Pinhan

Zifiri bir halka idi toprak, Yıldızlara sığınırdı bazen…

  

 BU BAB TOPRAK AHVALİN BEYAN EDER Kİ TABİATI SOĞUK VE KURUDUR

 ELMA

Devir tamam oldu, Dünyaya geldim. Ahu Taş köprünün tam orta yerinde durdu. Dağ, taş, dere, tepe, börtü böcek onunla beraber durup, soluğunu tuttu. Onlara dönüp yola devam etmelerini, arkalarından yetişeceğini söylemek istedi; ama yapamadı. Aniden bir ürperti yaladı tenini; hazlan yaprağı gibi tir tir titredi. Hava bu kadar rakit, sema böylesine bulutsuz iken, yağmur muştulayan bu arsız rüzgârın nereden çıktığını kestiremedi. Ne öne ne arkaya, tek bir adım dahi atamıyordu. Soğuk terler boşaldı sırtından. Nicedir meftun olduğu şehir nihayet görünmüştü uzaktan. Ağyar ile karşılaşmadan evvel tanıdık bir simayı kucaklayabilmek umuduyla eğildiğinde, köprünün altında cuş eden suyla gözgöze geldi. “Bugün sana nazım geçmedi. De bana, vuslatımıza çok var mı?” diye sual etti. İlel ebed süreceğini sandığı derin mi derin sessizlik, kabzası yakutlarla bezenmiş bir hançerle boydan boya yırtıldı. Beklediği cevabın kesik başı gümüş bir tepsi içinde ayaklarına atıldı. Korktu.

Gidip de varamamaktan değil, varıp da dönüş yollarını kaybetmekten değil, dönüp de geride bıraktıklarını yerlerinde görememekten değil; bir kendini bulmaktan, bulduğundan korkmaktan korktu. Boynundaki sahtiyan keseyi burnunun hizasına kaldırıp, gönül okşayan bir nazarla baktı ona. Parmaklarını, derinin arkasına saklanan o yuvarlaklığın üzerinde uzun uzun gezdirip, incinin fısıltılarını, nefes alıp verişlerini dinledi. Keseyi öptü, derin derin kokladı. Sanki dağ, bayır, ova, tepe ve bilcümle mahlûkat ve hatta önüsıra uzanan koca şehir bu kokuyla yoğruluyor, vücut buluyordu. Ferahlamıştı. Çünkü kesenin içindeki inci burada, yanıbaşındaydi; ve her ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin asla boynundan ayrılmayacak, hep böyle ışıldayarak yolunu aydınlatmaya, ılık nefesiy-le içini ısıtmaya devam edecekti. İnci boynunda asılı oldukça, hikâyesinin peşini bırakmayacak; korkularım âzad ettiğinde dahi titreyen dizlerine, gümbür gümbür çarpan yüreğine söz geçirmeye muvaffak olacaktı. Her ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin ve kendini hangi surette bulursa bulsun…

Taş köprüyü geçecek takati bulabilmişti sonunda. Yabani otların, sivri dilli taşların, akbabaların afiyetle mideye indirdiği leşlerden artakalan kemiklerin arsızca tırmaladıkları bîçare ayaklarına muzipçe göz kırpıp, olanca kuvvetiyle yüklendi asasına. Dizlerine derman, yüzüne renk geldi. Yeniden yollara düştü. Osmanlı devrinin taht şehrine az bir mesafe kala önüsıra ilerleyen kandil nazlı bir edayla sönüverdi. Demek ki varmıştı. Dâr-ı dünyada arayıp durduğu yer işte burasıydı. Sol omuzunda asılı duran koca boynuzu çatlamış dudaklarına yapıştırıp, vargücüyle üfleyerek, giderek yaklaşmakta olduğunu “oraya” ve “oralılara” haber verdi. O kallavi ses, şehrin kurşunî kubbelerinde içice geçmiş halkalar çizerek göğe ağdı; kül olup yere yağdı. Kül dediğin, devr-i Yusuf tan beri havaya savrulurdu. Oraya buraya yerleştirilmiş kandillerin titrek alevleri devasa gölgeler doğuruyordu tekkenin en kuytu, elma ağaçlarına nazır odasında. Nicedir bu mekânda hüküm süren envai çeşit eşya, duvarlarda büyüyor, genişliyor, arsızlaşıyordu. Eşyalar gün ağarıncaya kadar bu mestane meclisin tadını çıkarıyor, duvarların pürüzlü yüzeylerinde kendilerinden geçinceye kadar raks ediyor, ve her şafak vakti, gecenin karanlığı hamam lifi gibi dağılırken, hiç itirazsız eski kisvelerine bürünüyorlar-dı. İçlerinde boyundan fazlasına soyunmayan, bir tek, oymalı, cevizden bir sandıktı. Dört kenarında Kûfî yazıyla yazılmış dört ayrı ibare göze çarpardı. Bir tek o, gece meclislerinin dışında kalıyor; ne daha küçük ne daha büyük, her neyse o olarak duvarlara yansımayı yeğliyordu. Sandık, gölge oyunlarının sırnaşık çağrılarına kulaklarını tıkıyor; omuzdaşlarının laubali ve mürai tavırlarından hiç mi hiç hazzetmediğini her fırsatta beyan ediyordu. Yıllar var ki sandığın ağzı kilitliydi. Kilidin anahtarı, vakt-i zamanında, tekkenin yakınlarında gürül gürül akan suyun ellerine teslim edilmiş, selâmetle yoluna gönderilmişti. O gün bugündür oymalı ceviz sandık suskun, külçe gibi ağır ve taş kadar hareketsizdi. Ola ki bu sırra vakıf biri çıkıp da, sulardan, çoktan pas tutmuş anahtarı geri isteseydi, ve onu yuvasına oturtup üç kez sola döndür-seydi, ve ağır mı ağır, bağrı kırmızı kadifeyle kaplı kapak kendini koyverip sonuna kadar açılsaydı, ve okunaklığını çoktan yitirmiş Kufi yazılar kış günü güneş görmüş gibi parlamaya, harflerini açık seçik etmeye rıza gösterseydi…. yani olsaydı bütün bunlar, olabilseydi, işte o vakit sandık hatırlayacaktı. Hatırladığında kahrolacaktı. Derin derin iç geçirip, boynunu bükecekti. İşlemeli ceviz sandık hafızasına küs, yerinde ağır, var iken yok idi. Derviş, odanın eşiğinin bir adım gerisinde dikilmiş, kâh dalgın dalgın, kandillerden cesaret alan gölgeleri süzüyor; kâh memlû bir nazarla karşısındaki adamı seyrediyordu. Bir pervasızlık ederek odadaki efsunu bozmaktan çekindiği için, çıt çıkarmamaya gayret ediyordu. Hiç kıpırtısız öylece bekliyordu. Neyi ya da kimi beklediğini bilmeden, bilmeyi dahi istemeden, sadece ve sadece orada, o anda bulunmanın tadına varıyordu. Gölgelerse dervişin kıpırtısızhğıyla, ürkekliğiyle alay edercesine, fettanlıkta sınır tanımıyor; pür neşe gerdan kırıp göbek atarak, açık açık cilve yapıyorlardı. Derken, içlerinden biri, daha da ileriye gitmeye karar vermiş olacak ki, karındaşlarını ite kaka önünü açarak hızla sağa yöneldi; yılan gibi kıvrıldı; imbiklerden geçti; dervişin merakla ve hayranlıkla seyretmekte olduğu adamın kirpiklerinden aşağıya damla damla süzüldü. Damlalardan biri düştüğü yeri deldi geçti.

Dürri Baba olan bitenin farkında görünmüyordu. Ağladığını bilmeden ağlıyor olabilir miydi? Dikkatini tamamıyla önündeki işe vermiş, sudan ve renklerden, hakettikleri itinayı ve sabrı esirgemeden ebru yapmaktaydı. Damlalar, yer yer ağarmış, keçe gibi sert, göğüs kafesine kadar uzanan kıvır kıvır sakalından aşağı pıtır pıtır düşerken, o başını kaldırdı; eşikte soluğunu tutarak dikilen genç dervişe baktı. Nicedir sımsıkı kapalı tuttuğu dudaklarını aralamaya çalıştığında, o altlı üstlü iki erguvanı çizgi buna direnmek istedi; yapışan deri hoyratça kalktı; ince ince kan aktı. Dudaklar birbirlerinden ayrı düşerken, Dürri Babanın dişlerinin arasından kelimeler tane tane döküldü. “Ebru neyi hikâye eder, bilir misin ya Pinhan?” Sessizce bakıştılar. Dervişin iri, simsiyah, doğuştan sürmeli gözleri, Dürri Baha’nın birer çizgi halinde çekilmiş mavi bulutlu gözlerine takıldı. Karşılaştıkları gün geldi Pinhan’ın hatırına; o masmavi, incecik bulutları ilk kez gördüğü gün. îçi cız etti. Küçüktü Pinhan; henüz ufacık bir çocuktu. İsmi, yani bu dünyaya gözlerini açışının üçüncü günü, dedesi tarafından ezan-ı şerifin okunduğu sağ kulağına tam üç kez üflenen eski ismi, şimdi çok uzaklarda kalmış; çoktan sırra kadem basmıştı. Eski ismini, kırılmasından korktuğu billur bir şişe gibi dikkatle kuşağında taşıdığı günlerde, gün boyu oradan oraya arkadaşlarıyla koşturarak, on kişinin çıkaramayacağı gürültü ve patırtıyı tek başına çıkartırdı. Aklına koyduğunu yapar, yapamadığında da ham meyva dişlemiş gibi günlerce karın ağrısı çeker, kıvranırdı. Ekseriyya alaycı, kırıcıydı. Kulağı ne kadar çok ve ne r sert çekilirse, o da o kadar azmakta, bildiğini okumaktaydı. Dili sivri, hayalleri hudutsuz, gönlü gamsızdı; ama sadece gün batımlarına kadar. Çünkü o, gündüzleri, arkadaşlarına parmak ısırtacak kadar korkusuz ve vurdumduymaz; geceleriyse, yavrusunu yitirmiş bir ceylan gibi yaralı ve mahzundu. Gece çökünce, beş kardeş birbirlerine sokularak yattıkları yer yatağında, karanlığı fırsat, yalnızlığı kılıf bilen hüzün, arz-ı endam ediverirdi. Çocuğun etrafında naralar atarak birkaç kez fırıl fırıl döndükten sonra, arsızca üstüne çöreklenir, acımasızca boğazını sıkar, sesini soluğunu keserdi. Çocuksa, hüzünle hesaplaşması sona erdiğinde, bir umutla ellerini vücudunda gezdirir; ama her seferinde bu karabasanın hakikat olduğunu görerek yattığı yerde tortop olur, kendi içine kıvrıhrdı. O vakit, toprağın yarılmasını, doğduğu günden bu yana kendisine musallat olan bu ikibaşlı illetle beraber yerin dibine geçip yok olmayı ne çok isterdi. Gündüz ve gece, güneş ve ay, ayrılmışlardı uçurumdan hudutlarla ve o, kâh orada, kâh burada, konargöçer, ölür dirilir umutlarla sırrını canından âlâ bilerek korumakta, ağyarın gözlerinden, yavuz dilden sakınarak yaşamakta ve deli gibi korkmakta idi uçurumun üzerinden her atlayışında. Ta ki o güne, o mavilikle buluşana kadar.

O gün yedi çocuk, her zamanki gibi bir araya gelmiş, kendilerine keyifli bir meşgale aramaktaydılar. Karınlarım doyurur doyurmaz evlerinden fırlamış; dikenlerin, çalı çırpının yırttığı, toz toprak içindeki minik ayaklarıyla dünyayı arşınlamaktaydılar. Bu niyetle aylak aylak dolaşarak rasgele kuş avlarken, peşinden gittikleri bir serçeyi kaçırdıkları yetmezmiş gibi, kendilerini civardaki tekkenin yakınında buldular. Başka zaman olsa oralı olmaz, etrafı kerpiç duvarlarla örülü bu mekâna bir adımdan fazla yaklaşmazlardı. Ortalıkta hiç kuş görünmese bile, oralarda oyalanmak yerine gider atlanbaç, ya da bızdık veya durtut, o da olmadı allı dikli oyunu oynarlardı. Başka zaman olsa, içten içe çürümüş duvarları aşmaya teşebbüs etmeyi akıllarından dahi geçirmezlerdi. Tekkeden ya da içinde yaşayanlardan korktukları, çekindikleri için değil; ne de içeride neler döndüğünü merak etmediklerinden. Fazla yaklaşmamaları sadece ve sadece, oradan etrafa yayılı-veren ve her daim, yani gece gündüz, yaz kış demeden yükselen tuhaf seslerin üzerlerinde bıraktığı tesiri, yüreklerinde doğurduğu yankıyı pek sevmemelerinden. Ne de olsa, bağdaş kurarak oturmak yerine dallardan yapma atlara binip doludizgin koşturmak, tek kelime konuşmadan uzun uzun, içli içli söyleşmek yerine külhani naralar atarak etrafa korku saçmak, kendi içine doğru sonu meçhul bir yolculuk etmek yerine adı duyulmamış kıtalara yelken açmak varken, elbette ki, tekkenin kâh durgun, kâh kasvetli havasını cazip bulamazlardı. Madem ki dünyayı fethetmeye, en zalim hükümdarları dize getirmeye, peri kızlarını atlarının terkisine atıp kaçırmaya namzet bıçkın bir ordu teşkil etmekteydiler, onların nazarında, tekkeden yükselen seslerin hiçbir kıymeti olamazdı. Yeni serüvenlere at koşturmak için oradan uzaklaşmaya hazırlanırlarken, çocuklardan hafif şehla ve fazlasıyla şirret olanı, daha önce eşine benzerine rastlanmamış bir kuş gördü. Onun çığlığı üzerine hepsi birden başlarını yukarı kaldırıp, tekkenin bahçesindeki ağaçlardan birinde dinlenmekte olan bu acayip ama bir o kadar da füsunkâr yaratığa baktılar. Siyahlı sarılı gövdesinin üzerinde mavi şeritler ve şarabi lekeler barındıran bu kuşun boynunda fındık iriliğinde, parlak, beyaz bir boncuk asılıydı.

Çocuklar kafa kafaya verip, bu boncuğun olsa olsa, deniz aşırı diyarlardan, belki de ta Çin-i Maçin’den yürütülmüş paha biçilmez bir inci tanesi olduğunda karar kıldılar. Derin bir nefes alıp, boncuğun yaydığı yosun ve nem ve macera kokularını ciğerlerine doldurdular. Madem ki kuşkuya yer yoktu, artık bu tuhaf kuşu haklamak, inci tanesini satıp yol boyu çil çil altınlar saçarak köylerine avdet etmek, ve ebeveynlerinin gözlerini yaşartmak boyunlarının borcu olmuştu. Ganimetlerine tez elden kavuşabilmek için sapanlarını hazırladılar. Aralarında helalleşip, vakur bir edayla tekkenin bahçesine daldılar. Lâkin duvarın öte yanma vardıklarında, o emsalsiz kuş yerinde yoktu. Yaklaşan atlıların art niyetlerini anlamış olsa gerek, göz açıp kapayıncaya kadar ortadan kaybolmuştu. Aradılar, seslendiler, bildikleri tekmil kuş seslerini çıkardılar; uzun uzun, nazlı nazlı, kızgın kızgın, kesik kesik, küskün küskün öttüler, şakıdılar. O vakit, av olmayınca, avcının ne denli naçar kaldığını anladılar. Yürekleri sıkıştı; içleri burkuldu. Kimisi burun kanatlarını titreterek hüngür hüngür ağlamaya koyulurken, kimisi de olan bitene sessiz sedasız tanıklık eden meyva ağaçlarını gammazlıkla itham etti; kimisi mağlubiyeti çabucak hazmedip gerisin geri eve dönmeye hazırlanırken, kimisi de tamamıyla çileden çıkarak, ellerinden kaçan ava yakası açılmadık küfürler savurmayı yeğledi. İşte o esnada, sonradan Pinhan adını alacak olan çocuk, keskin bir bakış fırlatarak öfke ile hüsran arasında gidip gelen omuzdaşlarına, madem ki bunca yolu teptiler elleri boş dönemeyeceklerini, ve hiç olmazsa şuracıktaki meyva ağaçlarını talan etmekte yerden göğe kadar haklı olduklarını, umduklarına değil bulduklarına el koyacaklarını, adeta emir verircesine anlattı. Ötekiler, bu fikri tuttular. Tekkenin bahçesinde devran süren meyva ağaçlarına tırmanarak başlarına gelen talihsizliği unutmaya, o baha biçilmez inciye olan açlıklarını yağmaladıkları meyvalarla bastırmaya çalıştılar. Öylesine pervasız, öylesine kaygısızdılar ki çıkardıkları gürültünün ta nerelerden rahatlıkla işitilebileceğini hiç hesaba katmadılar. Böyle olacağı ta başından belliydi zaten; hırsızlık yaparken enselendiler. Yedi çocuktan altısı topuklamanın, yakalanmadan sıvışmanın bir yolunu buldu. Sonradan Pinhan adını alacak çocuk ise, hem ağaçlara arkadaşlarından daha iyi tırmandığı hem de ortaya attığı fikrin ne denli isabetli olduğunu gösterme hevesine kapıldığı için, bir elma ağacının en yüksek dalından aşağıya inmeye fırsat bulamadı. Kucağına topladığı, yarım yarım dişlediği elmalara sımsıkı sarılarak, bildiği tekmil duaları peşpeşe sıralamaya başladı.

Eğer yakayı ele vermezse, eğer bu melun günü kazasız belasız atlatabilirse, sapanını evlerinin bahçesindeki kuyuya atmaya ve bir daha kuş avına çıkmamaya yemin etti. Lâkin yeminden anlamayan ve son bir gayretle kuşağına tutunmaya çalışan sapanın daha fazla dayanamayarak aşağıya düşmek üzere olduğunu çok geç fark etti. Sapan, elma ağacının dibine, boyundan büyük bir patırtı çıkartarak düştü. Aşağıda hırsız aramakta olan dervişlerden biri eğildi, sapanı aldı ve başını yukarı kaldırmadan oradan uzaklaştı. Çocuk, soluğunu tutmuş, dalların, yaprakların arasından olan biteni gözetlemekteydi. Sapanı alan derviş, bir müddet sonra, yanında yaşlı bir adamla çıkageldi. Çocuk, adamın suratında, kendisine reva görülecek cezanın nişanelerini aramaktaydı. Oysa bu suratta ne öfkeli, ne gaddar; ne muhakkir, ne de cabir bir ifade vardı. Adeta sabah gezintisine çıkmış veyahut namaza durmuş gibi sakin ve telaşsızdı. Yaşlı adam, ötekileri bir el işaretiyle bahçeden uzaklaştırdıktan sonra, bağdaş kurarak, çocuğun dallarına tünediği elma ağacına sırtını dayadı. Ne gariptir ki bu ağaç, çok değil az evvel, o eşi benzeri görülmemiş kuşun üzerinde soluklandığı ağaçtı. Yaşlı adamla beraber gelen sükûnet, uzunca bir müddet mevcudiyetini korudu. Rüzgâr esti, yapraklar hışırdadı, hava iyiden iyiye söğüdü. “Dilersen bizdeki emanetini al,” dedi yaşlı adam, elindeki sapanı evirip çevirerek. Yüzü rüzgâra dönüktü, sanki çocukla değil de rüzgârla konuşuyordu. Öyle ki çocuk, söylenenleri harfiyyen işittiği halde, hâlâ yakayı ele verdiğinden emin olamıyordu. Daha da sindi kaldı olduğu yerde. Teni ağacın kabuğunun rengini alırken, yanakları elma kokularıyla taravetlenirken, her bir uzvu elma ağacının bir parçası, budanmamış bir dalı oldu. “Dilersen kal orada,” dedi adam.

“Sen nasıl dilersen, gönlün ne yöne akarsa…”

O vakit çocuk anladı ki, ağaca sırtını yaslayıp oturan bu adam rüzgârla değil kendisiyle konuşmakta. Anladı ki ne olacaksa olmalı bir an evvel. Beklemenin, korkmanın, yürek çarpıntılarının faydası yok. Hafifçe doğruldu yerinden. Üzerinde oturduğu dal çıtırdadı. Yaşlı adam bu ses üzerine başını kaldırıp yukarı baktı. İşte o zaman, çocuk gördü. Mavi bulutlu, incecik çizilmiş gözlere takıldı gözleri. O gözlerde yağmuru, fırtınayı, ebemkuşagını ve Nuh tufanını gördü. Tepeden tırnağa ürperdi. İşte o zaman, yaşlı adam gördü. İri, simsiyah, doğuştan sürmeli gözlere takıldı gözleri. O gözlerde göğe yükselen dumanları, alevleri, karanlıktan istifade eden yangınları, ve yangınlardan son anda kurtarılan kenarları tutuşmuş bir sırrı gördü. Velhasıl, çocuğun gündüzlerini değil, gecelerini gördü. Derin bir hüzünle, başını başka yöne çevirdi. Çocuk elma ağacının bir dalında donakalmıştı. Yaşlı adam elini uzatıp inmesine yardım etmeseydi orada öylece kalakalacak, maviliğin içinde hiç kıpırtısız, hiç telaşsız, öncesiz ve sonrasız soluklana-caktı. Sonradan adı Pinhan olacak çocuğun, Dürri Baba tekkesine varışının hikâyesi işte böyleydi. Vardı ve bir daha hiç ayrılmadı. Zaten, yıllar evvel dul kalmış anasının canı her daim burnundaydı. Sofradan eksilen boğazın, kamını tekkede doyurduğunu bilmek, haytalığa bir son verip günbegün, senebesene olgunlaştığını, durulduğunu görmek, kimselerin bilmediği derdinin dermanını belki de orada buluvereceğini düşünmek kadını hoşnut ediyordu. Hayır duasını eksik etmiyor, oğlunu sevdiği kullar arasına sokması için Rabbine her kuşluk vakti dua ediyor; ardından günün hayhuyu demini sürüp, açlık ve fukaralık kapıya dayandığında dualarının topunu birden geri alıyor; oğlunun, anasını bir başına, dört yetimle bırakıp gitmiş olmasına içerliyor, köpürdükçe köpürüyordu. O vakit kadın, kuşluk vakti hayır dualarını, akşam yemeği öncesi beddualarına çeviriyor, dur durak bilmeksizin söyleniyordu.

“Ters nallanmış ata dönesin! Uyuz olmuş ite dönesin! Kansız bite dönesin! Kilisede puta dönesin! Akıbetin kavm-i Lut’a benzesin! Şeriat kılıcına gelesin!…

” Kadının bedduaları her akşam, ocakta kaynayan tencerenin fokurtularına, ortaya konan tek kap aşın dumanına, yetimlerin velvelelerine karışıyor, sofraya katık oluyordu. Ve her akşamın sabahında bu katık, yerini derin bir pişmanlığa bırakıyor, tek göz evin her bir köşesine bir kez daha hayır duaları yayılıyordu. Çocuk ise olan bitenden bîhaber, yüreğinin neden her kuşluk vakti ferahlayıp, akşamlan daraldığını anlayamadan Dürri Baba tekkesinde yaşamaktaydı. Çalışkandı. Verilen her işi eksiksiz tamamlıyor, üstelik bundan keyif alıyordu. Mutfak işlerine yardım etmeyi, reçeli tam kıvamında pişirmeyi, ortalığı süpürmeyi, tütün sarmayı, mangalda bol köpüklü kahve pişirmeyi, elma kurularını ipe dizmeyi, çapa yapmayı tez zamanda öğrenmiş, takdir toplamıştı. Kendisine verilen her işi hiç yakınmadan, hemencecik yerine getirse de, hiç şüphesiz, en çok sevdiği yer yine o geniş meyva bahçesiydi. Fırsat buldukça kendini oraya atıyor, kaderini değiştiren elma ağacının altında, etrafında, üstünde, içinde oynuyordu. Tekkenin bahçesinde sadece elma değil, türlü türlü meyva ve sebze yetiştiriliyor; toplanan mahsulün heba olmaması için azami çaba sarf ediliyordu. Zaman zaman civarın köylüleri de bu mahsulden faydalanıyor, kimse kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek için uğraş veriyordu.

Çocuk, tekkenin en küçük ferdi olduğu için çoğu kez, yaptığı hatalar hoş görülüyor, olur olmadık işlere burnunu sokmaya çalışmasına pek ses çıkarılmıyordu. Dervişlerin huyları da, eşgalleri de türlü türlüydü. Çocuk, içlerinde en çok Kul Hüseyin’i, Dulhani Hasan’ı, Budala Tosun’u ve Dertli Hagopik’i beğeniyordu. Kul Hüseyin ile Budala Tosun dudaklarından tebessüm eksik olmayan, ağızlarından bal damlayan, kimsenin kusurunu görmeyen dervişlerdi.

Adeta tüm ömürlerini, dâr-ül hayal ile dâr-ül hakikati birbirinden ayıran hatt-ı fasih silmeye vakfetmişlerdi. Onları kızdırmak, deveye hendek atlatmaktan çok daha zordu. Her Allahın günü kendilerine keyifli bir meşgale bulur; o da olmadı, bildikleri veyahut lâyıkıyla oracıkta uydurdukları hikâyeleri ballandıra ballandıra anlatarak etraflarına neşe saçarlardı. Çoğunlukla hinlik yapar; hikâyelerin en tumturaklı yerinde ansızın susuverip, etraflarına şöyle bir göz gezdirdikten sonra, vaktin geç olduğunu bahane edip, kalkmaya davranırlardı.

O zaman ötekiler onlardan daha atik davranıp, bin dereden su getirerek, kendilerini naza çeken bu koca koca adamları tekrar yerlerine oturtup, hikâyeye devam etmeye razı ederlerdi. Kul Hüseyin ile Budala Tosun yerlerine tekrar oturduktan sonra her akşam oynadıkları bu küçük oyunun tadım kaçırmamak için birbirlerine göz kırpar ve kaldıkları yerden anlatmayı sürdürürlerdi. Çocuk, bu hikâyeleri dinlemeye bayılır; güzellerin cemaline bend olan, türlü cefa ve belaya bir kez olsun “yandım Allah!” demeden göğüs geren, aynı döşeğe iki kere baş koymayan, aynı aşa iki kere kaşık sallamayan, bir kılı bin pare eden, her bir pareyi çil çil altınlara, kıymetli taşlara yeğleyen Ademoğullannın, Havvakızlarının maceralarını dinleyerek uyuyakalır; rüyasında aynı hikâyelerin kendi başından geçtiğini görür; sabahları pek mahmur, pek ürkek uyanırdı. Bu sayede, tekkeye varmadan evvel istisnasız her gece boğazına çöken hüznü bir nebze olsun susturmayı, püskürtmeyi başarmıştı.

Gene rüyasında gördüğü ve bizzat yaşadığı maceraların tesirinden kurtulamadığı bir sabah, Budala Tosun’un yanına ilişip, anlattığı memleketleri hakikaten görüp görmediğini bir çırpıda soruverdi. Budala Tosun, sanki bu soruyu uzun zamandır bekliyordu. Çocuğun iri, siyah, doğuştan sürmeli gözlerine dosdoğru bakarak,

“Elbet ya. Amma bu demde değil, başka başka demlerde gidip gelmişliğim var o diyarlara,” dedi.

Başka başka demlerde… Neyin nesi ola ki başka başka demler? Çocuk, Budala Tosun’a dargın dargın bakıp, oradan uzaklaştı. Dargınlığı topu topu akşama kadar sürecekti; yani bir başka hikâyenin anlatılışına kadar. Kalın kaşlı, yazlan kızıl kışları siyah sakallı, kemerli burunlu Dulhani Hasan ise, adı üstünde, tam bir tiryaki idi. Kahveye, tütüne, afyona, badeye, gecenin matemine, dost cemaline ve nâr-ı aşka müptelası o denli büyüktü ki, bu hususlarda katiyyen şakaya gelmez, köpürür, ortalığı duman ederdi. Keyif adamıydı. Dilinde kemik, üslubunda perva, havsalasında art niyet bulunmazdı. Hakkında rivayet muhtelifti.

Evvelki namının “Dulhani” değil de “Külhani” olduğu; bir zamanlar, meyhaneden meyhaneye kalıbını taşıdığı; sokaklarda naralar savurup en okkalısından küfürler bastığı; her kanlı hesaplaşmada gammazların, münafıkların, hilekârların ve cümle erazil taifesinin çanına afiyetle ot tıkadığı; vaktiyle pek biçimli olan burnunun da işte böyle bir kavgada yamulduğu; şer’an haram, aklen fena ne bulursa yaptığı; nice sonra bir Kıpti güzeline gönlünü fena halde kaptırdığı; kadının ona olmadık oyunlar ettiği; bu sebepten ötürü elâleme madara olduğu; şanına yakışmayacak bir yufka yüreklilik gösterip arkasından türlü türlü dolaplar çeviren Kıpti güzelini her daim koruyup kolladığı; sonunda biricik âşığını paşa konaklarına kaptırdığı; onun ardından kendi canına kastederek intiharlara yeltendiği ortalıkta deveran eden şaibeler arasında en çok revaçta olanlarıydı. Velhasıl kimsecikler Külhani Hasan’ın hangi sebepten ötürü tasını tarağını toplayarak, senebesene ekmeğini yediği, suyunu kuruttuğu şehr-i şehiri terk ettiğini, Dulhani Hasan namıyla Dürri Baba tekkesinde kapılandığını tam olarak bilmemekteydi. Sebep her ne olursa olsun Dulhani hoş gelmiş, sefa getirmişti. Bir elinde sagarı, bir elinde çubuğu kuruldu mu bir köşeye, ondan hoşsohbet, ondan âlâ olamazdı kimse. Tatlı tatlı konuşur, içli içli ağlar, en yüksekten uçanı bile insafa getirir, hüngür hüngür ağlatırdı. Çocuk, korkuyla karışık hayranlıkla seyrederdi onu.

Kahvesini tam kıvamında pişirdiğinde, Dulhani Hasan durduk yerde heybetle-nir; onun körpe omuzuna okkalı bir şaplak indirir; farkında olmadan salıverdiği küfrü elinin ayasıyla yakalayıp bastırır; kendince “ellerin dert görmesin!” demeye getirirdi. Çocuk da omuzunun ağrısına aldırmaz; gözlerinin içi gülerek sağ elini sol göğsüne yapıştırır; boyun kırar; kendince, “afiyet, bal olsun!” demeye getirirdi. Gizli bir hukuk vardı adeta aralarında. Dulhani Hasan’ın, en şirret, en hodbin olduğu anlarda dahi, veyahut çocuğun en patavatsız, en ham olduğu anlarda dahi bozulmayan, bozulmamasına itina gösterilen, kuytularda saklı, güneş yüzü görmemiş, adı konulmamış bir hukuk.

Dertli Hagopik’e gelince, çocuğun onunla tanışıp kaynaşması hayli zaman aldı. Havalar adamakıllı soğumuştu. Köhnebahar, usul usul çekilirken, karakış da sefer hazırlıklarını tamamlamaktaydı. Çocuğun elleri çabuk çatlamış, tırnaklarının kenarlarındaki etler yer yer kalkıp, kanamaya başlamıştı. Hiç durmadan soluğunu avuçlarına üfleyip ellerini ısıtmaya, tırnaklarına oturan morlukları pembeye çevimıeye çalışıyordu ama nafile. Bir sabah, bahçedeki kuyudan bir kova su çekerken, soğuk bir yel akma hançer gibi kesti ellerini. İpi tutamaz oldu, kova gerisin geri aşağı yuvarlandı. O vakit, kıllı bir el uzandı kuyuya, kovayı çekti yukarı. Ardından, kıllı elin sahibi kuşağından bir çift yün eldiven çıkartıp çocuğa uzattı. Tam geldi eldiven çocuğun ellerine. Çocuk, derdine derman bulan Dertli Hagopik’le işte böyle tanıştı, böyle kaynaştı.

Dertli Hagopik, hemen hemen hiç konuşmazdı. Sesinin neye ben zediğini bilen pek azdı. Gözpınarları her zaman dolu dolu olur, biraz dan kendini koyverip ağlamaya başlayacakmış sanılırdı. Gene de ağ ladığını gören olmamıştı bunca zaman. Gün boyu elinden kitap düş mez, ve satırların, kelimelerin, harflerin deryasında dalıp dalıp gider di. Hem oradaydı hem de başka başka yerlerde; hem gözle görülürdü hem de elle tutulmaz. Sanki anlatacak çok şeyi vardı da, kelimelere itimadı yoktu. Bir tek boşluğa ve boşlukla konuşurdu.

Sessiz sedasız, kendince devran sürerdi. Akşamlan, bir kandilin ışığında, işlediği si yah minelere veyahut evvela yontup ardından üzerlerine gümüş teller kakıdığı tahta parçalarına sülünler, güvercinler, bülbüller, serçeler nakşederdi. Çalışırken, devamlı kuşağında taşıdığı reyhan, ceviz ve tarçından mürekkep bir keseyi ikide bir çıkartıp, uzun uzun koklar ve derin derin iç geçirdikten sonra, gözpınarları dolu dolu tekrar işine dönerdi. Dertli Hagopik kuşları pek sever, korur kollardı. Bu sebeptendir ki, köy çocuklarının tekke bahçesinde koşuşturup kuş avlamaya kalktıkları günden kalma yetime, sapan ehlini etrafında görmek istemediğini kanıtlarcasına yüzünü buruşturup bakmış ve o gün bugündür çocuktan uzak durmuştu. Zaman geçtikçe, çocuğun o eski fitne ve fesadını tamamıyla bıraktığına, artık o canım kuşları avlamayı aklından dahi geçirmediğine kanâat getirip, onu daha bir merakla ve şefkatle izler olmuştu. İşte o zaman Dertli Hagopik çocuğun ellerinin nasıl çatladığını, morarıp kuruduğunu görmüş ve ona bir çift eldiven örmeye başlamıştı. Dostlukları geç başlamış, derine kök salmıştı. Gözleriyle konuşur, gözleriyle ağlaşır, gözleriyle gülüşürlerdi. Çocuk, gayrete gelip, ondan tahta parçalarına, siyah minelere hayat üflemeyi, türlü türlü kuş resimlerini nakşetmeyi öğrenmişti. Bu işte giderek ustalaşmaktaydı ya Hagopik’in keyfine diyecek yoktu.

Biliyor, bekliyordu. Bir gün gelecek, çocuğun nakşettiği kuşlar ötecek, şakıyacak, kanat çırpıp semalarda süzülecekti. Kuş yavrularım canlarından etmeyi nasıl terk ettiyse, vakit tamam olduğunda, ölü kuşlara hayat vermeye de muvaffak olacaktı. Dertli Hagopik, o mesud günün gelmesini sabırsızlıkla bekliyor; senelerdir göz pınarlarına dolan yaşlara dayanmalarını, belki de o vakit, sular seller gibi akabileceklerini fısıldıyordu. Bütün bunlar olurken karakış fena bastırdı. Koç başlarıyla kapılara dayandı. İçeri buyur ettiler onu. İkramda kusur etmediler. Her sene böyle zorbalıkla gelmesine lüzum olmadığını, kapılarını çalanın başlarının üzerinde yeri olduğunu dilleri döndüğünce anlatmaya çalıştılar.

Dinlemedi.

Dinlemektense tepeden bakmayı, konuşmaktansa gürlemeyi, alttan almaktansa üste çıkmayı yeğledi. Çocuksa, karakışla alakadar değildi. O, tekkede yaşayanları yakından tanımaya başlayıp, kimini can u gönülden severken kiminden de pek o kadar hazzetmediğinin ayrımına varırken, Dürri Baha’yı görememenin sıkıntısını da çekmekteydi. Meyva bahçesinde yakalanışından sonra, o mavi bulutlan bir daha görememiş; nerede olduklarını kimselere sormaya cesaret edememişti. Bazı bazı, Dürri Baha’nın ayak seslerini ayırdedebiliyor, her şeyi göze alarak arkasından gitmek için atılıyor, fakat daha ikinci adımda soluğu tükendiğinden, yerine dönmekten başka çare bulamıyordu.

Dürri Baha’nın maviliğini kendisinden esirgediğini düşünüyor, neden bunca zamandan sonra affedilmediğini anlamaya çalışıyor, içten içe kızıyor, öfkesini zaptetmek için yeni öfkeler ediniyordu. Dürri Baha’nın selâmını almak, onu selâmlamak, ve muhabbetinde yer almak için can atsa da içinde kabarıp duran bu dalgaların taşmasına mâni olmayı başarıyordu. Gün geldi;

 

Dürri Baha’yı tekrar görebildi. Gene bir sabah rüyalarında kovaladığı maceraları düşünerek ve kanatlarının olmayışına hayıflanarak, dalgın dalgın, sıkıntılı sıkıntılı ortalıkta dolanmaktaydı. Kanatları olsaydı, rüyalarındaki gibi gece gündüz uçar; denizlerin, dağların, köylerin, şehirlerin üzerinden süzülerek kimselere görünmeden, herkesi, her şeyi görmeyi başarabilirdi. Kanatları, hem hercai renkleriyle tavuskuşunun tüylerine benzemeli, hem fırtınalara dayanacak kadar sağlam, hem de bir buluttan başka bir buluta değecek kadar uzun olmalıydı. Maviliklerde süzülürken denizlerden balık, topraktan solucan çıkartarak beslenmeli; kendisiyle aynı sırrı paylaşanları bulup, onları da kuşa çevirmeliydi. Kalemlerin yazamadığı, kitapların taşıyamadığı, insanların dillerinden düşüremediği bir efsane olup ağızdan ağıza, kulaktan kulağa aktarılmalıydı. İşte o sabah çocuk, bunları hayal edip iç geçirirken, bir zamanlar bahçeden çıkartıp döşeklerin arasına yerleştirdiği tırtılı hatırladı. Onu orada bırakmış, unutup gitmişti. Akıbetinin ne olduğunu merak etti. Koştu, döşekleri hırpalamak pahasına kaba saba davranarak bir an önce tırtılı bulmak ve vefasızlığını örtmek istedi. Lâkin döşeklerin arasında hiç ummadığı bir şeyle karşılaştı. Ölü bir kelebekti bu. Kimbilir ne vakit kozasından çıkmış, döşeklerin arasından çıkış yolu bulamamış ve orada son nefesini vermiş bir kelebek. Çocuk, vakti zamanında döşeklerin arasına yerleştirdiği o çirkin tırtılın, rengârenk kanatlarıyla adeta ölümü inkâr eden bir kelebeğe dönüştüğünü görünce, öyle heyecanlandı, öyle büyük bir patırtı kopardı ki, arkasında durup merakla onu izleyen yaşlı adamı çok geç fark etti. Birbirlerini görmeyeli bir hayli zaman olmuştu ama Dürri Baba, sanki az evvel yarım bırakılmış bir sohbeti kaldığı yerden devam ettirmekteydi. Öylesine ortadan ve ortaya konuşuyordu ki, çocuk, söylenenlerin muhatabı olduğundan bir türlü emin olamıyordu. Tanıştıkları gün, elma ağacının dalları arasında yaşadığı o sıkıntılı tereddüt anını bir daha yaşıyordu. Çıkan gürültüye yetişen öteki dervişler de arkalara dizilmiş, ne olup bittiğini anlayabilmek için, Dürri Baba’yı cankulağıyla dinlemekteydiler. “Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin. Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez. Görünenin ötesine geçmek istersen eğer, aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan, kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Lâkin gönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.” Çocuk tereddütlerini defetmiş, pür dikkat dinliyordu. Duyduğu kerimelerden çok mavi bulutlara vermişti dikkatini. O bulutlar gitmesin, yağmur yağmasın, bir fırtına çıkıp da bu efsunu hallaç pamuğu gibi savurmasın ve gece olmasın diye oracıkta canını verirdi.

“Sade tırtıl ile kelebek değil elbet. Sakın ola horgörme Pinhan; canlan horgörme. Bak bu gayb âlemine, bir kendini gör. Bak kendine, cümle mahlûkatın özünü gör. Devri tamam olan gelir, devri tamam olan gider. Gelen, gidende saklıdır; giden gelende saklı.”

“Saklı,” dedi çocuk gönülden tekrar ederek. “Pinhan!” dedi Dürri Baba. Sesi yaprak kımıldatmayan sabâ rüzgârı gibi doldu odanın içine. “Pinhan!”dedi çocuk üst üste üç kere. İlk kez bu ismi söylerken, farkında olmadan el çırptı; omuzları sevinçle oynadı; yüzünde gonca güller açtı. İkinci kez söylerken duruldu, az evvelki taşkınlığından utandı. Üçüncü kez söylerken, ateş bastı dilini, damağını; dudaklarında buruk bir tad kaldı. Beti benzi kül kesildi. O zaman Dürri Baba, kollarını iki yana açıp, olan biteni izleyen dervişlere doğru dönerek, “Nicedir adım bekler dururdu. Velhasıl adı da onu. İşte bugün kavuştular birbirlerine. Adı Pinhan olsun bundan böyle,” dedi. Dulhani Hasan, atıldı hemen.

“Pinhan ya, Pinhan elbet!” dedi dersini ezber edercesine.

Dürri Baha’dan çekinmese çocuğu tuttuğu gibi havaya fırlatacak, o aşağıya düşene kadar da zincirleme beş-on küfür luısacaktı. Baktı olacak gibi değil, zaptedemiyor kendini, en yakınındakine dönüp, zavallının sırtına meşhur şaplaklarından birini indiriverdi. Dertli Hagopik’ti bu şaplaktan nasibini alan. Gözlerinde yaşlar, ağladı ağlayacak bir halde oracıkta dikilip, kimbilir aklından gene hangi hicran yarasını geçirirken, aniden sırtına inen şaplakla kendine geldi. Başına gelenin hayır mı şer mi olduğunu anlamasına fırsat kalmadan, Dulhani Hasan odayı terk etmişti.

O günden sonra bir haller oldu çocuğa. Büyümeye, durulmaya başladı. Halîmâne tavırları herkesin merakını celbederken, onun dikkati bahçedeki börtü böcekten tekkedeki kitaplara kaymaktaydı. Tez zamanda harflerle ahbaplık kurarak istidadını ispatladı. Şimdiye değin tekke yaşamı keyifli bir dostlar meclisi olmuştu onun nazarında. Burada çalışmış, hikâyeler dinlemiş, hayaller kurmuş, dostlar edinmiş, yalnızlık nedir bilmemiş, hor görülmemiş, hor görmemiş, ağız dolusu gülmüş, ve ömrünün en hoş, en tasasız demlerini geçirmişti. Ha-sıl-ı kelâm, sırrını fâş etmeden, yüreğini yağmalatmadan, sakin ve huzurlu bir hayat sürmüştü. Def ü ud ü kudüm ü ney ile iştigal eden veya gününü ibadetle geçiren ya da aralarında münazara eden veyahut içli nefesler koşan dervişleri hayran hayran seyretmiş, lâkin onların arasına katılmayı istemek bir yana, aklından dahi geçilmemişti. Şimdiye kadar uzaktan uzağa seyretmekle yetinmiş; deryaya dalmamış, tuzlu suyu vücudunda ağırlamamıştı. Ne var ki, eski isminin yerini Pinhan aldığında her şey hızla değişmeye başladı. İsim dediğin, Hz. Adem’den bu yana, kendini taşıyanı kâh usul usul yoğurur, kâh efsunlu iplerle sıkı sıkı bağlardı.

İsim dediğin, yüksekte uçanın belini bükecek, alçaktan geçenin başını doğrultacak; pervasıza perva, korkusuza korku katacak kadar kudretli idi. İsmi Pinhan olduğunda. Bildiği ne varsa unutmakta, Tırtıla kanmayarak Can gözünü açmakta, Mânâsın veremediğinde Muhabbetin tadına ağu katmamakta; Bu vakte kadar da, Tek başına Bir kendine sığınmakta Karar kıldı. Henüz farkına varamasa da, Aşıki pek haklıydı. Aşk üzerine yazılanlar kara, kapkaraydı. NOKTA Katreyiz âlemde, lâkin Dilde derya olmuşuz. Î.H.Erzurumi Karakış, taht şehrini taşıma hazırlıklarını savsakladıkça savsaklamakta, yola çıkış tarihini erteledikçe ertelemekteydi. Bilcümle mahlûkat, kar tabakasının altından boyunlarını uzatabilmek için onun çekip gitmesini bekliyordu. Hâlâ soğuk, hâlâ beyazdı ortalık. Hep soğuk, hep beyazdı.

Erbain kırkını çoktan doldurmuş; hamsin ellisini aşmış; erken açan çiçeklere don vurmuş; göç eden ilk kuş kafilesi yollarda telef olmuş; hiç şüphesiz, evvelbahar, yolda haramilerle karşılaşmış, engellere takılmıştı. Dürri Baba tekkesinde erzak sıkıntısı baş göstermişti. Günlük nevaleleri iyiden iyiye azalmış; o canım ve cömert bahçe, ayaza yenik düştüğünden, imdada yetişemez olmuştu.

Yaz-bahar aylarında göz alıcı renkleri, mest eden kokuları, birbirinden leziz yemişleri, remizleri ve latifeleriyle tekkedeki her bir ferdin neşesine neşe katıp büyük bir ihtişam içinde yaşayan bahçe şimdi bembeyaz bir kar tabakasıyla kaplanmış; bir başına bırakılmıştı. Sonsuz kıpırtısızlığında tek bir ziyaretçisi vardı. Zaman zaman, siyahlı sarılı gövdesinde mavi şeritler ve şarabi lekeler barındıran, boynunda fındık iriliğinde bir inci tanesi taşıyan bir kuş, karın sarıp sarmaladığı dallara tüneyerek, uzun uzun, mahzun mahzun ötmekte; feryadını duyanların içlerini burkmaktaydı. Açlıktan çok yalnızlıktı onu bu kadar kahreden. Kuru ayazdan çok içindeki çalkantılardı onu böylesine içli içli söyleten.

Gurbet diyarında bikes garip gibi tek başına dolanıyor; bir an evvel bir dost sıcaklığının çıkıp da yüreciğindeki buzları damla damla eritmesini bekliyordu. Onu bekliyordu. Bulur bulmaz kaybettiği o dosttan bir haber, bir selâm bekliyordu. O dost kapısını çaldığında, senelerdir boynunda taşıdığı inci tanesini gagasıyla çekip koparacak ve bu hazineyi, sessiz sedasız, onun sıcacık avuçlarına sıkıştıracaktı. Kuşun tasası tekkenin duvarlarına varamadan dağılıyor, havada bin pareye ayrılıyordu. İçerde bambaşka bir telaş, bambaşka kaygılar hüküm sürüyordu.

Bunca senedir mutfağı çekip çeviren Tokatlı Lütfi ile Kul Yusuf, ne yapıp edeceklerini şaşırmış; salladıkları kepçelerin, küplerin diplerine vurup kuru kuru yankılanmasından usanmışlardı. Gene de öteki dervişlere durumun vehametini belli etmemekte, ertesi günü nasıl çıkaracaklarının hesabını mümkün olduğunca içlerinden yapmaktaydılar. Dürri Baba tekkesi, kuruldu kurulalı beri, nevaleden yana böyle büyük sıkıntı çekmemişti. Sıkıntı çekmek bir yana, şimdiye değin, hem de hiç aksatmadan, civar köylülerinin dar günlerine erzak yetiştirmiş; yüzlerini güldürmüşlerdi.

Oysa şimdi açlıktan sararan kendi yüzleri, feri kaçan kendi gözleriydi. Üstüne üstlük, asırlardır bu tekkenin koruyucusu, kollayıcısı olan; vakti zamanında, tam da tekkenin şimdi kurulu olduğu tepede, cüzzamh olduğu halde kendisinden bir tas suyu sakınmayan genç bir köylü kadınına “artsın, eksilmesin; taşsın dökülmesin” diye hayır dualar eden; o gün bugündür, o köylü kadınının üzerine titrediği bahçesinde kurulmasına önayak olduğu tekkeden rahmetini bir kez olsun esirgemeyen; mutfaktaki küpleri bal ve pekmez ve yağ ile dolup taşıran; erzak çuvallarını tıkabasa dolduran; ve daha çok ihsanda bulunabilmek için iki yerine tam sekiz kol, on yerine seksen parmak taşıyan Gönlübol Baba da nicedir uğramaz olmuştu. Asırların vefalı dostu Gönlübol Baha’nın uğramaması hayra alâmet sayılamazdı. Saymadılar da.

Günbegün katmerlenerek, nihayet arşa çıkan açlık sıkıntısı herkesi derinden etkilemekte, sarsmaktaydı. Yine de hiç şüphe yok ki bu durumdan en çok mustarip olan Dulhani Hasan idi. Pek çok derviş, midesinin gurultusunu bastırmak, hayli aç iken Halil İbrahim sofrasından yeni kalkmış gibi uyumak ve bu kara günleri tevekkülle karşılamak çabasında iken; Dulhani Hasan her önüne gelene saldırmakta, durduk yerde tatsızlık çıkartarak çatır çatır gönül kırmaktaydı. Sebebi malûmdu. Yollar karla kaplı olduğundan, kahvesi de dibe vurduğundan, asabı fazlasıyla bozulmuş; bunca zaman keytmi çıkardığı yemek üstü sohbetleri şimdi tam bir kâbusa dönüşmüştü.

Bir müddet sonra oraya buraya saldırmaya dahi takat bulamaz oldu. Gün boyu pencerelerin önünden ayrılmadan dışarıyı gözlüyor, karakışın bir an evvel çekilip gitmesi için sızlanıyor; derin derin iç geçiriyordu. Kan çanağına dönmüş gözlerinin etrafı simsiyah hâlelerle çevrilmiş; o heybetli ve kabına sığmayan vücudu bir yaprak gibi kurumaya başlamıştı. Topu topu birkaç kahve tanesi kaldığında, Dulhani Hasan’ın canına tak etti. Madem ki beklemekle başından atamayacaktı bu belayı, olaya bizzat el koymaya karar verdi. Sarındı, sarmalandı; kendini dışarı attı.

Bahçeye çıkıp, ellerini iki yana açarak, karakışa açıkça meydan okumaya başladı. Ona , yüreğinde az biraz cesaret varsa tez elden karşısına çıkmasını, dilediği silahı seçebileceğini, dövüşün adil olmasında ısrar ettiğini, mağlub olanın haddini hatırlamakla yükümlü olduğunu, devri tamam olduğundan bu mekânı evvelbahara bırakması lâzım geldiğini, aksi takdirde bir illet gibi yapışıp kalacağını, haddini hatırladığı takdirde bütün bunları şıp diye fehmeyleyeceğini, şimdiye değin kendisine hürmette kusur etmemek için sesini çıkarmadığını, lâkin artık canına tak ettiğini, mühür kimde ise Süleyman’ın o olduğunu, o mührü er ya da geç bulacağını, Dürri Baha’nın da sıkça dile getirdiği gibi zaten herkesin kadrince kadir olduğunu ve kendisinden zerre kadar korkmadığını, korkmak bir yana karnını deşip, çarkını tersine çevirmeye kararlı olduğunu, mertçe davranıp çıkıp gelmediği takdirde burada donarak ölmeyi göze aldığını, zaten kahvesiz kalmaktansa canını vermeyi yeğ tuttuğunu bir bir anlattı. Dulhani Hasan, vaziyeti hikâye ettikten sonra, karakışa, kavgayı müteakib, mağlub olanın cümle hakkını helal edip bu diyarı mertçe terk etmesi gerektiğini bir kez daha hatırlattı; ve susup beklemeye koyuldu. İlk gün gelen giden olmadı. Dulhani Hasan soğuktan neredeyse düşmek üzere olan burnunu çeke çeke beklemeyi sürdürdü. Yanma giderek, aklını başına devşirmesini isteyenleri tersliyor; daha da olmadı küfür fıçılarına batınp çıkartarak gerisin geri gönderiyordu. Dürri Baba tekkesinde her türlü faaliyet durmuş; herkes pürdikkat Dulhani’nin akıl almaz hallerini izliyordu. İkinci gün tipi başladı. Herkesin aksine, Dulhani Hasan, korkunç bir hızla yağan leblebi iriliğindeki kar tanelerini hayra yorumlayıp, her birini kavganın çetinliğine ve kendi galibiyetine birer burhan addetti. Demek ki karakış teklifini kabul etmiş, karşısına çıkmaya karar vermişti. Öncü kuvvet olarak da şu tipiyi göndermişti. Varsın göndersindi; ne gam.

Yakında kendisi de bahçeye gelecek, şanına yaraşır şekilde arslanlar gibi dövüşecekti. Bunca senenin karakışından da zaten bu beklenirdi. Karısının etekliği altına saklanıp, lafını sözünü bilmez Dulhani kuluna meydanı boş bırakacak değildi ya. Dulhani Hasan vakit yitirmeden içeri koşup seneler evvel, bir daha eline almamaya yemin ettiği yatağanını aramaya koyuldu. O aranıp dururken kimse yanma ilişmeye cesaret edemiyordu. Dürri Baba da gelmemişti üstelik. “O yanımızda olsaydı, şu delinin soğuktan donmasına mâni olurdu” diye düşündü Pinhan. Lâkin anlaşılan, bu korkunç velvele bir tek Dürri Baha’nın ilgisini çekmiyordu. Pinhan içten içe kızmaktaydı. O mavi bulutların, en zor günlerde kendilerinden böyle uzak durmasına ve sadece kendi gönlü istediği zaman ortaya çıkmasına içerliyordu. Dulhani Hasan yatağanı elinde tekrar bahçeye koştu. Tipi hızlanmış, dışarıda göz gözü görmez olmuştu. İçeriden bakanlar Dulhani’nin karaltısını seçmekte dahi büyük zorluk çekiyorlardı. Bir zaman sonra, hızlanan kar tanelerine bakmaktan sıkılıp, işlerine güçlerine döndüler. Geride birkaç kişi kaldı. Pinhan da aralanndaydı. İnatla Dulhani Hasan’ın akıbetinin ne olacağını kavramaya çalışıyorlardı. Sürekli kar tanelerine bakmaktan başlan dönmeye, gözleri kararmaya başladı. Geceyi öyle geçirdiler; uykusuz ve kaygılı. Tan yeri ağarırken, Pinhan, “artık ne olursa olsun” deyip, Dulhani’yi geri getirmek için dışarıya fırlamak üzereyken, gözleri kendisine bir oyun etmiyorsa eğer, tuhaf bir karaltı gördü. Gözlerini ovuşturup, tekrar dışarı baktı. Dulhani’ye ait olduğunu sandığı karaltının az biraz ötesinde fırıldak gibi hızla dönen, kül renkli, şekli şemaili meçhul başka bir karaltı daha vardı. Fırıldak dönüyordu. Üçüncü gün kavga adil, karakış mağlup oldu. Yollar açıldı; civar köylüleri tekkeyi ziyarete geldi; dervişler iade-i ziyarette bulundu; bahçedeki toprak gayrete geldi; kadirşinas Gönlübol Baba nihayet ocaktaki kazanın başında görüldü; küpler yeniden doldu; Tokatlı Lütfi ile Kul Yusuf derin bir oh çekti. Dulhani Hasan, Pinhan’ın elceğiziyle pişirdiği bol köpüklü kahvesine kavuşur kavuşmaz arkasına yaslanıp, bıraktığı intihayı şöyle bir gözden geçirdi.

Suratındaki tebessümden kendisiyle nasıl iftihar ettiği hemen anlaşılıyordu. Keyiften sermesi olmuştu. Ne de olsa herkesin gözü onun üzerinde, iki dudağının arasındaydı. Bir süre öylece durarak, kendini yarı hayranlıkla, yarı korkuyla seyredenleri seyrey-lemenin tadına vardı. Sonra, Pinhan’ın kulağına eğilerek, etrafa duyurmadan, “çaktırmadım amma Allah biliyor ya, dizlerimin bağı çözüldü!” diye fısıldadı. Tekrar eskisi gibi arkasına yaslanarak, höpürdete höpürdete kahvesini yudumladı. Dürri Baba tekkesinde bir daha kimse bu vukuatı konuşmaya, hatta hatırlamaya yanaşmadı. Belki bir gün.

Budala Tosun ile Kul Hüseyin, başka başka mekânlarda, o üç zorlu günün hikâyesini dile getirir; dinleyenlerin dudak büktüklerini görünce birbirlerine muzip muzip göz kırparlardı. Anlattıkları, hoş bir latife olarak havada asılı kalırdı. Belki de sadece susar, bu sırrı kendilerine saklamaktansa tez vakitte unuturlardı. Her ne olursa olsun bahar yeşil ve ıpılıktı. Evvel bahar tekkede hüsnükabul görüp, lâyıkıyla ağırlanırken, Pinhan pek huzursuzdu. Dulhani’nin bir fincan kahve uğruna kellesini koltuğuna alarak, karakışı bileğinin hakkı ile mağlup ettiği günün gecesinde tuhaf bir rüya görmüştü. Nereden bilsin ki bu rüya, doğduğu günden bu yana taşıdığı sırrın artık saklandığı yerde duramadığına işaret ediyordu. O karanlık dehlizden iki ayrı ses, iki ayrı inilti yükseliyor; geride bir yerlerde, özgürlüğüne susamış serkeş bir yürek deli dolu çarpıyordu. Rüyasında Pinhan, üzerine ayak basılmaması lâzım gelen bir eşikte öylece durmaktaydı. Eşik, uçsuz bucaksız bir denizin üzerindeki ufacık bir kara parçasıydı. Orada duramayacağını, eşiğe basmanın çiğlik olduğunu gayet iyi bilmekte, lâkin suda batmaktan, boğulmaktan korktuğu için kıpırdayamamaktaydı. Sanki, sakin sakin, doğru bellediği yolda yürürken, birdenbire her şeyi, kim olduğunu dahi unutmuş, hafızasını boşaltmış, yönünü şaşırmıştı. Şimdi, kuzeye ya da güneye mi, doğuya yahut batıya doğru mu adım atması gerektiğini bilemiyordu. Bilemediği için de basmaması gereken eşiğe olanca ağırlığıyla basıyordu. “Büyük haksızlık bu” diye düşündü.

Eşikler, varacak yeri, gidecek yuvası olanlar, yüreğinde sıla hasreti taşıyanlar için yapılmıştı. Yeri yurdu olmayanlar, yönünü şaşıranlar içinse, eşik dediğin, ne bir eksik ne bir fazla, tam bir azaptı. Çaresizlik içinde kıvranırken, eşiğin her iki yanında, yakından tanıdığı, gönülden sevdiği iki dost yüzü belirdi. Onları gördüğüne sevindi.Eşiğin bir yanında, en okkalı küfürleri, kulak çınlatan kahkahaları, itinayla burulmuş bıyıkları, kızıl siyah sakalı ile Dulhani Hasan duruyordu. Her zamanki gibi gözü pek ve heybetli görünüyordu. Denizin üzerine serdiği bir Acem halısında oturuyor; Pinhan’a el ediyor, göz kırpıyordu. Afyon çubuğu, badesi, sagarı, mangalı, cezvesi ve nargilesi halının köşelerine özenle konulmuştu.

Eşiğin öte yanında, Dürri Baba vardı. Mavi bulutlu gözleriyle, güleç ve ışıl ışıl yüzüyle, her zamanki gibi hayranlık uyandırıyor, soluk kesiyordu. Dalgaların üzerine koyduğu işlemeli bir minderde bağdaş kurmuş, baş kesmiş, çıt çıkarmadan Pinhan’ı seyrediyordu. Titrek alevli kandilleri, el yazması kitapları, toprak boyaları, tabirnameleri, kamış kalemleri ve mürekkep hokkaları, hemen arkasında, havada, rafta diziliymişçesine derli toplu durmaktaydılar. Pinhan, denizin derinliğine bakmamaya çalışarak Dürri Baba’ya doğru bir adım attığında, sırtına ani bir şaplak yedi. Dengesini kaybetti, düşeyazdı. Dönüp baktığında Dulhani Hasan’ın, elindeki kahve fincanını denize daldırdığını, o mavilikten bol köpüklü kahveler çıkardığını dehşetle gördü. Dulhani’nin bulunduğu yerde deniz maviden kahverengine dönüşmüş; tuzlar şeker, dalga köpükleri ise kahve köpüğü oluvermişti. O vakit Pinhan karar değiştirdi. Böylesi bir kerametin karşısında eğilip, Dulhani’nin bulunduğu tarafa yönelmek istedi.

Lâkin bu sefer de Dürri Baha’nın eli onu saçlarından kavradı, hızla kendine doğru çekti. Dönüp baktığında, Dürri Baha’nın, eşiğin öte yanındaki denize elini daldırarak, denizin dibinden rengârenk kuşlar çıkardığını; kuşların gökyüzüne doğru kanat çırparak uzaklaştıklarını gördü. Pinhan hangisine yönelirse, öteki ona mâni oluyordu. O da çaresiz arada kalıyor, beyhude debeleniyordu. Eşik üste durmak olmazdı. Eşik üste durmak yakışık almazdı. Pinhan naçar kalmıştı. Haykırmaya, yardım istemeye başladı. O, çığlık çığlığa bağırırken, Dulhani Hasan ile Dürri Baba, evvelki cazip hallerinden tamamıyla sıyrılarak bayağılaşmış, küstahlaşmışlardı. İkisinin de suratına yılışık bir tebessüm oturmuştu.

İşi daha da azıtarak, Pinhan’ın giysilerini çekiştirmeye hatta yırtmaya koyulmuşlardı. Yırtılan parçaları, eşiğin iki yanında uzanan kahverengi deniz ile mavi deniz oracıkta yutuyor, mideye indiriyorlardı. Sonunda Pinhan, tam orta yerde çırılçıplak kaldı. Hava soğudu, kar yağmaya başladı. Pinhan telaşla bir kartopu yapıp, önünü onunla kapadı. Ama ne fayda; birazdan güneş çıkacak, soğuktan morarmış sırrını ele verecekti. Utanç evvela boynunu, daha sonra dudaklarını ve en nihayetinde bütün vücudunu yaladı. Oysa Dulhani Hasan ile Dürri Baba güneşin çıkmasını beklemeye dahi lüzum görmediler. Ortada çekiştirip yırtarak kendi denizlerine kurban edecek giysi parçası kalmadığını idrak ettiklerinde, aynı anda, Pinhan’ın iki başlığına yapıştılar. İkisi birden, olanca güçleriyle asıldılar. Koptu. Kan akmadan, acı bırakmadan, ne olup bittiği anlaşılmadan koptu ve billur bir şişe gibi ses çıkartarak eşik üstüne yuvarlandı. Pinhan elleriyle yüzünü kapadı. Ağlayamadı. Uyandığında gördüklerini unutmak, ömür boyu hatırlamamaktı tek dileği. Yüzünü yıkamadan kalktı, giyindi ve dışarı çıktı. Tekkenin yakınlarında akan dereye kadar dilini, dudağını ısırıp, ağlamamaya gayret ederek yürüdü. Dere, onu görünce şahlandı, selâm verdi. “Hoş-geldin ya Pinhan. Ne iyi ettin gelmekle,” dedi.

Sesi incecikti; görücüye çıkmış bir kızın utangaç sesiydi. “Anlat bana,” dedi. “Karabasanla-rmı bir bir anlat bana ki, topunu birden alıp götüreyim uzaklara, gözden ırak gönüller içre diyarlara. Bırak yükünü ben taşıyayım. Çekinmeden, sakınmadan, saklamadan anlat ki ferahlasın yüreğin; sen kuşlar gibi hafifledikçe, senin yerine ben ağırlaşayım. Yalanım yok, inan ki bunu seve seve yaparım. Her kâbusun sabahında, kapımı çalanları ellerimle yuğar, sularımla pür ü pak eder, tek bir sözümle elemlerinden arındırırım. Bil ki ben her rüyayı hayra yorarım.

” Derenin sesi giderek kalınlaşmakta, yavrusuna kanat geren, sarıp sarmalayan şefkatli bir ananın sesini andırmaktaydı şimdi. Pinhan derenin yanı başına çömeldi. Hiç nazlanmadan evvelki gece gördüklerini bir bir dile getirdi. Medet umdu, aman diledi. Ağzından dökülen her bir kelimeyi serin suların ellerine verdi. Sular, derdini tasasını, gamını kederini üst üste istifleyip omuzlarına yüklerken, yavaş yavaş rahatladığını, ferahladığını hissetti. Anlatmayı bitirdiğinde, güneş tam tepesindeydi. Dere, yükünün tamamını teslim aldıktan sonra, delikanlının rüyalarının tabîrini yapmaya koyuldu. Sularını ikiye ayırıp, yüzyüze bakan iki ayna oldu. Aynalardan birinin açtığı kapıyı öteki kapadı; birinin kazdığı çukuru öteki doldurdu. Öbek öbek kumlar, tunç tokmaklar orta yere yığılırken, dere, Pinhan’a, gördüklerini aktardı. Ona tırtılı hatırlattı. Tıpkı o tırtıl gibi ikibaşlılığının da vakit tamam olduğunda güzellikte yekta bir kelebeğe dönüşeceğini, utanıp sıkılmasının mânâsız olduğunu anlattı. Suyun dediğine göre, Dulhani’nin gözüpekliği, neşesi, hayata ve ölüme olan derin iptilası, tek bir kadehten, tek bir nefesten, tek bir gülüşten böylesine büyük tadlar alması ikibaştan birini büyülüyor, cez bediyordu. Suyun dediğine göre, bir de işin başka yüzü vardı. Zira Dürri Baha’nın yumuşak, sessiz adımları, yürürken bastığı yerdeki karıncaları, taşı toprağı kollaması ve kendisiyle bir tutması; mavi bir yel olarak eserken uzaklardan buram buram çiçek ve yabani ot kokuları taşıması; dilindeki sükûnet, gözlerindeki şetkat de öteki başı mestediyor; kendi âlemine buyur ediyordu. Su dedi ki eşik üste durmak olmazdı. Bir adım atmak icap ederdi. Pinhan kaygılı kaygılı başını salladı, hak verdi. Su dedi ki, velev ki, Pinhan yanlış saymıştı.

Akıl gözüyle iki parmağa denk düşenin sakın gönül gözü hesabı bir olmasındı? Hem tekmil harfler, kelimeler ve ayetler bir noktadan çıkmaz ve yine o noktaya kavuşmak için yanıp tutuşmaz mıydı? Madem ki adı Pinhan’dı, zahiride saydığını batınide tekrar tekrar hesaplamalıydı. Zira, eşiğin iki yanına serdiği, iki apayrı renkteki denizler, aslında tek ve hudutsuz bir ummandı. Hal böyle ise iki yürek tek bir vücutta pekâlâ bağdaşır, kucaklaşırdı. O vakit husumet gider, ayrı gayrı kalmaz, kâbuslar tutunacak dal, kurulacak taht bulamazlardı. Ta kaalübeladan bu yana yazılan destanlar bunu anlatırdı. Canansız can, cansız canan olamazdı. Âşığın da maşuğun da gıdası, mayası aşktı. İki yürek bir çarpardı. Pinhan o zaman itiraz edip, heyecanla atıldı: “Lâkin o yüreklerden biri benim yüreğim; de bana, ya öteki kimin? Ben kimin peşindeyim?

” Gökyüzü aniden karardı, bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı, aynalar boydan boya çatladı. Tekkenin yanından geçen dere yatağına sığamadı, taştı. Pinhan o velvelede bir türlü işitemedi verilen yanıtı. Yağmur geçene kadar bir sığınak aramayı aklına dahi getirmeden, sırılsıklam olma pahasına dolaşmaya çıktı. Henüz küçük bir çocukken ve bambaşka bir isim taşırken durmaksızın arşınladığı tepeleri, bayırları, ağaç kovuklarını, leylek yuvalarını keşfe çıktı. Her gördüğüne sevinçle sarıldı, hal hatır sordu. Ne çok olmuştu buralara gelmeyeli, ne kadar özlemişti avareliği. Yabani otlar, irili ufaklı parlak taşlar, kır çiçekleri ve biraz da rüzgâr topladı.

Tekkeye döndüğünde hava kararmış, vakit hayli geç olmuştu. Kerpiç duvarı aşarak, bir hırsız gibi bahçeye süzüldü. Bağdaş kurarak oturdu; gene o ağacın altında. Bir zamanlar dallarına tünediği, elma aşırırken enselendiği ve mavi bulutlarla ilk defa gözgöze geldiği ağacın altında. Ürperdi; çünkü hatırladı. Eski adı, eski hali dalda oturmakta, çıt çıkarmadan ne yapacağını gözetlemekteydi sanki. Serçe parmağını dudaklarına götürdü. Öpmeye, emmeye başladı. Yaladı. Sonra ısırdı. Hafifçe canı yandı, hepsi o kadar.

“Kerem eyle!” Sözler döküldü ağzından; derinden kopan bir feryat, umutsuz bir yardım çığlığıydı. Ardından olanca gücüyle ısırdı serçe parmağını. Yakaladığı deri parçasını kopardı, tattı, tükürdü. Kan önce usul usul, ardından hızla akmaya başladı. Pinhan çıkan kanı damla yapıp toprağa damlattı. Bir nokta oluştu toprağın bağrında; kırmızı, şiddet ve şehvet kokan bir nokta. Onu gözden ırak kılmak istedi Pinhan. Çevresine bir halka çizerek etrafını ördü. Yetmedi; bir halka daha, sonra bir halka daha. Kale içinde kale, duvar içinde duvar, sırlar içre sırlar inşa etmişti.

Uzaktan bakan göremezdi ortadaki noktayı. îlk duvarı geçebilen, ikincisine takılır, o da olmadı bir üçüncüsü zebani gibi dikilerek geçit vermez, sır saklardı. O tek noktanın sırrına, halka içre halkaların canları feda. Birden bir kuş şakıması işitildi. Elma ağacının dallarında kalbi korkuyla çarpan çocuk, elma ağacının altında yüreğini sorgulayan delikanlı aynı anda başlarını kaldırıp karşılarında duran kuşa baktılar.

Oydu. Aynı kuştu. İncili kuş. İncili kuş Pinhan, bir kuşa baktı, bir toprağa; bir inciye baktı, bir noktaya. Gecenin karanlığından sıyrıldı, ayıldı. Halka içre noktanın bağrına, her bir harfe ayrı bir itina göstererek, Dürri Baha’nın ismini kazıdı. O zaman incili kuşun gagasından bir damla kan aktı, kan noktayı canevinden vurdu.Kuşun kanı, topraktaki noktanın içine süzülüp, Pinhan’ın kanına karıştı.Pinhan, ömrü elverdiği sürece o geceyi yüreğinde saklayacaktı. HAFIZA Biz sevdik âşık olduk, Sevildik maşuk olduk. Her dem yeni doğarız Bizden kim usanası. YunusEmre İsimler büyülüdür. Sade büyülü mü, isimler hem de büyücüdür. Bir isimle ol ismi taşıyan, evvela hemnâm; bir zaman sonra hem-sıfat ve hemmeşrep; derken hemdil, hemkadeh ve hemsohbet; en nihayetinde de hemsefer oluverirler. Sefer vakti kapıya dayandığında, yolcu yolunda, hancı hanında gerektir. Evvelbahar, dağları, bayırları, meyvaya durmuş dalları, kuşların kanatlarını, hatta hızını alamadığından olsa gerek, yakaladığı kirpi yavrularının dikenlerini, evvela parlatıp ardından hercai renklere boyamakla haşır neşirdi. O bunları yaparken, Dürri Baba tekkesinde hummalı bir faaliyet, telaşlı bir koşuşturma yaşanıyordu. Biri köhnebahar-da, diğeri evvelbaharda olmak üzere senede iki kez düzenlenen Ruz-ı Muhabbet yaklaşmaktaydı. Tekmil tekke ahalisi köşelerine çekilmiş hafızalarına çekidüzen verme ve hayallerini doludizgin koşturma telaşı içindeyken, bir tek Pinhan olan bitenin tamamıyla dışındaydı. Gene aynı şeylerin başına geleceğini gayet iyi bildiği için kendini tamamıyla kapatmış, etrafındakilerin umursamazlığına benzeri bir umursamazlıkla yanıt vermeyi kafasına koymuştu.

Zira şimdiye değin her Ruz-ı Muhabbet öncesi sorduğu sualler yanıtsız bırakılmış, kısa süreliğine de olsa yabancılığı bir şamar gibi yüzüne vurulmuştu. İlk senelerde küçüklüğüne vermişti. Öyle ya henüz küçüktü, büyüdüğünde elbet o da Ruz-ı Muhabbet’e alınacaktı. Lâkin ne vücudunun büyüyüp serpilmesi, ne üzümünün çiğ yeşili terk ederek yavaş yavaş sararması, ne de delikanlı tüylerinin giderek sertleşmesi durumunda bir değişiklik yaratmıştı. Senelerdir Ruz-ı Muhabbet kapıları Pinhan’a sırlanmıştı.

Buna dayanamıyor, içten içe kahroluyordu. Umutsuzdu; yalnızdı; yabancıydı. Hal böyle iken.Dertli Hagopik uzaktan uzağa Pinhan’ı gözlemekte, delikanlıyı solduran derde çareler aramaktaydı. İşin aslı epeydir Hagopik aynı şeylere kafa yormakta, lâkin vaktin tamama erdiğinden bir türlü emin olamamaktaydı. Delikanlının tekkede görünmediği, belli ki dışarlarda dolandığı o uzun günün gecesinde, Hagopik, onun artık büyümekte olduğunu anladı. Hagopik’e göre büyümenin alâmeti gözlerde saklıydı. Bu sebepten ötürüdür ki, Dertli Hagopik, Pinhan’m gözlerini arıyordu. İsmi Pinhan olalıberi durulan, her seher vakti ferahlayan yüreğinin akşam oldu mu daralmasına ses çıkarmayan bu çocuk, ten suretinde artık yeterince serpilmişti. Üstelik, serpilirken adamakıllı güzelleşmiş, çocuksu yüzünü mühürleyen iri, kara ve doğuştan sürmeli gözleri, incelmiş delikanlı çehresinin tam ortasına bir yangın alevi gibi düşmüştü.

Bakanların içini titretecek kadar güzelleşmişti Pinhan. Güzeldi güzel olmasına da, bunu kendi göremedikten sonra neye yarar? Hâlâ, sularda aksini aramayı aklından dahi geçirmeden, içinde yüzdüğü şişeyi derya sanmaktaydı. Dertli Hagopik bunları görüyor, gördüklerini “al gönlüm doya doya seyreyle” diyerek üst üste istifliyordu. Ne var ki, delikanlının dışarlarda dolandığı gün, ona, şimdiye değin gönül gözüyle ne gördüyse bir bir anlatmaya karar vermişti. Şimdi, en münasip zamanı kollamaktaydı. Bir akşam üstü, tuttu, Pinhan’dan koyu, bol şekerli ve bol köpüklü bir kahve istedi. Bu istek Pinhan’ı epey şaşırttı. Zira Dertli Hagopik ağzına iptila yaratacak hiçbir şey koymaz; böylesinin aklı ve yüreği pek tuttuğuna körükörüne inanırdı. Körükörüne demekte fayda var zira Hagopik ne kahveyi, ne afyonu, ne şarabı, ne de tütünü tatmıştı.

Demek bu akşam kendi hudutlarına savaş açacaktı. Savaş toprağın altında ve üstünde süredursun, o, altın yaldızlı bir fincana taksim edilen kahvesini, kırk yıllık tiryaki imişçesine höpürdeterek içmekten, dilini keyifle şapırdatmaktan geri durmadı. Pinhan o vakit gülümseyerek, gayet samimi bir coşkuyla, “Aşkolsun!” dedi. “Aşkın cemal olsun,” dedi Dertli Hagopik delikanlının gözlerinin içine dosdoğru bakarak. “Cemalin nur olsun,” dedi Pinhan, başını hafifçe eğip, hürmetini göstererek.

“Nurun âlâ nur olsun,” dedi Dertli Hagopik iki yudum arası.

Sonra, her daim dolu dolu olan gözpmarlarını ışığa çevirerek, “bilirsin Pinhan. Ben seni yıllar var ki uzaktan seyreder; bir eksiğin, bir derdin olduğunu anladığımda da yambaşında yabani ot misali biti-veririm. Başka zamanlarda ilişmem yanına. Ne zaman ki geniş dünya dar gelir sana, bu yürek senin için atar, bilesin,” diye ekledi. Tane tane, ağır ağır konuşmaktaydı. Pinhan bu ani sohbeti hayra yorduktan sonra, yarı uyanık yarı uykuda dinlemeye koyuldu. Dinlerken de ara sıra gözlerini iri iri açarak karşısında oturan adamın ne vakit ve nasıl eski vasıflarından arındığını ve bu ani değişikliğin baki olup olmadığım anlamaya çalışıyordu. Zira Dertli Hagopik, yani kahvenin kokusuna dahi katlanamayan; ağzını değil bıçak akma hançerler bile aça-mayan; insanlardan köşe bucak kaçıp boşlukla derileşen; gün boyu başım kaldırmadan siyah mine üzerine türlü türlü çiçekler, kuşlar işleyen; gözpınarlannda taşıyabileceklerinden fazla gözyaşı biriktiren Dertli Hagopik değil de, bambaşka biriydi sanki. Ve mütemadiyen konuşmakta, kelimeleri bir dil üstadı kadar rahat ve yerinde kullanarak sorulmayanı yanıtlamaktaydı. “Bana neden Dertli derler hiç düşündün mü Pinhan? Neden her daim böyle ağlamaklı gezdiğimi, günlerimi dostların arasında değil de karanlık kuytularda bir başıma geçirdiğimi hiç merak edip sordun mu kendine veyahut bir başkasına? Sorsan da fark etmezdi zaten, çünkü hiç kimse tam manâsıyla bilmez benim hikâyemi. Bir tek Dürri Baba bilir, o da bildiğini dilinden, gördüğünü gözlerinden sakınır, saklar. Sır vermez.

” Pinhan evvelki uykulu halinden tamamıyla sıyrılmış, Dürri Baha’nın adını duyduğu an irkilmiş, toparlanmıştı. Dürri Baba ile bir sırrı paylaşabilmek, ona hiç olmazsa bu vesileyle yakın olabilmek için can atıyor, hikâyenin devamını sabırsızlıkla bekliyordu. Lâkin Dertli Hagopik, karşısında merakla yanıp tutuşan gözleri adeta hiçe saymakta; gene öyle ağır ağır, tane tane, yudum yudum konuşmaktaydı. “Benim memleketimde, doğduğum, taşını toprağını karış karış gezdiğim, havasını soluduğum yerde, dört kitabın ehli bir arada yaşardı. Bir arada dediysem, mahallelerimiz ayrı; yediğimiz, içtiğimiz, âdetlerimiz ayrı; esvaplarımız ayrı; lâkin soluduğumuz hava, gördüğümüz güneş ve ay birdi.

Kuru yerlerin ahalisi pek kederli olurmuş derler, yalan değil. Kederimiz birdi. Aynı gökkubbeye yakınırdık. Aynı yıldızlara bakıp bakıp efkârlanır; aynı yıldızları hesap etmeye çalışırken uyuyakalırdık. Yan yana dizilmiş kapalı kutular gibiydik. Bizim oranın soğuğu pek meşhurdur. Kuru ayaz din, millet ayrımı bilmez tabii; iliklerine işler adamın, her kim olursan ol. Kış çöktüğünde kapalı kutular birbirine sokulurdu ama hudutların korunmasına da ayrı bir itina gösterilirdi. Hukukumuz vardı. Öyle hem yan yana, hem de birbirimize dokunmadan, el sürmeden ısınmaya, ısanamasak bile hiç olmazsa donmadan bir kışı daha geçirmeye çalışırdık. “Biz kuşaklardır sarraflık ederdik orada.

Babam da, dedem de, dedemin babası da aynı mesleğin erbabıydı. Babama Ohannes usta diye seslenirdi herkes. Dükkânda benim de böyle seslenmem icap ederdi. Eve döndüğümüzde babam, dükkâna gittiğimizde ustam olurdu. Benden evvel sırada agbim vardı aslında, ama Dikran doğuştan sakattı. Elleri, bacakları tutmazdı.  

Benzer İçerikler

Zehiri kim verdi – AGATHA CHRISTIE (MURDER IS EASY)

yakutlu

Kudret – Ann Leckie – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy