..Kızıl saçılıymış Piraye.
Kendimi, keşke ben de kızıl saçlı olsaydım, diye hayıflanırken yakaladım kaç kez…
Okudukça, dizelerin arasına dalıp kendimden geçtikçe, tehlikeli bir biçimde özdeşleşiyordum Piraye’yle.
Tiyatro sahnemde, bundan sonraki rolüm belliydi artık. Nazım Hikmet’in Piraye’si rolünü oynamak…
Peki bana eşlik edecek oyuncu kim olacaktı?
Bunu düşünmek bile anlamsızdı; karşımda Nazım vardı ya…
I
Umarsız bir boyun eğişle yürümeye zorlandığım, bana son derece yavan ve çorak görünen bu yolun başında, ilk adımımı atmaya hazırlanırken böylesine bir heyecan duyabileceğimi asla düşünemezdim.
Yüreğimin gölgeli, kuytu bir köşesinde: kendi seçtiğim yolda yürüyor olsaydım, bu heyecana bambaşka coşkuların eşlik edeceğini söyleyen, duymamaya gayret ettiğim, gittikçe cilızlaşan bir ses var.
Evet, artık çok geç!
Bugün üniversiteye başlıyorum. Marmara Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi’ne.
Bu. tüm duygu ve düşüncelerime zıt seçim bana ait değildi.
Ama haksızlık etmemeliyim. Son karar bana bırakılmıştı. Öne sürdüğüm seçeneklerin üstleri çeşitli nedenlerle çizildikten sonra, elim kolum bağlı, kendi tercihimi kendim yapmıştım.
Ben de. belli kuralların dışına çıkamayan, hatta bazı konularda tutucu sayılabilecek aileme inat edercesine, hiç de onaylanmayacak istekler sıralamıştım ama…
Toplum içinde saygın bir yere sahip, örnek insan, yirmi beş yıllık diş doktoru bir baba: kızının, konservatuvarın tiyatro bölümüne gitmesini nasıl kabul edebilirdi?
Ah babacığım! Tiyatronun nasıl farklı bir dünya olduğunu bilebilseydin… Sahnenin karşısında, seyirci konumunda oturmanın Ötesine geçmek için. neler verebileceğimi bir görseydin. Sen ne düşünürsen düşün, benim dünyam orası! Kimi zaman, “Nerelere gittin gene Piraye?” dersin ya… Kısa bir kaçamak yapmışımdır dünyama. Kendi yazdığım senaryonun bir parçası oluvermişindir. Bazen bir Ortaçağ prensesi, bazen sıradan bir Anadolu kadını, bazen de haşarı bir genç kız vardır karşında. Ama sen bunları nereden bileceksin ki?
Kütüphanedeki kitaplarıma göz attın mı hiç? Yaşıtlarını aşk romanı okurken: benim kızım nelere sardırmış, diye merak ettin mi?
Shakespeare’ in Fırtına ‘sim satır satır ezberlediğimi söylesem inanır mısın? Bir olumsuzluk karşısında, “Bizi o saat neden öldürmediler?” diye sesimi yükselttiğimde, karşındakinin Miranda olduğunu nasıl ayrımsamadın? Neyse, dedim ya. arlık çok geç.
Ama bilin ki. herkes bilsin ki, karşınızda Piraye olarak gördüğünüz ben. farklı kimliklerle aranızda dolanıp durmayı sürdüreceğim…
Tiyatroculuğun toplumumuzda hâlâ bir uç nokta olarak görüldüğünün ben de. içim kanayarak da olsa. ayrımındaydım. Ama Edebiyat. Gazetecilik. RadyoTelevizyon bölümleri için neden aynı katı tepkiyle karşılaştığımı bilemiyordum.
Ablamın liseden sonra, erkencecik evlenip gitmesi, ailenin tüm beklentilerini benim omuzlarıma yüklemişti galiba.
“Muayenehane de hazır,” demişti babam. “Beraber çalışırız. Bir süre sonra da ben çekilirim, tümüyle sana kalır Bu arada, bol bol okuyup yazma fırsatı da bulabilirsin.”
İşin içinde belirgin bir bencillik kokusu olduğunu, rahat emeklilik sürme uğruna, piyon gibi öne sürüldüğümü, çok sonraları anlayacaktım.
Ama o zaman, bunu düşünmek bile büyük saygısızlıktı. Benim gibi iyi yetiştirilmiş bir aile kızına ise hiç mi hiç yakışmazdı…
Oysa babacığım, beynimin ve yüreğimin kıvrımlarındaki edebiyat tutkusunu, hatla tiyatro aşkını, bir bakıma sen yaratmıştın.
Bana koyduğun Piraye adıyla.,.
Önce anneme sormuştum. Ablamın Hatice, benim Piraye olmamın özel bir anlamı var mı diye.
“Babanın marifeti,” diye kayıtsızca omuz silkinişti. “Daha doğmadan hazırdı adlarınız. Kendisi farklı hikâyeler anlatsa da. eski takımdan olduğunu sanıyorum/’
Bu kadar yavan, bu kadar basite indirgenmiş bir açıklamayla yetinemezdim. Gerçeği ilk ağızdan duymalıydım.
Bu inatçı çabamın, beni bambaşka bir dünyaya taşıyacağını; Önümde, göz kamaştırıcı bir aydınlığa uzanan pencerenin kanatlarını sonsuza dek açacağını nereden bilebilirdim?
Doğduğum günden beri genlerimde taşıdığıma inandığım edebiyat ve şiir tohumları, filiz vermek için, babamla adım konusunda yapacağım o eşsiz konuşmayı bekliyormuş meğer… “Piraye. Nâzım Hikmetin karısı. Tam adı Halice Piraye’dir. Nâzım Hikmet’in onun için yazdığı şiirler ve mektuplar. edebiyatımızın gerçek yüz aklarıdır.”
İlk tepkim şaşkınlık oldu.
Babam elinden kitap düşmeyen, aydın bir insandı. Ama onun, kızlarına bir şairin hem de yasaklı bir şairin karısının adını verecek kadar edebiyat tutkunu olduğunu yeni keşfediyordum.
“Şiiri gerçek yüzüyle tanımak istiyorsan. Nâzım’ı okumalısın! Kitaplığımdan istediğin kitabı alabilirsin.”
Bir şaşkınlıktan diğerine sürükleniyordum. Nâzım Hikmet’in tabu olmaktan henüz kurtulamadığı günlerde; babam, onu okumaya ve tanımaya yönlendiriyordu beni.
Konuşmamızın sonunda, farklı bir Piraye vardı karşısında. Bu adı taşımaya yüreklendirilmiş, ama gerçek Piraye hakkında hiçbir fikri olmayan bir yeniyetme…
İşin bir başka boyutu da: babamın, beni Nâzım Hikmet’in kızıl güllerle bezeli Şiiristan’ına taşırken, sonraki yıllarda benliğime egemen olacak sol görüşlere de uygun bir ortam yaratınasiydi.
Lise yıllarındaki kompozisyon derslerinde, verilen konu ne olursa olsun, sözü hep özgürlük ve eşitliğe getirip, elimde olmadan aşırıya kaçarak yazdığım yazıların geri dönüşlerini heyecanla bekleyişim…
Her seferinde, içimi saran disipline gitme korkusunu, “gizli kahraman” edalarıyla keyfe dönüştürüşüm… Bundan duyduğum o garip, o çılgınca zevk…
Hepsinin başlangıcı işle bu konuşmaydı!
Kancığım
Hasretliğin on ikinci yıh bu
on ikinci yıh
Gönül ağzına kadar dolu
Sen diyorum İstanbul geliyor aklıma » istanbul diyorum sen
Sen şehrim kadar güzelsin
Şehrim senin kadar acılı.
Demir parmaklıkların gerisinde Nâzım Hikmet. Piraye dışarıda: Nâzıın’a ve aşkına tutsak. Tam on iki yıl beklemiş onu. Kendisi için yazılan, özlem yüklü, aşk kokulu şiirleri hak elmek istercesine…
Kızıl saçlıymış Piraye.
Kendimi, keşke ben de kızıl saçlı olsaydım, diye hayıflanır* ken yakaladım kaç kez…
Okudukça, dizelerin arasına dalıp kendimden geçtikçe, tehlikeli bir biçimde özdeşleşiyordum Piraye’yle.
Tiyatro sahnemde, bundan sonraki rolüm belliydi artık. Nâzım Hikmet’in Pirayesi rolünü oynamak…
Peki, bana eşlik edecek oyuncu kim olacaktı? Bunu düşünmek anlamsızdı; karşımda Nazım vardı ya…
Bahardı sevgilim bahardı ve bahtiyar olmak için
toprakta, havada, suda, her şey vardı sevgilim.
her şey hazırdı
her şey vardı.
Baharın coşkusunu bile sevgiliyle paylaman,
Kimbilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi uzaktan seyret/neşeydik ruhunu birbirimizin. Kimbilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden belki bu kadar yakın olamazdık birbirimize…
en yakıcı, en kavurgan, en amansız ayrılıktan bile, sevdiğine bir yakınlık payı çıkarabilen eşsiz şair… Bir ikincisini bulabilmek olanaksız!
Ya Nazım gibi bir sevgili?
Ne kadar ulaşılmaz bir hayal!…
En yakınlarım bile ayrımında değildi ama. bambaşka bir iklimin insanıydım artık ben.
Annemin, geleceğim hakkındaki yönlendirici düşünceleri de iç dünyamın duvarları dışında kalmaya mahkûmdu haliyle…
Babamla aralarında tutkulu bir aşk yaşanmasa da, uzun yıllara yetecek yoğunlukla; sevgi, saygı ve sıcaklık olduğu kesindi. Bu kadarının bana da yeteceğini sanıyordu anlaşılan.
“Yeni bir sayfa açılıyor önünde… Bizler çağdaş düşünceli insanlarız. Hayal arkadaşını tabii ki sen seçeceksin. En büyük yol göstericin, kendi aklın… Üniversite çok farklı bir ortam. Kütüphanede, kantinde; ders çalışırken, arkadaşlar arasında sohbet ederken… Anlatabileceğini düşündüğün biri çıkabilir karşına. Aile yapımıza, yaşam tanımıza uyarsa, neden olmasın?”
Ablamın ailece onaylanmayan bir evlilik yapması, genç yaşta iki çocukla bezgin bir ev kadım haline dönüşmesi gözünü korkutmuştu annemin. Ama daha yolun başında bu tür şartlandırın konuşmalar dinlemeye de hiç niyetim yoktu doğrusu.
Benden olumlu bir yanıt, rahatlatıcı bir onaylama bekleyen annemin gözlerine baktım.
“Ama benim şartlarım ağır dedim, “Bana şiir yazmalı o insan! Tüm duygularını dizelerle anlatmalı..
“Deli kız diye güldü annem. Onun şaka olarak nitelendirdiği gerçekliğin* tüm hücrelerime nasıl sinmiş olduğunu bilmeden…
Gülkurusu pembe kupon kumaştan döpiyesimi Terzi Numan’ı diktirdik. İçindeki, siyah üzerine pembe çiçeklerle desenlenmiş. devrik yaka bluzu da.
Terzi işi, ciddi görünümlü ilk giysim oluyordu bu. Bence gereksizdi. Ama annem öyle istemişti. Okulun açılış gününde, işin resmiyetine uygun tarzda giyinmeliydim.
Hiç alışık olmadığım ince çoraplar, kısa ökçeli, bilekten bağlı siyah süet ayakkabılar, omzuma attığım süet çanta; babamın not almam için armağan ettiği deri kaplı bloknot, kenarına takılı şık bir dolmakalem…
Bana kalsa yüzümü yıkayıp; uzun. düz saçlarımı şöyle bir tarayıp, çıkar giderdim. Ancak, annemin yönlendirmesiyle, yanaklarımı hafif bir allıkla renklendirmek zorunda kaldım. Dudaklarıma renksiz parlatıcı, gözlerime bir iki dokunuştuk rimel..
Hazırdım.
Karcısında alışılmışın dışında bir Piraye gören babam, gözlerinden taşan hayranlık ve gururla bir süre süzdü beni. Sonra sımsıkı tırıldı.
“Seni ben bırakayım istersen…”
Gerek yoklu. Evimiz Nişantaşı’ndaydı. Okulum da Marmara Üniversitesi Nişantaşı Kampüsünde.
Annem, gözleri dolu dolu. kucakladı beni.
“Yolun açık olsun yavrum.”
Kapıdan çıkarken. İstemeden kabullendiğim yeni bir okula, yepyeni bir döneme adım atma heyecanının, gitgide anan bir sevinç dalgası halinde her yanımı sardığını hayretle duyumsadım.
Annemin son sözlerini tekrarladım içimden…
“Yolun açık olsun Pireye!…”
2
İlkokulun birinci sınıfına yeni başlayan çocukların ürkek, ağlamaklı hallerini şimdi daha iyi anlıyorum. Hangi yaşla olursa olsun, yeni bir çevrenin bireyi konumundaki insanın, benzer ürkeklikleri göstermesinin kaçınılmazlığını kendimde yaşıyorum çünkü.
Eski öğrenciler rahat… Kampusun bahçesinde; otoparkla okulu birbirine bağlayan merdivenlerin üzerinde oturmuş, keyifli sohbetlere dalmışlar bile.
Öğrenci işlerinden yıllık ders programını alıp merdivenlerin en üst basamağına oturuyorum ben de. Elimde yalnız bu yılın iki sömestrinin değil, tüm öğrenim döneminin, beş yıllık dökümü var.
Enine boyuna incelemeye koyuluyorum. İlk yıl, genellikle temel bilimlere ağırlık verilmiş. Biyofizik, biyoloji, genetik,