Pera Palas’ta Onbir Gece | Kayahan Demir


En büyük cinayet, bir insanın mutluluğunu, hayallerini öldürmektir! Ünlü polisiye yazarı, nam-ı diğer Polisiye Kraliçesi, Agatha Christie geçmişte onbir gün ortadan kaybolur. Arabası bir göl kenarında ağaçlara çarpmış bir şekilde bulunduğunda herkes onun öldüğünden emindir. Ancak ünlü yazar İstanbul’un en ünlü oteli Pera Palas’a geri döner ve tüm gerçekler şimdi ortaya çıkacaktır. Agatha Christie, bu efsanevi onbir günlük kayboluş hikâyesini konu alan biyografik polisiye filminin çekimleri için yeniden Pera Palas’ı ziyaret ediyor. Pera Palas’ta Bayan Christie kendini gerçek bir filmin içine düşmüş halde bulur. Film icabı öldürülmesi gereken karakterler, gerçek hayatta kurban olmaya başladığında Agatha Christie tanık olduğu bu cinayetleri nasıl kanıtlayacaktır? Peki ya gördüğü rüyalar ve hafızasındaki boşluklar ona ne anlatmak ister? Agatha Christie’nin peşindeki gizemli dedektif ve yardımcısı Pera Palas’taki karanlığı aydınlatabilecek mi?

1.

Kimler gözlerini kaçırır, bilir misiniz? Sevgisiz büyümüş insanlar… Evet, sevgisiz büyümüş bir insanı gözlerinden tanıyabilirsiniz. Bu bakışlar diğer insanlara göre daha soğuk, daha vahşidir. O sebepten, bu tür insanlar acı sırlarını ifşa etmemek için her daim gözlerini kaçırırlar. İlk önce ben de bakışlarımı kaçırmak istiyorum. Ama hayır, o anda bana bakan bir gözle karşılaşmıyorum. Babam, karşısına küçük bir kız çocuğunu almış ciddi ciddi konuşuyor. Ayrıca beni umursadığı da yok. “En büyük cinayet, bir insanın mutluluğunu ve hayallerini öldürmektir!” Babam işaret parmağını küçük kıza doğru savurarak, öfkeli bir ses tonuyla konuşuyor. Diğer elinde ne olduğunu anlamadığım bir kutu var. Saçlarında elbisesiyle uyumlu pembe bir tokası bulunan kızın gözleri sanki çok büyük bir suç işlemiş gibi yerde. Önce onun yerinde olmak istemediğimi fark ediyorum. Ama bu his çok kısa sürüyor nedense… Ne olursa olsun babam o kızla ilgileniyor ve bu durum sinirimi bozmaya başlıyor.

Sanırım bir çocuğu kıskanıyorum. Hemen sonra, biraz daha sakin bir sesle “Kendi hayallerinin katili olma!” diyor babam. “Başka insanlara da buzevki yaşatma. Dünya ‘mutluluk ve hayal katilleri’ ile dolu! İnsanların hayallerinin ölmesinden, mutluluklarının sönmesinden zevk alan katillerle… Hayatının her döneminde hayallerine suikastlar düzenleyecek kişiler çıkacak. Aklını çalıştır ve onlara sakın bu fırsatı verme!” Babamın sözlerini ilgi ve hayranlıkla dinliyorum ama muhatabının ben değil de küçük bir kız çocuğu olduğunu hatırladığımda içimdeki kıskançlık hissi yine kendini gösteriyor. Onlara doğru bir adım attığımda ayaklarımın altındaki ahşap parkeden çıkan gıcırtı sesi kulaklarımı tırmalıyor.

O anda eski bir evde olduğumu anlıyorum. Burası insanın hayalleri ve mutluluklarıyla birlikte yavaş yavaş yok olmaya mahkûm olmuş virane bir yer. Ama duvarlarda asılı olan tablolar ve fotoğraflar bir zamanlar burada bir hayat belirtisinin olduğunu fısıldıyor sessizce. Gıcırtı seslerine aldırmadan ilerliyorum. Hala kimsenin benim varlığımı umursadığı yok. Babam sözlerini tamamladıktan sonra küçük kızın eline bir hediye kutusu iliştiriyor. Uzunca dar bir kutu bu… Üstünde nar çiçeği rengi bir hediye kâğıdı var. Sonra, hışımla geri dönüyor ve odadan çıkıyor. Arkası bana dönük olduğu için görmüyor beni… Babamın odadan çıkmasıyla gizemli küçük kızla baş başa kalıyoruz.

Her ne kadar onunla tanışmaya cesaretim olmasa da elindeki pakette ne olduğunu merak ettiğim için sakin adımlarıma devam ediyorum. O da sanki bunun farkındaymış gibi düz kumral saçları özenle taranmış küçük başını usulca yukarı kaldırıyor ve ilk kez görebildiğim kehribar rengi gözleriyle bana bakıyor. Bir an ürküyorum ve gözlerimi kaçırıyorum. O ise ısrarla bana bakmaya devam ediyor. Ona ilginç gelen elbisem ve tavırlarımla ilgisini çekmiş olmalıyım. Sonra ürkek bakışlarımı bir çift nokta göze sabitliyorum ben de… Belki de hayatımda ilk kez gözlerimi kaçırmadan birinin gözlerinin içine bakabiliyorum. Şaşılacak şey doğrusu… O anda kızın küçük ellerinde biçimsiz duran hediye kutusunun varlığını dahi unutuyorum. Hiç konuşmuyoruz. Ben bir adım daha atıyorum ve o anda bu kızı bir yerlerden tanıyor olabileceğimi düşünüyorum. Yok artık daha neler! Şimdi de bana gülümsüyor mu, ne? Emin olmak için bir adım daha atmam şüphelerimi daha da artırıyor. Evet, evet bu kızı bir yerden tanıdığıma eminim. Ama nereden? Sanki biraz daha hafızamı zorlasam hatırlayacağım.

2.

“Bayan Christie, iyi misiniz?” Gözlerimi açtığımda kalın, koyu siyah çerçeveli gözlüğüyle bana bakmakta olan tedirgin bir yüzle karşılaşıyorum. Kendime gelmemle karşımdaki tedirgin bakışlı bu adamı tanıyorum. Pera Palas’ın çok kıymetli sahibi Misbah Muhayyeş Beyefendi bu kişi… Adamcağızın tombul yanakları korkudan bembeyaz kesilmiş. Arkaya doğru düzenli bir şekilde taradığı seyrek saçları bile her zamanki gibi değil sanki… Ama bordo rengindeki şık papyonuyla oldukça uyumlu olan siyah tonlardaki takım elbisesinin içinde her zamanki gibi şıklığını koruyor. Öyle ya, bir süredir İstanbul’da çok sevdiğim Pera Palas Hotel’de kalıyorum. Peki buraya neden gelmiştim? Tamam, şimdi onu da hatırlıyorum. Bir film projesi için… Polisiye türünde biyografik bir filmim çekilecekti. Çekimler burada, Pera Palas’ta yapılacaktı. Hatta filmin ismi neydi? Evet, biraz zihnimi zorlayınca onu da hatırlıyorum: Pera Palas’ta 11 Gece. Şu anda neden burada yarı baygın bir halde olduğumun bilgisini de otel sahibinden öğreniyorum:“Bayan Christie, otelin kafesinde film ekibiyle birlikte polisiye içerikli bir oyun oynuyorduk. Hatta siz dedektif olmuştunuz.” “Hercule Poirot,” diyebiliyorum zorlukla. İngiltere’de ismime özel üretimi yapılmış ‘Agatha Christie’s Murders’ isimli kutu oyunu bu. Çekeceğimiz filmden dolayı bu kutu oyununun satışı Pera Palas Hotel’de de yapılıyor. Çekim arasında can sıkıntısıyla bu oyuna daldığımızı hatırlıyorum şimdi. Otel sahibinin de dediği gibi ben oyunda kendi dedektifim olan Hercule Poirot olmuştum ve katili arıyordum. Oyun oynadığımız masada başka kişiler de vardı. Sonrasındaysa birden gözlerimin karardığını hatırlıyorum.

“Siz,” diyorum kendimi toparlamaya çalışarak. “Siz oyunda…” “Ben maktuldüm!” diyerek sözümü kesiyor otel sahibi. “Benim katillerimin izini sürerken yorgun düşmüş olmalısınız. O sebeple istirahat etmeniz için sizi hemen odanıza getirdik.” Adamın az önceki gergin hallerinden eser kalmıyor. Her zamanki sempatik ifadesiyle tebessüm ediyor. Misbah Bey, ne zaman oteline gelsem çok güzel karşılar beni… İstanbul’da tanıdığım ender dostlarımdan, eşi benzeri bulunmaz biridir. Birkaç kez sahibi olduğu Sarıyer’deki Ahmet Afif Paşa Yalısı’nda da misafir etmişti beni. Gotik mimarisiyle İstanbul’da çok beğendiğim yalıların başında geliyor burası. Hatta yanılmıyorsam Pera Palas Hotel ile bu Ahmet Afif Paşa Yalısı’nın mimarı aynı kişi. İsmi de neydi? Evet Alexandre Vallaury… Fransız asıllı mimarın özellikle İstanbul’da birçok eserinin olduğunu defalarca duymuştum. Bir lakabı da vardı sanki. Bunu Misbah Bey’e sorduğumda adamın şaşkın bakışlarıyla karşılaşıyorum. Benden böyle bir soru beklemiyordu sanırım. ‘Kadın az önce ölümden döndü, merak ettiği şeye bak!’ diyordur içinden belki de, kim bilir? Neyse ki şaşkınlığını atlatması uzun sürmüyor. Benim bazı tuhaf hallerime alışmış olmalı. “Ünlü ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey, Alexandre Vallaury’i ‘Mimar-ı Şehir’ ismiyle anarmış. Evet, İstanbul’da o kadar eseri var ki, ona ‘Şehrin Mimarı’ ismini uygun görmüş. Hatta İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin de mimarı Vallaury’dir. ,

Gerçekten de bir döneme damgasını vurmuş. Biliyorum, belki bunu daha önce de söylemişimdir ama keşke…” Bir an adamcağızın boğazının düğümlendiğini anlıyor ve sanırım yarım kalan cümlesini nasıl tamamlayacağını tahmin ediyorum. Belki de buraya son gelişimden beri birçok kez söylemiştir bunu. Benim sessiz kaldığımı görünce tahminimi boşa çıkarmayan cümlesini tamamlıyor: “Vallaury, Ahmet Afif Paşa Yalısı’nı keşke hiç yapmasaydı!” Tuhaf şey doğrusu! İnsan sahibi olduğu bir yeri neden beğenmez hiç anlamam. Afif Paşa Yalısı’nı bilmesem belki sözlerine hak da veririm. Ama gerek mimari özelliği gerekse konumu itibariyle harika bir yalı bana göre. Direkt denizin dibinde bir kere, bu bile onu paha biçilemez yapmaya yeterlidir. Aslına bakarsanız, yakın bir zamana kadar Misbah Bey de benim gibi düşünüyordu. Yalısını öve öve bitiremezdi. Lakin bu son gelişimde kendisine bir şeyler oldu sanki! “İstanbul’da yaşayıp da o yalıya sahip olmak isteyecek birçok kişi vardır Misbah Bey,” diyorum gülümsemeye çalışarak.

Artık kendimi daha iyi hissediyor, yatağımda doğrulmuş bir şekilde merakla otel sahibinden gelecek yanıtı bekliyorum. “Emin olun, o yalıya kimse sahip olmak istemez, Bayan Christie!” diyor tereddüt dahi etmeden. “O yalı uğursuz, lanetli! Yalıya bugüne kadar kim sahip olduysa hep acılarla dolu yaşantısı olmuş. Keza sonları da öyle…

Maalesef ben bunu geç öğrendim. Sizin bildiğiniz masum bir ev değil orası! O sebeple mümkün olabildiğince uzak durmaya çalışıyorum o yerden! Oranın ortamı resmen kasvet üflüyor, bunalıyorum. Belki inanmayacaksınız ama geceleri tuhaf sesler bile duyuyordum! Resmen psikolojim alt üst olmuştu. Ben de kedim Bon ile Pera Palas’a taşındım. Artık burada yaşıyorum.” Adam hızlı hızlı konuştuğu için bir an nefes nefese kalıyor. Papyonunu kalın parmaklarıyla esnetip derin bir soluk aldıktan sonra hararetli konuşmasını sürdürüyor: “İnanır mısınız Bayan Christie, kedim Bon bile rahatsızdı o yalıdan! Bilirsiniz, hayvanlar böyle şeyleri bize göre daha kuvvetli hissediyorlar. Orada kalmak istemiyordu, huyu değişmişti Bon’un…

 

Benzer İçerikler

Pinokyo | Mavisel Yener | Birazoku

yakutlu

Yürekdede İle Padişah

yakutlu

Ekmek Arası Tarih – 2 | Emine Aydın

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy