“Bir şeyi yapmaya cesaret edemediğimizde, bu onun zor olduğu anlamına gelmez, o şey cesaret edemediğimiz için zordur.” diyen Seneca’nın ve şamanların yoludur bu. Bu yolda kişinin kendi korkularıyla yüzleşmesi, acılarından kurtulması için onları belirleme cesaretini göstermesi gerekir. Ve kalbinde sevgiye yer açmak için kinlerini sığındıkları yerlerden çıkarıp kovması gerekir.
Kitap bir kurtuluş öyküsüdür.
Bu kitapta bir hatıra defteri tadı bulacaksınız ve bugün kişisel gelişim uzmanı olan Catherine’le zaman içinde ileri-geri giderek, umutsuzluğun nasıl umuda dönüştüğünün öyküsünü okuyacaksınız.
***
Kendini tanı!
Sokrates
İlk okuyucum ve sadık arkadaşım Jean-Louis
Servan-Schreiber’e,
Dostça yardımlarından dolayı Cécile Rouède’ye,
Kitabımı sevecenlikle savunduğu için Martine Desmoulins’e,
Coşkuları ve olağanüstü kararlılıkları ve teknik yetkinlikleri için Jacques Maire’e ve Jouvence Yayınevi’ne,
Terapistim Nadine Castein’e,
Mesleğinin inceliklerine son derece hakim olan
Saygıdeğer editör Pierre-Yves Margnoux’a
Teşekkürlerimle…
***
Saklanmak haz verir, ama insanların gelip sizi bulmaması büyük felakettir.
Donald W. Winnicott
Sonsuz rüyalar görmenizi ve bu rüyalardan bazılarını gerçekleştirmeyi delice arzu etmenizi dilerim.
Sevilmesi gereken şeyleri sevmenizi, unutmanız gerekenleri de unutmanızı dilerim.
Tutkulara kapılmanızı dilerim ve sessizlik içinde olmanızı dilerim.
Uyandığınızda çevrenizde kuş sesleri ve çocuk kahkahaları olmasını dilerim.
Çıkmazlara saplanmaya, kayıtsızlığa, çağımızın olumsuz güçlerine direnmenizi dilerim.
Kendiniz olmanızı dilerim.
Jacques Brel
Önsöz
Catherine Preljocaj kolay bir insan değil. Yaşayabilmek için verdiği savaş yüreğini dağlamış. Kişisel tarihi boyunca insanlar onu tehdit etmişler. Buna karşılık o da insanlara kalbini kapayabilirdi. Ölçülü ama içten gülümsemesi onun farklı bir yol seçtiğini gösteriyor. Catherine gücünü ve felsefesini başka insanlara yardım etmek için kullanmış: terapist olmuştur.
Hem sıkıntılarından kurtulmak, hem de tanıklık etmek için kendisini anlatmayı seçti. İlk kez 2001 yılında yayımlanan kitabın teması da bu. Catherine Arnavut kökenlidir. Kitabı, bu ülkenin dağları gibi muhteşem ve çetin bir anlatı, bir tür savaş röportajı. Bu savaşı, kızların maruz kaldığı ataerkil baskılara, her an içinde hapsolma riskiyle karşılaştığı marjinalleşmeye, modern çağın nihai felaketi kansere, yıkıcı ama oyalayıcı yaşam deneyimlerine duyduğu arzuya karşı, kendisine karşı veriyor Catherine.
Hayatın güçlüklerinin hatırlatılmasından kendilerini korumaya çalışan okurlar Catherine’in anılarını okuyunca onları ürkütecek bir kitapla mı karşılaşacaklar? Hiç de öyle değil. Zira bu kitapta Catherine’in kendine acımak şöyle dursun, bizi sıradan olmayan bu öykünün içine çekecek ritmi, mesafeyi, mizah duygusunu, aynı zamanda da gücü bulabildiğini görüyoruz. Gerçek yaşam öyküleri kendimizi iyi anlamamızı, başka insanlara da yakınlaşmamızı sağlıyor. Kitabı bu kadar çağdaş kılan arkaizmin ve cemaatçiliğin baskısı ile her zaman burun buruna olduğumuz yalnızlık riski arasında bağlantı kurmasıdır.
Bedensel ve ruhsal açıdan iyileştiği için Catherine Preljocaj hayranlığımızı uyandırıyor. Bize cesaret veriyor ve “Mutluluğu”nu… ilk başladığımızdan daha iyimser bir ruh haliyle bitiriyoruz. Kitabın, elinizdeki cep baskısı bu hayatta kalma reçetesine daha kolay ulaşılabilinmesini sağlayacaktır.
Jean-Louis Servan-Schreiber
6 Aralık
22 Temmuz l990
Başıma gelebilecekleri hissediyorum. Durum vahim.
Bu sabahtan beri Chantal’a ulaşmaya çalışıyorum. Telefonda iki üç kez ısrar ettim. Sekreteri öğleden sonra mutlaka beni arayacağını söyledi.
Yatağımda kaskatı kesilmiş, boğazım düğümlenmiş, hesap yapıyorum: Beni daha iki üç gün önce araması gerekirdi. Normalde her zaman telefonumu bağlatır; Chantal gastroenterologdur. Geçen hafta yapılan incelemeler midemde önemli bir ülserleşme olduğunu göstermiş, ameliyatın gerekli olduğu söylenmişti. Biyopsi yapıldı; laboratuvar sonuçlarının gelmesini bekliyoruz.
Telefon çalar çalmaz ahizeye yapıştım.
Oydu.
– Catherine çok özür dilerim. Biliyorum sana cevap vermekte geç kaldım ama bütün sonuçları kontrol edip uzmanlara ulaşmam gerekti. Bir sorun var; incelemeler hücrelerde düzensiz bir gelişme olduğunu gösteriyor. Sana Villejuif’ten randevu aldım.
Sessizlik çöktü. Ahizeyi boynuma sıkıştırmıştım. Ellerim karnımın üstündeydi. Anlamıştım.
– Kanser mi?
– Lenfoma. Kemoterapiye çok iyi cevap verir. Villejuif’te iyi bir ekip var.
– Kanser hastanesine gitmek istemiyorum. Kanserli hastaları görmek istemiyorum. Biliyorsun amcam iki ay önce kanserden öldü… Oraya gidemem. Ailem çok üzülür, telaşlanır.
Chantal, Villejuif Hastanesi kadar iyi başka bir hastaneye gitmemi öneriyor, ama Paris’te… Kabul ediyor ve ahizeyi kapatıyorum, yerle bir olmuş durumda…
Bu son darbe. Cehennem ateşine mi mahkûmum? Hayır, bu doğru değil. Benim başıma gelemez. Kötü bir rüya mı, korkunç bir kâbus mu bütün bunlar? Hayır hissettiğim acı çok gerçek. Karnıma saplanan bıçak bana korkunç darbeler indiriyor. Korkuyorum. Çok korkuyorum! Birden, hızla, bütün bedenime ateş yayıldığını hissediyorum ve endişem artıyor… İşte başım dönüyor. Ama gözlerimi kapamamalıyım. Kalkmalıyım, tepki göstermeliyim. Kaygıya, korkuya yenilmemeliyim. Vücudum buz gibi ama ayağa kalkınca yaprak gibi titremeye başlıyorum ve yatağa yığılıyorum.
Korkunç bir panik içindeyim. Ağlamak beni rahatlatabilir ama birden boğazım şiddetli bir şekilde acımaya başlıyor. Karnım gibi boğazım da zonkluyor. Ağlayamıyorum. Ağlamak istemiyorum. Eğer bir saniye ya da çeyrek saniye kendimi kontrol etmezsem öleceğimi hissediyorum. Amcam Rock’u düşünüyorum, ölümünü… Ölümle doğrudan doğruya ilk kez karşılaşmamdı bu. Oysa ailemde sık sık yas olur. Özellikle yabancı ülkelerde yaşayan aile fertlerinde. Ama aramızdaki coğrafi mesafe, ölümün çok uzaklarda olduğu izlemine kapılmama neden olmuştu. Ölüm o kadar elle tutulamayan, gözle görülemeyen bir şeydi ki bana erişebileceği, dokunabileceği aklıma bile gelmemişti. Geçen Mayıs ayının 11’inde olanlar ayrıntılarıyla gözümün önünde. Bir gün önce Kurosawa’nın Rüyalar isimli filminin galasına gitmiş, çok geç yatmıştım. Garipti! Japon yönetmenin son rüyası muhteşem ve neşeli bir cenaze törenini anlatıyordu… Daha sonra, ortak arkadaşlarımızla komşum Ann’ın otuzuncu yaşgününü kutlamıştık. Hava o kadar güzeldi ki eve yürüyerek dönmüştük.
11 Mayıs 1990
Derin bir uykudayım. Telefon çalıyor.
– Cathy, ben Sylvie. Sana kötü bir haber vereceğim. Rock öldü.
Kardeşim ağlıyor. İmkânsız bir şey bu! Amcam geçen hafta ameliyat olmuştu, doktorlar iyimserdiler. Saat kaç? Birden durumun farkına varıyorum…
– Ne zaman?
– Bu sabah saat altıda. Çabuk ol. Seni evinde bekliyorlar.
İçim acıyor ve babamın ne kadar üzüldüğünü de tahmin edebiliyorum. Rock onun Fransa’daki tek erkek kardeşiydi ve ikisi de Arnavutluk’ta yaşayan akrabalarını kırk yıldan fazladır görmemişlerdi. Biz Arnavutuz. En azından annem ve babam Arnavut. Bizdeki geleneğe göre, vefat eden kişinin anısına saygı için en az kırk gün müzik çalınmaması gerekir; buna rağmen Fauré’nin Requiem’ini çalıyorum. Bu müzik dinlediğim requiemler içinde en hafifi, meleklerin masumiyetini anımsatıyor. Onu Rock’un ruhuna armağan ediyorum. Müziğin güçlü ama saydam sesi yükselirken ne yapacağımı bilemediğimden kendi içime dalıyor ve duaya katılıyorum. Kederim koroyla birlikte artıyor.
Sonra ailemin yanına gittim. Korkunç bir gündü. Annem krematoryuma gidip amcamın başında durmamı istemişti. Acaba yorgunluktan mı yoksa içime attığım duygulardan mı ya da geçirdiğim şoktan mı, sancılarım yeniden yoğun bir şekilde artmıştı…
– Maïco (Anne), yalvarırım sana, ben oraya gidemem. Yani bugün gidemem. Karnım çok ağrıyor. Kötü hissediyorum kendimi.
Bana inanmak istemiyor, ısrar ediyor.
– Numara yapıyorsun! Seçme şansın yok. Gitmek zorundasın!
– Hayır. Onu görecek, ona dokunacak halim yok. Onu mümkün olduğu kadar canlı anımsamak istiyorum…
– Bırak rol yapmayı! Ailemizi utanca mı boğmak istiyorsun! İnsanlar ne düşünecek ha? Kalpsiz misin sen? Bizler için, ailen için hiçbir gayret göstermeyecek misin?
Sülalenin kötü kızı olmuştum. Bir kez daha… Bu bağırtılara çağırtılara alışıktım. Her şeye rağmen, evime dönüp bütün hafta sonunu yatakta geçirmeye karar vermiştim. Karnımın ağrısı bana o kadar ızdırap veriyordu ki. Amcamın vefatı beni tahminimden fazla üzmüştü. Çok yakın, şefkatli bir ilişkimiz yoktu ama Rock, babamların evinde on iki yıl kalmıştı. O zamanlar ben de, kardeşlerim de çok küçüktük. Aslında onu tanımayı ve sevmeyi kısa bir zaman önce öğrenmiştim. Hastalık bizi yakınlaştırmıştı ve bu yüzden bizi terk edişi daha da üzücü oldu.
*
O günü anımsadığım zaman annemin sert sözleri sanki balyoz gibi kafama iniyor ve ölüm korkusu beni, yeniden, daha da güçlü bir şekilde sarıyor. Sıra bende.
– Maïco, anla beni. Numara mumara değil. Öleceğim!
Dışarıda her şey ışık içinde yüzüyor. Güneşin parlaklığına tahammül edemiyorum. Panjurları kapatıyorum. Odanın loş olması bana iyi geliyor. Kafamın içi simsiyah. Bitkin, odanın bütün ayrıntılarını uzun uzun süzüyorum. Dağınık yatağımı, iskemlenin üzerinde duran giysilerimi, Woody Allen’in Manhattan filminin afişini, doğum günümde arkadaşlarımın armağanı küçük hi-fi müzik setini, yatağımın duvarına asılı eski komşum Carolin’in hediyesi tabloyu… Biraz daha ötede, mantar panoda bütün yaşamım, yaşamımın bütün fotoğrafları üst üste duruyor. New York’un ve iki üç ay kaldığım Madrid’in metrolarının planları. Daha altta, tam gözlerimin hizasında, gitmiş olduğum gösterilerin biletleri. Charles Trenet, Nina Simone, Higelin, Gainsbourg ve birçok başka konser. Üç hafta önce yapıştırmış olduğum I Muvrini’nin bileti bana organizasyonunda çalıştığım son gösteriyi anımsatıyor. Konserlerin görüntüleri zihnimde yeniden beliriyor. Çalışmaya devam edebilecek miyim?
Karnımdaki yangını yatıştırmak için kendi üzerime büzülmüş yerde yatıyorum. Kulağımı halıya dayadığımda metronun vınlamasını işitiyorum. Dışarıda yaşam devam ediyor…
Amcamın hastalığı bir yıldan az sürmüştü. Benim yaşayacak ne kadar zamanım vardı ki? Yaşam süremi yıllarla mı, aylarla mı, yoksa haftalarla mı ölçmem gerekiyor? O kadar korkuyorum ki haykırmak istiyorum. Telefona sarılıyorum. Biriyle konuşmam gerekiyor.
– Ann, bir sorunum var… Gelebilir misin?
Sesimin yorgunluğundan durumun acil olduğunu anlıyor. Kapısını çarparak kapattığını, yukarıya çıktığını duyuyorum. Zilimi çalıyor. İçeri girecek zaman bile bırakmıyorum. Nasıl söylemeliyim ona, içimi nasıl dökmeliyim, beni kemiren bu korkudan nasıl kurtulmalıyım?
– Ann laboratuvar sonuçları geldi. Kansermişim…
Sessizce bana bakıyor. Gözleri yaşlarla doluyor; ona sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum.
– Ölmek istemiyorum! Çok gencim daha. Ölüm bir haksızlık. Bana yapılan bir haksızlık. Daha değil, anlıyor musun beni?
Ann beni teselli etmeye çalışıyor.
– İyileşeceksin. Eminim iyileşeceksin…
Benimle böyle konuşması cesaret ister! Babası uzun zaman lenfomayla savaştı. Onunla kanser konusunu konuşmaya cesaret etmemin nedeni de bu. Ann hemen duruma hakim oluyor, çabucak babasını takip etmiş olan profesöre telefon edip durumumu anlatıyor. Telefonun hoparlörü açık olduğundan konuşulanları duyuyorum. Profesör sözü uzatmıyor.
– Ann, baban lenfomadan öldü. Açık konuşacağım seninle. Durum çok vahim.
Ona çeşitli sorular soruyor ve Ann benim yerime yanıtlıyor. Sonunda evli olup olmadığımı ve çocuklarımın olup olmadığını soruyor.
– Hayır çocuğu yok.
Durumum çok mu feci? Demek ki öyle. Telefon konuşmasının bizi yatıştırması, sakinleştirmesi gerekirken buz gibi bir duş etkisi yapıyor bana. Bir saatten beri ringdeymişim gibi. Birbiri arkasına darbeler yiyip duruyorum.
Sonraki saatler sanki gerçek dışı. Ann akşam yemeği için alışveriş yapmaya zorluyor beni. En sevdiğimiz hazır yemekleri alıyor: tarama, füme somon balığı, krep, limon ve bir şişe bourgueil şarabı.
– Ann’cığım çok iyisin ama aç değilim. Bütün bunları almasan olmaz mı?…
– Yılmayacağız. Bir musibet yeter de artar bile.
Chantal yeniden arıyor. Pitié-Salpétrière Hastanesi’nin hematoloji servis şefi Profesör B.’den dört gün sonraya randevu alabilmiş. Dört gün sonsuzluk gibi geliyor bana.
Gece geç saat. Uyku tutmuyor. Sabaha kadar aynı soruları tekrarlayıp duruyorum. Bu felâket neden benim başıma geldi ki? Neden ben? Neler olacak? Ameliyat mı edecekler beni? Peki kemoterapi? Acı çekecek miyim? Ölüm hemen beni alıp götürecek mi? Ne zaman öleceğim? Kurtulma şansım var mı?
Her şey o kadar hızlı ve şiddetli oldu ki! Bu sinsi, bu içten pazarlıklı hastalık saman altından su yürütüyor. Dışarıdan hiçbirşey belli değil. Yaşamımda hiçbir aksaklık yok. Ne kanamam oldu ne de beni aşırı derecede rahatsız eden bir belirti. Vücudumda lekeler ya da şişkinlikler yok, sabah uyandığımda gözlerimin altında morluklar da yok. Yalnızca beş kilo zayıflamışım; bu da bana yakışıyor… Demek her şey içimde oluşmuş, içimde gizlenmiş. Hastalığın belirtisi neydi? Bütün vücudumu kaplayan, bıçak gibi saplanan yakıcı sancılarım oluyordu. İnatla, hastalığın ne zaman başlamış olabileceğini tahmin etmeye çalışıyorum. Belki Ocak ayında başlamıştır. Yani bu yılın başından beri mi hastayım acaba?
*
O dönemde bir halkla ilişkiler şirketinde yönetici asistanıyım. İşim o kadar stresli ki günde iki paket sigara, gereğinden çok kahve içiyor, uyumak için uyku ilaçları, uyanmak için de vitamin alıyorum. Dolayısıyla midemin zaman zaman ekşimesini normal karşılıyorum. Ama hazım zorluğum da var; doktor hafif bir gastritim olduğunu söylüyor.
– Sizi temin ederim ki bu çok normal, çünkü sigara içiyorsunuz, diyor ve bana mide asidinden koruyucu ilaç veriyor.
Ama sancılarım sürüyor.
Ve Mayıs ayının başında o kadar çok artıyor ki beni yıllardan beri takip eden arkadaşım Marie-Françoise’ın fikrini almak ihtiyacını duyup evine akşam yemeğine gidiyorum. Doktorum endişelerimi paylaşmıyor.
– Çok streslisin. Ocak ayında hiçbir şeyin yoktu. Ocak’taki endoskopi kaygını gidermedi mi?
– Tabii ki giderdi. Ama aradan dört ay geçti. Şimdi belki de organik bir durum çıktı ortaya.
– Beni dinle Cathy. Yine söylüyorum sana. Stresten dolayıdır. Kafanın içinde bu…
Yani kimse semptomlarımı ciddiye almak istemiyor mu? Üç gün önce de bir arkadaş hemen hemen aynı şeyi söylüyor ve gerçek düşüncesini açıklıyor:
– Her şey senin zihninin içinde. İşini değiştirmen ve kendine yeni bir sevgili bulman yeter bence. Bütün sorunlarını çözersin böylece.
– Şunu yapman yeter, bunu yapman yeter! Söylemesi kolay. Bana başka bir şeyler öneremez misiniz?
Arkadaşımın yanıtı beni sinirlendirmişti. Doğrudur. İş yeri şartlarından, patronum Martine ile kötü ilişkilerimden, evli bir adamla zaman zaman yaşadığım ilişkimden şikayetçi olduğum doğrudur. Şirkette Martine de bana aynı şarkıyı defalarca ve defalarca tekrar ettiğinden, en sonunda herkese inanmış ve susmayı kabul etmiştim.
Ve o sabaha kadar sustum.
Sabah uyanır uyanmaz daha da şiddetli bir kriz. Sancı, birdenbire, resmen nefesimi kesiyor. İki saat boyunca her zamanki basit ilaçlarımı deniyorum. Bir bardak sıcak süt, dört küçük paket mide ilacı alıyor ve yatarak, ayakta, çömelik, birbiri arkasına bütün pozisyonları deniyorum. Hiçbir şey sancımı dindirmiyor. Martine’e işe gelemeyeceğimi söylüyorum. Hiç hoşlanmıyor bundan ve tepkisi beni çok üzüyor. Halbuki hafta sonu ile Uruç Yortusu arasındaki köprü-tatil sırasında devasa bir dosyayı tamamlamasına yardım etmiştim. Tatil olmasına aldırmadan Saint Antoine Hastanesi’nin acil servisine başvuruyorum.
Beni muayene ettikten sonra doktor dayanma gücüme şaşırıp kalıyor.
– Neden bu kadar beklediniz? Midenizdeki delikle bu acıya nasıl dayandınız?
Psikolojik değerlendirmeleriyle kafamı şişiren bütün arkadaşlarıma çok kızıyorum.
“Doktor,” diyorum kafamı göstererek “buradan uyduruyorsun” dediler bana! Tamam, en azından hastalığımın ne olduğunu biliyorum. Herkesin çevresinde ülserli kişiler vardır.
Haziran sonunda biyopsiler bir iltihaplanma olduğunu gösteriyor. Durumumun gerçekten vahim olduğunu anlayabilmem için, en sonunda, bir gastroenterologla birkaç kez daha görüşmem gerekiyor. İlk randevumda uzman doktor her şeyin iyi olacağını, sancıların strese bağlı olduğunu, içimin rahat etmesini söylüyor. İş için raporumu imzalıyor, ama son görüşmemizde garip bir söz sarfediyor:
– Şaşılacak bir şey, genelde bu enfeksiyon çok daha yaşlı insanlarda görülür…
Bu cümle kafamda dönüp duruyor ve gece uykumu kaçırıyor. Ve bundan müşterilerimden birine bahsediyorum. Gladys, gastroenteroloğu değiştirmemi tavsiye ediyor ve bana arkadaşlarından birini salık veriyor.
Kendimi Chantal’a çabucak yakın hissediyor, hemen güveniyorum ona.
Hastanede, kısa boylu, ufak tefek, güzel yüzünü çevreleyen uzun kahverengi saçlı, kocaman siyah gözlü, dinamik, genç bir kadının bana doğru hızlı adımlarla geldiğini görüyorum. Beyaz gömleğine rağmen Chantal’da ne doktor havası ne de doktor tavırları var. Bazı meslektaşlarının tersine konuşmamız sırasında gülümsüyor; anlamlı soruları ve dikkatli dinleyişi beni derinden etkiliyor. Chantal, vakit kaybetmeden, ayrıntılı bir araştırmaya başlamak için birçok yeni tetkik ve kan tahlili istiyor, ilaçlarımın miktarını değiştiriyor ve hastalık raporumu uzatıyor. Böylece, dinlenmek için, güneşli Landes bölgesine gitmeye karar veriyorum. Bu tatil sayesinde Paris’e formda ve sağlıklı bir görünümle dönmüş olsam da bedenim acı çekmeye devam ediyor.