Patasana, özlemimi bir ölçüde gideriyor. Bu tür bir romanın da edebiyat olabileceğini kanıtlıyor. Sadece keyifle değil, merakla da okunuyor. Yeni ilgi alanları yaratıyor insanda. Ben, kendi adıma, Patasana’dan sonra Hititlerle ilgili başka şeyler okuma isteğini de duydum.”
-Ülkü Tamer, Radikal-
“Bir kitap okudum, polisiyeye bakışım değişti! Ben ki polisiye sevmez, okumayı reddederdim, Patasana’yla birlikte, acaba böyle başka kitaplar var mıdır sorusuna geldim, kendi iradem, kendi beğenimle, kendi tavrıma ters düşerek! Ahmet Ümit’in son romanı Patasana, polisiye severler kadar sevmezleri de çekiyor kendine.”
-Filiz Aygündüz, Milliyet-
Bir coğrafyanın kanlı geleneği anlatılıyor Patasana’da. Anadolu’nun güneydoğusunda bugün yaşananlar ile üç bin yıl önce yaşananlar paralel bir biçimde gözler önüne seriliyor. Poe’nun öykülerindeki gizem, Christie’nin romanlarındaki klostrofobik ortam, Anadolu güneşinin parlak ışığı altında birleşerek etkileyici yeni bir biçime bürünüyor. Patasana trajik öykülerle dolu bir kitap, ama asla karamsar değil. Tüm iyi romanlarda olduğu gibi, Patasana’da da bilgelik, belirsizliğin üzerinde yükseliyor.
Birinci bölüm
Önce ışığı gördü. Ovaya ansızın çöken karanlığın içinde bir ateşböceği gibi parıldayıp duruyordu. Antik kentin taş duvarına yaslanmış, seçebildiği tek görüntü olan bu ateşböceğini izliyordu. Yorgundu, tek basmaydı ama tuhaftır arkadaşlarının nerede olduğunu merak etmiyordu, ince bir rüzgâr zakkumların baygın kokularım taşıyordu bir yerlerden. Teninde gezinen rüzgârı daha çok hissetmek için gözlerini kapadı. Gözlerini kapayınca esinti aniden kesildi. Uzaktan uzağa bir uğultu duydu, merakla gözlerini açtı. Ateşböceğinin çoğalmaya başladığım gördü; iki, beş, sekiz… Sayılan o kadar hızlı artıyordu ki, sayamaz oldu. Ateşböceklerinin sayısı arttıkça karanlık daha da koyul aşıyordu. Karanlık koyulaştıkça uğultu da yaklaşıyordu. Sırtım duvardan kopararak, dikkat kesildi. Evet, yanılmamıştı, sesler ateşböceklerinden geliyordu. Gözleri, çoğalarak yaklaşan ışık kalabalığında, kulağı dalga dalga yükselen uğultuda, sabırla bekledi. Sesleri şimdi daha iyi duyabiliyordu. Hâlâ ne söylendiğini anlayamasa da aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına. Çok eski, çok bildik bir nakarat: “Allahüekber, Allahüekber…”
Birden ateşböcekleri yok oldu. Karanlığın içinde ellerinde meşalelerle insanlar belirdi. Meşalelerin ışığında adamların gökyüzüne uzanmış yumruklarını, karanlıkta dalgalanan yeşil bayraklarım gördü. Bütün bedeninin korkuyla gerildiğini hissetti. Panikleyerek geriledi. Ancak antik kentin yıkık surları onu durdurdu. Kalabalık ağır ama kararlı adımlarla yaklaşıyordu: “Allahüekber, Allahüekber…”
Bütün kasaba halkı karşısındaydı. Sanki tek bir insanmış gibi gözlerini üzerine dikmiş onu izliyorlardı. Gölgeler içinde kıpırdayan ışık, tanıdığı bu insanların yüzüne tuhaf bir maske geçiriyor.
bu görüntü aklını başından alıyordu. Yüreği göğüs kafesini yırtıp çıkacakmış gibi, delice çarpıyordu. “Allahüekber, Allahüekber…” “Kaçmam gerek” diye düşünüyor ama kaçamıyor, yapışıp kaldığı antik duvarda, gözlerini yaklaşan kalabalığa dikmiş, öylece duruyordu. Kalabalık öfkelenmeden, en küçük bir taşkınlık belirtisi göstermeden, adını adım yaklaşırken hep bir ağızdan haykırıyordu: “Allahüekber, Allahüekber…”
“Artık beni hiçbir şey kurtaramaz” diye düşündü dehşete kapılarak. Her an basma bir taş ya da bir yumruk inebilirdi. Başını elleriyle korumaya çalışarak, bedenine inecek ilk darbeyi korkuyla beklemeye başladı. Ancak darbe yerine bir ses geldi. Uzaktan, tekbiri bastıracak kadar güçlü bir ses. Başını kaldırdı, gözlerini kalabalığın arkasındaki karanlığa dikerek sesi anlamaya çalıştı, iki sözcüğü tekrarlıyordu sesin sahibi, çok iyi tanıdığı iki sözcüğü. Sözcükleri duyuyor, tanıdığını biliyor ama yorumlayamıyordu. Büyülenmiş gibi, sesi dinleyip duruyordu. Bereket sesu salü bi inatçıydı. Kararlılıkla aynı sözcükleri tekrarlıyordu. Sonunda sözcükleri anlamayı basardı:
“Esra Hanım… Esra Hanım…”
Sözcükleri anlayınca odanın içi aydınlandı. Pencereden süzülen ışık, daha iki ay önce koridorlarını köy çocuklarının doldurduğu bu ilkokulun küçük odasındaki eşyalara kendi görünümlerini yeniden kazandırmaya başladı. Hızla doğruldu yatakta. Odanın kapısına çılgınca vuruluyor, o ses durmadan adını yineliyordu:
“Esra Hanım… Esra Hanım…”
Neye uğradığını bilemeden, aceleyle kalktı yataktan. Hiçbir şey düşünmeden kapıya doğru atıldı. Odanın ortasına gelince, durdu. Sakin olmaya çalıştı. İşte o anda üzerinde bir tişörtten başka bir şey olmadığım fark etti. Kapıdakine:
“Bir dakika, geliyorum” diye seslendi. Sesinde hâlâ gördüğü düşün heyecanı vardı. Yatağın başucundaki iskemleye bıraktığı keten pantolona yöneldi. Kapıdaki duymuş olmalıydı ki, bir daha bağırmadı. Pantolonu giyerken sesin sahibini tanıdığını düşündü, ama uyku sersemi olduğu için kim olduğunu çıkaramıyordu. Kapıyı açıp, ürkek, kara gözlerini seçinceye kadar da bu sesin Yüzbaşı Eşrefe ait olduğunu anlayamadı.
Kapının bir adım gerisinde duruyordu Yüzbaşı Eşref. Onu görünce Esra’nın dudakları kendiliğinden gülümsemeye başladı. ‘üniformaları oldu olası sevmezdi ama bu kaba. haki kumaş Eşrefin üzerinde sanki işlevim yitiriyor, doğal bir giysi gibi görünüyordu gözüne. İstanbul’da kolejde okuduğu günler geldi aklına Askeri okulların öğrencileriyle çıkan kızları, “Salaklar, üniformaların havasına kapılıyorlar” diye küçümsediği günler. Şimdi o kızların düzeyine düşmüş olmak ulandırmıyordu onu, hana kazılarda bu tür ilişkilere girmenin çalışma verimini düşürdüğüne inanmasına karşın bu uzun boylu, sert görünümlü, utangaç Yüzbaşı’yla ilgilenmeyi sürdürüyordu.
Şaşkınlığım atlatan Esra, nasıl göründüğünü düşündü kaygıyla Aynaya bakmadan, saçını başını düzeltmeden dikilmişti adamın karşısına. Sabahları genellikle yüzü şiş, gözleri kan çanağına dönmüş olurdu. Ama bu sabah, böyle düşünerek kendine haksızlık ediyordu. Alnına dökülen dağınık saçları yüzüne masum bir ifade veriyor, uyku mahmurluğuyla baygınlaşan iri ela gözleri tatlı tatlı ışıldıyordu.
İlk bakışta kendini ele vermeyen, ağır ağır keşfedilen bir güzelliği vardı Esra’nın; otuzlu yaşlarını sürmeye başlamasına karşın henüz kırışıklıkların görünmeyi göze alamadığı minyon bir yüz, kumral kaşların altından bakan iri bal rengi gözler, küçük burnuyla narin çenesinin araşma sağa doğru biraz çarpık olarak yerleşmiş ne kaim ne ince, öpüşmek kadar konuşmayı da bilen dudaklar. Konuşurken ağzındaki çarpıklık daha da belirginleşirdi ama bu kusur ciddi yüzüne, çocuksu bir anlam katar, onu daha sevimli hale getirirdi. Bunun farkında değildi Esra. Kendisini pek güzel bulmazdı.
Kapının önünde ezik bir gülümseyişle dikilen Yüzbaşı Eşref. Esra’yı selamladıktan sonra:
“Kusura bakmayın, sizi de uyandırdık” diyebildi. “Cep telefonunuza ulaşmaya çalıştım, kapalıydı.”
“Geceleri kapanıyorum” dedi genç kadın. “Erken uyandırmanız önemli değil, zaten bu saatlerde kalkıyorduk.” Sözlerini bitirirken Eşrefin yüzündeki tedirginliği fark etti. “Ne bu haliniz, ne oldu?”
Som, Eşrefin huzursuzca kıpırdanan gözbebeklerini daha da hareketlendirmişdi. Genç kadının yüzüne bakmamaya çalışıyordu. Sonunda kötü haber dökülüverdi dudaklarından:
“Hacı Settar öldü,”
Esra şiddetli bir darbe yemiş gibi sarsıldı. Hacı Settar’ın ak sakallı, güleç yüzü, ona binlerce yıl önce yaşamış Aramlı bir din adamı görünümü kazandıran başından eksik etmediği ponponlu başlığı canlandı gözlerinin önünde.
“öldü mü?”
Aslında Yüzbaşı’nın söylediklerini çok iyi duymuştu, ama emin olmak istiyordu.
“Evet, bu sabah öldü.”
Haberi vermiş olması Yüzbaşıyı rahatlatmadı Sesinde bir felaket haberinin çöküntüsünden daha fazlası vardı; uğursuz bir kehanetin gerçekleşmeye başladığını sezdiren tekinsiz bir tını:
“Minareden düşmüş. Her cuma yaptığı gibi bu sabah da ezan okumak için minareye çıkmış…”
Minareden mi düşmüş? Demek bir kaza! Kederinin hafiflediğini hissetti Esra.
“o yaşta minareye çıkmamalıydı” diye mırıldandı.
Yüzbaşı sanki ne düşündüğünü anlamışçasına, başım üzüntüyle salladı:
“Olayın kaza olduğunu sanmıyoruz. Onu minareden atmışlar.”
“Emin misiniz?” diye sordu genç kadın. Sesindeki kaygı hissedilmeyecek gibi değildi.
Şerefenin duvarları oldukça yüksek, kendini kaybederek düşmesi imkânsız. Hacı Settar’ı, biri minareden atmış…”
“Ama bu sadece bir varsayım” diye itiraz edecek oldu.
“Keşke öyle olsaydı” dedi Yüzbaşı özür dilercesine. “Sabah namazına gidenler, camiden kaçan siyahlar giyinmiş bir keşiş görmüşler…”
Minareden atılan Hacı Settar, kaçan siyahlar giymiş keşiş… Kafası iyice karışmaya başlamıştı. Neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu.
“Bir dakika Eşref Bey” diyerek sözünü kesti, “böyle olmayacak. İçeri gelin de, her şeyi en başından konuşalım.”
Yüzbaşı’nın esmer yüzünde bir anlığına beliren kararsızlık, yerini uysal bir ifadeye bırakmıştı. Az ileride cipinin başında bekleyen eli silahlı ere döndü.
“Bir yere ayrılma!” diye seslendi. “Hemen gideceğiz.”
“Emredersiniz komutanım” diye gürledi esas duruşa geçen asker.
içeri girmeden önce Esra’nın gözleri erin birkaç yüz metre gerisindeki Fırat’a takıldı. Sabah güneşinin altında laciverde yakın bir maviliğe bürünen nehir binlerce yıllık mecrasında sessizce akmayı sürdürüyordu.
!çeri girip odanın dağınıklığını fark edince Yüzbaşı’yı çağırdığına pişman oldu ama sonra böyle düşündüğü için kendine kızdı. Ortalıkta belki de bütün kazıyı tehlikeye sokacak bir ölüm olayı varken tutmuş odanın dağınıklığını düşünüyordu. Halâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşrefin de zaten dağınıklıkla ilgilenecek hali yoktu. Masanın yanındaki iskemleyi boşaltarak, “Otursanıza” dedi.
Yüzbaşı iskemleye çöktü, Esra da karşısındakine. Eşrefin bakışları masanın üzerindeki fotoğraflara kaymıştı. Bunlar, bulunan kil tabletlerin değişik açılardan çekilmiş fotoğraflarıydı. Yüzbaşı tabletin üzerindeki Akkadca yazıyı okuyacakmış gibi ilgiyle bakıyordu. Ama Esra’nın şu anda onun merakını giderecek hali yoktu. Fotoğrafları hızla önüne çekti:
“Hacı Settar’ın Öldürüldüğünden emin misiniz?”
“Korkarım öyle” dedi Yüzbaşı toparlanarak, “görgü tanıklarının söyledikleri, olay yerinde yaptığımız araştırmalar olayın cinayet olduğunu gösteriyor.” Bunları anlatırken ürkek bakışlarını Esra’nın yüzüne dikmişti. Bölgede süren savaşın ön saflarında yer almış, onlarca çatışmaya katılmış, yüzlerce ölü görmüş bir askerin bu ürkmüş tavrı Esra’yı hem şaşırtıyor, hem de moralini bozuyordu. Çünkü güvenebileceği insanların başında Yüzbaşı Eşref geliyordu. Başından beri kazı ekibine destek olmuş, gereksinim duyduklarında hemen yardımlarına koşmuştu. Ama belki de yanılıyordu. Belki de Yüzbaşı korkmuyordu… Sadece bu gizemli ölüm bir an için kafasını karıştırmış, ne yapacağım bilemez hale getirmişti onu…
“Bakın Eşref Bey” dedi olabildiğince güçlü görünmeye çalışarak. “Biliyorsunuz bu konu çok önemli. Hacı Settar’ın minareden atıldığı haberi, hele de bunu siyahlar giymiş bir keşişin yaptığı yayılırsa..”
“Yayılmaya başladı zaten” dedi Yüzbaşı umutsuz bir sesle. “Caminin imamı Abid, “Kara Kabir’i kazdılar böyle oldu’ diye vaaz vermiş ölünün başında.”
Esra ürperdiğini hissetti. Bu yöreye gelip, kazı bölgesinde ilk kez o yatırı gördüğünde aklına gelenler, şimdi basma geliyordu.
“Çok saçma! Nasıl böyle bir şey düşünebiliyorlar?”
Yüzbaşı yanıt vermedi ama Esra onun “Kazı durursa işler yoluna girer” diye düşündüğünü, en azından bu olasılığa sıcak baktığını sanıyordu. Üstelik isterse kazıyı durdurabilirdi de. Bunu yapacak mıydı ?
“Suçluları bulmalısınız” dedi Esra kısa bir suskunluk anından sonra. Sesinin gerektiğinden daha yüksek çıktığını biliyordu ama susarsa Yüzbaşı’yı ele geçiren kararsızlığın kendisini de pençesine almasından çekiniyordu. “Suçluları bulmalısınız” diye tekrarladı kararlılıkla. “Suçlular bulunursa, bu işin bizim kazıyla ilgisi olmadığı ortaya çıkar.”
Yüzbaşı Eşrefin ölgün gözbebeklerinde bir parıltı görür gibi oldu. Onu etkilemeye başladığını düşünerek inançla sürdürdü sözlerini:
“Burası küçük bir yer, katili bulmak o kadar zor olmasa gerek.”
Bakışlarını kaçıran Eşref:
“Arkasında bölücü örgüt varsa, o kadar kolay olmayacak” diye mırıldandı sıkıntıyla.
“Bölücüler mi? Yani sizce Hacı Settar’ı onlar mı öldürdü?”
“Kesinlikle evet Bu taraflara kaçtıklarını tahmin ediyorum. Göven köyü yakınlarında arazi taraması yaptık ama kimseyi bulamadık. Buraya kadar gelmişken size uğrayıp haber vereyim dedim.”
“Haber verdiğiniz için teşekkür ederim” dedi Esra, “ama şu örgüt meselesi bana pek akla yakın geliniyor Hacı Settar’ı neden öldürsünler ki?”
“Huzursuzluk çıkarmak, anarşi yaratmak, devlete olan güveni sarsmak için.”
Bu gerekçeler de Esra’yı ikna edememişti.
“Halkı kışkırtmak için kullanılacak o kadar çok sorun var ki, böyle bir cinayete gerek duyacaklarını sanmıyorum.”
“Bu yörenin insanlarını hiç tanımıyorsunuz. Siz onların kutsal saydıkları yeri kazıyorsunuz. Bu da kasabada huzursuzluğa yol açtı. Bölücüler, huzursuzluğa yol açacak her olayı kullanmaktan çekinmezler. Hacı Settar’ı bu yüzden öldürdüler.”
“Emin değilim, bu işin arkasında başkaları var gibi geliyor bana”
Söylenenlere katılmasa da Yüzbaşı anlamaya çalışır gibi dikkatle baktı genç kadına.
“Ben Hacı Settar’ı dinci fanatiklerin öldürdüğünü düşünüyorum” diye sürdürdü konuşmasını Esra. “Siz söylediniz, Abid Hoca hemen başlamış hakkımızda konuşmaya. Sonra tehdit telefonları aldığımı biliyorsunuz.”
‘Sizi tehdit edenlerin dinciler olduğunu bilmiyoruz ki.”
“Bence onlardı. Üsluplarından tanıdım onları. Her cümlede Allah sözcüğünü kullanıyorlardı. Ve onca tehdide karşın hiç küfretmiyorlardı.”
Esra duraksadı. “Yine de kesin bir şey söylenemez tabiî” diye ekledi “Ancak onları yakalarsanız her şey açığa çıkar. Halkla bizim aramızda da sorun kalmaz.”
“Kalır, inanın bana katilleri bulsak bile kasabalılar yine de kazıyı suçlayacaklar. ‘Kazı yapılmadan önce her şey yolundaydı. Bunlar geldi ağzımızın tadı kaçtı’ diyecekler.”
“Ama bu cehalet” dîye itiraz edecek oldu.
“Cehalet mehalet, bu insanlar öyle yaşıyorlar” diye lafını sürdürdü Yüzbaşı.
…