümün kafasını görebiliyordu. Bir an sonra çarpıştılar. Finebaum tepe üstü çalılıklara fırladı. Tank amansızca ilerliyordu. Jipi ezmiş ardında bırakmıştı. Ve sonra da dönemeci dönerek gözden kayboldu.
Howard bir süre kendinden geçmişti, yanan başka bir Cromwell tankının cephanelerinin patlamasından çıkan gürültüler arasında ayıldı. Cehennemi bir görüntüydü; her yer duman içinde, can çekişenlerin çığlıkları, yanık et kokusu. Bir kaç metre ötede yerde. Albay Denning’in, elinde hâlâ sımsıkı tuttuğu tabancasıyla sırtüstü yattığını görebiliyordu. Ve onun ötesinde Bren topu taşıyıcısı bir ağaca yanlamasına yaslanmıştı, cesetler kan içinde birbirlerinin üstlerine yığılmışlardı.
Howard ayağa kalkmaya çalıştı, ama yapamadı, yuvarlanarak düşmeye başladı, birisi onu yakaladı.
Hoover, «Tamam, efendim, yakaladım sizi.»
Howard gözleri bulanık, başını çevirdi ve Finebaum’u gördü. «İyi misin, Harry?»
«O’Grady’i kaybettik. Yolun yukarısında bir tankla burun buruna geldi. Siz nerenizden yaralandınız?»
«Önemli bir şey değil. Kanın çoğu Garland’a ait. Onu ve Andrews’u kaybettik.»
Finebaum ayağa kalktı, M.1’ini hazır durumda tutuyordu. «Kaz gibi avladılar bizi» dedi.
«Biraz önce Ölüm’le tanıştım,» dedi Howard. «Şapkasının üstünde çapraz kemikler ve gümüş bir kafatası bulunan siyah üniformalı, yakışıklı bir delikanlı.»
«Öyle mi?» dedi Finebaum. «Aynı adamla karşılaşmış olmalıyız.» Dudaklarının arasına bir sigara koyarak başını salladı. «Bu kötü. Kötü. Yani demek istiyorum ki şu boktan savaş bitti, gene de bir takım orospu çocukları beni yakalamaya çalışıyorlar.»
502. SS Ağır Tank Taburu, ya da taburun geride kalan kısmı, ana Salzburg yolunun üstündeki Lindorf köyünde geçici bir karargâh kurmuştu. Tabur komutanı Standartenführer Max Jager, ordugâh olarak yöresel hanı seçmişti.
Karl Ritter birinci kattaki yatak odalarından birini elde edecek kadar şanslı çıkmıştı. Otuz altı saatten beri ilk kez, büyük bir bitkinlik içinde uyuyordu. Çizmelerini bile çıkartamayacak kadar yorgun olduğu için üzerinde üniformasıyla sızıp kalmıştı.
Öğleden sonra saat üçte omuzuna bir elin değmesiyle uyandı, Hoffer’in üzerine eğilmiş durduğunu gördü. Ritter hemen doğrularak oturdu. «Evet, ne var?»
«Albay sizi istiyor, efendim. Acele olduğunu söylediler.»
«Mezarcılar için daha çok iş var.» Ritter parmaklarını sarı saçlarının arasından geçirerek ayağa kalktı.
«Biraz kestirecek zaman bulabildin mi, Erich?»
Yirmi yedi yaşında ip gibi ince bir adam olan Hoffer başına siyah bir Panzer beresi takmış, tek parça, sonbahar desenli kamuflaj giysisi giymişti. Harz dağlarından bir hancının oğluydu, dört yıldan beri Ritter’in yanındaydı ve her şeyiyle ona bağlıydı.
«Bir kaç saat.»
Ritter başına şapkasını geçirerek hoşuna giden biçimde yerleştirdi.
«Büyük bir yalancı olduğunu biliyorsun, değil mi Erich? Ellerin yağ içinde. Gene şu makinalarla uğraştın.»
«Birisinin uğraşması gerekli,» dedi Hoffer. «Yedek parça kalmadı.»
«SS’ler için bile yok.» Ritter alayla gülümsedi. «Herşey büyük bir karmaşa içinde olmalı. Bak bakalım biraz kahve ve yiyecek birşeyler bulabilir misin? Bir bardak içki de hiç fena olmaz doğrusu. Uzun süreceğini sanmıyorum.»
Hemen aşağı indi, bir emirber kendisini Albay Jager ve başka iki kumandanın masanın üzerine yayılmış haritayı inceledikleri hanın arka tarafındaki bir odaya götürdü.
Jager döndü, elini uzatarak yürüdü.
«Sevgili Karl, ne denli sevindiğimi anlatamam sana. Büyük, büyük bir şeref, sadece senin için değil, tüm tabur için.
Ritter şaşırmış görünüyordu. «Anlamadım efendim.»
«Elbette. Nasıl anlayabilirsin ki?» Jager eline bir emir kâğıdı aldı. «Ben bu sabahki olağanüstü patlamayı doğru bölüğe bildirdim elbette. Anlaşılan radyoyla Berlin’e haberi iletmişler. Biraz önce şunu aldım. Özel emir, Karl, senin ve Sturmscharfuhrer Hoffer için.
Gördüğün gibi hemen yola çıkman gerekiyor.»
Hoffer biraz kahve —hem de gerçek kahve— ve kara ekmekle soğuk et bulabilmişti elbette. Tam onları bir sehpanın üzerine yerleştirirken kapı açıldı, Ritter içeri girdi.
Hoffer birşeyler olduğunu hemen anlamıştı, daha önce binbaşıyı hiç böylesine solgun görmemişti. Hele yüzünün zaten renksiz olduğu düşünülürse.
Ritter şapkasını yatağın üstüne fırlattı, siyah günlük ceketinin yakasında asılı Meşe Yapraklı Şövalye Haçını düzeltti.
«Bu kokusunu aldığım şey kahve mi, Erich? Gerçek kahve mi? Kimi öldürmek zorunda kaldın ele geçirmek için? İçki de buldun mu?»
«Steinhager, Binbaşım.» Hoffer şişeyi kaldırdı. «Daha iyisini bulamadım.»
«İyi, öyleyse, iki tane de bardak getirseydin. Birşey kutlamamız gerektiği haberini aldım şimdi.»
«Kutlamak mı, efendim?»
«Evet, Erich. Berlin’e bir yolculuğa ne dersin?»
«Berlin mi, Binbaşım?» Hoffer sersemlemiş gibiydi. «Ama Berlin kuşatılmış durumda. Radyo söyledi.»
«Gene de yeteri kadar önemli bir kişiysen Templehof, ya da Gatow’a uçarak gitmek olanağı var. Ve biz önemli kişileriz. Haydi doldur şu bardakları.»
Birden Ritter öfkelenmişti. Yüzü daha da solgunlaştı, bardağı almak için uzanan eli titriyordu.
«Önemli mi, efendim? Biz mi?»
«Sevgili Erich, biraz önce Şövalye Haçı madalyası ile ödüllendirildim. Bunu uzun zamandır beklediğimi söylemeliyim. Ve ben Kılıçları alıyorum, ama şimdi daha iyi bir şey söyleyeceğim. Führer’in kendisinden, Erich. Harika değil mi? Almanya tam bir felâketin eşiğinde, gene de o bizim için özel bir uçak bulabildiği gibi istersek yanımıza Luftwaffe savaşçısı da katabiliyor.» Deli gibi güldü. «Zavallı savaşı onun için filan kazandığımızı sanıyor herhalde.»