N.Y. için
(Novae Fulguri)
tui lucent oculi
sicut solis radii
sicut splendor fulguris
lucem donat tene bris
*
“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar
Ve hiçliğin üzerine dünyayı asar”.
EYÜB 26:7
“Ey parlak yıldız, seherin oğlu, göklerden nasıl düştün! Sen ki, milletleri devirdin, nasıl yere yıkıldın! Ve kendi yüreğinde derdin: Göklere çıkacağım, tahtımı Allah’ın yıldızları üzerinde yükselteceğim ve ta kuzeyde cemaat dağında oturacağım: Bulutların yüksek yerleri üzerine çıkacağım, kendimi Yüce Allah gibi edeceğim”.
IŞAYA 14:12
*
YENİ ROMAN ÜLKELERİNDE…
Mutlu yazar, azdır. Belki de yoktur. Ama mutlu okur vardır. O mutlu okurlardan birisi olduğumu duyumsarım zaman zaman. “Don Quijote” yi okumak, yeniden okumak, kimi mutlu kılmaz? “Bugün neye inandığı” sorulunca, Milan Kundera “Cervantes’e” mi demişti, “Don Quijote’ye” mi demişti?
Kemal Tahir’in çalışma masasında bir Faulkner görünce heyecanlanmıştım.
Şimdi bir gıdım Almancam varsa, “Şato”nun, “Amerika”nın, “Günlüklerin Türkçeye bir hayli geç çevrilmesinden ötürüdür. İki gıdım ingilizcem ise, Faulkner gölgesiyle, Woolf gölgesiyle, Joyce korkusuyla da.
Günün birinde ihsan Oktay Anar’ı tanıdım. Önce “Tamu”yu, sonra “Puslu Kıtalar Atlası” ile “Kitab-ül Hiyel”i okudum. Dosya olarak.
“Puslu Kıtalar Atlası” üzerine yazmadan önce, romanın bilgisayar çıktısını yeniden okudum. Kimbilir kaçıncı kez aynı duyguyu yaşıyordum: Metnin elyazısıyla başka, daktiloyla başka, düzelti aşamasında başka, kitaplaştığında yine başka, hatta bambaşka duruşlarını, Anar’ın kitabını benim bir kitabımmış gibi izledim, algıladım. Roman gittikçe haberleşiyordu.
Anar, önceleri bir “içerikçi yazar” gibi göründü bana. Yeni bir dil getirmek istemez gibiydi. Sonraları, tarihlerden yeni tarihler, ülkelerden yeni ülkeler, kentlerden yeni kentler, kişilerden de yeni kişiler üreten bir “râvi-yi ahbâr”ın özdili niçin böyle olmasın diye düşündüm.
“Ve sonsuz sayıda kitaptan da bir tek kitap üretmek” diye ekledim.
Bir “falnâme”de, erkek çocuğun eline mürekkep damlatılarak bakılan
bir fal türüyle karşılaşmıştım. Kafamda yazılmayı bekleyen bir hikâyeye cuk oturmuştu. Yazdım. “Hikâye Sehpanın Üzerinde.”
Sonra, çok benzeri bir hikâyeyi Borges’te gördüm. Benim hikâyeyi
yırtıp attım. Onu bir daha anımsamamalı, anmamalıydım.
Edebiyat tarihince, kimbilir kaç yazar, bilerek ya da bilmeden Borges
yordamıyla yazmıştır.
Yazmıştır da, “öyle” yazma yordamını imzalayan, Borges oldu.
Anar’ın romanlarını okuyunca, onun kaç bin tarih yapıtı okuduğunu
pek merak ettim. Bu merak, tarihsel bilgi ve sezgiler’i bitiştiren,
bağdaştıran, yeniden üreten romancı Anar harcı’ru merakla noktalandı. Artık öncesini hiç sormuyordum. Anar, özel yordamına imzayı basmıştı.
Bir okur olarak mutluydum.
Önümde yeni kişilerin yaşadığı yeni ülkeler açılıyordu.
Ve bir gıdımlık tarih okuyorsam, o alandaki okumalarımı yeni bir
keyifle, hatta yeni bir bakışla sürdüreceksem, bu da Anar’ın bana verdiğidir.
Eklemeli: Tarihsel romanlar mıdır Anar’ın yapıtları? Hayır, romanlardır. Tarihsel olan’dan yeni bir roman çıkarmak, romanı da yeniden tarihselleştirmektir ama.
Romana böyle genç bir yaşta üç baba yapıtla buyurup gelen İhsan
Oktay Anar’a selam olsun.
HULKİ AKTUNÇ
***
Kostantiniye’de
Birkaç Kişi
I
Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı. Ceneviz taifesinin buraya ilk gelen gemilerine karanlıkta uçan bir ak martının yol gösterdiği, ancak salimen karaya vasıl olduktan sonra dümencileri olacak Pundus nam kâfirin bu martıyı Mesih addederek yuvasını arayıp bulduğu ve itikatlarınca İsa’nın etini yemek sün net olduğundan kuşu kızartıp yediği rivayet olurdu. Eski ler, bu martının yuvasının bulunduğu yere Ceneviz kavminin yüksek bir kule diktiğini rivayet etmişlerdir ki, sonraları Galata Kulesi diye nam salmış bu heybetli yapının tepesinde, yalı adamlarının dürbünle, yiğitlerin ise çıplak gözle, Bursa kentinin ulu dağını seçtikleri söylenegelmiştir. Ne var ki bu şayianın, ziyaretçilerden bahşiş koparmak hevesiyle kuledeki yangın gözcüleri tarafından okunan bir kurt masalı olduğu da ağızdan ağıza dolaşmıştı bir zamanlar. Beher yangın için, eğer vaktinde tespit edebilirlerse yirmi akçe ikramiye, edemezlerse yangın sönene kadar saat başı yirmi değnek ceza alan bu adamlara hazine-i hümâyûndan on akçe helal yevmiye verilirdi.
Mahalle bekçilerinin külhanlara sığınmak zorunda kaldığı soğuk bir kış gecesi, Galata Kulesi’ndeki yangın gözcüsü hasırlar üzerinde yatan arkadaşını elindeki Frenk dürbünüyle dürtmeye başladı ve Arap İhsan’ın kadırgasının Halic’e girdiğini sanki büyük bir sır veriyormuş gibi adamın kulağına fısıldadı. Ancak derin uykusundan uyanır gibi olan arkadaşı bu habere pek iltifat etmemişti: Bir gözü açık, diğeri yumuluydu; biriyle hâlâ rüya görürken diğeriyle kendisini uyandıran adama bakıyor, uyku sersemi haliyle hangi gözünün gerçeği gördüğüne fazla aldırmıyordu. Battaniyesine sarınıp öte yanına döndü ama sidik zoruyla aleti sertleştiği için dalmakta zorluk çekti. Gözlerinden uyku aktığı halde doğruldu. Duvarın yanında uçkurunu çözerken bir yandan da Halic’e, Azapkapısı önünde seyreden kadırga siluetine baktı. Forsalara tempo verip teknenin hızını tayin eden davul sesi belli belirsiz duyuluyordu. Görünüşünden onun, Arap İhsan’ın kadırgası olup olmadığını çıkarmak mümkün değildi. Fakat gözcü yine de fikrinde ısrar ediyordu: Yüzünü, kendisine inanmayan arkadaşının yüzüne yak laştırarak alt göz kapağını parmağıyla aşağı çekip meydan okurcasına ona, bu gözün yedinci kadirdeki yıldızları bile gördüğünü, üstelik Kostantiniye’nin muhtemel yangınlarını gözetlemek bahanesiyle aslında onun kente nazarını değdirerek ahşap malzemeleri tutuşturduğunu düşünen asesbaşı tarafından görevden alınmak tehlikesine; bu yüzden maruz kaldığını söyledi. Ama adam, gözcünün kendi gördüğünden daha fazlasını görmediğine emindi. Eğer bu kadırga gerçekten o malum tekneyse, Arap İhsan’ın Karaköy önünden geçerken savurmayı âdet edindiği, gümrükçübaşının erkekliğine yönelik küfürler kuleden işitilmemiş olamazdı. Bu sıtma görmemiş ses muhakkak ki Halic’in karşı kıyısın dan da rahatlıkla işitilebilirdi. Belli ki gözcünün asıl amacı, kendisini iddiaya kışkırtmak ve kesesindeki çil altınları bu kalleşçe bahiste almaktı. Kadırga tersane iskelesine yaklaşmak üzereydi ki, omurgası dibe değdi. Ejderha başlı bir kolomborne topundan fırlayan güllenin sancak tarafında açtığı delikten dolan su tek neyi ağırlaştırmış ve su kesimini yükseltmişti. Fakat onun ağırlığını arttıran bir ikinci sebep ise, kâh bir filinta, kâh bir arkebüz namlusundan fırlayıp bordasının hemen her tarafına isabet etmiş sayısız kurşundu. Ayrıca gemi, güçlükle söndürülmüşe benzeyen birkaç yangın izi de taşıyordu. Tersaneden gelen esirlerin kadırgayı halatlarla omurgası üzerinde sürüyüp iskeleye çekmeleri oldukça zaman aldı. Çingene demirciler prangaların perçinlerini kırıp forsaları çözmeye başladıkları zaman, omuzlarında ganimet sandıklarıyla gemiden atlayan leventler karaya ayak basar basmaz toprağı öpüyorlardı. Bununla birlikte toprağı en canı gönülden öpen levent, ellisine merdiven dayamış o muhteşem külhaniydi. Gel gör ki Samatya’da çıkan yangının oradaki meyhaneleri de silip süpürdüğünü Malta’da öğrendiğinden bu yana Kocamustafapaşalı Arap İhsan’ın yüreği sızlamıyor da değildi. Çünkü geride sadece Fener ve Galata meyhane leri kalıyordu. Gece yatacak çok sayıda külhan olmasına rağmen hemen hemen her bıçkınla kavgalı olduğu için yarenlik faslı Fener’de işlemezdi. Galata’da ise hem yatacak külhan yoktu, hem de Gülletopuk nam kalyoncuyla çıngar çıkarma tehlikesi vardı. Ama bu, yine de kafada büyütülecek mesele değildi: Galata’da yeğeninin yanında kalır, Gülletopuğa gelince, birkaç kavgadan sonra eğer hâlâ ölmediyseler, adamla er ya da geç barışırlardı.