Şahane Bir kadının Gizli Günlüğü-Julia Quinn

GİRİŞ

Bayan Miranda Cheever, on yaşındayken o Muhteşem Güzellikten tek bir iz bile taşımıyordu. Saçları kahverengiydi – üzücü bir şekilde – gözleri de öyle. Aşırı uzun bacakları, zarafetten çok uzaktı. Annesi hep, o uzun bacaklarıyla evin etrafını arşınlayıp durduğunu söylerdi.
Ne yazık ki, Miranda’nın doğduğu toplumda bayanların görünüşüne çok önem verilirdi. Daha on yaşında olduğu halde, mahalledeki diğer küçük kızların çoğuna kıyasla çirkin kabul edildiğini biliyordu. Çocuklar genellikle böyle şeyleri öteki çocuklardan bir şekilde öğrenirdi.
Bu konu hakkında, Rudland Kontu ve Kontesi’nin ikiz çocukları, Leydi Olivia ile Bay Winston Bevelstoke’un on birinci doğum gününde, hiç hoş olmayan bir olay yaşanmıştı. Mirandalar’ın evi, Rudlandlar’ın Cumberland Göller Bölgesi, Ambleside dolaylarındaki, atadan kalma evlerinin bulunduğu Haverbreaks’e çok yakındı. Olivia ile Winston malikânedeyken, Miranda hep onlarla birlikte ders çalışırdı. Birbirlerinden neredeyse hiç ayrılmayan bir üçlü olmuşlardı. Aynı bölgede, birçoğu yaklaşık bir saatlik mesafede oturan öteki çocuklarla oyun oynamaya pek zaman ayırmazlardı.
Civardaki soyluların tüm çocukları, yılda yaklaşık on iki kez kadar, özellikle de doğum günü kutlamalarında, bir araya gelirlerdi. Leydi Rudland, bir keresinde bir leydiye hiç yakışmayacak bir çığlık atmıştı; çünkü ikizlerin bahçedeki doğum günü kutlaması yağmur yüzünden yarıda kesilince, on sekiz afacan, çamurlu ayaklarıyla oturma odasına dalmışlardı.
“Yanağın çamur olmuş, Livvy,” dedi Miranda, silmek için uzanırken.
Olivia derin bir iç çekerek, “En iyisi ben banyoya gideyim. Annem beni böyle görsün istemem. Çamurdan nefret eder, ben de onun çamurdan ne çok nefret ettiğini dinlemekten nefret ederim,” dedi.
“Halının her tarafı çamura bulanmışken senin yüzündeki birazcık çamuru sorun edeceğini sanmıyorum,” dedi Miranda ve bakışını, bir savaş narası ile kendini gülle gibi kanepenin üzerine fırlatan William Evans’a çevirdi. Dudaklarını bükmese, gülümsediği anlaşılacaktı.
“Mobilyalar da öyle.”
“Bence de, en iyisi gidip bu konuda bir şeyler yapayım.” Miranda’yı kapı aralığında bırakarak odadan dışarı çıktı. Miranda gözlemci olarak, her zamanki bulunduğu noktada bulunmaktan hoşnut bir halde bir süre olanları izledi. Sonra göz ucuyla birinin yaklaştığını gördü.
“Doğum günü için Olivia’ya ne getirdin, Miranda?”
Miranda dönünce, önünde Fiona Bennet’in durduğunu gördü. Pembe kuşaklı beyaz bir elbise giymişti. “Bir kitap,” diye yanıtladı Miranda. “Olivia okumayı sever. Sen ne getirdin?”
Fiona, cicili bicili boyanmış, gümüş şeritle bağlı bir kutuyu havaya kaldırdı. “Bir kurdele koleksiyonu, ipek, saten ve hatta kadife. Görmek ister misin?”
“Evet, ama ambalajı bozmak istemem.” Fiona omuzlarını silkti. “Tek yapacağın şeridi dikkatlice çıkarmak. Noel zamanı bunu hep yaparım.” Şeridi kaydırarak çıkardı ve kapağı kaldırdı.
Miranda nefesini tuttu. Siyah kadife kaplı kutunun içinde en az iki düzine kurdele vardı, her biri yay biçiminde kusursuzca bağlanmıştı. “Çok güzeller Fiona. Bir tanesine bakabilir miyim?” Fiona gözlerini kıstı. “Ellerimde hiç çamur yok. Gördün mü?” Miranda ellerini göstermek için havaya kaldırdı.
“Tamam, peki.”
Miranda uzandı ve menekşe renkli bir kurdele aldı. Saten, ellerinde baştan çıkarıcı bir yumuşaklık hissi bırakmıştı. Kurdeleyi işveyle saçlarına götürdü. “Nasıl oldu?”
Fiona gözlerini çevirdi. “Menekşe rengi sana yakışmadı, Miranda. Onun sarışınlar için olduğunu herkes bilir. Bu renk kahverenginin üzerinde neredeyse kayboluyor. Sen böyle renkleri kesinlikle kullanmamalısın.”
Miranda kurdeleyi ona geri verdi. “Kahverengi saça hangi renk uyar? Yeşil mi? Annemin saçları kahverengi, ben onun yeşil kurdele taktığını görmüştüm.”
“Sanırım yeşil kabul edilebilir ama o da sarı saçta daha iyi durur. Sarı saçta her şey daha iyi görünür.” Miranda, içinde bir öfke kıvılcımının yükselmekte olduğunu hissetti.
“Tamam, ama Fiona, bu durumda sen ne yapacaksın bilmiyorum çünkü senin saçların da en az benimki kadar kahverengi.”
Fiona öfkeyle geri çekildi. “Hayır, değil.” “Evet öyle!”
“Değil işte!”
Miranda öne doğru eğildi, gözlerini tehdit edercesine kısarak, “Eve gidince aynaya bir baksan iyi olur Fiona çünkü senin saçların sarı değil,” dedi.
Fiona, menekşe renkli kurdeleyi kutuya geri koydu. Kutunun kapağını çat diye kapattı. “Ama bir zamanlar sarıydı, oysa seninki hiç olmadı. En azından, benim saçlarım açık kahverengi. Herkes açık kahverenginin seninki gibi koyu kahverengiden daha iyi olduğunu bilir.”
“Koyu kahverengi saçın hiçbir kötü tarafı yok!” diyerek itiraz etti Miranda. Ancak, İngiltere’nin büyük bir kısmının onunla aynı fikirde olmadığını biliyordu.
“Bir de,” diye ekledi Fiona, haince, “Senin dudakların çok büyük.”
Miranda’nın eli uçarcasına dudaklarına gitti. Çok güzel olmadığını, şirin bile sayılmadığını biliyordu. Yine de daha önceden kimse dudaklarıyla ilgili bir şey söylememişti. Başını kaldırıp, yılışık yılışık sırıtan kıza bakarken, “Sen de çillisin işte!” diye patladı.
Fiona tokat yemiş gibi geri çekildi. “Çiller solar gider. Benimkiler de on sekizime girmeden kaybolacak. Annem her gece onlara limon suyu sürüyor.” Küçümseyerek burnunu kıvırdı. “Ama senin ilacın yok, Miranda. Sen çirkinsin!”
“Hayır, o çirkin değil!”Her iki kız da sesin geldiği tarafa dönünce Olivia’yı gördüler, banyoda işini bitirip gelmişti.
“Ya Olivia,” dedi Fiona. “Yakın oturup, birlikte ders çalıştığınız için Miranda ile iyi arkadaş olduğunuzu biliyorum ama onun çok güzel olmadığını kabul etmelisin. Annem onun asla bir koca bulamayacağını söylüyor.”
Olivia’nın mavi gözlerinde adeta tehlikeli bir şimşek çaktı. Rudland Kontu’nun tek kızı her zaman vefalı biri olmuştu ve Miranda onun en iyi dostuydu. “Miranda senden daha iyi bir koca bulacak, Fiona Bennet! Onun babası bir baron, seninki ise sadece bir bay.”
“Güzelliği veya parası olmayan birinin, baron kızı olması fazla bir şey değiştirmez,” dedi Fiona, evde birçok kez duyduğu anlaşılan sözleri tekrar edercesine. “Miranda’da ikisi de yok.”
“Sussana sen, aptal bunak inek!” diye bağırdı Olivia, ayağını yere vurarak. “Bu benim doğum günü kutlamam ve eğer kibar olamıyorsan, bırakıp gidebilirsin.”
Fiona yutkundu. Annesi ve babası bölgenin en yüksek mevkideki insanları olan Olivia’yı gücendirmemesi gerektiğini biliyordu.
“Özür dilerim, Olivia,” diye mırıldandı. “Benden özür dileme. Miranda’dan dile.” “Özür dilerim Miranda.”
Olivia’nın tekmesini yiyene kadar sessiz kalan Miranda, “Özrünü kabul ettim,” dedi kinle.
Fiona başını salladı ve koşup gitti.
“Ona aptal bunak inek dediğine inanamıyorum,” dedi Miranda. “Kendi ayaklarının üstünde durmayı öğrenmelisin, Miranda.”
“Sen gelmeden önce ayaklarımın üstünde bayağı iyi duruyordum, Livvy. Sadece senin kadar sesimi yükseltmiyordum.”
Olivia derin bir iç çekti. “Annem, kendimi bir gram tutamadığımı ve hiç sağduyulu olmadığımı söyler durur.” “Öylesin,” dedi Miranda.
“Miranda!”
“Doğru, öylesin ama yine de seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum, Miranda. O aptal bunak Fiona’yı dert etme. Büyüyünce Winston’la evlenebilirsin. İşte o zaman gerçek kardeş oluruz.”
Miranda’nın gözleri odayı dolaştı ve kuşkuyla küçük bir kızın saçını çekmekte olan Winston’a takıldı.
“Bilmiyorum,” dedi bir ikilem içinde. “Winston’la evlenmeyi istediğime emin değilim.”
“Saçmalama. Mükemmel olurdu. Ayrıca, bak, az önce Fiona’nın elbisesine içeceğini döktü.” Miranda gülümsedi.
“Benimle gel,” dedi Olivia, onun elini tutarak. “Hediyelerimi açmak istiyorum. Seninkini görünce en büyük çığlığı atacağıma söz veriyorum.”
İki kız odaya geri döndüler, Olivia ile Winston hediyelerini açtılar. Leydi Rudland, Şükürler olsun, saat dört olmadan bu tantana da bitti, diye geçirdi aklından. Bir tek çocuğu bile almak için uşakları gelmedi; Haverbreaks’e davet edilmek büyük bir onur kabul edildiğinden, çocuklardan hiçbirinin anne ve babası, kont ve kontes ile karşılaşma fırsatını kaçırmak istemezdi. Miranda’nınkiler de öyleydi aslında ama saat beş olduğu halde o hâlâ oturma odasında Olivia ile birlikte doğum günü ganimetini değerlendirmekle meşguldü.
“Annenle babana ne olduğunu kestiremiyorum, Miranda,” dedi Leydi Rudland.
“Ben kestirebiliyorum,” diye yanıtladı Miranda dikkatlice. “Annem, annesini ziyaret için İskoçya’ya gitmişti. Eminim babam da beni burada unuttu. El yazmaları üzerine çalıştığı zamanlarda bunu hep yapar. Yunancadan çeviriyor, biliyor musunuz?”
“Biliyorum,” dedi Leydi Rudland gülümseyerek. “Eski Yunanca,”
“Biliyorum,” dedi Leydi Rudland, içini çekerken. “Pekâlâ, senin bir şekilde eve gitmen gerekecek.” “Ben onunla giderim,” dedi Olivia.
“Senle Winston’un, oyuncaklarınızı kaldırmanız ve teşekkür notları yazmanız gerekiyor. Eğer o işi bu gece yapmazsanız kimin ne verdiğini unutursunuz.”
“Ama Miranda’yı evine bir uşakla gönderemezsiniz. Yanında konuşabileceği birisi olmalı.” “Ben uşakla konuşabilirim,” dedi Miranda.
“Evdekilerle hep konuşuyorum.” “Bizimkilerle olmaz,” diye fısıldadı Olivia.
“Onlar kolalanmış gibi katı ve sessizdirler, bana hep onaylamadıkları bir şeymişim gibi bakarlar.”
“Çoğu zaman öyle bakılmayı hak ediyorsun.” diye ekledi Leydi Rudland kızının başını okşayarak.
“Sana bir sürprizim var, Miranda. Niçin Nigel’e seni eve götürmesini söylemiyoruz?” “Nigel!”
Olivia bir çığlık attı. “Miranda, seni şanslı ördek.”
Miranda kaşlarını kaldırdı. Olivia’nın ağabeyi ile hiç karşılaşmamıştı. “Peki,” dedi yavaşça. “Nihayet onunla tanışacağım. Ondan o kadar sık söz ediyorsun ki, Olivia”
Leydi Rudland, onu çağırması için bir hizmetçiye seslendi. “Onunla hiç karşılaşmadın mı, Miranda? Ne tuhaf. Tabii, o genellikle sadece Noel zamanı evde oluyor, sen de aynı tatilde hep İskoçya’ya gidiyorsun. Onu ikizlerin doğum gününde eve getirtebilmek için kesmekle tehdit etmem gerekti. Kız annelerinden birinin onu on yaşındaki kızıyla evlendirmeye kalkmasından korktuğu için bu kutlamalara pek katılmak istemez.” “Nigel on dokuz yaşında, çok düzgün bir çocuk,” dedi Olivia. “O bir vikont. Bana çok benzer.” “Olivia!” dedi Leydi Rudland karşı çıkarak.
“Ama öyle, anne. Ben erkek olsaydım çok yakışıklı olurdum.”
“Sen bir kız olarak çok hoşsun, Livvy,” dedi Miranda sadakatle ve gözü, biraz da kıskanarak, arkadaşının sarışın perçemlerine kaydı.
“Sen de öylesin. Al, Fiona ineğinin kurdelelerinden seç bir tane. Bunların hepsi bana çok gelir nasılsa.” Miranda, Olivia’ya gülümsedi. Olivia öylesine iyi bir dosttu ki. Miranda kurdelelere baktı ve inadına, menekşe renkli, saten olanı seçti. “Teşekkür ederim, Livvy. Bunu pazartesi derslerinde takacağım.”
“Anne, beni sen mi çağırdın?”
Miranda kafasını derinden işitilen sesin geldiği tarafa, kapı aralığına doğru çevirdi ve nefesi kesilir gibi oldu. Hayatında gördüğü en olağanüstü varlık orada duruyordu.
Olivia, Nigel’in on dokuz yaşında olduğunu söylemişti ama Miranda onun artık olgun bir erkek olduğunu fark etti. Omuzları oldukça genişti, vücudu atletik ve sıkı görünüyordu. Olivia’nınkine göre daha olduğunu fark etti. Omuzları oldukça genişti, vücudu atletik ve sıkı görünüyordu. Olivia’nınkine göre daha koyu renkli olan saçlarında, güneşin altında geçirdiği zamanın izlerini taşıyan, altuni yollar oluşmuştu. Ancak, Miranda birden, onun en güzel yerinin gözleri olduğuna karar verdi; açık, uçuk maviydiler, aynı Olivia’nınkiler gibi. Haşarılıkla kırpışıp duruyorlardı.
Miranda gülümsedi. Annesi ona hep, kişinin ne olduğunun gözlerinden anlaşılabileceğini söylerdi; Olivia’nın erkek kardeşinin gözleri de çok güzeldi.
Vikont: Kontun altında, baronun üstünde bir soyluluk unvanı.
“Nigel, lütfen Miranda’ya evlerine kadar eşlik eder misin?” diye sordu Leydi Rudland. “Sanırım babasının bir işi çıkmış.”
Miranda, Nigel’in kendi adını duyunca niçin yüzünü buruşturduğunu merak etti.
“Tabii, anne. Olivia, kutlama iyi geçti mi?” “Olağanüstüydü.”
“Winston nerde?”
Olivia omuzlarını silkti. “Dışarılarda bir yerde, Bill Evans’ın ona verdiği palayla oynuyor.” “Gerçek bir pala değildir umarım.”
“Eğer öyleyse Allah yardımcımız olsun,” diyerek söze girdi Leydi Rudland. “Pekâlâ Miranda. Seni evine götürelim. Manton yan odada olacaktı.” Kapı aralığından kayboldu, birkaç saniye sonra, elinde Miranda’nın dayanıklı, kahverengi mantosuyla birlikte göründü.
“Çıkalım mı, Miranda?” O tanrısal varlık elini Miranda’ya uzattı.
Miranda mantosunun omuzlarını yerleştirdikten sonra elini ona verdi. Tanrım!
“Pazartesi günü görüşürüz!” diye bağırdı Olivia. “Fiona’nın dediklerine aldırma. O sadece aptal bunak bir inek.” “Olivia!”
“Ama öyle, Anne. Onu bir daha burada görmek istemiyorum.”
Olivia’nın erkek kardeşi, onu salondan çıkarırken Miranda gülümsüyordu, Olivia ile Leydi Rudland’ın sesleri gerilerde kalmıştı.
“Beni eve götürmeyi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim, Nigel” dedi yumuşak bir sesle. Nigel yine yüzünü buruşturdu.
“Ben, ben özür dilerim,” dedi telaşla, “Size ‘Lordum’ demem gerekirdi, değil mi?”
Olivia ile Winston sizden sürekli ilk adınızla söz ettikleri için, ben – ” Zavallı gözlerini yere doğru çevirdi. Onunla birlikteliğinin daha ikinci dakikasında gaf yapmıştı.
Nigel, Miranda’nın yüzünü görebilmek için çömeldi. ” ‘Lordum’ konusunda üzülme, Miranda. Sana bir sır vereyim.”
Miranda’nın gözleri büyüdü ve sanki nefes almayı unutmuş gibi onu dinlemeye başladı. “Ben adımdan nefret ederim.”
“Bu pek de sır değil. Nig – yani Lordum, yani her ne şekilde hitap etmemi isterseniz. Anneniz adınızı her söylediğinde yüzünüz buruşuyor.”
Bu söz üzerine Nigel ona bakıp gülümsedi. Bu küçük kızı, yüzünde aşırı ağırbaşlı bir ifadeyle boyun eğmez kız kardeşiyle oynarken gördüğünde, sanki kalbini bir şeyler çekiştirmişti. Komik görünümlü küçük bir yaratıktı ama duygulu kocaman gözlerinin çok sevecen bir yanı vardı.
“Size nasıl hitap edebilirim?” diye sordu Miranda.
Bu doğrudan tavır gülümsemesine neden oldu, “Turner.”
Miranda bir an cevap vermemeyi düşündü. Gözlerini kırpmak dışında, bütünüyle kımıltısız duruyordu. Sonra sanki nihayet bir karara varmışçasına şöyle dedi, “Güzel bir isim – Biraz tuhaf ama ben hoşlandım.”
“Nigel’dan çok daha iyi, sence de öyle değil mi?”
Miranda başını salladı. “Bu ismi siz mi seçtiniz? Hep insanların adlarını kendilerinin seçmesi gerektiğini düşünürüm. Çoğu insan sahip olduğundan farklı bir şey seçerdi bence.”
“Ya sen ne seçerdin?” .
“Emin değilim ama Miranda değil. Daha basit bir şey olurdu sanırım, insanlar bir Miranda’dan daha farklı şeyler bekliyorlar, beni görünce de, nerdeyse her zaman, hayal kırıklığına uğruyorlar.”
“Saçma,” dedi Turner kesin bir dille, “Sen mükemmel bir Miranda’sın.”
Gözlerinin içi güldü. “Teşekkür ederim, Turner. Size böyle hitap edebilir miyim?”
“Elbette. Fakat onu da ben seçmedim. Bu bir nezaket unvanı. Vikont Turner. Eton’a gittiğimden beri Nigel yerine bunu kullanıyorum.”
“Anladım. Bence size yakışıyor.”
“Teşekkür ederim,” dedi ciddi bir ses tonuyla, bu ağırbaşlı kız çocuğundan büyülenmiş gibiydi.
“Şimdi, elini tekrar bana ver de yola çıkalım,” dedi ve sol elini uzattı. Miranda sağ elindeki kurdeleyi hızla sol eline aldı.
“O nedir?”
“Bu mu? Kurdele. Fiona Bennet, Olivia’ya bunlardan iki düzine verdi, Olivia da bir tanesinin bende kalabileceğini söyledi.”
Olivia’nın, ayrılırken söylediği sözleri anımsayınca Turner’ın gözleri kısıldı.
“Fiona’nın sözlerine aldırma.” Kurdeleyi Miranda’nın elinden kaptı. “Bence, kurdeleler saça takmak içindir.” “Ama elbiseme uymaz ki,” dedi hafif bir itirazla. Turner bu arada kurdeleyi saçına bağlamıştı bile.
“Nasıl görünüyorum?” diye fısıldadı. “Harikulade.”
“Gerçekten mi?” Gözleri şüpheyle açıldı.
“Gerçekten. Menekşe rengi kurdelelerin özellikle kahverengi saç üzerinde iyi görüneceğini düşünürüm.” Miranda ona oracıkta âşık olmuştu. Hatta duyguları birden öylesine yoğunlaştı ki, bu güzel iltifatı için ona teşekkür etmeyi bile unuttu. “Çıkalım mı?” dedi.
Miranda, sesinin nasıl çıkacağından emin olamadığı için başını salladı.
Evden çıkıp ahıra doğru yöneldiler. “Atla gidebiliriz diye düşünmüştüm,” dedi Turner. “Arabaya binilmeyecek kadar güzel bir gün.”
Miranda yine başını salladı. Hava mart ayı için alışılmadık ölçüde ılıktı. “Olivia’nın midillisini alabilirsin. Eminim kızmayacak-tır,” dedi Turner.
“Livvy’nin midillisi yok ki,” dedi Miranda, nihayet sesine kavuşarak. “Onun artık bir kısrağı var. Benim de bir tane var. Biliyorsun, biz artık çocuk değiliz.”Turner gülmemek için kendini zor tuttu. “Evet, çocuk olmadığınızı görebiliyorum. Ne kadar aptalım. Düşünmeden konuştum.”
Birkaç dakika içinde atları eyerlenmişti ve Cheever malikânesine doğru at sırtında on beş dakikalık bir yolculuğa koyuldular. Miranda bir süre sessiz kaldı; o kadar mutluydu ki, bu an sözlerle bozulamazdı.
“Kutlamada iyi vakit geçirdin mi?” diye sordu Turner nihayet. “Evet, genelde güzel geçti diyebilirim.”
“Genelde mi?”
Miranda’nın yüzünün ekşidiğini gördü. Belli ki o kadarını kastetmemişti. “Yani,” dedi yavaşça ve sonra devam etti; “Kızlardan biri bana kaba sözler söyledi de.”
“Yaa?” Aşırı sorgulayıcı olmaması gerektiğini biliyordu.
Haklı olduğu ortadaydı çünkü Miranda konuştuğunda, ağzından sözlerin kararlılıkla dökülmesi ve içtenlikle ona bakması, Turner’a kız kardeşini anımsatıyordu. “Fiona Bennet,” dedi oldukça mesafeli bir tavırla, “Olivia da ona aptal bunak inek dedi. Bu sözlere üzülmediğimi söylemeliyim.”
Turner yüzündeki ciddi ifadeyi korudu. “Bu sözlere ben de üzülmedim, şayet Fiona sana kaba şeyler söylediyse.”
“Güzel olmadığımı biliyorum,” diye patladı Miranda. “Birinin bunu bana söylemesi açıkça bayağılık demek istemiyorum ama son derece kaba bir davranış.”
Turner küçük kızı nasıl teselli edeceğinden emin olamadan uzunca bir süre ona baktı.
Güzel olmadığı doğruydu ve ona güzel olduğunu söylemeyi denese zaten o da buna inanmazdı ama çirkin de değildi. Sadece… pek özenilmeden yaratılmıştı.
Neyse ki Miranda’nın son yaptığı yorum onu bir şey söylemek zorunda kalmaktan kurtardı. “Saçımın kahverengi olması yüzünden sanırım.”
Turner kaşlarını kaldırdı.
“Hiç güzel görünmüyor,” diye açıkladı Miranda. “Gözlerim de aynı renk. Dahası olmam gerekenden yarım kat daha zayıfım, suratım çok uzun ve de çok solgunum.”
“Tamam, bunların hepsi doğru,” dedi Turner.
Miranda yüzünü ona çevirdi, gözleri irileşmiş, suratı üzgündü.
“Saçının ve gözlerinin kahverengi olduğu apaçık ortada. Bunu tartışmanın bir anlamı yok.”
Başını yana eğdi ve genç kızı incelermiş gibi yaptı. “Oldukça zayıfsın ve suratın biraz uzun. Solgun olduğuna da şüphe yok.”
Miranda’nın dudakları titreyince Turner onunla daha fazla dalga geçmemeye karar verdi. “Ama gerçek şu ki,” dedi gülümseyerek, “Ben şahsen kahverengi saçlı ve gözlü kadınları tercih ederim.”
“Dalga geçiyorsun!”
“Gerçekten ederim. Hep ederdim. Dahası, zayıf ve solgun olanlardan hoşlanırım.” Miranda şüpheyle ona baktı. “Ya uzun suratlılar?”
“Peki, bu konuda fazla düşünmediğimi itiraf etmeliyim ama uzun bir surat kesinlikle beni rahatsız etmez.” “Fiona Bennet dudaklarımın büyük olduğunu söyledi,” dedi neredeyse meydan okurcasına.
Turner gülümsedi.
Miranda derin bir iç çekti. “Daha önceden dudaklarımın büyük olduğuna dikkat bile etmemiştim.” “O kadar büyük değiller ki.”
Miranda ona temkinle baktı. “Bunları sadece beni rahatlatmak için söylüyorsunuz.”
“Seni rahatlatmak istiyorum ama bunları söyleme nedenim o değildi. Bir daha Fiona Bennet, sana dudaklarının büyük olduğunu söylerse, ona yanıldığını söyle. Senin dudakların büyük değil, dolgun.”
“Ne farkı var?” Miranda büyük bir ciddiyet ve sabırla onu inceliyordu.
Turner bir nefes aldı. “Pekâlâ,” dedi, duraksadı. “Büyük dudaklar çekici değildir. Dolgun dudaklar öyledir.” “Ya.” Sanki ikna olmuş gibiydi. “Fiona ince dudaklı.”
“Dolgun dudaklar ince dudaklardan çok çok daha iyidir,” dedi Turner üstüne basa basa. Bu komik küçük kızdan epey hoşlanmıştı ve onun daha iyi hissetmesini istiyordu.
“Neden?”
Turner, içinden Tanrı’nın adap ve erkân konusunda kendini bağışlamasını dileyerek yanıtladı, “Dolgun dudakları öpmek daha güzeldir.”
“Yaa.” Miranda kızardı ve sonra gülümsedi. “İyi o zaman.”
Turner saçma bir memnuniyet duygusuna kapıldı. “Ne düşünüyorum biliyor musun, Bayan Miranda Cheever?” “Ne düşünüyorsunuz?”
“Bence senin sadece büyüyüp kendini bulman gerek.” Bunu dediği anda pişman oldu. Şüphesiz ne kastettiğini soracaktı ve onu nasıl yanıtlayacağı hakkında hiçbir fikri yoktu.
Ancak zamanından önce olgunlaşmış bu küçük çocuk, sadece başını bir yana eğdi ve onun söylediği bu laf üzerine düşünmeye başladı. “Umarım haklısınızdır,” dedi sonunda. “Şu bacaklarıma baksanıza.”
Turner, boğazından fışkıran bir kıkırdamayı temkinli bir öksürükle örtbas etti. “Ne demek istiyorsun?” “Yani, çok uzunlar. Annem hep bacaklarımın omuzlarımdan başladıklarını söyler.”
“Bana, belinin altından, tam da olması gereken yerden başlıyorlar gibi görünüyorlar.” Miranda kıkırdadı, “Mecazi anlamda söyledim.”
Turner ona göz kırptı. On yaşındaki bir kıza göre gerçekten iyi bir kelime dağarcığı vardı.
“Demek istiyorum ki,” diye sözüne devam etti. “Vücudumun geri kalan kısmıyla kıyaslanınca, bacaklarımın ölçüsü bütünüyle yanlış. Sanırım bu yüzden dans etmeyi bir türlü öğrenemiyorum. Sürekli Olivia’nın ayak parmaklarına basıyorum.”
“Olivia’nın ayak parmakları mı?”
“Dans çalışmalarını onunla yapıyoruz,” diye açıkladı Miranda canlılıkla. “Geri kalan kısmım bacaklarıma yetişirse, dans konusundaki beceriksizliğimin biteceğini düşünüyorum. Bu yüzden sanırım haklısınız. Büyüyüp kendimi bulmam lazım.”
“Harika,” dedi Turner, mutlulukla ve ona söylenebilecek en doğru şeyi söylemeyi başardığını fark ederek. “Sanırım geldik.”
Miranda, yukarıya, evi olan gri taş binaya baktı. Bölgenin göllerine bağlanan derelerden birinin tam üzerine kurulmuştu ve ön kapıya ulaşmak için küçük, taştan yapılmış bir köprüden geçmek gerekiyordu. “Beni eve kadar getirdiğiniz için teşekkür ederim, Turner. Söz veriyorum, size bir daha asla Nigel demeyeceğim.”

“Peki, bana Nigel dersen Olivia’yı çimdikleyeceğine de söz veriyor musun?”
Miranda kendini tutamayıp kıkırdarken elleriyle ağzını kapattı ve evet anlamında başını salladı.
Turner atından indi ve sonra küçük kıza dönüp onun inmesine yardım etti. “Bence ne yapman gerekiyor biliyor musun Miranda?” dedi hiç beklenmeyen bir anda.
“Ne?”
“Bir günlük tutmalısın-”
Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. “Niye? Öyle bir şeyi kim okumak ister ki?”
“Hiç kimse akıllım. Kendin için tutacaksın. Belki de, sen öldükten sonra bir gün torunların okurlar ve gençliğinde nasıl birisi olduğunu öğrenirler.”
Miranda başını yana eğdi. “Ya torunlarım olmazsa?” Turner ani bir hareketle onun saçlarını karıştırdı. “Sen amma çok soru soruyorsun.”
“Ama ya torunlarım olmazsa?”
Aman Tanrım, ne kadar da ısrarcıydı. “Belki ünlü olursun,” diye içini çekti Turner. “Ve okulda çocuklar seninle ilgili araştırma yaparken hakkında bir şeyler bilmek isterler.”
Miranda ona kuşkuyla baktı.
“Tamam, peki, niçin günlük tutman gerektiği konusundaki gerçek düşüncemi bilmek istiyor musun?” Miranda başını salladı.
“Çünkü bir gün büyüyüp kendini bulacak ve zaten akıllı olduğun kadar da güzel olacaksın. İşte o zaman günlüğüne bakıp Fiona Bennet gibi küçük kızların ne kadar aptal olduğunu anlayabileceksin. Annenin, senin bacaklarının omuzlarından başladığını söylediğini hatırlayınca güleceksin. Belki de bugün yaptığımız bu hoş sohbeti hatırlayınca, küçük bir tebessümünü de bana ayıracaksın.”
Miranda ona baktı ve onun, babasının üzerine araştırmalar yaptığı Yunan tanrılardan birisi olduğunu düşündü. “Ben ne düşünüyorum biliyor musun?” diye fısıldadı Miranda. “Bence senin gibi bir kardeşi olduğu için Olivia çok şanslı.”
“Asıl senin gibi bir arkadaşı olduğu için çok şanslı.”
Miranda’nın dudakları titriyordu. “Sizin için kocaman bir tebessüm ayıracağım, Turner,” diye fısıldadı. Turner eğildi, Londra’ da ki en güzel bayanın elini öpermiş gibi, büyük bir nezaketle genç kızın elini öptü.
“Biliyorum yaparsın.” Gülümsedi ve sonra başını sallayarak atına bindi, Olivia’nın kısrağı onun peşinden gidecekti.
Miranda, o ufukta kaybolana dek ona baktı ve hatta ondan sonra da bakmaya devam etti.
O gece daha sonra, Miranda gezinirken babasının çalışma odasına girdi. Babası, masasına akan muma aldırmadan eğilmiş, yazdığı metin üzerinde çalışıyordu.
“Baba, mumlara dikkat etmen gerektiğini sana kaç kere söylemeliyim?” diyerek derin bir iç çekti ve mumu alıp uygun bir mumluğa koydu.
“Ne?”
“Ve sana birden fazla mum gerek. Burası okumak için çok karanlık.”
“Öyle mi? Dikkat etmemiştim.” Gözlerini kısarak Miranda’ya baktı ve “Senin yatma vaktin geçmedi mi?” diye sordu.
“Dadım, bu gece yatağa yarım saat geç gidebileceğimi söyledi.”
“Öyle mi? Peki o zaman.” Sonra Miranda’nın varlığını unutarak tekrar elyazmasının üzerine eğildi. “Baba?”
Babası derin bir iç çekti. “Ne var, Miranda?”
“Kullanmadığın bir defterin var mı? Hani şu, sen çeviri yaparken son kopyadan önceki kopyayı yazdıklarından?”
“Sanırım var.” Masasının alt çekmecesini açtı ve bir defter aramaya başladı. “İşte burada, ama sen bununla ne yapacaksın? Bu kaliteli bir defter biliyorsun, öyle ucuz bir şey değil.”
“Bir günlük tutacağım.”
“Öyle mi? Peki, değecek bir çaba sanırım,” dedi ve defteri ona uzattı.
Babasının övgüsü karşısında Miranda’nın gözlerinin içi parladı. “Teşekkür ederim. Bunu bitirip bir yenisine ihtiyaç duyunca sana söylerim.”
“Tamam, o zaman. İyi geceler, canım.”
Miranda defteri sarmalayıp göğsüne yapıştırdı ve koşarak odasına çıktı. Bir hokka ile bir tüy çıkardı ve defterin ilk sayfasını açtı. Tarihi yazdı, sonra uzunca bir süre düşündü ve tek bir cümle yazdı Zaten yazması, gereken tek şey de buydu.
2 MART 1810
Bugün âşık oldum.
BİRİNCİ BÖLÜM

Onu seven herkesin Turner adıyla tanıdığı Nigel Bevelstoke, çok şey biliyordu.
Latince ve Grekçe okumayı, Fransızca ve İtalyanca konuşarak bir kadını nasıl ayartacağını biliyordu.
Hareketli bir atın sırtında giderken, hareketli bir hedefi vurmayı biliyordu. Onurunu beş paralık etmeden, alkol alırken nerde durması gerektiğini biliyordu.
Ustalarla yumruklaşabiliyor, eskrim yapabiliyordu ve hatta bunları yaparken de Shakspeare’den veya Donne’dan ezbere mısralar okuyabiliyordu.Kısacası, bir beyefendinin bilmesi gereken her şeyi biliyordu ve her alanda her yönüyle kusursuzluğa erişmişti, insanlar onu örnek alıyordu, insanlar ona gıpta ediyordu.
Fakat hiçbir şey – şöhretli ve ayrıcalıklı yaşamının bir saniyesi bile – onu bu an için hazırlamamıştı. Onu dikkatle izleyen gözlerin üzerinde yarattığı ağırlığını, öne çıkıp eşinin mezarına bir öbek toprak attığı şu andaki kadar hissettiği olmamıştı.
Çok üzgünüm, diyordu herkes. Çok üzgünüm – Çok üzgünüz.
Turner ise, Tanrı’nın gazabına uğrayabileceğinden endişeleniyordu. Elinde değildi, çünkü düşünebildiği bir tek şey vardı –
Ben üzgün değilim.
Ah, Leticia. Ona şükran duymasını gerektiren o kadar çok şey vardı ki.
Acaba nereden başlamalıydı? Önce saygınlığını yitirmesi vardı elbet. Boynuzlandığından kaç kişinin haberi olduğunu ancak şeytan bilebilirdi. Hem de defalarca.
Sonra saflığını yitirmesi vardı. Şimdi anımsamak zordu, ancak bir zamanlar, insanların iyi olduklarına inanırdı – onlara saygılı ve onurlu davranırsa, aynı şekilde karşılık vereceklerini sanırdı.
Daha sonra ruhunu kaybedişi vardı. Çünkü geri çekilip, ellerini arkasında sıkıca birbirine kenetledikten sonra, Leticia’nın bedenini toprağa emanet edişi sırasında rahibi dinlerken kendisinin bunu arzulamış olduğu gerçeğinden kaçamıyordu. Ondan kurtulmak istemişti.
Onun yasını tutmayacaktı – tutmadı.
“Çok yazık,” diye fısıldadı arkasından birisi -Turner’ın çenesi seğirdi. Yazık falan değildi. Bu bir maskaralıktı. Şimdi bir yılını, ona karnında bir başka adamın çocuğuyla gelen kadın için karalar giyerek geçirecekti. Onu büyülemişti. Turner’ı ondan başka bir şey düşünemez hale getirene dek cilve yapmış, nazlanmıştı. Onu sevdiğini söylemiş; o bağlılığını itiraf edip ruhunu ortaya koyduğunda ise tatlı bir saflık ve keyifle gülümsemişti.
Düşlerinin kadını olmuştu. Sonra da kâbusu.
O bebeği düşürmüştü, hani şu evlenmelerini gerektiren bebeği. Babası İtalyan bir konttu ya da en azından o, öyle olduğunu söylemişti. Evliydi ya da durumu uygun değildi veya her ikisi de. Turner onu bağışlamaya hazırdı, herkes hata yapardı. Nitekim kendisi de, düğün gecesinden önce onu baştan çıkarmaya çalışmamış mıydı?
Ama Leticia’nın istediği onun aşkı değildi. Kendisinden ne halt istediğini bilememişti – belki kuvvetti istediği, belki de bir başka erkeği daha büyüsü altına almanın baş döndürücü hazzı.
Turner, genç kadının ona yenik düştüğünü anlayıp anlamadığını merak ediyordu. Belki de evlilik onun tek çaresiydi. Evleninceye kadar birlikte üç ay geçirmişlerdi. Leticia’nın daha fazla kaybedecek zamanı yoktu.
Ve şimdi işte buradaydı. Ya da orada. Turner, topraktaki cansız bir beden için hangi yer zarfının doğru olduğundan tam olarak emin olamıyordu.
Her neyse. Turner’ın tek üzüldüğü, onun sonsuza dek kendi toprağında kalıp, geçmiş Bevelstoke bireyleri arasında istirahat edecek olmasıydı. Mezar taşında Turner’ın adı yazacaktı ve yüz yıl sonra biri, granit üzerindeki oyma yazılara bakıp, hoş bir bayan olmalı ve genç yaşta gitmesi ne büyük bir trajedi, diye düşünecekti.
Turner rahibe baktı. Genç bir adamdı, bölgede yeniydi ve her yönüyle, hâlâ dünyayı daha iyi bir yer haline getirebileceğine inanıyor gibi görünüyordu.
“Küller küllere,” dedi rahip ve gözlerini dul kalan adama çevirdi.
Ha evet, diye düşündü asabı bozularak, bumda ben konuşacaktım. “Toprak toprağa,”
Arkasında birisi, burnunu çekti.
Mavi gözleri, bütünüyle yersiz bir duygudaşlık ışıltısıyla parlayan rahip, konuşmasını sürdürdü – “Kesin ve mutlak Kıyamet beklentisiyle – ”
Yüce Tanrım.
” – sonsuz hayata.”
Rahip Turner’a baktı ve ürktü. Turner, rahibin onun yüz ifadesinde tam olarak ne gördüğünü merak etti. İyi bir şey görmediği açıkça belliydi.
Koro halinde bir “âmin” sesi yükseldi ve tören sona erdi. Herkes önce rahibe, sonra Turner’a sonra tekrar rahibe baktı. Rahip onun elini sıkarken “Onu özleyenler olacak,” dedi.
“Ben değil.” Turner’ın ağzından kaçıverdi. Bunu söylediğine inanamıyorum.
Miranda az önce yazdığı sözlere baktı. O sırada, on üçüncü günlüğünün kırk ikinci sayfasındaydı ama ilk kez – dokuz yıl önceki o kader gününden sonra ilk kez – ne yazacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. O tekdüze geçen günlerinde bile (ki sıklıkla öyleydi) yazacak bir şeyler uydurmayı başarmıştı.
On dördüncü yaşının mayıs ayı – Uyandım.
Giyindim.
Kahvaltı yaptım: Kızarmış ekmek, yumurta, pastırma.
Adı bilinmeyen bir bayatım yazdığı Kül ve Ateş’i okudum. Kül ve Ateş’i babamdan sakladım.
Öğle yemeği yedim: tavuk, ekmek, peynir. Fransızca fiil çekimlerini çalıştım. Büyükanneme mektup yazdım.
Akşam yemeği yedim: biftek, çorba, puding. Biraz daha Kül ve Ateş okudum, yazarın kimliği hâlâ belli değil.
Yoruldum. Uyudum.
Rüyamda onu gördüm.
Bunlar, aynı yıl 12 Kasım’da yaptığı kayıtlarla karıştırılmamalıydı – Uyandım.
Kahvaltı yaptım: yumurta, kızarmış ekmek, jambon Eski Yunan tragedyası okuyarak müthiş bir şov yaptım. Boşuna.
Zamanın çoğunu pencereden dışarı bakarak geçirdim.
Öğle yemeği yedim: balık, ekmek, bezelye. Latince fiil çekimlerini çalıştım. Büyükanneme mektup yazdım.
Akşam yemeği yedim: rosto, patates, puding. Tragedyayı masaya getirdim (kitabı, olayı değil). Babam fark etmedi.
Yattım.
Uyudum. Rüyamda onu gördüm.
Oysa şimdi – şimdi, büyük ve çok önemli bir şey gerçekleştiği zaman (ki böyle bir şey hiç olmuyordu) söyleyecek bir tek sözü vardı – Bunu söylediğine inanamıyorum.
“Peki, Miranda,” diye kendi kendine mırıldandı, bir yandan da elinde tuttuğu tüyün ucundaki mürekkebin kurumasını seyrediyordu, “Bir günlük yazarı olarak üne kavuşamazsın.”
“Ne dedin sen?”
Miranda günlüğünü çat diye kapattı. Olivia’nın odaya girdiğini fark etmemişti. “Hiç,” dedi telaşla. Olivia yürüdü ve kendini halının öteki ucundaki yatağa attı. “Ne korkunç bir gün.”
Miranda başını salladı ve arkadaşının yüzünü görebilmek için sandalyesini çevirdi.
“Cenazeye gelmene sevindim,” dedi Olivia iç çekerek. “Gece burada kalacağın için de teşekkür ederim.”
“Sözü mü olur,” diyerek yanıtladı Miranda. Hiç sorun değildi, hele Olivia ona ihtiyacı olduğunu söyleyince. “Ne yazıyorsun?”
Miranda günlüğüne baktı ve kapağını saklamak için elleriyle defterin bütününü kapattığını ancak o zaman fark etti. “Hiç,” dedi.
Olivia tavana bakıyordu, ancak bu sözün üzerine birden başını Miranda’ya çevirdi. “Bu doğru olamaz.”
“Maalesef doğru.” “Niçin maalesef?”
Miranda gözlerini kırptı. Olivia en üstü kapalı cevaplanması gereken, en açık seçik soruları sorardı.
“Yani,” dedi Miranda. Bu duraksaması zaman kazanmak için değildi, fakat gerçekten de ne diyeceğini bilmiyordu. Ellerini defterin üzerinden çekti. Sanki cevap sihirli bir biçimde defterin kabına kazınmış olarak karşısına çıkacakmış gibi günlüğüne baktı.
“Tüm varlığım bu. Ben neysem bu o.” Olivia kuşkulu görünüyordu. “O bir kitap.” “Bu benim hayatım.”
“Hayatın mı?” diye sordu Olivia!
“Defterin benim hayatım olduğunu söylemiyorum,” dedi Miranda ani bir sabırsızlıkla, “Sadece onu içeriyor. Her şeyiyle. Her şeyi yazdım. On yaşımdan beri.”
“Her şeyi mi?”
Miranda, neler yediğini ve daha başka küçük şeyleri, görev duygusu içinde yazdığı sayısız günleri anımsadı. “Her şeyi.”
“Ben asla bir günlük tutamazdım.” “Evet, yapamazdın.”
Olivia başını elinin desteğiyle kaldırarak yan tarafına döndü. “Benimle aynı fikri paylaşman gerekmezdi.” Miranda sadece gülümsedi.
Olivia tekrar sırt üstü döndü. “Sanırım defterine dikkatimin zayıf olduğunu yazacaksın.” “Zaten yazdım.”
Bir süre sessizlikten sonra. “Sahi mi?”
“Çabuk sıkıldığını dair bir şeyler yazmıştım.”
“Evet,” diye yanıtladı arkadaşı, neredeyse hiç düşünmeden. “O kadarı doğru.”
Miranda tekrar yazı masasına baktı. Mum, kurutma kâğıdının üstüne titrek ışık parçacıkları düşürüyordu. Birden üzerinde bir yorgunluk hissetti. Yorgun ama ne yazık ki uykulu değil.
Bezgin belki. Huzursuz.
Sıyrılıp yataktan çıkarken, “Bitkinim,” dedi Olivia. Dadısı geceliklerini yorganların üzerine koymuştu. Olivia giyinirken Miranda saygıyla başını çevirdi.
“Sence Turner burada ne kadar kalacak?” diye sordu Miranda dilini ısırmamaya çalışarak. Onun bir anlık görüntüsünü bile hâlâ ölesiye arzuluyor olmaktan nefret ediyordu ama bu yıllardır böyle sürüp gidiyordu. Hatta o evlenirken bile böyle olmuştu. Düğününde kilise sıralarında oturup onu seyretmişti. Yüreği adeta yanarak onun gelinine bakmasını seyretmişti.
Ne olursa olsun, onu yine de seviyordu. Hep sevecekti. Daha küçük bir kızken, özüne inanmasını sağlayan adam o olmuştu. Onun kendisine ne yaptığı – kendisi için ne yaptığı konusunda hiçbir fikri yoktu ve belki de asla olmayacaktı. Ancak, Miranda’nın yüreği hâlâ onun için yanıyordu. Belki de hep yanacaktı.
Olivia yatağın içine girdi. “Uzun süre uyanık kalacak mısın?” diye sordu. Sesi uykuluydu.
“Çok değil,” diyerek ona güvence verdi Miranda. Olivia, yakınında mum yanarken uyuyamazdı. Miranda bunu anlayamıyordu çünkü şöminedeki ateş onu rahatsız ediyor gibi görünmüyordu. Fakat önceden mum yanarken Olivia’nın yatağın içinde dönüp durduğuna tanık olmuştu, bu yüzden de zihninin hâlâ bir koşturmaca içinde olduğunu ve “çok değil”in biraz yalan olduğunu fark ettiğinde, öne eğildi ve üfleyerek mumu söndürdü.
“Başka bir yerde yazarım,” dedi ve günlüğünü koltuğunun altına sıkıştırdı.
“Teşekkürler” diye mırıldandı Olivia. Daha Miranda, üzerine bir sabahlık çekip koridora varmadan uykuya dalmıştı.
Miranda, serbest kalan elleriyle kuşağını bağlayabilmek için günlüğünü çenesi ile göğüs kemiği arasına sıkıştırdı. Geceyi geçirmek için Haverbreaks’e sık gelirdi ama yine de başka birisinin evinin koridorlarında, üzerinde gece kıyafeti dışında bir şey olmaksızın dolaşmak uygun değildi.
Gece karanlıktı, yolunu görebilmesi için sadece pencereden sızan ay ışığı vardı ama zaten Miranda, Olivia’nın odasından kütüphaneye kadar gözü kapalı gidebilirdi. Olivia her zaman ondan önce uyurdu – bunun sebebinin zihninde çok sayıda düşüncenin dolaşıyor olması olduğunu söylerdi – bu yüzden de Miranda zihnindekileri kayıt etmek için günlüğünü sık sık başka bir odaya götürürdü. Aslında kendine ait başka bir yatak odası isteyebilirdi ama Olivia’nın annesi gereksiz savurganlığa karşıydı ve bir oda yeterliyken ikinci bir odayı ısıtmanın hiçbir mantıklı sebebi yoktu.
Miranda bunu çok da umursamıyordu. Aslında buraya geldiği için çok mutluydu. Bu günlerde kendi evi çok ama çok sakindi. Sevgili annesi bir yıl kadar önce, Miranda’yı babasıyla tek başına bırakıp göçüp gitmişti. Babası üzüntüden, kızını kendi başının çaresine bakmaya terk ederek kıymetli elyazmalarıyla birlikte bir odaya kapanmıştı. Miranda, sevgi ve dostluk için Bevelstokclar’a dönmüş, onlar da kollarını açıp onu kucaklamışlardı. Hatta Olivia, Leydi Cheever onuruna, üç hafta karalar giymişti.
“Eğer birinci göbek kuzenlerimden birisi ölseydi, aynı şeyi yapmaya zorlanacaktım,” demişti Olivia cenazede. “Kuşkusuz, anneni kuzenlerimin hepsinden çok severdim.”
“Olivia!” Miranda duygulanmış ve şaşırmıştı. Olivia sıkıntıyla gözlerini devirdi. “Kuzenlerimle tanıştın mı?” Ve Miranda gülmüştü. Kendi annesinin cenazesinde, Miranda gülmüştü. Sonradan anladı ki,bu arkadaşının ona sunabileceği en değerli armağandı.
“Seni seviyorum Livvy,” demişti.
Olivia elini tutmuştu. “Biliyorum,” demişti yumuşak bir ses tonuyla. “Ben de seni.” Sonra omuzlarını kaldırmış, normal duruşunu almıştı. “Sensiz ben adam olmazdım, bilirsin. Annem sık sık söyler, telafisi mümkün olmayan bir suç işlemedimse bunun tek sebebi sensin.”
Belki bu yüzden, diye düşündü Miranda, Leydi Rudland Londra’da bir sezon ona göz kulak olmayı teklif etmişti. Davetiyeyi alınca babası rahat bir nefes almış ve hemen gerekli parayı yollamıştı. Sör Rupert Cheever çok varlıklı bir adam değildi ama biricik kızının bir sezon boyunca Londra’da kalmasının masrafını karşılayabilirdi. Ancak kızını oraya kendisinin götürmesi için gerekli olan bir şeyden yoksundu; sabır – ya da açıkçası, ilgi.
Sezona katılmaları bir yıl ertelendi. Miranda annesinin yasını tutarken gidemezdi. Leydi Rudland Olivia’nın da beklemesine karar verdi. On dokuzu kadar yirmisinin de bu iş için uygun olacağını duyurmuştu, bu doğruydu; hiç kimse, Olivia’nın çarpıtarak ifade ettiği yüklü çeyiziyle evlilik konusunda başarılı olacağından kesinlikle şüphe etmiyordu.
Ne var ki, Leticia’nın ölümü trajik olduğu kadar zamansızdı da; şimdi uyulması gereken başka bir yas dönemi daha başlamıştı. Yine de, Leticia kan bağı bulunan bir kız kardeş olmadığı için, Olivia’nın sadece altı hafta yas tutması yeterliydi.
Sezon için varışları sadece biraz gecikecekti. Bu kaçınılmazdı.
Miranda gizliden gizliye durumun böyle olmasına sevinmişti. Bir Londra balosu düşüncesi onu ürkütüyordu. Bunun asıl nedeni utangaç olması değildi, çünkü utangaç olduğunu düşünmüyordu. Sadece büyük kalabalıklardan hoşlanmıyor, alıcı gözlerle ona bakan onca insan düşüncesine katlanamıyordu.
Kaçınılmaz, diye düşündü merdivenlerden inerken.
Gerçi, yanında Olivia olmaksızın, Ambleside’da çakılıp kalmak çok daha kötü olurdu.
Miranda, nereye gideceğine karar vermek için merdivenlerin sonunda duraksadı. Batı oturma odasındaki masa daha iyiydi ama kütüphane daha ılık olurdu, biraz serin bir geceydi. Öte yandan –
Hımm… o da neydi?
Eğilip koridora baktı. Lord Rudland’ın çalışma odasındaki şömine yakılmıştı. Miranda hâlâ birilerinin ayakta olabileceğini düşünememişti – Bevelstokelar her zaman erken yatardı.
Açık kapıya varıncaya kadar yolluk halı üzerinde usulca yürüdü. “Aa!”
Turner babasının koltuğundan başını kaldırıp baktı. “Bayan Mirandaa,” dedi adının son hecesini uzatıp, oldukça tembel bir şekilde oturmaya devam ederken. “Ne sürpriz.”
Turner, babasının çalışma odasının kapısında duran Bayan Miranda Cheever’ı gördüğüne niçin şaşırmadığından emin değildi. Koridordaki ayak seslerini duyduğunda, bu gelen kişinin o olması gerektiğini biliyordu. Doğru, ailesi ölüler gibi uyuma eğilimindeydi ve onlardan birinin ayakta ve atıştıracak veya okuyacak bir şeyler aramak için koridorlarda dolanıyor olması pek akıl alacak bir düşünce değildi.
Ancak, onu bu kişinin Miranda olduğunu düşünmesine yönelten, bunun da ötesinde bir şeydi. O bir izleyiciydi, o, hep orada, hep o baykuşumsu gözleriyle sahneyi gözetliyordu. Onu ilk ne zaman gördüğünü hatırlayamıyordu – belki de o delişmen kız daha yürütecinden kurtulmadan önceydi – o bir demirbaştı, gerçekten, her nasılsa hep oradaydı, hatta sadece ailenin bulunması gereken, böyle zamanlarda bile.
“Gideyim,” dedi Miranda.
“Hayır, gitme,” diye yanıtladı, çünkü… çünkü neden? Çünkü hainlik yapıyormuş gibi hissetmişti?
Çünkü haddinden fazla içmişti?
Çünkü yalnız kalmak istemiyordu?
“Kal,” dedi eliyle boşluğu işaret ederek. Elbette oralarda oturacak bir yer olmalıydı. “Bir içki iç.” Miranda’nın gözleri irileşti.
“Daha fazla büyüyeceklerini sanmazdım,” diye mırıldandı Turner.
“İçemem,” dedi Miranda. “İçemez misin?”
“İçmemeliyim” diye düzeltti. Turner, onun kaşlarının birbirine yaklaştığını görür gibi oldu. Güzel, onu, tahrik etmişti. Hâlâ bir kadını, onun kadar eğitimsiz bile olsa, kışkırtabildiğim görmek iyi bir duyguydu.
“Madem buradasın,” dedi omuz silkerek. “Bir brendi içebilirsin.”
Miranda bir süre tek kelime etmeden durdu, Turner, onun beynindeki vınlamayı duyduğuna yemin edebilirdi. Nihayet, küçük defterini kapının yanındaki masaya koydu ve ilerledi.
“Sadece bir tane,” dedi.
Turner gülümsedi. “Limitini bildiğin için mi?”
Miranda’nın gözleri onunkilerle buluştu. “Hayır, limitimi bilmediğim için.” “Bu yaşta bu bilgelik,” diye mırıldandı.
“On dokuzumdayım,” dedi, ama küstahça değil, sadece bir gerçeği dile getirircesine. Turner bir kaşını kaldırdı. “Söylediğim gibi…”
“Sen on dokuzundayken…”
Turner alaycı bir tavırla gülümsedi. Sonra cümleyi tamamlamadığını fark ederek, “Ben on dokuzumdayken,” dedi ve neredeyse ağzına kadar doldurulmuş bir brendi kadehini uzatırken, “Bir aptaldım,” diyerek cümlesini bitirdi. Kendi için doldurduğu bardağa baktı, Miranda’nınki ile aynı miktardı. Uzun, doyurucu bir yudumla hepsini içti.
Bardağı çarparak masanın üstüne koydu ve başını avuçlarının arasına alıp, dirseklerini yanlara vererek arkasına yaslandı. “Şunu da eklemeliyim, on dokuz yaşındaki her genç gibi.”
Miranda’ya baktı. Genç kız henüz içkisine dokunmamış, hatta daha oturmamıştı bile. “Misafirim bütünüyle bunun dışında tutulabilir,” diyerek gafını düzeltti.
Miranda, “Brendinin küçük kadehlerde servis yapıldığını düşünürdüm,” dedi.
Sonra dikkatle geçip bir koltuğa oturdu. Bu sırada Turner onu izliyordu. Koltuk Turner’ın yanında değildi, ama yine de çok uzağında sayılmazdı. Miranda’nın gözleri onunkilerden hiç ayrılmıyordu. Miranda, Turner’ın kendisine ne yapabileceğini düşünüyordu acaba, saldırmasını mı?
“Brendi,” dedi, sanki birden fazla bir kalabalığa konuşurmuşçasına, “Elde en iyi ne varsa onunla servis edilir. Bu durumda – ” Kadehini kaldırdı ve yüzeyinde dans eden ateşten gelen ışığı izledi. Cümlesini tamamlama zahmetine katlanmadı, bunu çok gerekli görmedi. Hem zaten kendisine başka bir içki daha doldurmakla meşguldü.
“Şerefe.” içkiyi fondip yaptı.
Miranda’ya baktı, orada oturup onu seyretmeye devam ediyordu. Turner, Miranda’nın yüzünden kendisini onaylayıp onaylamadığını anlayamıyordu. Yüz ifadesi hiç anlaşılabilecek gibi değildi ama yine de onun bir şeyler söylemesini arzu ediyordu. Herhangi bir şey olabilirdi, gerçekten, hatta kadehler üzerine çok daha saçma bir şey bile olabilirdi. Tek istediği, saatin hâlâ on bir buçuk olduğunu ve bu sefil güne – bitti – diyebilmesi için yarım saat daha beklemesi gerektiğini unutabilmekti.
“Pekâlâ, söyle Bayan Miranda, sizce nasıl geçti?” dedi. Sıradan, bayağı bir şeyler söylemenin ötesinde sözler söylemesi için gözleriyle ona cesaret verdi. Miranda’nın yüzüne şaşkınlık hâkim olmuştu – bu, gece boyunca Miranda’nın açıkça belli ettiği ilk duyguydu.
“Cenazeyi mi kastediyorsunuz?”
“Gün içinde başka bir olay yaşanmadı, sanırım,” dedi oldukça keyifli bir biçimde. “Şey… İlginçti.”
“Hadi ama Bayan Cheever, bundan daha iyisini yapabilirsiniz.”
Miranda alt dudağını ısırdı. Leticia da böyle yapardı, diye düşündü Turner. Eskiden, masummuş gibi davrandığı zamanlarda… Fakat yüzüğü parmağına taktıktan sonra bu hareketi artık yapmaz olmuştu.
Bir içki daha doldurdu. “Sizce de öyle değil miydi?”
“Hayır,” dedi Turner sertçe. Yeryüzünde böyle bir geceye yetecek brendi kalmadığını düşündü.
Miranda uzandı ve bardağını aldı. Bir yudum içti. “Görkemli olduğunuzu düşündüm.”
Kahretsin. Turner öksürdü, boğulacak gibi olmuştu. Sanki masum biriydi ve ilk defa brendi içiyordu. “Özür dilerim.”
Miranda sakince gülümsedi. “Daha küçük yudumlar almak yardımcı olabilir.” Turner ona dik dik baktı.
“Birinin ölüler hakkında samimi konuşması ender görülen bir şeydir,” dedi Miranda. “Şimdi sırası mı pek emin değilim ama yani, çok da harika bir insan değildi, değil mi?”
Son derece sakin ve masum görünüyordu ancak gözleri… onlar keskindi.
“Ama Bayan Cheever,” diye mırıldandı Turner. “Sanırım biraz kinci bir damarın var.”
Miranda omuz silkti ve içkisinden bir yudum daha aldı – küçük bir yudum, Turner dikkatle onu izliyordu. “Hiç öyle değil,” dedi, Turner ona inanmadığından son derece emin olmasına karşın. “Ama iyi bir gözlemciyimdir.”
Turner kıkırdadı. “Gerçekten öylesin.” Miranda gerildi. “Özür dilerim.”
Turner onu kızdırmıştı. Bunu yapmaktan niçin bu kadar hoşlandığını o da bilmiyordu ama elinde değildi. Onu kıvrandırabileceğini görmek için öne doğru eğildi. “Gözlerim senin üstündeydi.” Miranda’nın benzi attı. Turner ateşin ışığında bile bunu görebiliyordu.
“Ne gördüğümü biliyor musun?” diye mırıldandı. Miranda’nın dudakları aralandı ve başını salladı. “Gözleriniz benim üzerimdeydi.”
Ayağa fırladı, bu ani hareketi neredeyse koltuğunun arkaya düşmesine sebep olacaktı. “Gitmeliyim,” dedi. “Bu yaptığımız hiç normal değil ve çok da geç oldu ve – ”
“Aa, hadi ama Bayan Cheever,” dedi Turner, ayağa kalkarak. “Sinirlenme. Senin gözün de herkesin üzerinde. Dikkat etmediğimi mi zannediyorsun?”
Uzandı ve genç kızın kolunu tuttu. Miranda donakaldı. Ama yüzünü ona çevirmedi.
Turner parmaklarını biraz daha sıktı. Sadece onun elinden kaçıp gitmesini engelleyecek kadar çünkü onun gitmesini istemiyordu. Yalnız kalmak istemiyordu. Yirmi dakikası daha vardı ve Miranda’yı öfkelendirmek istiyordu, tıpkı kendi öfkesi gibi, tıpkı yıllardır öfkeli olduğu gibi.
“Söyle bana Bayan Cheever,” diye fısıldadı, iki parmağını onun çenesinin altına değdirerek. “Daha önce seni hiç öpen oldu mu?”
İKİNCİ BÖLÜM

Miranda’nın yıllardır bu anı düşlediğini söylemek abartı olmazdı. Düşlerinde o her zaman ne söyleyeceğini bili vcrdi ama gerçekte kendisini çok daha az ifade edebiliyordu ve onun yüzüne bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. Nefessiz kalmıştı – kelimenin tam anlamıyla nefes alamıyorum, diye düşündü.
Komik, bunun hep bir metafor olduğunu düşünmüştü. Nefessiz. Nefessiz.
“Sanırım hayır,” dedi Turner. Miranda zihninde birbirini kovalayan düşüncelerinin karmaşası içerisinde onu zorlukla işitebiliyordu. Koşup kaçmalıydı, fakat donakalmıştı, bunu yapmamalıydı ama yapmak istiyordu, en azından yapmak istediğini zannediyordu – on yaşından beri bunu istediğinden kesinlikle emindi. Aslında, istediğinin tam olarak ne olduğunu da bilmiyordu ve –
Turner’ın dudakları onunkilere değdi. “Harika,” diye mırıldandı Turner. Genç kızın yanağı boyunca baştan çıkarıcı öpücükler kondurarak çene çizgisine kadar indi. Cennet bu olmalıydı. Bu Miranda’nın daha önce hiç tatmadığı bir şeydi. İçinde bir kıpırdanma olmuştu, tuhaf bir gerilme ve sonra yeniden salıverilme. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu, bu yüzden Turner’ın yanakları elmacık kemikleri ve sonra dudakları boyunca kondurduğu öpücükleri kabullenerek orada öylece durdu.
“Ağzını aç,” diye emretti Turner, Miranda itaat etti çünkü karşısındaki Turner’dı ve kendisi de bunu istiyordu. Zaten hep istememiş miydi?
Turner’ın dili derinlere indi ve onu kendine doğru çekti. Parmakları da, dudakları da daha fazlasını istiyordu. Birden Miranda bunun yanlış olduğunu fark etti, yıllardır düşlemiş olduğu an bu an değildi. Turner onu istemiyordu. Kendisini niçin öptüğünü bilmiyordu ama Turner’ın onu istemediğine ve kesinlikle onu sevmediğine emindi. Bu öpüşte hiçbir sevgi ve şefkat yoktu.
“Sen de beni öp, kahretsin,” diye homurdandı Turner ve yeni bir hamleyle dudaklarını onunkilerin üzerine bastırdı. Bu şiddetti, bu sinirlendirici bir şeydi ve Miranda korkmaya başlamıştı.”Hayır,” demeye çalıştı ama sesi Turner’ın ağzının içinde kayboluyordu. Turner’ın eli nasıl olduysa aşağılara inmiş, en mahrem yerlerini mıncıklıyor ve iyice kendine doğru çekiyordu.
Miranda bunun nasıl bir şey olduğunu anlayamıyordu; aynı anda hem istemek, hem de istememek, başını döndürürken bir yandan da korkutmak ve kendisinin de onu hem sevmesi, hem de nefret etmesi.
“Hayır” dedi tekrar, elleriyle bedenlerini birbirinden ayırıp avuç içleriyle Turner’ı göğsünden iterek. “Hayır!” Turner, hiçbir tereddüt işareti göstermeden, aniden geri çekildi.
“Miranda Cheever,” dedi Turner mırıltı halinde, “Kim bilebilirdi ki?” Miranda ona bir tokat patlattı.
Turner’ın gözleri kısıldı ama hiçbir şey söylemedi.
“Bunu niçin yaptın?” diye sordu Miranda sorgulayıcı bir ses tonuyla. Bütün bedeni titremesine karşın sesi oldukça kararlı çıkıyordu.
“Seni öpmeyi mi?” dedi omuz silkerek. “Niçin yapmayacaktım?”
“Hayır,” diyerek karşılık verdi Miranda. Kendi sesindeki acıdan kendisi de korktu ama onun bilmesini istiyordu. “Kolay yolu seçemezsiniz. O ayrıcalığı kaybettiniz.”
Genç adam kıkırdadı, lanet olası Turner ve dedi ki; “Bir dominatriks(* Dominatriks: Asteriks’in iri yapılı sevgilisi.) olarak çok eğlencelisin.”
“Kes şunu,” diye bağırdı Miranda. Turner, onun anlamadığı şeyler söylemeyi sürdürüyordu ve bu yüzden de Miranda ondan nefret ediyordu. “Beni niçin öptün? Beni sevmiyorsun ki.”
Tırnaklarını avuç içlerine geçirmişti. Aptal, aptal kız. Bunu niçin söyledi ki şimdi sanki?
Fakat Turner sadece gülümsedi. “Senin daha on dokuz yaşında olduğunu unutmuşum. İşte bu yüzden öpüşmek için aşkın gerekli olmadığını bilmiyorsun.”
“Benden hoşlandığını bile sanmıyorum.”
“Saçma, tabii ki hoşlanıyorum,” derken gözlerini kırptı, sanki onu ne kadar iyi tanıdığını hatırlamaya çalışıyor gibiydi. “Senden kesinlikle nefret etmiyorum.”
“Ben Leticia değilim,” dedi Miranda fısıltı şeklinde.
Turner, bir anda genç kızın kollarını kavradı ve acıtacak derecede sıktı. “Sakın bir daha onun adını ağzına alma. Duydun mu beni?”
Miranda şok içindeki gözlerinden öfke yayarak baktı. “Özür dilerim,” dedi telaşla. “Lütfen bırak gideyim.” Fakat Turner onu bırakmadı. Sadece parmaklarını biraz gevşetti. Bakışları adeta Miranda’yı delip geçiyordu.
Bir hayalete bakıyordu sanki. Leticia’nın hayaleti.
“Turner, lütfen,” dedi Miranda fısıldayarak. “Canımı yakıyorsun.”
Turner’ın ifadesinde bir şeyler berraklaştı ve geri adım attı. “Özür dilerim,” dedi. Yan tarafa baktı. Pencereye? Saate? “Bağışla lütfen,” dedi nezaketle. “Sana saldırdığım için, her şey için.”
Miranda yutkundu. Gitmeliydi. Ona bir tokat daha patlatıp, çıkıp gitmeliydi ama perişan haldeydi. Yine de söylemeden edemedi, “Seni bu kadar mutsuz ettiği için çok üzgünüm.”
Turner’ın gözleri onunkilere kaydı. “Dedikodular ders odalarına kadar yayılıyor değil mi?” “Hayır!” dedi Miranda aceleyle. “Sadece… Bundan başka bir şey söyleyemem.”
“Yaa?”
Miranda ne söylemesi gerektiğini düşünerek dudağını ısırdı. Ders odasında bir dedikodu duymuştu. Doğruydu ama dedikodu bir yana, kendisi de görmüştü. Turner düğünde öylesine âşık görünüyordu ki. Gözleri aşkla parlıyordu ve Leticia’ya baktığında, Miranda dünyanın adeta ikiye bölündüğünü görebiliyordu. Sanki kendi küçük dünyalarındaymış gibiydiler, sadece ikisi… Miranda sadece bir seyirciydi.
Turner’ı öteki görüşünde… Her şey daha farklıydı. Genç adam öfkeli bir ses tonuyla, “Miranda,” dedi.
Miranda başını kaldırdı ve yumuşakça, “Evlenmeden önce seni tanıyan herkes, evlendikten sonra mutsuz olduğunu söyleyebilirdi.”
“Nasıl yani?” derken Miranda’ya baktı, gözlerinde öyle ısrarcı bir ifade vardı ki Miranda’nın ona doğruyu söylemekten başka bir çaresi kalmamıştı.
“Eskiden gülerdin,” dedi yumuşak bir sesle. “Eskiden gülerdin ve gözlerin parlardı.” “Ya şimdi?”
“Şimdi sadece soğuk ve donuksun.”
Turner gözlerini kapadı ve bir an Miranda onun acı çektiğini düşündü. Sonra Turner delici bakışlarla ona baktı. Alaycı bir gülümsemeyle ağzının bir kenarı yukarı kalktı. “Öyleyim.” Kollarını önünde kavuşturdu ve cesaretle kitaplığa yaslandı. “Lütfen, söyle bana Bayan Cheever, ne zamandan beri bu kadar zekisin?”
Miranda, boğazından yükselen şaşkınlığı yenmek istercesine yutkundu. Turner’ın şeytanları yine kazanmıştı. “Ben hep öyleydim,” dedi Miranda. “Sen de, ben küçükken sürekli ne kadar zeki olduğumdan bahsederdin.”
“Şu büyük kahverengi gözlerin,” dedi Turner, acımasız bir şekilde kıkırdayarak. “Her yerde beni takip ediyordu. Benden hoşlandığını bilmediğimi mi zannediyorsun?”
Miranda’nın gözlerinde yaşlar birikti. Nasıl bunu söyleyecek kadar zalim olabilirdi? “Ben çocukken bana çok kibar davranırdın,” dedi yumuşak bir sesle.
“Sanırım öyleydim ama o uzun zaman önceydi.” “Hiç kimse bunu benden daha iyi bilemez.”
Turner hiçbir şey söylemedi, Miranda da hiçbir şey söylemedi. Sonra nihayet-
“Git.”
Sesinde acı ve kalp kırıklığı vardı. Miranda gitti. O gece günlüğüne hiçbir şey yazmadı.
Ertesi sabah, Miranda uyandığında tek bir amacı vardı. Eve gitmek istiyordu. Kahvaltıyı kaçırması umurunda değildi. Şiddetli yağmurda zar zor yol alması gerekse de, havanın açıp açmaması da umurunda değildi. Onunla burada, aynı binada, aynı mülk içerisinde olmak istemiyordu.
Her şey çok hüzün vericiydi. O gitmişti. Onun tanıdığı Turner, onun taparcasına sevdiği Turner gitmişti. Aslında böyle olacağını önceden hissetmişti. İlk olarak gözlerinde görmüştü. Sonra ağzı ve ağzının kenarlarında oluşan beyaz öfke çizgilerinde.
Bunu hissetmişti, fakat şimdiye kadar kendisinin bunu gerçekten bilip kabullenmesine izin vermemişti. “Uyanıksın.”
Olivia’ydı, yas tuttuğu için siyahlar giymesine rağmen çok çekici görünüyordu. “Maalesef,” dedi Miranda mırıltı halinde.”Bu da ne demek?”
Miranda ağzını açtı, sonra Olivia’nın ona kulak vermeyeceğini hatırladı. O zaman enerji harcamaya ne gerek vardı ki?
“Pekâlâ, acele et,” dedi Olivia. “Giyin, son detaylar için hizmetçimi çağıracağım. İş saça gelince elleri kesinlikle büyülü gibidir.”
Miranda kendisinin kılını bile kıpırdatmadığını, Olivia’nın ne zaman fark edeceğini merak ediyordu. “Kalk artık, Miranda.”
Miranda neredeyse fırlayarak ayağa kalktı. “Aman Tanrım, Olivia. Kimse sana bir insanın kulağının içine bağırtmaması gerektiğini söylemedi mi?”
Olivia’nın kafası Miranda’nın burnunun uçundaydı. “Gerçeği söylemek gerekirse, bu sabah hiç de insan gibi görünmüyorsun.”
Miranda döndü. “İnsan gibi hissetmiyorum.” “Kahvaltıdan sonra daha iyi hissedersin.”
“Aç değilim.”
“Ama kahvaltıyı kaçıramazsın.”
Miranda dişlerini sıktı. Birinin öğleden önce bu kadar çok konuşması yasaklanmalıydı. “Miranda.”
Miranda başını yastıkla kapattı. “Adımı bir kez daha söylersen seni öldürmek zorunda kalacağım.” “Ama yapacak işlerimiz var.”
Miranda sustu.
Neden bahsediyordu bu Livvy? “İş mi?” diye sordu.
“Evet iş.” Olivia yastığı çekip aldı ve yere fırlattı. “Çok harika bir fikrim var. Rüyamda gördüm.” “Şaka yapıyorsun.”
“Tamam, pekâlâ, şaka yapıyorum ama bu sabah yatakta yatarken aklıma geldi,” dedi Olivia gülümseyerek. Öyle sinsi bir gülümsemeydi ki gören dünyayı ele geçirmek için planlar yaptığını sanırdı.
“Tamam, peki, ne işiymiş bu?” “Sen.”
“Ben.”
“Ve Winston.”
Miranda bir süre konuşamadı. Sonra, “Delisin sen,” dedi.
Olivia omuz silkti ve arkasına yaslandı. “Ya da çok akıllı. Düşünsene Miranda. Mükemmel bir şey bu.”
Miranda, o anda herhangi bir erkekle ilgili herhangi bir şey düşünmeyi hayal bile edecek durumda değildi, hele de bu Bevelstoke soyadını taşıyan birisiyse.
“Onu iyi tanıyorsun ve aynı yaştasınız,” dedi Olivia parmaklarıyla yaşlarını hesaplayarak.
Miranda başını salladı ve yatağın öteki tarafına kaçtı. Fakat Olivia çevik bir hareketle hemen onun yanında bitti. “Senin bir sezona katılmaya ihtiyacın yok,” diye sürdürdü sözlerini. “Birçok yerde böyle söylemiştin. Tanımadığın insanlarla konuşmaktan nefret edersin.”
Miranda gardıroba doğru yönelerek ondan kurtulmaya yeltendi.
“Sen zaten Winston’u tanıdığın için – önceden de söylediğim gibi – yabancılarla konuşmana gerek kalmayacak ve dahası bu bizim kardeş olacağımız anlamına geliyor,” dedi. Bunları söylerken yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
Miranda sessizliğini sürdürdü ve giyinmek için gardıroptan bir kıyafet aldı. “Güzel olurdu, Olivia,” dedi, başka ne söyleyebilirdi ki?
“Ayy, bunu kabul etmene çok sevindim!” diye haykırdı Olivia ve kollarıyla onu sardı. “Bu harika olacak. Harikulade. Hatta harikuladenin de ötesinde. Mükemmel üstü.”
Miranda öyle kalakalmış, nasıl olup da böyle bir düğümün içine girmeyi başardığını anlamaya çalışıyordu. Olivia geri çekildi, hâlâ gözlerinin içi gülüyordu. “Winston, henüz ne kadar şanslı olduğunun farkında değil.” “Bunun amacı bir evlilik yapmak mı yoksa sadece kardeşini şaşırtmak mı?”
“Eh, her ikisi de tabii ki,” dedi Olivia. Sarmaladığı Miranda’yı bıraktı ve kendini yakındaki bir koltuğa attı. “Fark eder mi ki?”
Miranda tam cevap vermek için ağzını açmıştı ki Olivia daha çabuk davrandı. “Tabii ki fark etmez,” dedi. “Burada tek fark eden amacın benzerliği, Miranda. Aslında bu konuda daha önceden niçin ciddi bir biçimde düşünmediğine şaşırıyorum.” Olivia’ya sırtı dönük oturan Miranda yüzünü buruşturdu. Elbette bu konuyu ciddi olarak düşünmemişti çünkü sürekli Turner’ı düşünmekle meşguldü.
“Ve dün Winston’ı sana bakarken gördüm.”
“Odada sadece beş kişi vardı, Olivia. Bana bakmaması imkânsızdı.”
“Önemli olan nasıl baktığıydı,” diye üsteledi Olivia. “Sanki seni önceden hiç görmemiş gibi.”
Miranda elbiselerini giymeye başladı. “Yanıldığından eminim.”
“Ben değilim. Hadi arkanı dön de düğmelerini bağlayayım. Ben bu gibi şeyler konusunda asla yanılmam.” Olivia düğmelerini bağlarken Miranda sabırla dikildi. Sonra aklına geldi –
“Ne zaman böyle bir konuda haklı olma fırsatı buldun ki? Taşrada gömülüp kaldık. Sanki sürekli, âşık olan insanlara tanık oluyormuşuz gibi.”
“Elbette olduk. Billy Evans vardı ve – ”
“Onlar evlenmek zorunda kaldı Olivia. Bunu biliyorsun.” Olivia son düğmeyi bağladı, ellerini Miranda’nın omuzlarına götürdü ve yüz yüze gelinceye kadar onu döndürdü.
“Evet, ama niçin evlenmek zorunda kaldılar? Çünkü âşıktılar.” “Senin o evliliği önceden tahmin ettiğini hatırlamıyorum.”
“Saçmalama. Tabii ki tahmin ettim. Sen İskoçya’daydın. Sana mektupta yazamadım – böyle bir şeyi yazmak hoş kaçmazdı.”
Miranda bunun niçin öyle olması gerektiğinden emin değildi – istenmeyen bir hamilelik istenmeyen bir hamilelikti. Bunu yazıya dökmek hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Ancak ne olursa olsun Olivia haklıydı. Miranda her yıl altı haftalığına annesinin anne ve babasını ziyarete giderdi, Billy Evans da, onun yine İskoçya’ya gittiği bir sırada evlenmişti. Olivia onun itiraz edemeyeceği bir iddia ortaya atıyordu.
Miranda bıkkın bir sesle sordu, “Kahvaltıya gidelim mi?” Oraya gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Hem eğer yeryüzünde adalet diye bir şey varsa, Turner içkiden zonklayan başıyla yatağa çakılı kalır ve kahvaltıya gelemezdi.
“Maria saçını yapmadan olmaz,” dedi Olivia. “Hiçbir şeyi şansa bırakmamalıyız. Artık senin işin güzel olmak. Ayy, bana öyle bakma. Sen sandığından çok daha hoşsun.”

“Olivia.”
“Hayır, hayır, yanlış bir kelime kullandım. Sen hoş değilsin. Ben hoşum. Hoş ve sıkıcı. Sende daha fazlası var.” “Uzun bir surat.”
“Hayır, öyle değil. En azından küçükken olduğun kadar değil.” Olivia başını yana eğdi fakat hiçbir şey söylemedi.
Hiçbir şey. Olivia.
Sonra Miranda kuşku içinde sordu “Ne oldu?” “Sanırım sen büyüyüp kendini buldun.”
Yıllar önce Turner da böyle söylemişti. Bir gün büyüyüp kendini bulacaksın ve zaten akıllı olduğun kadar da güzel olacaksın. Miranda bunu hatırladığı için kendinden nefret etti. Bunun kendisini ağlamaklı yapmasından daha da çok nefret etti.
Gözlerindeki duygusallığı gören Olivia’nın da gözleri buğulandı. “Ah Miranda,” dedi ona sıkıca sarılarak. “Ben de seni seviyorum. Biz çok iyi birer kardeş olacağız. Bunun için sabırsızlanıyorum.”
Miranda kahvaltı masasına vardığında (tam yarım saat sonra, saçını yaptırmak için hiçbir zaman bu kadar çok zaman ayırmamıştı ve bir daha da ayırmayacağına yemin etti) midesi zil çalıyordu.
“Herkese günaydın,” dedi Olivia neşe içinde servis masasından bir tabak alırken. “Turner nerede?” Miranda rahat bir nefes aldı.
Leydi Rudland, “Sanırım hâlâ yatakta. Zavallı. Bir şok yaşadı. Berbat bir haftaydı.”
Kimse bir şey söylemedi. Zaten hiç biri Leticia’dan hoşlanmazdı.
Sessizliği Olivia bozdu. “Doğru” dedi. “Umarım açlıktan ölmez. Dün akşam da bizimle yemek yemedi.”
“Olivia, karısı daha yeni öldü,” dedi Winston. “Hem de trajik bir şekilde, boynu kırılarak. Lütfen ona biraz daha yumuşak davran.”
“Onu sevdiğim için onun iyiliğini istiyorum,” dedi Olivia, sadece ikiz kardeşine gösterdiği hırçınlıkla. “Adam yemek yemiyor.”
Anneleri, “Odasına bir tepsi gönderdim,” dedi, tartışmaya bir son vermek için. “Günaydın Miranda.”
Miranda irkildi. Olivia ve Winston’ı izlemekle meşguldü. “Günaydın, Leydi Rudland,” dedi çabucak. “Umarım iyi bir uyku çekmişsinizdir.”
“Eh, olabildiğince,” dedi kontes ve çayından bir yudum aldı. “Bunlar zor zamanlar. Ancak geceyi burada geçirdiğin için sana tekrar teşekkür etmeliyim. Bu Olivia için büyük bir teselli oldu.”
“Şüphesiz,” diye mırıldandı Miranda. “Yardımcı olabildiğim için mutluyum.”
Olivia’nın yaptığı gibi o da kendisine servis masasından bir kahvaltı tabağı aldı. Masaya döndüğünde Olivia’nın ona Winston’ın hemen yanında bir yer ayırdığını gördü. Oturdu ve Bevelstokelara baktı. Hepsi ona gülümsüyorlardı; Lord ve Leydi Rudland oldukça sevecendi, Olivia’nın yüzünden kurnazlık okunuyordu ve Winston…
“Günaydın, Miranda,” dedi sıcak bir sesle ve gözleri… Onlarda… İlgi var mıydı?
Aman Tanrım, Olivia haklı olabilir miydi? Winston’ın bakışlarında farklı bir şeyler vardı.
“Çok iyiyim, teşekkür ederim,” dedi Miranda, bütünüyle kararsız bir şekilde. Winston gerçekte onun kardeşi gibiydi, değil miydi? Kendisi hakkında öyle düşünmesi mümkün olamazdı – elbette kendisinin de onun hakkında. Ancak o düşünebiliyorsa kendisi de düşünebilir miydi? Ve –
“Bütün sabah Haverbreaks’da kalmak niyetinde misin?” diye sordu Winston. “Belki bir gezintiye çıkabiliriz, diye düşündüm. Kahvaltıdan sonra, ne dersin?”
Aman Tanrım. Olivia haklıydı.
Şaşkınlıktan Miranda’nın dudakları aralandı. “Ben, şey, daha karar vermedim.” Olivia masanın altından ona bir tekme attı.
“Ahh!”
“Boğazına uskumru mu kaçtı?” diye sordu Leydi Rudland.
Miranda başını salladı. “Özür dilerim,” dedi boğazını temizleyerek. “Öhö, sadece bir kılçıktı sanırım.” “İşte bu yüzden kahvaltıda asla balık yemem,” dedi Olivia.
“Ne dersin Miranda?” diye üsteledi Winston. Gülümsüyordu – bu gülüş, binlerce kızın kalbini kırabilirdi. Adeta çocuksu bir şaheserdi. “Gezintiye çıkalım mı?”
Miranda bacaklarını dikkatle Olivia’nınkinden uzaklaştırarak, “Korkarım yanıma uygun bir kıyafet almadım,” dedi. Gerçek buydu ve bu çok kötüydü, çünkü tam da Turner’ı kafasından söküp atmaya yardımcı olabilecek tek şeyin Winston’la gezinti yapmak olabileceğini düşünmeye başlamıştı.
“Benimkilerden birisini ödünç alabilirsin,” dedi Olivia elindeki kızarmış ekmeğin üzerinden tatlı tatlı gülümseyerek. “Birazcık büyük gelir o kadar.”
“Tamam, o halde,” dedi Winston. “Acele etsek iyi olacak. Neredeyse bir asırdır konuşmak için böyle bir şansımız olmamıştı.”
Miranda gülümsediğini fark etti. Winston geçinmesi kolay biriydi, şimdi bile onun bu isteğine karşı koyamamıştı. “Birkaç yıl oldu sanırım. Senin okuldan eve döndüğün zamanlarda ben hep bir şekilde İskoçya’da olmayı başarıyorum.”
“Ama bugün başaramadın,” dedi Winston mutlulukla. Çay bardağını eline aldı ve bardağın üzerinden ona gülümsedi. Miranda onun Turner’ın gençliğine ne kadar çok benzediğini görmekten adeta çarpılmıştı. Winston şimdi yirmi yaşındaydı, onun Turner’a âşık olduğu zamanki Turner’ın yaşından sadece bir yaş büyük. Kendi kendini düzeltti, ilk karşılaştıkları yaşında. Daha o zaman ona âşık olmamıştı. Sadece olduğunu sanmıştı. Şimdi bunu daha iyi anlıyordu.
11 NİSAN 1819

Bugün Winston’la harika bir at gezisi yaptım. Erkek kardeşine oldukça benziyor – tabii eğer erkek kardeşi de hâlâ onun kadar kibar, düşünceli ve espriliyse.
Turner iyi uyumamıştı fakat bu onu şaşırtmadı; iyi uyuyabildiği zamanlar artık sayılıydı. Aslında sabahları, hep öfkeli ve sinirli olurdu – genellikle de kendi kendine kızardı.
Şimdi ne düşünüyordu? Miranda Cheever’ı öptüğünü mü. O kız aslında küçük kız kardeşi gibiydi Sinirlenmişti, belki de biraz sarhoştu ama böylesine zayıf bir davranış için bunların hiçbiri mazeret olarak gösterilemezdi. Leticia onda birçok şeyi öldürmüştü ama Tanrı biliyor ya, o hâlâ bir centilmendi. Ya değilse, geriye nesi kalmıştı?
Onu arzulamamıştı bile. Gerçek anlamda arzulamamıştı. Arzunun ne demek olduğunu bilirdi, o insanın içini burkan, elde etme ve sahiplenme duygusunun ne demek olduğunu bilirdi ve Miranda’ya karşı hissettiği bu değildi…
Ne olduğunu bilmiyordu ama bu olmadığından emindi.
Belki de bunun sebebi o iri kahverengi gözleriydi. Onlar her şeyi görüyordu. Onlar onun cesaretini kırmıştı. Her zaman kırmıştı. Çocukken bile, onun gizemli bir bilgeliği vardı. Babasının çalışma odasında, onun karşısında dururken şeffaflaştığını hissetmişti. O okul bahçesinden henüz çıkmış, delişmen bir kızdı ama yine de kendisinin içini görebiliyordu. Bu işgal edilmişlik Turner’ı çileden çıkarıyordu ve o an uygun olduğunu sandığı tek şeyi yapmıştı.
Başka hiçbir şey bu kadar uygunsuz olamazdı.
Şimdi özür dilemesi gerekecekti. Tanrım, düşüncesi bile katlanılacak gibi değildi. Bundan sonraki hayatı boyunca, öyle bir şey hiç olmamış gibi davranmak ve görmezlikten gelmek çok daha kolay olacaktı. Dahası, kendi içinde centilmenlik kırıntılarının kalmış olduğunu ümit ediyordu.
İçindeki iyi ve masum olan birçok şeyi Leticia öldürmüştü ama kuşkusuz bir şeyler kalmış olmalıydı. Bir centilmen ne zaman bir bayana yanlış yapsa özür dilemesi gerekirdi.
Turner aşağıya kahvaltıya ininceye kadar ailesi oradan ayrılmıştı, bu da Turner’ın işine geldi. Çabucak yedi, bir günahın cezasını çekmek istercesine, doldurduğu sade kahveyi, boğazını yakan sıcaklığına ve acılığına aldırmadan hızla yudumladı.
“Başka bir şey ister miydiniz?”
Turner başını kaldırdı ve yanında dolaşıp duran uşağa baktı “Hayır,” dedi. “Şu anda değil.”
Uşak geri çekildi fakat odadan çıkmadı. Turner Haverbreaks’dan ayrılma zamanının geldiğini düşündü. Orada çok fazla insan vardı. Hay aksi, annesi, uşaklara onu yakından takip etmeleri konusunda direktifler vermiş olabilirdi.
Suratı hâlâ asıktı, sandalyesini geriye doğru iteledi, kalktı ve uzun adımlarla koridora çıktı. Oradan derhal ayrılmak için kendi hizmetçisine haber verecekti. Bir saat içinde çıkabilirlerdi. Geri dönüp kendi evine gömülmeden önce yapması gereken bir tek şey kalmıştı, Miranda’yı bulmak ve şu lanet olası onunla konuşma işini bitirip rahata kavuşmak –
Kahkahalar duydu.
Başını kaldırıp baktı. Winston ve Miranda içeri girmişlerdi, taze hava ve güneş ışığının etkisiyle yanakları al al görünüyordu.
Turner bir kaşını kaldırdı ve durdu, bakalım onun orda olduğunu ne zaman fark edeceklerdi.
“İşte o zaman,” diyordu Miranda, belli ki bir hikâyenin sonuna geliyordu, “Olivia’ya çikolata konusunda güvenilmeyeceğim anladım.”
Winston güldü, sıcak bakışlarıyla onu inceliyordu. “Sen değiştin Miranda.” Yüzü kızaran Miranda, “Çok değil. Aslında sadece büyüdüm.”
“Doğru büyüdün.”
Turner ağzını tutabileceğini düşündü.
“Okula gidip geri döndükten sonra beni bıraktığın gibi bulacağını mı zannediyordun?”
Winston sırıttı. “Onun gibi bir şey. Ancak söylemeliyim ki seni böyle bulduğum için mutlu oldum.” Düzgün bir topuz halinde kıvrılmış saçına dokundu. “Sanırım artık bunu çekiştiremeyeceğim.”
Miranda tekrar kızardı ve artık bu, gerçekten de mazur görülecek gibi değildi.
“Günaydın,” dedi Turner yüksek sesle, bulunduğu yerden kımıldama zahmetini bile göstermeden. “Sanırım öğleden sonra oldu,” dedi Winston.
“Toy olanlar için öyledir belki,” dedi Turner alaycı bir gülümsemeyle.
“Sabah Londra’da ikiye kadar mı sürer?” diye sordu Miranda soğukkanlılıkla. “Sadece önceki gece hayal kırıklığıyla sonuçlandıysa.”
“Turner,” dedi Winston sitemle.
Turner omuz silkti. “Bayan Cheever’la konuşmam gerekiyor,” dedi, kardeşinin yüzüne bakmadan. Miranda’nın dudakları aralandı – şaşırmış olmalı diye düşündü Turner, kim bilir belki de biraz öfkelenmişti.
“Bence buna Miranda karar vermeli,” dedi Winston. Turner, gözlerini Miranda’nın üzerinden ayırmadı.
“Eve gitmek için hazır olduğunda bana haber ver. Sana ben eşlik edeceğim.”
Winston’ın ağzı açık kaldı. “Bana bak,” diye diklendi. “O bir leydi ve bu konuda rızasını alma nezaketini gösterseydin, iyi ederdin.”
Turner kardeşine döndü, duraksadı ve genç adamı ezer gibi baktı. Sonra dönüp Miranda’ya baktı ve cümlesini tekrarladı. “Eve kadar sana ben eşlik edeceğim.”
“Ben – ”
Turner sivri bir bakışla sözünü kesti, o da başını sallayarak onayladı. “Tabii ki Lordum,” dedi, ağzının kenarlarından belli olan büyük bir gerginlikle. Winston’a döndü. “Babamla süslenmiş bir elyazmasını tartışmak istiyordu. Unutmuşum.”
Akıllı Miranda. Turner az daha gülümsüyordu.
“Turner?” dedi Winston şüpheyle. “Süslenmiş bir elyazması mı?”
“Yeni tutkularımdan biri,” dedi Turner yumuşakça. Winston dönüp Miranda’ya sonra tekrar Turner’a baktı ve nihayet sertçe başını sallayarak pes etti. “Pekâlâ,” dedi. “Benim için bir zevkti, Miranda.”
“Benim için de,” dedi Miranda.
Turner, ses tonundan onun yalan söylemediğini anladı.
İki genç arasındaki yerini korudu, Winston Miranda’ya dönüp konuşmaya başlamadan önce öfkeyle Turner’a baktı, “Oxford’a dönmeden önce seni tekrar görebilecek miyim?”
“Öyle ümit ediyorum. Önümüzdeki birkaç gün için kesin bir planım yok ve – ” Turner esnedi.
Miranda boğazını temizledi. “Eminim bir şeyler planlayabiliriz. Belki Olivia ile bize çay içmeye gelirsiniz.” “Çok sevinirim.”
Turner belirgin bir ilgisizlikle tırnaklarını incelerken çevresine ne kadar sıkılmakta olduğunu göstermeyi başarmıştı.
“Hatta Olivia gelemezse,” diye sürdürdü Miranda etkileyici çelik gibi sesiyle, “Belki sen tek başına da gelebilirsin.”
Winston’ın gözlerinin içi ısındı. “Çok memnun olurum,” diye mırıldandı, elini öpmek için eğilirken. Turner bağırdı, “Hazır mısın?”
Miranda, “Hayır,” derken kılını bile kıpırdatmadı.
“Peki, o zaman acele etmemiz gerekecek çünkü benim çok zamanım yok.” Bunu inandırıcı bulmayan Winston ona döndü. “Neyin var senin?”
İyi bir soruydu. On beş dakika öncesine kadar tek amacı, en kısa zamanda ailesinin evinden kaçmaktı. Şimdi ise, Miranda evine giderken ona eşlik etmek için sabırsızlanıyordu.
Pekâlâ, ısrar etmişti ama geçerli sebepleri vardı.
“Çok iyiyim,” diye yanıtladı Turner. “Yıllardır olmadığım kadar iyiyim. Hatta kesin konuşmak gerekirse,
1816’dan beri kendimi en iyi hissettiğim an olduğunu söyleyebilirim.”
Winston ağırlığını bir ayağından ötekine verdi, Miranda öbür tarafa döndü. 1816’nın Turner’ın evlilik yılı olduğunu ikisi de biliyordu.
“Haziran,” diye ekledi. “Pardon?” dedi Winston sertçe.
“Haziran. 1816 Haziran’ı.” Ve sonra her ikisine de, sahteliği açıkça belli olan, kendini kutlarmış ifadesiyle yüklü bir gülücük gönderdi. Miranda’ya döndü. “Seni ön koridorda bekleyeceğim. Geç kalma.”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Geç kalma?
Geç kalma??!
Ne için, Miranda neredeyse on altıncı kez burnundan soluyor ve kıyafetlerini çekiştiriyordu. Bir zaman belirlememişlerdi. Hatta eve kadar ona eşlik edebilecek mi, bunu bile sormamıştı. Emretmişti. Hazır olduğunda bildirmesini emrettikten sonra bir cevap bekleme zahmetine bile katlanmamıştı.
Gitmesini bu kadar çok mu istiyordu? Miranda ağlasın mı gülsün mü bilemiyordu. “Hemen gidiyor musun?”
Bu koridordan kayıp gelen Olivia’nın sesiydi.
“Eve dönmem gerekiyor,” dedi Miranda ve elbisesini başından geçirmek için özellikle o anı seçti. Olivia’nın yüzünü görmesini kesinlikle istemiyordu. “Binici kıyafetin yatağın üzerinde,” diye ekledi, pamuklu kumaşın içinde boğulan sesiyle.
“Ama niçin? Baban seni özleyecek değil ya.”
Aynı şeyi defalarca Olivia’ya kendisi söylemiş olmasına karşın, onun bu konudan bu şekilde bahsediyor oluşu Miranda’nın hoşuna gitmemişti.
“Miranda,” diye üsteledi Olivia.
Miranda, düğmelerini bağlaması için sırtını döndü. “Gereğinden fazla kalarak bana gösterilen misafirperverliği zedelemek istemem.”
“Ne? Aptal olma. Eğer mümkün olsaydı, annem senin bizimle yaşamanı isterdi. Gerçi Londra’ya gidince yaşayacaksın.”
“Londra’da değiliz.”
“Bunun konuyla ne ilgisi var?”
Hiç ilgisi yoktu. Miranda dişlerini gıcırdattı. “Winston’la mı atıştınız?”
“Tabii ki hayır.” Çünkü Winston’la Olivia’dan başka kim atışabilirdi ki. “Mesele nedir öyleyse?”
“Bir şey yok.” Miranda kendisini biraz daha sakin görünmeye zorladı ve eldivenlerine uzandı. “Kardeşin süslenmiş bir elyazması konusunda babamla konuşmak istiyor.”
“Winston mı?” diye sordu Olivia şüphe içinde. “Turner.”
“Turner?”
Aman Tanrım, acaba soru sormadığı bir an var mıydı.
“Evet,” diye yanıtladı Miranda, “Bir an önce gitmeyi planlıyor, bu nedenle de şimdi beni eve götürmesi lazım.” Son söylediği cümle tümüyle uydurmaydı ama bu koşullar altında Miranda’nın aklına daha iyi bir şey gelmemişti. Ayrıca, belki de şimdi Northumberland’daki evine dönecekti ve dünya yine eski haline gelecekti. Eğik ekseninden memnun, güneşin çevresinde dönüp duracaktı.
Olivia, Miranda’nın onu görmezlikten gelemeyeceği şekilde kapı çerçevesine yaslanarak dışarıya doğru eğildi. “Öyleyse niçin böylesine sinirli bir ruh hali içindesin? Turner’ı hep sevmişsindir, değil mi?”
Miranda neredeyse gülecekti.
Ve hemen ardından neredeyse ağlayacaktı. Sanki başıbozuk bir sürtükmüş gibi böyle emirler vermeye nasıl cesaret ederdi.
Ona nasıl bu kadar acı çektirebilirdi? Hem de Haverbreaks’da, son birkaç yıldır Turner’dan çok, kendisine yuvalık yapmış bu evde?
Öbür tarafa döndü. Olivia’nın yüzünü görmesine izin veremezdi. Gerçekten istemediği halde onu öpmeye nasıl cesaret edebilirdi. “Miranda?” dedi Olivia yumuşak bir ses tonuyla. “İyi misin?”
“Son derece iyiyim,” dedi Miranda boğazı düğümlenerek ve Olivia’yı sıyırıp geçerek, uçarcasına kapıya doğru gitti.

Benzer İçerikler

Bülbülün Kırk Şarkısı | İskender Pala

yakutlu

Karşılıksız Aşk – Gregory Dart Online Kitap Oku

yakutlu

Çözülmeler (12 Eylül’ün Savurduğu İnsanlar – Edep Ya Hu)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy