Tarihin gizemli gerçekleriyle şifreli ipuçlarını bir araya getiren macera yüklü bir İstanbul polisiyesi!
Şifre Bilimci Milas Ulukan, uluslararası bir polisiye edebiyatı organizasyonu için Beyoğlu’nun incisi Pera Palas Oteli’ne davet edilmiştir. Etkinlik içeriğine uygun bir güzellikte devam ederken beklenmedik bir olay gerçekleşir.
Otelin “Demir Leydi”si olarak adlandırılan asansörünün içinde bir cinayet işlenmiştir. Bu gizemli cinayetin perde arkası ise tarihin tozlu raflarında saklıdır.
Şifreli bir kalem, üzerinde “Agatha Christie” yazması gereken ancak “II. Abdülhamid Han” yazılı esrarengiz bir anahtar ve yüz yıllık emaneti taşıyan tarihi bir sandık…
Pera Palas’ın tarih kokan dehlizlerinde başlayan; Yıldız Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ve Sultan II. Mahmud Türbesi’nin ıssız koridorlarına kadar uzanan heyecan dolu bir koşuşturmaca…
Hırs ve intikamın kesiştiği noktada, onlarca yıl itinayla korunmuş asırlık emanetin izinde kıran kırana bir mücadele!
Merak edilen soru şu: İyiler mi önce davranacak yoksa kötüler mi?
1. BÖLÜM
Pera Palas Hotel
Çözüme kavuşturduğu cinayet vakalarıyla tanınan, çiçeği burnunda genç matematikçi ve şifre bilimci Milas Ulukan, 126 yıllık tarihi bir otelin balo salonundaydı. Bu sefer gizemli bir cinayet haberi için burada bulunmuyordu. Tüm Avrupa’da “Black Week” olarak isimlendirilen, son dört senedir de Türkiye’de “İstanbul Kara Hafta” ismiyle tanınmış geniş çaplı bir organizasyondu Milas’ı buraya getiren sebep… İki günlük organizasyonda dünyanın her yerinden polisiye yazarları bir araya geliyor, sadece polisiye edebiyat üzerine konuşuyorlardı. Böyle geniş çaplı bir organizasyonun ismine yakışır bir yerde gerçekleşmesi gerekirdi şüphesiz. 1892 senesinden beri İstanbul’un kalbinde bulunan, Beyoğlu’nun incisi Pera Palas Hotel’de oluyordu tüm etkinlikler… Neoklasik ve Oryantalist tarzları bir arada bulunduran estetik mimarisi, tarihi dokusu ve zarif misafirleriyle ismine yakışır bir yerdi Pera Palas… Burayı sadece otel olarak isimlendirmek haksızlık olurdu. Aynı zamanda edebiyat ve kültürel etkinlikleriyle İstanbul’da bir kültür merkezi hâlini almıştı.
Agatha Christie, Alfred Hitchcock, Georges Simenon, lan Fleming gibi dünyaca ünlü isimleri ağırlamış, gizemli odalarında misafir etmişti. “İstanbul Kara Hafta”nın burada gerçekleşiyor olması ona daha da değer katıyordu şüphesiz. Polisiye olaylarıyla içli dışlı olan Dedektif Milas da bu fırsatı kaçırmamıştı. Bundan önceki senelerde bir türlü gelme imkânı bulamadığı organizasyon için bu yıl özellikle hazırlık yapmıştı. Yalnız değildi genç dedektif…
Gelecekte kendisi gibi dedektif ve şifre bilimci olmak isteyen namıdiğer Süper Zekâ Engin Ar da ona eşlik ediyordu. Ayrıca çocuğun ileride çok satan bir polisiye yazarı olma gibi bir hayali de vardı. Bu organizasyon vesilesiyle alanında tanınmış dünyaca ünlü polisiye yazarlarını ve yayıncılarını tanıma imkânı bulacaktı. Engin’in şu anki hedefiyse hazırlandığı matematik olimpiyatlarından derece almaktı. Özellikle sayısal derslerindeki başarısı ve elde ettiği okul birincilikleri, onu matematik olimpiyatlarına yönlendirmişti. Aslında olimpiyatlara hazırlanmasının bir sebebi de Milas’tı. Lise yıllarında matematik olimpiyatlarından derece almış olan dedektifi örnek alıyordu Engin. Pratik zekâsının en az Milas abisi kadar gelişmesini istiyordu. Zira ona göre dedektifliğe giden yolda pratik zekâ olmazsa olmazdı. O sebeple bu polisiye organizasyonunun ona çok şey katacağını ümit ediyordu çocuk.
Organizasyon “Grand Pera Balo Salonu”nda gerçekleşen açılış kokteylinin ardından polisiye sohbetleriyle devam ediyordu. Programın ikinci günüydü. Genç yaşına rağmen alanındaki başarılarıyla tanınmış Milas Ulukan’ı özel olarak davet etmişlerdi Pera Palas yetkilileri. Genç adam Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kriptoloji (Şifre Bilimi) yüksek lisans programından bir sene önce, dereceyle, mezun olmasına rağmen, öğrencilik yıllarından beri dedektiflik yapıyordu.
Öyle ki Kadıköy Moda’da mütevazı sayılabilecek bir dedektiflik bürosu dahi vardı. Bu zaman zarfında çetrefilli iki cinayet olayını ve sayısız hırsızlık vakalarını çözüme kavuşturmuştu. Lise ve üniversite yıllarında uluslararası matematik olimpiyatlarında ülke genelinde adını duyurmayı başaran Milas Ulukan’ın bu başarıları, dedektiflikte de güzel işler yapacağının ispatı niteliğindeydi. Ve şimdiden “Dâhi Dedektif” olarak anılmaya başlamıştı bile… Hatta organizasyon yetkilileri dedektiflik ve şifre bilimi üzerine bir oturumda ona konuşmacı olarak yer vermek istediyseler de, Milas bu teklifi kibar bir şekilde reddetmişti. O konuşmaktan çok dinlemeyi tercih ediyordu. Zira ona göre çok konuşan bir insanın kendini ele vermesi daha kolaydı. Çözülmesi en zor insanlar sessiz insanlardı. Mesleği gereği işin içinde suç olsun olmasın, insanlarla ilgili analiz yapmayı seviyordu genç şifre bilimci.
Bu, bir nevi beyin jimnastiğiydi onun için… Sürekli düşünmeli, zihnini bir şeylerle meşgul etmeliydi. Okuduğu polisiye içerikli kitaplar, bulmacalar ve satranç gibi zihin çalıştıran oyunlar bir noktaya kadar yeterli oluyordu. Lakin daha fazlası gerekiyordu dedektif için. Çevresi onun için sürekli egzersiz yapabileceği, doğal bir laboratuvar ortamıydı adeta… İnsanların fiziksel özelliklerine bakarak kişilik analizleri yapmak son dönemlerde en keyif aldığı etkinliklerden biriydi. Programdaki oturumlar otelin “Galata Balo Salonu”nda gerçekleşiyordu. En alt katta kimsenin aklına gelmeyecek bir girişi olan salondu burası…
“Grand Pera Balo Salonu” kadar gösterişli olmasa da, burası da oldukça otantikti. Ahizelerden ortama yayılan loş ışık, organizasyonun ismine oldukça uygundu. Altın varaklı süslemeleri, tarihi atmosferiyle gizemli bir ortam vardı burada… Yüz yılı aşkın ayakta duran tarihi otelin mimarisinde Osmanlı’nın yanı sıra Batı’nın da izlerini görmek mümkündü. Keza otelin Meşrutiyet Caddesi üzerine, özellikle yabancı misafirleri ağırlamak için inşa edildiği rivayet ediliyordu. Burası yabancı misafirlerin dahi kendilerini evinde gibi hissetmelerini sağlayacak konfora sahipti. Odalarından ilk sıcak su akan otel unvanına sahip olması da ayrı bir değer niteliğindeydi. Yeni oturumun başlamasını bekleyen Milas, asistanı Engin Ar’ın nereye kaybolduğunu merak ediyordu. “Umarım yine bir yaramazlık peşinde değildir,” diye geçirdi zihninden. Engin zeki olduğu kadar hiperaktif bir çocuktu, bazen onu durdurmakta zorlanıyordu.
Bu esnada bulunduğu yerin diğer şeridinde oturan iki kişi dikkatini çekti. Kıvırcık saçlı, çekik gözlü ve kirli sakallı biri yanındakine parmağıyla Milas’ı işaret ediyordu. Adamın arkadaşı olduğunu tahmin ettiği gözlüklü, seyrek saçlı diğer kişi de merakla süzüyordu ünlü dedektifi. İkisinin de yüzünde samimi bir gülümseme belirmişti. Milas Ulukan tanımadığı bu iki kişinin gereksiz ilgisinden hoşlanmamıştı. Muhtemelen bu iki kafadar daha önceden onun namını ve başarılarını duymuşlardı. Şifre bilimci, bir süre ilgiyle ona bakmakta olan iki genç adamı inceledi. Kendisini parmakla gösteren çekik gözlü adamı sevmemişti. Tarif edemeyeceği tekinsiz bir hava vardı bu adamda…
Güçlü bir ihtimalle polisiye ya da korku yazarı olmalıydı. Her hâlinden belliydi! Ancak buna rağmen yanındaki gözlüklü adam, gerek kılık kıyafeti gerekse hâl hareketleriyle daha güven vericiydi. O an yanında tekinsiz arkadaşı olmasa selam dahi verebilirdi dedektif. Ama hiç oralı olmadı. Biraz sonra Engin Ar’ı elinde çay fincanıyla kendisine doğru geldiğini görünce o iki gizemli konuğu unutmuştu bile. Yanına geldiğinde ise çocuğun elindekinin çay değil, bol tarçınlı salep olduğunu fark etti. Milas’ın meraklı bakışlarla kendisini süzdüğünü anlayan çocuk, “Kendime salep almaya gitmiştim abi,” diyebildi, “istersen sana da sade kahve getirebilirim.” Şifre bilimci kendisini iyi tanıdığını düşünen Engin’e gülümsedi.
“Sen beni tanıyamamışsın Engin Ar! Sade kahveyi acil durumlarda içerim ben… Normalde çaycıyımdır, bilmiyor musun?” Engin hiç şaşırmamış gibiydi. “Elbette biliyorum abi,” dedi imalı bir ses tonuyla, “ama acil bir durum olmaması için hiçbir neden yok!” Milas çocuğun cümlesine bir anlam veremedi. “Ne demek şimdi bu?” Engin bardağından bir yudum aldıktan sonra açıklamasını yaptı: “Ortama baksana abi! Organizasyonun ismi ‘Kara Hafta’. Yer Pera Palas, bulunduğumuz mekân ise oldukça loş. En önemlisiyse bir sürü polisiye yazarı var burada.
Bana göre en yetenekli katiller polisiye yazarlarıdır! Kitaplarında öyle cinayetler işliyorlar ki, insanın aklı hayaline gelmez! Burada da bir cinayet işlenmeyeceğinin garantisi var mı?” Dedektif çocuğu hayret dolu bakışlarla süzüyordu. On beş yaşındaki bir çocuğa göre çok zekiydi Engin. Bazen söyledikleri, dâhi olarak adlandırılan Milas’ı bile dehşete düşürüyordu. Çocukta kendi gençliğini görüyordu ünlü şifre bilimci. Merak, tutku, heyecan ve zekâ… Hepsine sahipti Engin. Seneler önce matematik olimpiyatlarında elde ettiği başarılara şimdi Süper Zekâ Engin Ar da talip olmuştu. Kendisine bu kadar benzeyen birinin onun yolundan gitmesi bir hayli mutluluk vericiydi.
Elbette Milas bir “abi” olarak bu düşüncesini asla ona belli etmeyecekti. “Tabii ki garantisi yok Engin Ar!” diyerek çocuğa yanıt verdi dedektif. “Ama cinayet işlenmesi için de bir neden yok, öyle değil mi? Haydi yerine otur, şimdi yeni oturum başlayacak…” Engin muzip bir ifadeyle, “Mesela şuraya baksana abi,” dedi Milas’ın üç koltuk ilerisinde duran adamı göstererek. “Bence burada cinayet çoktan işlenmiş bile!” Dedektif, çekimser bakışlarla Engin’in gösterdiği tarafa baktı. Elli yaşın üstünde olduğu tahmin edilen yaşlı bir adam derin bir uykuya dalmıştı belli ki…
Neredeyse horultu sesleri tüm salonda yankılanacaktı. Engin’in ilginç cinayet varsayımlarını yorgunluktan içi geçmiş bu yaşlı adamcağıza bağlaması Milas’ı hayal kırıklığına uğratmıştı. İçinden gelse de gülmek istemedi genç adam. Tekrardan “Yerine otur Enginciğim,” diyebildi bıkkın bir ses tonuyla, “çünkü konuştukça batıyorsun!” Tam bu esnada geçen oturumda Engin’in oturduğu yere yabancı bir misafir oturdu. Milas’ın hemen yanı başıydı burası. Elinde fincanla bir süre öylece ayakta kalan Engin bu duruma çok içerlemişti. Kendini tutamayıp yabancı adama bir şeyler söylemeye başladı: “Hey dostum, orası benim yerim! Senin derdin ne!” Milas, az önceki kadar olmasa da, yine Engin’e şaşkın gözlerle bakıyordu. Az önce normal bir şekilde konuşan Engin gitmiş, yerine dublaj filmlerdeki gibi ilginç bir ses tonuyla konuşan biri gelmişti. Koyu sarı saçları, mavi gözlerini daha iri gösteren kalın çerçeveli gözlüğüyle bir turisti andırıyordu Süper Zekâ Engin. Yaşına göre zayıf, uzunca boyluydu. Ama konuşması her açıdan onu ele verir nitelikteydi.
Yabancı adam önce Engin’in ne yapmaya çalıştığını anlamadı. Bir süre ona öylece bakmakla yetindi. Milas adama İngilizce lisanıyla başka boş olan bir sandalyeye oturup oturamayacağını sordu. Adam çok kibardı, durumu anlar anlamaz özür dileyerek başka bir sandalyeye geçti. Ondan boşalan koltuğa gururla oturan Engin Ar’ın yüzünde tebessüm vardı. Milas takılmadan edemedi. “Gördüğüm kadarıyla İngilizcede baya kendini ilerletmişsin Enginciğim! İngilizcene hayran kaldım.” Kendisine gülmeye başlayan dedektife aldırmayan çocuk, “İngilizce öğretmenimiz pratik olması açısından bize bolca yabancı film izlememizi tavsiye etti,” diyebildi. Milas’ın gülmesi kahkahaya dönüşecekti neredeyse. Biraz toparlanınca, “Dublajlı filmleri önerdiğini sanmıyorum,” dedi alaycı bir ses tonuyla. Engin “Ama dublajlı film izlemeyin demedi ki,” dedi gülümseyerek, “yabancı film izlememizi önerdi. Ben de çalışkan bir öğrenci olarak öğretmenimin söylediğini yaptım.” “O zaman sen birçok dili ana dilin gibi biliyorsundur,” dedi Milas ciddi görünmeye çalışarak. “Sadece İngilizceyle sınırlı kaldığını zannetmiyorum.”
Çocuk gülümsedi. Şakayla karışık bir cevap vereceği belliydi. “Türkçe, tatlı dil ve Kasımpaşa dili olmak üzere üç dili ana dilim gibi biliyorum! Şu anda İngilizcem için orta seviyede diyebiliriz.” Milas itiraf edercesine “Tatlı dil herkes için çok önemli,” diyebildi. Bu esnada oturumun yapılacağı salon dolmaya başlamıştı. Biraz sonra panelde konuşması olan konuk yazar ve yayıncılar salondaki yerlerini aldılar. Biri moderatör olmak üzere, toplamda dört konuşmacı vardı. Moderatör kısa bir hazırlık sürecinin ardından, oturumu başlatan ilk konuşmayı yapacaktı ki salon aniden karanlığa büründü. Az önce loş olan salon şimdi büyük oranda karanlığa teslim olmuştu. Biraz sonra ise salonu meraklı misafirlerin fısıltılı sesleri dolduracaktı.
2. BÖLÜM
Dar bir mahzeni andıran, sadece merdivenlerin olduğu geçitte önce ayak sesleri duyuldu. Sonrasında ürküten kocaman bir gölge belirdi duvarda… Sanki biraz sonra başlayacak gölge oyununun en korkunç oyuncusuna sıra gelmişti. Öyle ki gizemli siluet kısa sürede tüm duvarı kapladı. Ağır ama temkinli bir şekilde merdiven basamaklarında ilerleyen adımlar bir anda durdu. Bu adımların esrarengiz sahibinin elinde bir şey vardı. Elindekini usulca basamaklardan birine bıraktı ve geldiği noktaya doğru yine ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Gölge ihtişamını yitirmeye başlamıştı. Küçüldü, küçüldü, daha da küçüldü. Kısa bir süre sonra ortam derin bir sessizliğe teslim oldu. Gölge oyunu sonlanmıştı. Şimdilik…
3. BÖLÜM
Günün ikinci oturumunda soru cevap kısmına geçilmişti. Konuşmacılar yarı gizemli, yarı mizahi sohbetlerine son vermiş, salondaki dinleyicilerin sorularını yanıtlamaya başlamışlardı. Söyleşinin başında aniden elektriklerin kesilmesi misafirlerde panik havası yarattıysa da, problem kısa sürede çözülmüştü. Organizasyon ismiyle tezat olacak şekilde, oldukça renkli ve eğlenceli geçiyordu. Tabii sürpriz elektrik kesintisi meselesi hariç…
Bu arada Milas, söyleşi sırasında edindiği bilgileri itinayla not defterine aktarmaktaydı. Özellikle kriminoloji* ve adli vakalarla ilgili çok faydalı olduğunu düşündüğü bilgiler edinmişti. Engin Ar, konuşmacılardan bakışlarını kaçırdığı bir esnada Milas’ın elindeki kırmızı dolma kalemi gördü. Dikkat kesildi. Sessiz bir şekilde, “Oo abi, yeni kalemin hayırlı olsun,” dedi. Bakışları hâlâ Milas’ın elindeki kalemdeydi. İleride yazar olmak istediğinden midir bilinmez, kalemlere karşı özel bir ilgisi vardı çocuğun.
Dedektif Engin’e bakmadan, “Pek yeni sayılmaz aslında ama yine de teşekkür ederim.” dedi fısıldayarak. Milas bir yandan defterine notlar alırken muzip bir tebessümle karşılık verdi. Engin, fısıltılı konuşmasını sürdürdü: “Abi, kalemin oldukça eski görünüyor… Hani olur da bana hediye etmek istersen, severek kabul edebilirim.” Şifre bilimci gecikmeden cevabını verdi: “Avucunu yalarsın Engin Ar! Baba yadigârı bu kalem, hiç sulanma…” Canı sıkılan Engin, hiç renk vermemeye çalışarak, “Yok abi, ne yapacağım senin eski püskü kalemini!” dedi sessiz ama heyecanlı bir sesle. “Kalem mi görmedim sanki, bende daha güzelleri var hem…” “O zaman kedinin ciğere baktığı gibi bakma kalemime!” dedi Milas gülümseyerek. Sonrasında Engin bakışlarını tekrardan söyleşiye yönlendirdi. Bir şekilde konuşmacılarla iletişim kurmak istiyordu.
Moderatörden gelen “Başka sorusu olan var mı?” sorusu karşısında aniden elini kaldırdı çocuk. Onun bu tepkisi Milas’ın da dikkatini çekmişti. Engin’in söz alması çok gecikmedi. Moderatör sıradaki soru hakkını Engin’e vermişti. Heyecanlı bir şekilde mikrofonu eline alan çocuk, “Öncelikle bu güzel sohbetinizden dolayı hepinize teşekkür ediyorum,” diyerek girizgâh yaptı. “Ben de ileride sizler gibi polisiye kitapları yazmak istiyorum. Hatta belki birkaç sene sonra sizin oturduğunuz yerde muhtemelen ben oturuyor olacağım!” dedi sempatik olacağını düşünerek. Konuşmacıların umursamaz bir şekilde kendisine baktığını fark eden Engin, çok gecikmeden soruya geçti. “Evet neyse… Sorum şu, polisiye okuması çok keyifli bir tür… Şüphesiz ki yazması da öyle… Peki hiç yazdıklarınızdan dolayı tehdit edildiniz mi? Malum pek sağlıklı şeyler yazmıyorsunuz!” Salonda ufak çaplı bir gülüşme olmuştu. Belki de salonda gülmeyen tek kişi Milas’tı. Yüzünde alaycı bir ifade belirmişti. Konuşmacılar da kısa bir gülüşmenin ardından soruyu yanıtlamak için kendilerini hazırladılar.
Engin aslında soruyu güzel bulduğu bir kadın konuşmacıya soracaktı. Ancak mikrofonu kapan bir erkek konuşmacı onun tüm planlarını altüst etmişti. “Harika bir soru bu, tebrikler genç!” dedi konuşmacı gür bir sesle. Adamın iğneleyici ses tonundan rahatsız olan Engin’in bir anda yüzü asıldı. Sanki kendisini küçümsüyor gibi bir ifadesi vardı. O anda mikrofonu elinde tutan konuşmacıya karşı içinde yoğun bir öfke seli belirmişti. Konuşmacı devam etti: “Ben kitap yazmıyorum ama gerek polisiye gerekse birçok farklı türde kitaplar yayımlıyorum. Bunların arasında tarih temalı ve siyasi kitaplar da var. Soruna gelirsek, evet itiraf ediyorum, çoğu kez tehdit aldım.
…