Saatler Susunca

Sonbahar 1990

Şu yeryüzünde yaşayan hatta yaşamayıp sadece nefes alıp veren tek bir insanoğlu var mıdır acaba benim hikâyemi dinlesin de aklı karışıp ne yapacağını bilemez hale gelmesin. Üzülmesin, hüzünlenmesin ve kendini tutamayıp yüksek sesle helâl olsun diye bağırmasın.

Her şeye rağmen ve yine de aranızdan birkaç altın yürek sahibi çıkar da belki dinler elemli ruhumun hüzünlü şarkısını diye anlatacağım bu anlaşılması zor mantık almaz hikâyeyi, bütün olup biteni, hiçbir şey eklemeden ve hiçbir şeyi çıkarmadan.

Hakikatin sertliği ruhunuza değer de sizleri incitirim diye korkuyor olsam da bazı şeyleri değiştirmemin yanlış aktarım ve yönlendirmeye sebebiyet vereceğini hesapladığımdan saklama ve saptırmalardan uzak kalmaya yemin ederek hepinizi baştan uyarıyor fazla hassas kalpli çıtkırıldımlarınız varsa psikolojik destek almadan benim hikâyeme adapte olmaya çalışmamasını önemle rica ediyorum. Zira heyecanlı, zaman zaman da dayanılmaz olduğunun ben de farkındayım. Yüreğinizin ağzınıza geleceği satırlarda şunu hatırlamanızın iyi geleceğini tahmin ve tavsiye ederek telkinliyorum hepinize: Karşılaştığınız en vahşi şey hayatın ta kendisidir, ondan daha vahşi ne anlatıp yaşatacak olabilirim ki sizlere?

Aklımın başıma gelir gibi olduğu o andan başlayalım isterseniz. Güzel bir eylül sabahıydı. Her sabahki gibi gözlerimi açıp tavana baktığım ilk anda yeni güne uyanmaktan gayet mutluydum. Yaklaşık iki üç dakika içinde beynime hücum eden rahatsızlık verici bazı gerçekler eşliğinde boynumu yanımda yatmakta olan kara kuru çelimsiz çirkin şeye çevirinceye kadar. Uğruna güzeller güzeli sevgililerimi terk ettiğim ve sonra koluma takarak gönüllü olarak (silahlı tehdit yoktu gerçekten) nikâh masasına oturttuğum yetmezmiş gibi dün gece kızlıktan kadınlığa geçebilmesi için var gücümle çabaladığım zavallı yaratık, hayatından memnun nefesler alıp vererek uzanmış uyuyordu; işgal altına aldığı yatağımda.

Daha korkuncu! Ben bu işgalin ömür boyu süreceğini hala idrak edebilmiş değildim…

İlk andan itibaren sevmediğim teninin genzimi yakan kokusu burnumu, kara kuru pul pul derisi gözlerimi, hırıltılı nefesi kulaklarımı rahat bıraksın diye kendimi biran önce en yakın kurtuluş durağına –banyoya- attım. Dişlerimi fırçalamam hiç bitmesin istiyordum. Hatta ağzımda köpüklerle içinde bulunduğum bu anı esnete gerdire ömrümün kalanına uzatıp yayacak zaman makinesi düğün hediyesi olarak gelmiş, çalıştırılmayı bekliyor olsa içerlerde. Mümkünse bir yakın arkadaş, olmadı mucit bir sırdaş daha iyisi en çaresiz dertlilerin gönlünü yapmayı kendisine amaç edinmiş abdestinde namazında Müslüman bir amca beni hayatımın şu anından oyup çıkartabilecek yöntemi icat edivermiş olsa önceden.

Hiç beklemediğim renkteki (kapkara) yeni hayatıma hazırlıksız uyandığım ve bütün dünyamı yutan canavarın şimdi inindeymiş kadar rahat nefeslerle sereserpe uyumaya devam ettiği mağaradaki yatağıma dönmekten kurtuluversem.

Acı bana Allah’ım! Çok şey mi şu istiyorum senden? Daha çok gencim!

İlkbahar 2008

Mitomanyak ağır adımlar ve şüpheli bakışlarla resim sergisini geziyordu. Aslında tablolardan çok kapıdan giren sanatseverlere ilgi duyduğu dikkatli bakan herkes tarafından kolayca fark edilebilirdi.

Giriş kapısını seyrettiren görüş açısı son derece net konuşlanmış tablonun önünde karar kılıp uzun uzun beklemeye başladı. Arada bir gözünü kapıya değil tabloya dikmiş gibi rol yapmayı ihmal etmiyordu.

“Çok etkileyici bir tablo değil mi? diye sordu beklemediği anda kulağının dibinde duyulan yabancı ses.“Belleğin Azmi! La persistencia de la memoria! Görenleri derin düşüncelere sürükleyip kendisine ve resim sanatına hayran bırakıyor. 1931’de çıkmış Salvador Dali’nin elinden. Kısa süre için de olsa ülkemizde sergilenmesi harika!”

“Benim esas merak ettiğim bu fikrin ne zaman ressamın zihninde ışıdığı…” Mitomanyak yabancıya açık vermemek için içgüdüsel olarak gerçek sanatseveri seslendirmeye başlamıştı hemen. Hastalık gereği otomatikman da denilebilir. “Ne gibi şeylerden esinlenmiş de başlamış böyle muhteşem bir esere? Eriyen saatler çizmek nereden aklına gelmiş olabilir sizce?”

“Ben de her bakışımda yeniden sormuşumdur kendime tabloyu görenlerin zihnini altüst edecek saatlerle aslında kime ne demek istemiş olabileceğini?” diye devam etti yabancı. “Hatta tek mesaj mı vermekti amacı hayranlarına yoksa her bakanın başka bir şey görmesi ümidiyle mi tasarlamıştır yumuşak saatlerini?”

“Belki de protesto veya direniştir bu, insanları zora sokan sıkıntılı ve katı bir kavram olan zamana. Onu eğip bükerek çizip boyayıp değişmezliğini değiştirerek tahammül edebilmiştir ölümlüleri yıpratarak geçip gitmesine ressam. Tıpkı hayatın gerçeklerine onları görmek istedikleri gibi değiştirip yazarak tahammül edebilen yazarlar gibi.

Son sözleriyle sanatın her türlüsünden anladığını ima etmenin verdiği rahatlığa gömülerek kahkahayı patlattı mitomanyak. Sonra devam etti.

“Felsefik tartışmalara girenler için elbette ki zor olmuştur ilhamın aslında ağustos güneşinde erimekte olan Camembert peyniri tekerleğinden alındığını kabullenmek.”

Yabancı yanındakinin bilgisine ve tavırlarına giderek hayran olurken,

“Tüm bunlara zemin olarak neden kumsal manzarası seçtiğini de düşünün bakalım” diye sohbete tahrik etti henüz birkaç dakikalık arkadaşını. “Mutlaka buna da orijinal bir cevabınız vardır.”

“İşte buna hiç aklım ermiyor. Yine de eriyen saatlerle kumların beklenmedik şekilde alakası olmalı. Birlikte akıl yürütürsek bulabiliriz belki. Acele tahminle, alakalı olmasalar insanlığın en eski saat çeşitlerinden biri -kum saati- icat edilmemiş olurdu herhalde demek geliyor içimden doğrusunu isterseniz.”

“Aslına bakarsanız bunlar benim için de fazlasıyla derin konular. Ben daha çok burada olabileceğini tahmin ettiğim birkaç eski dosta rastlayabilirim umuduyla geldim sergiye” dedi yabancı. “itiraf etmem gerekirse sergilerde yeni insanlarla tanışmak, yeni sanatsever dostlar edinmek ve aklıma takılan konularda onların görüşlerinden yararlanmak hayatımı renklendiriyor. Belki bu arada birkaç derli toplu cümle kurmanın tadına da varabilirim sanattan anladığımı ifade etmeme yarayacak.”

“Çok mütevazısınız” dedi mitomanyak ve kendinden emin devam etti.

“Resmi yorumlamaya geri dönersek, evet! İsabetli yakalamış ressam hayatın içindeki ayrıntıyı: Birilerinin saatleri birileri tarafından sürekli eritiliyor. Ömrümüz boyunca yapmamız gerekenler! Ve yapmamamız gerekenler! Hissetmemiz gerekenler! Ve hissetmekten korkmamız gerekenler! Hatta kesinlikle hissetmememiz gerekenler!” derin nefes aldı, yakasını çekiştirip düzeltti.

“Gerçek duygularımız, ne kadar merakla çözümlemek istesek de mantık örgüsü tamamen anlaşılıp çözülemez halde bin yıllardır karşı konulmaz kuvvetteki sarmal gonglar gibi birleşmiş; iç içe geçmiş olmanın verdiği karmaşık güçle çarpa çarpa ruhumuzdaki saatlerin dokusunu yumuşatıyor. Fakat gerçek olup olmadığı hala kesin karara bağlanamamış, -her türlü belirtisi hatta varlığıyla yokluğu tartışmalı- şüpheli his olan aşk resmen eritiyor.”

Son cümlelerden sonra yabancı karşısındakinden iyice etkilenmişti. Gülümseyerek gönüllü düşüyordu yeni tanıştığı ve hakkında hiçbir şey bilmediği mitomanyağın ağına.

Bakışları buluşmuşken, “Görünmez darbe!” dedi aşkı kastetmekten hülyalı. “Dokunamama kuvvetinin etkisi! Suskun saatlerde kanımızda esen rüzgâr! Rüzgârdan şeytan!

Katılaştırılıp elde tutulamayan ve bu yüzden istendiğinde hapsedilip bir kuytuya tıkılamayan, zararsızca izole edilip uzaklaştırılamayan maddede ifadesiz varlık!

Kırılıp dökülüp parçalanamayan, bölünemeyen, gömülemeyen, hükmedilmesi imkânsız bilinmez! En korumasız zamanlarımızda bizi teslim almak için pusuda bekleyen soyut kâbus.

Canavarın ta kendisi!

Yabancı uzun zamandır sergi sergi dolaşmanın sonunda aradıklarının hepsini tek kişide bulmaktan memnun, mutluluğun kollarına erken teslim olmuş sırıtarak lafı uzatırken mitomanyak içinden ekledi.

Kimyası baştan bozuk olgu, anasını satayım. Saatlerce ayaküstü beklersin ve işte böyl gelmez bir türlü.

İlkbahar 2008

Beylerbeyi sarayının rıhtımında geziniyordu ziyaretçi. Davetkâr kollarını açmış mavi saçlı sevgiliydi deniz. Çalkantısız ve berrak ferahlık karıncaların su içmesini bekler vaziyette uzanıp gidiyordu önünde, bulutlar aceleci hallaçtaki tembel çırağın gelişigüzel hareketleriyle serpiştirilmiş pamuk yığınlarına benzer öbeklenirken gökyüzünde.

Rıhtım insana bütün dertlerini unutturabilir güzellikteydi. Boğaz köprüsünün silueti olmasa bulunduğu yerin eşsiz manzarasında kurulmayacak hayal, beslenmeyecek umut yoktu gelecek güzel günlere dair. Bütün İstanbul kendisininmiş gibi hissedebiliyordu insan sultanların evine ziyarete gelmişken. Mutlu olmuşlar mıydı şu ihtişamlı sarayda acaba? İster istemez merak ediliyordu, her gelen ziyaretçi değilse de ince ruhlar tarafından.

Sarayın yerini ilk keşfeden ve kendisine ahşap bir yalı yaptıran Rumeli beylerbeyi Mehmet Paşa, denizin kenarında ormanın kucağında kendi can keyfi için yaratılmış bulduğu şu saklı cenneti 16yy.’ın keyfine düşkün zevk oburu hünkârı III.Murad’a kaptırmaktan korkmuş muydu? Boğaza nazır buz gibi odalarda bir yandan rutubetle bir yandan veremle kemirildiği halde dimdik ayakta kalıp hiç olmazsa fakir köylülerin hayallerini unvanıyla süslemeye devam eden zeki ve yıkılmaz padişah II.Abdülhamit maruz kaldığı nankör hançer darbelerine kürek kemiklerini açmaktan yorulup yıldığında şu masmavi sulara bakıp bir nefes olsun huzur bulabilmiş miydi?

Saraya ait olduğu ve içindeki birkaç bakımsız aynayla ilgisizliğe terk edildiği halde rıhtımın her iki ucunu beklemekten vazgeçmeyen yalı köşkleri, bir zamanlar kendilerine ev sahipliği yapmışların zorla şahit tutuldukları eskimiş kaderlerini unutmaya çalışır gibiydi. Sakladıkları sırları lodosun çalkantılı sularına açık bağırlarına çaresizce gömüp, yalnızca zamanın acımasızlığını saray misafirlerinin yüzüne vurmakta ısrarcı çıkmışlardı belli ki.

Beyaz siste kaybolan nazlı boğaz vapurları misali turistlerin hafızasında süzülecek tek tük ayrıntılar da, yaşadığımız devirden bakınca aklı zorlayan her türlü sorunun kendi devrinde manasız kaçacak cevapları da ölümlü olma duygusu eşliğinde anlamlarını kaybediyordu yavaş yavaş. Manzara karşısında içlenecek her tarih düşkününün hislerinden birkaçıydı sıradan ziyaretçininkiler, fazla bir şey değil esasen.

Berrak, yeni evinde yapılacak ne çok işin kendisini beklediğini hatırladı. Biran önce eşyalarını yerleştirmeyi bitirip günlük düzenine geçmek için sabırsızlanıyordu. Hayatını baştan kuracağı yeni ülkesinde etrafını keşfetmeye meraklı çocuklar kadar neşeli, gelecek korkularına omuz silken boş vermiş iştahıyla karşılayacaktı her doğan güneşi. İstanbul, cadde cadde, sokak sokak kucak açmış salkım saçak lezzetlerle bekliyordu onu. Sarılması gereken ne çok eski tanıdık, tanışması gereken ne çok yeni arkadaş, ağırlaması gereken ne çok meraklı misafir ve gezip görmesi gereken ne muhteşem yerler vardı yaşamaya karar verdiği şu masalsı şehirde.

Hayatı kucaklamak ne güzel!

Bugün başıma ne geldi? İçine Eur konmuş İncil uzattı caddede bir herif. Hızla yürürken tutuşturuverdi elime. Ne yapacağımı bilemeden yürümeye devam ettim bir zaman. Sonra aklıma geldi, gittim Eur’yu Türk Lirasına çevirdim. Götürüp caminin yardım sandığına attım, işimin gücümün arasında. Üşenmedim İncil’i de en yakın kiliseye bir koşu bırakıverdim. Günlük rutinime dönmüşüm. Yapacaklarım bitip aklım başıma gelince misyonere de yorgun argın sunturlu bir küfür salladım. Allah bütün çabamı kabul etsin.

Eve geldiğimde gece yarısını geçmişti. Karnım hala aç, buzdolabındaki etli bulgur pilavı tenceresi kışkırtmanın zirvesindeyken kendimi tutmamı bekleyenlerinize şaşarım. Tıka basa doyunca tok karnına yatmamak için biraz kitap karıştırayım dedim. Hem de bir şeyle meşgul olmuş olayım, kafam dağılsın.

Uzun süredir kendi içimde kaynayan kazanın kapağını kapattım. Sürekli aynı şeyleri -Ben neden böyleyim? Neden annemin emretmediğini sevemiyorum ben?- kurup duruyordum, biliyorsunuz. İnsanı intihara sürükleyebilecek duygular aşılayan bir yazarı ısrarla okumaya devam etmek gibiydi yaptığım. Pek faydalı olduğu da söylenemez.

Şimdilerde akıl ediyorum ki hayat korkmak ve korkutmak üzerine kurulmuş bir oyun. Halinden memnun mutlu bir kısır döngü… Korkutanlar mı kazanıyor sonunda korkanlar mı? Dönemine bağlı! Tartışmalı! Hangi taraftayım? Hangi tarafta olmam gerekir boş verdim artık.

En iyisi!..

Arada bir aklıma vurunca “beni halden hale sokan utansın” demekten kendimi alamıyorum yine de. Uğursuz antilop!

Sıkıntı stres derken bir bardak viski içmiştim iş yerindeyken. Kapalı yerden çıkınca açık havada yürümek iyi geldi önce. (Benim gibi hayat labirentinin ortasında sendeleyip şaşırmışlardan başka kimseler yoktu buz gibi sokaklarda.) Sonra üşüdüm bilardo oynamaya gireyim dedim. Geç saatte açık olmasına sevindim. Kalabalıkta oyun zevkliydi ama başını duyamadan biri birisinden borç para istedi. Sonra diğeri eski hesapları döktü ortaya vermemek için. Derken para isteyen böbürlenmeye başlayıp açlık günlerini hatırlattı şimdi zengin olana. Gereksiz yere kavga başladı ki tanıdık tanımadık sonunda hepimiz ıstakalarla birbirimize girişmek zorunda kaldık.

Neyse ki ben meseleyi çabuk toparladım. Kafam gözüm sağ, pekmezler akmazken aradan sıyrılabilmek niyetiyle ortalıkta bağırmaya başladım.

“Akılsızlar! Siz nereden bileceksiniz? Acele kurulan halay herkes birbirine bela okumadan bitmez işte böyle!”

Bir elimle cüzdanımı kıç cebimin içinde sımsıkı tutarken, bir elimle de polisi aramaması için salon sahibine işaret ediyordum. İşletmeci akıllı çocukmuş beni destekledi. “Defolun gidin mekândan bir daha da gelmeyin, para istemez.” diye bağırdı o da. Yaşı küçük çocuklar vardı. Korkudan her biri çil yavrusu gibi dağılıp kuytu köşelere sinmiş, kimlikleri de yok yanlarında. Cesaretim geçince onlardan da önce davranıp kendimi sokağa ilk ben attım ve eve varıncaya kadar yol boyu Yeter çoktan yatıp zıbarmış olsun diye Allah’a dua ettim. İdamdan sonra zangoç çekilir şey mi?

Uyumuş bulunca sevindim. Bu geceki kavgada ne kadar isteksiz aktifsem Berrak aklıma gelince o kadar arzulu deliyim! Gözü kara aşığım!

Hala size müjdelemediğim bir şey var. Berrak’la tanıştığım günün gecesi yıllarca bulamadığım bahaneyi boş verip yatağımı ayırıverdim kestirmeden. Ne kolay oluveriyormuş meğer! Ne çabuk! Mazeret de beyan etmedim. Erkek gibi davranıverdim sadece. Sapına kadar erkekçe bir karar alayım dedim ilk defa ömrümde. Bu kız beni kendime getirecek göreceksiniz bak! Yeniden nefes alacağım onunla. Yıllardır bükük duran boynumun bana sormadan, habersiz, gururla dikilişinden anladım.

Tek kuşkumdan kaynaklı biricik üzüntüm O’na layık mıyım? Layık olacak mıyım? Hayatın tadı tuzu olan karşı cinse yanlışlarım çok, biliyorsunuz. Sicilim kabarık! Temkinliyim bu yüzden. İyi niyetliyim. Öyle tatlı ki! Tertemiz yüzü… Sıcacık sözleri. Bakışları ılık…

Bir ara zarar veririm korkusuyla vazgeçmek istedim sevgimden, ne yalan. Korumak için Berrak’ı kendimden. O bir içim su kıza, kancayı takmamak için. Kalbimi kaldıracak şifreli kasam olsa bedenimde acilen kilitleyip işlevsiz bırakarak saklayacaktım. Sonra şifresini unutunca güzeller güzelini otomatikman aklımdan çıkaracak… Yapamadım. Çaresizdim, gafil avlanmış… Görür görmez âşık olmuştum! Yok hayır! Yalan kaçar bu. Düzeltmeliyim. Görüşmeden başlamıştı bizim aşkımız. Kaderimiz yazıldığından beri enikonu sevmiştim onu, bedenlerimiz yan yana gelip tanışmadan çoktan seviyordu ruhum ruhunu.

Mesele ne biliyor musunuz? Kum saati imalatında başarı kumu içine doldurduktan sonra camı eritip saatin ağzını kapatmaktır. Emeklerimiz çok zaman en son hareketimizin başarısı ya da başarısızlığıyla adlandırılır. Telaşım, bu kızla ortak geleceğimiz uğruna en son hareketim ne olabilecek, şimdilik hiç kestiremememden.

Anlıyorsunuz değil mi?

Benim yine ve sabah olur olmaz Berrak’ı aramaya ihtiyacım var. Yatıyorum soğuktan başım ağrıdı.

……………

Benzer İçerikler

Hercai – Sümeyye Koç – Online Kitap Oku

yakutlu

Sibop | Başar Başarır | Birazoku

yakutlu

Dünyanın Bütün Fıstıkları | Başar Başarır

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy