Kedi fare oyunu değil bu, kedi ile farenin oyunu!
“Ötekileştirilenlerin” hayatına göz kırpan cesur eserleriyle Alman çocuk ve gençlik edebiyatının hayranlık uyandıran yazarlarından biri olan Andreas Steinhöfel, güçlü kalemini bu kez ezber bozan bir kedi fare hikâyesinde konuşturuyor: Pırıltılı ile Kokuş.
Farklılıkları nedeniyle aileleri tarafından istenmeyen bir pırılkedi ile kokarfarenin hayret verici arkadaşlığını sayfalarına taşıyan bu matrak kitap, dünyayı (neredeyse) baştan sona kateden iki kafadarın çizgi filmlere şapka çıkartan serüvenlerini konu ediniyor.
Etiketleme, tektipleştirme, diğerleştirme ve dışlama gibi ayırımcı yaklaşımlar üzerine okurlarını düşündüren Pırıltılı ile Kokuş; görünenin ardında yatan gerçeği ince bir mizahla, ustalıkla yansıtıyor.
Bir türlü parıldayıp ışıldayamayan talihsiz kedi Pırıltılı ile etrafı pis pis kokutan şansız fare Kokuş’un yolları sokak ortasında tesadüfen kesişir. Biri türünün özelliklerini hiç göstermediği, diğeri ise fazla gösterdiği için, ait oldukları çevreden dışlanmış ve yaşadıkları evden kovulmuşlardır. Normal koşullarda bir araya gelmeleri pek de mümkün görünmeyen bu iki kader ortağı çok geçmeden sıkı arkadaş olurlar. Birlikten doğan gücü keşfeden Pırıltılı ile Kokuş, yaralarını hızlıca sarıp, hayatlarında yepyeni bir sayfa açmaya karar verirler. Korkutucu, endişe verici eski günleri geride bırakıp, neşeli, eğlenceli ve umut dolu bir geleceğe koşmaya hazırdırlar. Ama önce halletmeleri gereken birkaç küçük mesele vardır…
Kaderlerini yeniden çizmek hayaliyle ortaklaşa bir yaşam kuran iki yoldaşın başından geçen komik olayları anlatan Steinhöfel, bu kitabıyla alışılagelmiş kedi fare hikâyelerine bambaşka bir yorum getiriyor.
Sevginin, paylaşmanın ve dayanışmanın arkadaşlığın olmazsa olmazları arasında yer aldığını hatırlatan Pırıltılı ile Kokuş, bizi biricik kılan farklılıklarımızla barışık kalmanın hayatımızı ne denli güzelleştireceğine vurgu yapıyor
Birinci Bölüm
Pırıltılı, Kokuş ile Tanışıyor
Pırılkediler pırıldar, adı üstünde. Gerçek bir pırılkedi, hani şu hasbehas olanlardan, cızırdayan maytaplarla süslü bir yılbaşı ağacından bile güzel görünür. Hatta, binlerce havai fişek tarafından rengârenk ışıklarla aydınlatılan bir yılbaşı gecesinden bile güzeldirler. İşte bu yüzden, pırılkedileri herkes sever. Daha önce bir pırılkedi görmediysen, bu senin suçun. Kimse öyle çıkıp da “pırılkedi diye bir şey yoktur” diyemez. Tabii ki var. Hem de istemediğin kadar. Gerçi, örneğin Bay Balıkçı gibi senin de bir pırılkedin olsa, onu kimseye göstermezsin. Bay Balıkçı hep şöyle der: “Aklımı mı kaçırdım ben? Pırılkedimi birine gösterecek olsam hemencecik çalarlar!”
Haksız da sayılmaz. Bizim buralarda, arabadan ya da çikolatadan çok, pırılkedi çalınır. Ne de olsa çok değerliler. Hatta bazen kaçırılırlar ve fidye karşılığında geri salınırlar. Ya da bazen… Neyse, boş ver. Zaten bizim hikâyemiz, Bay Balıkçı ve onun pırılkedisiyle ilgili. Günün birinde bu pırılkedinin üç yavrusu oldu. Elbette bu, Bay Balıkçı’nın çok hoşuna gitti. Üç pırılkedi daha! Böylece bir yığın para kazanabilecekti! Pırılkediler şöyledir: Önce parıldarlar, sonra titrek titrek ışıldarlar; biraz büyüdükten sonra da, yani nereden baksan iki aylık olduklarında, ışıklar saçarlar. Fakat Bay Balıkçı’nın yeni pırılkedilerinden biri, iki aylık olmasına rağmen azıcık bile parıldamıyordu. Hiç. Paslı bir madenî para kadar bile. Tabii bu durumun, adı Pırıltılı olan yavru kedi için hiçbir önemi yoktu.
En azından, ilk başlarda. Parıldayıp parıldamamak pırılkedilerin umurunda bile değildir. Tıpkı kokarfarelerin de, “Acaba kokuyor muyum, yoksa kokmuyor muyum?” diye düşünmedikleri gibi. Gerçi bunun pek bir önemi yok şu anda. Önemli olan şey, Pırıltılı parıldamadığı için, Bay Balıkçı’nın küplere binmiş olması. Gerçekten. Öyle öfkeliydi ki, aradan üç ay geçip de kardeşleri sanki Noel ile yılbaşını alıp karıştırmışsın gibi ışıldarken, Pırıltılı’yı dışarı atıvermişti. Hem de fırtınalı, buz gibi bir günde. İyi insanlar böyle davranmazlar. Ama şu Bay Balıkçı, berbat bir tipti. Başka türlüsünü bilmiyordu. Parıldamıyor musun, defol git o zaman! Onun için bu kadar basitti işte. Pırıltılı, sırılsıklam sokakta oturup kalmıştı. Poposu üşüyordu. İçeri alsın diye Bay Balıkçı’nın evinin kapısını tırmalayıp durdu.
Ama Bay Balıkçı… Aah ah… Pislik dediğin böyledir işte. Pırıltılı da aynı böyle düşünüyordu. Şu pislikler, böyledirler işte! Böyle söylemek poposunun ısınmasını sağlamıyordu, ama en azından kendini daha iyi hissettiriyordu. Fakat bir süre sonra bu da işe yaramaz olunca, ağlamaya başladı. Gerçi bunun da pek yardımı dokunmadı, o yüzden yarım saat sonra ağlamayı da kesti. Bu iş böyle devam edemez, diye düşündü Pırıltılı. Sokağın bir aşağısına baktı, bir yukarısına. Hava karardığından, pek bir şey gözükmüyordu. Tek görebildiği, sokak lambalarıydı; bir de lambaların altında ışıl ışıl parlayan, ıslak sokaklar… Tam o sırada yine biraz ağlamaklı oldu, çünkü hiçbir zaman, yağmurda ıslanmış bir sokak gibi parlayamayacağını biliyordu. Ama kendini topladı Pırıltılı. Sonra da parıldayan her şeyin, aptalca olduğuna karar verdi. Aptal yağmur! diye geçirdi içinden ve soğukta yürümeye devam etti. Pırıltılı, o gece bir kokarfareye rastlamasaydı, kesin nezle olurdu. Kokarfarelerin anlaşılmayan bir yanı yoktur. Pırılkediler neyse, kokarfareler tam tersidir. Aslında kesinlikle kokmazlar, sadece isimleri böyledir. Ama bir kere kokmayagörsünler, hemen kapı dışarı edilirler. Hem de öyle, Bay Balıkçı ya da onun kadar pislik biri tarafından da değil. Kendi aileleri kovar onları! Ve bu çok daha beter bir şeydir. Kimse böyle bir şeyi hak etmez. Kokarfareler de. Ama işte, olmuştu bir kere. Kokuş gerçekten de rezalet kokuyordu ve evden kovulmuştu. Şimdi de sokağın sonundaki otobüs durağında oturmuş, tadı daha güzel olanını bulamadığından, ahududulu çiklet çiğniyordu. O sırada Pırıltılı çıkageldi.
“Hey!” diye seslendi Kokuş. Pırıltılı, sırılsıklamdı. Perişan hâldeydi ve donuyordu. Bütün dünya ona saçma geliyordu, yetmiyormuş gibi şimdi de şu fare onu lafa tutacaktı. “Benim adım Pırıltılı, ‘Hey’ değil!” diye bağırdı fareye. Gerçi fare kötü bir şey yapmamıştı. Ama etrafta bağırılacak başka kimse yoktu ve Pırıltılı çok sinirliydi ve üşümüştü ve nezle olmak üzereydi. “Benim adım da Kokuş,” dedi Kokuş. “Üşüyor musun?” “Donuyorum,” dedi Pırıltılı ve bu konuda çok ciddiydi. “Kuru bir yer biliyorum,” dedi Kokuş. “İstersen seni oraya götürebilirim.” “Neden?” diye sordu Pırıltılı. “Gayet açık aslında,” dedi Kokuş. “Artık arkadaşız da ondan.” “Yok ya?” dedi Pırıltılı. “Olur mu öyle şey? Fareyle kedi arkadaş olamaz.” “Kim demiş?” diye sordu Kokuş. Kim mi demiş? Pırıltılı bunu bilmiyordu. Aslında, bunu hiç kimse bilmiyordu. Herkes böyle düşünür, oysa bu büyük bir saçmalıktan ibarettir. “Ee, ne diyorsun?” diye sordu Kokuş.
Bir arkadaşının olması Pırıltılı’nın çok hoşuna giderdi. Tamam, Kokuş belki bir fareydi, ama en azından parıldamıyordu. Kimsesiz kalmaktansa kokarfareyle dost olmak daha iyi, diye düşündü Pırıltılı. “Tamam o zaman,” dedi. “Harika!” diye haykırdı Kokuş. “Çiklet ister misin?” “Hayır, teşekkürler,” dedi Pırıltılı. “Hadi bir an önce şu kuru yere gidelim.” Böylece Kokuş yola koyuldu, Pırıltılı da onu takip etti. On dakika sonra, şehrin dışındaki bir ahıra vardılar. Kapısı birazcık aralıktı. Kediler, ki buna pırılkediler de dâhildi, kendilerini ufalttıkça ufaltabildiklerinden, Pırıltılı o aralıktan kolayca içeri süzülebildi. Kokuş da tabii. Ne de olsa kokarfarelerin boyu da tüm diğer fareler kadardır. Ahırın içinde bir yığın saman vardı. Kokuş ağzındaki çikleti çıkarıp samanları gösterdi. “Bu gece bunların üstünde yatacağız,” dedi. “Fena sayılmaz,” diye karşılık verdi Pırıltılı. Samanların üzerine yerleştiler. Bir süre sonra Kokuş, Pırıltılı’nın dibine girip öyle bir sokuldu ki… İkisi için de çok hoştu.
“Biliyor musun?” dedi Pırıltılı.
“Neyi?” dedi Kokuş.
“Ölü balık gibi kokuyorsun.”
“Özür dilerim,” dedi Kokuş. “Her gün başka bir
şey kokuyorum.”
“Önemi yok,” diye mırıldandı Pırıltılı.
Etraflarını kaplayan samanlar sıcacıktı, neredeyse uyuyakalmak üzerelerdi.
“Ama bir şey daha diyeceğim, Kokuş,” dedi Pırıltılı.
“Neymiş?”
“Sen benim dünyadaki tek arkadaşımsın ve ne kadar istersen o kadar kokabilirsin.”
“Teşekkürler,” dedi Kokuş.
Sonra da birlikte uyuyakaldılar. Bir tek, ahırın çatısına hafif hafif düşen yağmur damlalarının çıkardığı ses işitiliyordu.
…