Şamanlar Diyarı

Bohçanızı hazırlayın. Kalyon limandan ayrılmak üzere…

Dans ederek tanrıların katına çıkan şamanlar, yılanbaşlı kuyruklarıyla hayatı paylaşayan harnanlar, ışıl ışıl parlayan nar kuşları… Şamanlar Diyarı’nda görebileceğiniz şeylerden sadece birkaçı. Bu olağanüstü diyarda yaşananlar ise farklı coğrafyalarda, tarihin her döneminde, insanın insana ettiklerine dair evrensel bir sorgulama. Bizi biz yapan nedir? Ya da ötekini farklı kılan? Güç sahipleri çatıştığında, arada kalan halklara ne olur?

Eserleri dört kıtada, sekiz ülkede okunan Barış Müstecaplıoğlu, merak uyandıran anlatımıyla gözalıcı bir diyarın kapılarını açıyor. Renkli bir yolculuk için bohçanızı hazırlayın. Kalyon limandan ayrılmak üzere…

***

Gözbebeklerim beyaz olduğu için, benden nefret ettin.
Ben seçmemiştim beyaz gözbebeklerini.
Ya da kime anne diyeceğimi.
İşlemediğim suçlar yüzünden benden nefret ettin.
Biz dogmadan önce yapılmış savaşlar, öldürülmüş insanlar yüzünden.
Soyluların bileğine takacağı beyaz altın uğruna, ikimiz de yerin altında kazma sallarken.
Sırt sırta zincirlenmiş…
Farklı dillerde konuşsak da aynı rüyaları görüyorduk, Farklı şarkılar söylesek de aynı özlemleri duyuyorduk. Benim de sırtıma iniyordu kırbaç.
Benim kanım da kızıla boylıyordu toprağı,
Damla damla…
Sense beyaz altınla süslü o bileklerden va da kendi zincirlerinden daha çok, sırf farklı yerlerde doğduk diye benden nefret ediyordun.

Sera Om Talse

Ünlü ozanın Kermak Savaşı nda bir altın madeninde esirken yazdığı Nasra Dağları isimli şiirden alıntıdır.

Sera Om Talse, o madenden hiç çıkamadı.

Uzun boylu, ince yapılı adam kapıya doğru olanca hızıyla koşuyordu. Altında paçalarına doğru daralan bol bir panto­lon vardı, üstü ve ayakları çıplaktı. Kırbaç izleriyle ve kılıç yaralarıyla dolu sırtından dört bir yana kan ve ter damlaları saçılıyordu. Elindeki altın damlayla mühürlü parşömeni öyle sıkı tutuyordu ki, tırnakları etine girmiş, avucunu yer yer kanatmıştı. Çok az vakti kaldığını biliyordu. Kapıya birkaç adım kala, arkasından büyük bir öfkeyle bağırıldığını işitti.

“Boşuna uğraşma! Kaçacak yer yok!”

Dönüp bakmadı, bir an bile yavaşlamadı. Bu cümleyi ta­kip eden kelimelerin ölümcül bir büyüyü serbest bıraktığını tahmin edebiliyordu. Büyücünün ona doğru uzattığı demir eldivenli elinden fırlayan ateş topunun sıcaklığını sırtında hissetti, küle dönmeden önce birkaç saniyesi vardı. Gözleri­ni kıstı ve içindeki tüm gücü bacaklarına verdi. Algıları öyle uyarılmıştı ki etrafındaki her hareketi aynı anda görebiliyor­du, açık pencerelerde dalgalanan perdeler, bağıran askerlerin dudakları, alnından düşen ter damlası, her şey sanki bir ritim içinde birbirine uyumlu hareket ediyordu. Bacaklarında ka­lan son güçle ileri atıldı. Onu yakıp kavurmak üzere gelen ateş topuna yakalanmadan odaya kaçmayı başardı.

Ateş topu çıplak sırtı yerine ahşap kapıya çarptı, onu aleve boğdu.

Genç adam ancak o zaman arkasına dönüp baktı. Alevler içinde kalmış kapı, kendisini peşindekilerden koruyan par­lak bir kalkana dönüşmüştü. Arkasından gelen bağrışmaları, küfürleri ve tehditleri duyabiliyordu. Ama bu ona yalnızca birkaç saniye kazandırırdı, büyücünün yeni bir sihirle alev­leri dağıtması uzun sürmezdi. İleri koştu, eline geçirdiği bir sandalyeyi adam boyundaki pencereye olanca gücüyle fırlattı. Etrafa dağılan cam parçalarının arasından sıçradı, kollarını iki yana açarak kendini boşluğa bıraktı.

Kuleden aşağı bir taş gibi düşerken, dibi görünmeyen boş­luğu keyifle seyretmek, çıplak ve kızışmış tenini serin havayla yıkamak için kendine biraz zaman tanıdı. Denizin dalgaları, yalçın kayalıklar, kıyıya bağlı görkemli kalyonlar hızla yak­laşıyor, yaklaştıkça da büyüyorlardı. Bedeninin ağırlığı, yor­gunluk ve acı, her türlü korku kaybolmuştu. Öylesine güzel bir özgürlük hissiydi ki, bu ânı bozmak istemiyordu. Bir sani­ye, iki saniye, üç, dört, beş, zaman normalden ağır akıyordu sanki. Sonunda doğru vaktin geldiğine karar verip elindeki parşömeni bıraktı, gözlerini kısıp içinde kalan son gücü dı­şarı verdi.

Büyücü, avını elinden kaçırmış olmanın hiddetiyle pen­cereden aşağı baktığında, o soysuz hırsızın büyük bir hızla uçurumun dibine düşmekte olduğunu görüp sevinmişti. Bi­razdan düşmanının parçalara ayrılışını keyifle seyredeceğini düşünmüştü. Fakat şahit olduğu olağanüstü bir sahneyle he­vesi kursağında kaldı. Adam kayalıklara çarpmadan hemen önce içinde bir patlama olmuş gibi milyonlarca parçaya ay­rıldı, sonra parçaları aynı saniyede birleşerek geniş kanatlı, insan ebatında bir ak kartala dönüştü.

“Bu nedir böyle!” diye mırıldandı, şaşkınlığı öfkesine bas­kın çıkarak. Daha önce hiç böyle bir sihirle karşılaşmamıştı.

Kartal, yanı başında düşmekte olan parşömeni keskin pen­çeleriyle yakaladı, devasa kalyonların arasına daldı. Kanatla­rını hızla çırparak limanı gerisinde bıraktı. Birkaç uykulu nö­betçi, daha önce hiç görmedikleri irilikteki kartalı şaşkın şaşkın seyrettiler. Birbirlerine onu işaret etmeye başlayana kadar, bunun bir rüya olup olmadığını kestiremediler. Adam, artık büyücünün ona zarar veremeyeceği kadar aşağılarda oldu­ğunu biliyordu. Kalyonlardaki nöbetçiler neler olup bittiğini anlayana, oklarıyla yaylarını ona doğrultana kadar menzillerinden çıkıp gidecekti. Kıyıdan uzaklaştıkça içinde kalan son korku kırıntıları da silindi. Şu an şatoda öfkeli haykırışlar, birbirini suçlamalar, özürler ve af dilemeler gırla gidiyor ol­malıydı.

Uzaklarda bir nokta olarak görünen gemiye doğru geniş kanatlarını çırparak uçarken, tüylerinin arasından akan serin havanın tadını çıkardı. Nerede kaldığını merak ettiği gecik­miş bir ses duydu, gagasının elverdiğince gülümsedi.

Delkarna Sultanlık Davulları, saray hâzinesinin soyuldu­ğunu haber vererek tüm orduyu harekete geçirmek için tüm görkemleriyle çalmaya başlamıştı.

Muhtemelen askerlerin ancak küçük bir bölümü, çalman hâzinenin gerçekte ne kadar değerli, hattâ paha biçilemez olduğunu bilecekti. Bu sırrı pek az kişinin öğrenebileceğine kalıbını basardı.

Ak kartal, gemiyle arasındaki yolu aştıktan sonra, güvertedekilerin mutlu ve hayran bakışları arasında yelken direk­lerinin etrafında gururla çemberler çizdi. Aşağıdan alkışlar ve mutlu bağrışmalar yükseliyordu. Kanatlarını hızlı hızlı çır­parak kaptan köşkünün üzerinde bir süre sabit durdu. Ken­disine kenetlenmiş gözlerdeki hayranlığın tadını çıkardı. Ar­dından alçaldı, doğru noktayı ayarlayınca pençelerini araladı, parşömenin aşağı düşmesine izin verdi. Pençeleri güverteye değdiğinde başını çevirip baktı, parşömen dakikalardır onu seyretmekte olan yaşlı kaptanın avuçlarındaydı.

İki iri kıyım adam koşarak yanma geldiler, üzerine geniş battaniyeler örttüler. Yeniden bir insana dönüştüğünde, kıya­fetlerinin geri gelmeyeceğini biliyorlardı.

Kaptan, elindeki parşömeni sımsıkı tutarak, göz açıp ka­payıncaya kadar gerçek haline dönen adama doğru yürü­dü. Adam bitkin görünüyordu, battaniyelerin açık bıraktığı omuzlarındaki yara izleri, sarayda işlerin hiç de kolay geçme­diğini gösteriyordu. Gene de sağ salim dönmesinden bile çok umutlu olmadığı için, bunu önemsemedi.

“Hoş geldin Darok,” dedi, kollarını onu kucaklamak is­tercesine açarak. “Bir kez daha mucize yarattın. Davulların gürültüsü buraya kadar ulaştı. Onları çılgına çevirmiş olma­lısın.”

“Beni kovalarken kudurmuş gibiydiler,” dedi genç adam. Derin bir soluk alıp limana alaycı bir bakış fırlattı. “Ağızların­dan salyalar akıyordu.”

“O saraya girmek ve tek parça çıkabilmek… Akıl alır gibi değil. Gerçekten büyük bir iş başardın dostum, seni tebrik ederim. Ne yalan söyleyeyim, geri dönebileceğinden şüphe ediyordum.”

Darok, yorgun yüzüyle kaptana baktı, “İtiraf edeyim, ben de öyle…” diye gülümsedi. “Ama o kadar heyecanlanma he­men, henüz bir şey başardık sayılmaz. Daha yolun başında­yız. Yapacak çok işimiz var.”

Kaptan, arkadaşının haklı olduğunu biliyordu. “Merak etme, birlikte o yolun sonunu da göreceğiz,” dedi başını sal­layarak. “Gemidekilerin heyecanına bir bak! Senin yapabil­diklerin onlara güç veriyor.”

Darok başını yelken direğine yasladı, gözlerini kapadı. Kalp atışları normale dönmeye başlamıştı. Kartalın tüylerin­den yoksun kalınca, gecenin tenine dokunuşu daha bir serin geldi, battaniyeye sıkıca sarıldı.

“Umarım haklı çıkarsın…” dedi zayıflayan bir sesle. “Ben… Benim biraz dinlenmem gerek. Çok yorgunum.”

Kaptan onu şefkatle ve minnetle süzdü. Parşömeni gü­vertedeki herkesin görebileceği şekilde yukarı kaldırdığında, tayfalar coşkuyla bağırıp alkışlamaya başladılar.

‘‘Yelkenler fora!” diye kükredi, adamlarının coşkusunun onlara yelkenleri dolduran rüzgar kadar hız vermesini uma­rak.

“Yola çıkıyoruz!”

Takip

1

“Nansiyena koderdi de ra noksa…”
“Nansiyena koderdi de ra noksa…”

Büyücü, başını öne eğdi, içindeki tüm gücü parmaklarının ucunda toplamaya çalıştı.

“Nansiyena koderdi de ra noksa…”
“Nansiyena koderdi de ra noksa…”

Hayat enerjisinin vücudunun her noktasından çekildiğini, damarlarında içini gıcıklayan bir hızda kayarak ellerine aktı­ğını hissediyordu. Sesi yükseldi, vurguları güçlendi.

“Nansiyena koderdi de ra noksa…”
“Nansiyena koderdi de ra noksa…”

Odada birden sessizlik oldu. Büyücünün birkaç adım ge­risinde bekleyen askerler, olacaklardan ürküp biraz uzaklaş­tılar. Suratlarında kaygılı ifadeler vardı. Büyücülerin bazen kontrollerini yitirip çevrelerine zarar verdikleri anlatılırdı. Daha önce böyle bir şey hiç yaşamamışlardı, ama zaten bu tür şeyler insanın başına yalnız bir kez gelirdi, İkincisi olmazdı.

Efsunlu sözleri söylemeyi bitiren adam, kalbinin hızlanan atışından doğru zamanın geldiğini anladı. Kollarını yavaşça ileri uzattı, dudaklarını sımsıkı kapadı. Parmaklarından sızan gri renkte duman gittikçe yoğunlaşarak önünde bir şekil al­maya başladı.

Dumanın oluşturduğu şekil önce belli belirsizdi, hatları sürekli değişiyordu. Uzuyor, kısalıyor, önce üstü sonra alt kısmı şişiyordu. Sonunda askerlerin hayret dolu bakışları altında, orta boylu bir adamın görünümüne büründü. Du- man-adam, oraya gizlice gelmiş gibi dikkatle etrafına baktı, dizlerini büküp sessizce kapıya yürüdü. Arada bedeninden yumruk büyüklüğünde duman parçaları kopuyor, etrafa uçu­şuyordu. Kapının hizasında aniden boyutları büyüdü, başı tavana kadar ulaşan devasa bir Nazkor ayısına dönüştü. Şim­di kükrüyor ve ölümcül pençelerini öfkeyle savuruyordu. Görünmeyen birileriyle savaşıyor gibiydi. Askerler mümkün olsa odadan kaçacak kadar dehşete kapılmışlardı, ama bunu yaparlarsa başlarına geleceklerden duydukları korku baskın çıktı. Duman yemden küçülmeye başladı, bu kez insan boyu­tunda da kalmadı, küçüldü, küçüldü, tam gözden kaybolacak hale geldiğinde bir arıya dönüştü. Arı hızla uçarak duvardaki bir delikten girdi, ortadan kayboldu.

“İşte bulduk,” dedi büyücü yorgun bir halde. Dizlerinin üstüne düştü.

***

“Az önce ne oldu efendim?” diye sordu Başasker Yomidon, soluklanmakta olan büyücüye.

Derian, düşünceli yüzünü ona çevirdi, “Hırsızın hazine odasına girişini seyrettiniz,” dedi.

“Bir ayıyla ve bir arıyla mı? Bu tür hayvanların eğitilebildiğini hiç duymamıştım.”

“Öyle değil, Yomidon. Ayı da o adamdı, arı da.”

“Ama nasıl olur? Hırsız bir sihirbaz mıymış?”

Derian başını iki yana salladı. “Sihirbazlar başka yara­tıkların şeklinde görünebilirler, ama bu göz aldatmacasıdır. Gerçekte onlara dönüşemezler.” Demir eldivenli eliyle açık pencereyi gösterdi. “Kuleye bir kuş şeklinde bu pencereden girmiş olmalı. Onun kartala dönüşmesini kendi gözlerimle seyrettim. Sadece görüntü olarak değil, gerçekten kanatlarını çırpıp uçtu iblis.”

Eğilip parmaklarını zeminde, kurumuş kanların üzerinde gezdirdi.

“Nöbetçilerdeki garip yaraların sırrını az önce anladık. Onlar bilmediğimiz bir silahın izleri değildi, bir Nazkor ayı­sının pençeleriydi. Daha sonra arı haliyle duvardaki delikten hazine odasına girmiş olmalı. Kapının içeriden açılmış olma­sının açıklaması bu. Zaten dışarıdan asla açılamazdı, en güçlü koruma efsunlarıyla mühürlemiştik bu kapıyı.”

“Peki ama bir sihirbaz değilse bu adam kim?” diye merak­la ve korkuyla sordu Yomidon. Hiç böyle bir düşmanla karşı karşıya kalmamıştı.

Derian, soruya cevap vermedi. Aslında iyi bir fikri vardı, ama askerlerin onları ilgiyle dinlediğini fark etmişti, etrafa ya­yılacak dedikodular şu an işine gelmezdi.

“Hemen sultana rapor vermem lazım,” dedi ayağa kalkar­ken. “Siz burayı yeniden korumaya alın. Parşömeni kaybet­tik, ama içeride hâlâ bir sürü paha biçilmez hazine var. Başka bir kayıp olduğunu zannetmiyorum, yine de senin gözetimin­de bir sayım yapılsın.”

Yomidon, o parşömeni bu kadar önemli yapan sırrı merak ediyordu, ama bir önceki sorusunun yanıtsız kalmış olması cesaretini kırdı, soramadı. Büyücü güçlü adımlarla uzaklaşır­ken, arkasından sadece “Emredersiniz efendim,” diyebildi.

Derian, sarayda sözü geçen biriydi. Genç yaşına rağmen büyücüler arasında bu kadar hızlı sivrilmesini, sıra dışı ye­teneklerinin yanında sultana körü körüne bağlı olmasına ve bu bağlılığı her hareketiyle hissettirmesine bağlayanlar çoktu. Aslında onun görevi olmamasına karşın, saray hâzinesinde­ki soyguna ilk müdahale eden, hırsızı yakalayamasa bile en azından suratını görme fırsatı bulan da o olmuştu. Bu yüzden sultanın olayın içyüzünü araştırma görevini ona vermesi kim­seyi şaşırtmamıştı.

Derian uzun boylu, ince yapılı bir adamdı. Daima dinç gö­rünür, hal ve tavırlarıyla etrafına canlılık yayardı. Sahip oldu­ğu büyük güçlere karşın en alt kademeden askerlerle, hattâ uşaklarla bile yeri geldiğinde sıcak sohbetlere koyulmaktan gocunmazdı. Tarih ve coğrafya konusunda engin bilgisiyle entelektüel çevrede kendisine saygın bir yer edinmişti. Gö­rev başında olmadığı zamanlar çok şık giyinir, fazla yakışıklı bir adam olmamasına rağmen kadınların beğenisini kazanır­dı. Efsun Okulu’nda ilk senesinde pek parlak bir öğrenci ol­madığı söylenirdi, ama öyle hırslı ve çalışkandı ki son sene mezun olurken en yakın rakibinden fersah fersah ilerideydi. Bütün bu özellikleri nedeniyle, kendisini çekemeyenler, sul­tana olan yakınlığından ya da yaşma göre sahip olduğu aşın güçten hazzetmeyenler bile ona belli bir sempatiyle bakar, ayağını kaydırmak için özel bir çaba göstermezlerdi. Saray büyücülerinin çoğu kendi aralarında sessiz bir anlaşma yap­mış gibiydiler, eğer günün birinde efsunbaşı kendileri olma­yacaksa, Derian hepsinin tercih edecekleri ikinci seçenekti. Ama elbette daha hırslı olanlar, onu en güçlü ve tehlikeli ra­kipleri olarak belleyenler de yok değildi, Derian bu kişilere karşı daima tetikte olması gerektiğini biliyordu.

Toplantı odasına doğru yürürken, bakışları koridorun iki yanında sıralanmış altın heykellerin üstünde ilgisizce gezin­di. Sarayın en usta sanatçıları tarafından yapılmış heykel­ler, bir zamanlar bu topraklarda yaşadıklarına inanılan dört kollu, geniş kanatlı erasnamusları temsil ediyordu. Helezo- nik boynuzlan ve çenelerinden aşağı sarkan kısa hortumları vardı. Gergin kanatlarıyla uçmaya hazır duruyor, mağrur bir ifadeyle birbirlerine bakıyorlardı. Kendi adına, halkın inan­dığı diğer pek çok masal gibi bu garip yaratıkların da hiç var olmadıklarına, çocukları korkutmak için uydurulmuş öykü­lerden ibaret olduklarına kalıbını basardı.

Düşüncelere gömülmüş bir halde odaya girdiğinde, Efsunbaşı Terikan’ı, Ordular Başkomutanı Gadek’i ve sarayın bir nevi gizli servisi olan amansız Zincir örgütünün başı, onu her zaman bir miktar ürkütmüş, ama duru güzelliğiyle de kendi­sine hayran bırakmış Olein’i sultanın çevresinde gördü. Sul­tan sırtını dayadığı yer adaleti, gücü ve cesareti temsil eden üç farklı renkli boğa figürüyle süslü tahtında huzursuzca oturu­yordu, diğerleri ayaktaydı. Figürlerin biri sıradan, iki başlı bir boğaydı, ötekiler nadir görülen tek başlı boğalardı.

Şu an bu odada Delkarna’nın en güçlü dört insanı bir ara­daydı. Onların yanında duruyor olmak normal şartlarda ken­disini gururlandırır, gözüne bugüne kadar verdiği mücadele­nin bir meyvesi olarak görünürdü, ama içinde bulundukları koşullarda hissettiği tek şey kaygı oldu.

Başkomutan Gadek’in kırmızı suratı ve huzursuzluğuna bakılırsa, az önce sağlam bir azar işitmiş olmalıydı. Sarayın güvenliğinden ona bağlı kişilerin sorumlu olduğu düşünü­lürse bu pek şaşırtıcı değildi. Gün bitmeden birkaç adamın kellesini kaybedeceğini tahmin edebiliyordu.

“Hoş geldin Derian,” dedi Sultan Arterus, sinirli bir ifadey­le. Konuşması ani bir öksürük kriziyle bölündü, ciğerleri ye­rinden sökülüyormuş gibi güçlü, derin öksürüklerdi bunlar. Son birkaç yıldır dikkat çekecek ölçüde bitkin ve olduğundan yaşlı görünen adamın iyice güçten düşmüş ve yorgun bir hali vardı. Yeniden konuşabildiğinde, “Biz de seni bekliyorduk,” diye homurdandı.

Büyücü eğilerek önce sultam, sonra diğerlerini selamladı. “Araştırmamı tamamladım efendim,” dedi ciddiyetle. “İl­ginç bulgulara ulaştığımı söyleyebilirim.”

“Birilerinin işini doğru yapması güzel,” dedi sultan öfkeli bir sesle. Başkomutana yan gözle baktı. “Saray hâzinesinde başka kayıplar var mı?”

“Zannetmiyorum efendim, sanırım sadece parşömeni al­mışlar. Gene de sayım yapılmasını emrettim.”

“Neyin peşinde olduklarını biliyorlarmış… Ama nasıl… Nasıl bilebilirler? Onu korumaktan aciz olduğumuzun da ga­yet farkındalarmış.” Komutana bir daha baktı, Gadek in sura­tı iyice kızardı.

“Bu haydut tahmin ettiğimiz gibi bir sihirbaz mı?” diye sordu Efsunbaşı Terikan. Boynunu kaplayan beyaz sakalını sıvazladı, sakalın uçlarına bağlanmış dizi dizi mavi boncuk­lar birbirine çarpıp tıkırdadı. “Başka birinin o yükseklikten düşüp sağ kurtulması imkânsız. Denizi karış karış aradık, ne cesede ne de parşömene rastladık. Gemicilerin gördüğü ak kartal iyi eğitimli bir kuşa benziyor, sen de bilirsin Derian, ak kartalları sihir kullanmadan evcilleştirmek mümkün değildir. Özgür ruhlu hayvanlardır onlar. Başına buyruk büyü yapan bu deyyuslar bize hep sorun çıkarıyorlar!”

“Bu tam doğru olmayabilir,” diye lafa karıştı Gadek ale­lacele. “Dağlarda yaşayan bazı kabilelerin her türlü hayvanı eğitebildiklerini duymuştum. Bunu araştırmaları için bir bö­lük askeri keşfe gönderdim, en kısa zamanda bizi bilgilendi­recekler. ”

Derian, gördüğü şeyden emin olmadan, hayvanlara dönü­şebilen adamla ilgili öyküsünü kimseye anlatmamıştı. Ama dumanın gösterdiği geçmiş çok açıktı, bu konuda bir şüphesi yoktu.

“Ben daha ilginç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum efendim,” dedi saygıyla.

“Seni dinliyoruz,” dedi sultan.

“İlk önce hayal gördüğümü sanmıştım. Ya da ustam Terikan’ın dediği gibi, hırsızın göz boyaması yaptığını ve par­şömeni kaçırmak için evcil bir kartal kullandığını. Ama ne kadar inanmak istemesem de, aslında ne gördüğümün farkındaydım. Ortada evcil bir hayvan filan yoktu, bizzat adamın kendisi kartala dönüşmüştü.”

“Ama bu imkânsız!” dedi Terikan, “Böyle bir şey olamaz!”

Arterus ona ters ters bakınca sustu.

“Ben de öyle düşünmüştüm,” diye devam etti Derian. “Fa­kat hazine odasında yaptığım duman büyüsü şüphelerimi sildi. Adamın kuleye dikkat çekmeden girebilmesi, nöbetçile­rin üzerindeki pençe izleri, hazine kapısının içeriden açılmış olması… Bütün bunları farklı hayvanların şekline bürünerek yapmış. Önce bir kartal, sonra bir Nazkor ayısı, hemen ardın­dan küçük bir arı. Siz de bilirsiniz, arı cinsi büyüyle bile eği- tilemez. Hem de hepsi birkaç saniye içinde olmuş, yani ufak bir büyüye odaklanmak için bile yetmeyecek bir sürede. Bu yüzden bunun yeni keşfedilmiş bir sihir numarası olduğunu zannetmiyorum. Bana sorarsanız açıklamayı bugünde değil, geçmişte aramalıyız.”

Derian son cümleyi söylerken, bakışlarını o âna dek ses­sizce dinlemeyi tercih etmiş olan Olein’e çevirmişti. Ona bak­tığında, genç kadının kısa kızıl saçlarının beyaz tenine ne kadar çok yakıştığını düşünmeden edemedi. Elini o saçlarda gezdirdiğini, parmaklarına dolandıklarını hayal etti. Hemen sonra böyle bir anda bunu düşünebildiği için kendine kızdı. Gizli Servisin Başı, Delkarna’nın en korkulan ve muhtemelen en zeki kadını, kendisine yapılan göndermeyi anlamakta zor­lanmadı.

“Hepsini öldürdüğümüzü sanıyordum… Geride kimse kal­mamış olmalıydı…”

“Sanıyor muydun?” dedi Arterus tıslar gibi. Yeniden bir öksürük krizine tutuldu. Bu seferki öncekinden de uzun sür­dü. Sanki öksürmüyor, midesine kaçmış bir yaratığı dışarı at­maya çalışıyordu. O yeniden konuşana kadar herkes sessizce önüne baktı. “Sanıyor muydun? Bana Delkarna üzerindeki tüm şamanların kökünü kuruttuğunu söylemiştin! Aptal ka­dın, nasıl böyle bir hata yaparsın! Sen… Seni parçalara ayırmalıyım!”

Olein, sultanın gözlerindeki öfkeden korkmuşa benzemi-yordu. Ona sakin ve kendinden emin bir ifadeyle baktı. Derian tanıştıkları günden beri bu kadını bir kez olsun korkmuş ya da telaşa kapılmış görmediğini düşündü.

“Sultanım, bizim işimizde kesinlik yoktur. Sadece müm­kün olanın en iyisini yaparız. Şamanların Delkarna’dan temizlenmesi görevini en yetenekli adamlarıma vermiştim. Şayet bir kusurları olduysa, bu benim de kusurum sayılır. Şu andan itibaren bu konuyla bizzat ilgileneceğim. Elbette güveninizi kaybettiysem görevi bir başkasına verebilirsiniz, buna saygı duyarım. Bir ceza uygun görürseniz, buyruğunuz karşısında boynum kıldan ince.”

“Güvenimi sarstığın doğru,” dedi sultan, gözlerini kısarak. Sanki kadını bakışlarıyla dövüyordu. Sonra derin bir iç çekip yüzünü duvara döndü. “Ama ne yazık ki elimde senden daha iyisi yok. Senin başarısız olmana alışık değilim Olein. Bu kez yalnız çalışmayacaksın. Derian’la birlikte hareket edeceksi­niz. Bana ikiniz de ayrı ayrı rapor vereceksiniz. O parşömen benim için çok değerli, asla düşmanın elinde kalmamalı! Gi­dip onu bulun ve bana geri getirin!”

Olein, genç büyücüye yan gözle baktı, omuzunu silkti.

“Emredersiniz. Bu kez herhangi bir hata olmayacak, size söz veriyorum. Birkaç nöbetçi, kartalın açıkta bekleyen bir gemiye doğru uçtuğunu görmüş. Geminin kime ait olduğunu araştırıyoruz, ona ulaştığımız gün şaman da elimizde demek­tir. Zincir’in tüm ajanları bu işin üstünde çalışıyor.” Hafifçe dizini kırıp başını eğdi. “Size kendimi affettireceğim.”

“Eğer bu kez bir hata olursa Olein,” dedi Arterus ciddi­yetle, “Bu yaptığın son hata olur. Sözüm bu odadaki herkes için geçerli. Çok geç olmadan parşömeni bana geri getirin. Ve onu çalan şamanı, kaldıysa Delkarna’da nefes alan diğer tüm şamanları yerin bin kat dibine gömün! Gömün ki o deyyuslar bir daha oradan çıkamasınlar!”

2

Genç kadın, tavanın destek tahtalarının üzerinde parmak uç­larında duruyordu. Üzerinde bedenini saran siyah bir deri el­bise vardı, suratının yarısı aynı renk bir maskeyle örtülmüştü. Dengesini sağlamak için dizlerini kırmış, kollarını iki yana açmıştı. On metre kadar aşağıda, sohbet etmekte olan nöbet­çileri dikkatle gözlüyordu. Dört kişiydiler, biri diğerlerinden belirgin şekilde uzundu. Her birinin kol boyunu, kılıçlarını savurabilecekleri mesafeyi, hareketlerindeki canlılığı gözle­riyle ölçtü. Adamlardan şişman olanı muhtemelen aralarında en geç tepki veren olacaktı. En mantıklısı onu sona bırak­maktı.

Adamlardan ikisi durduğu yeri değiştirince, o da parmak uçlarında tahtanın üzerinde ilerledi, planını uygulamak için yeniden en doğru noktaya geldi. Kollarını içe doğru büktü, kılıçlarını usulca çekti. Sonra birden kendisini boşluğa bırak­tı.

Ayakları daha yere değmeden, en uzun boylu nöbetçiyi güçlü bir darbeyle saf dışı bırakmıştı. Olduğu yerde büyük bir hızla döndü, kılıçlarından birini en yakın adamın bacaklarına indirirken bir diğerinin karnını hedef aldı. Şişman olanları o sırada kılıcını çekme şansı bulmuştu, ama onun saldırısını karşılaması zor olmadı. Birkaç saniye sonra o da arkadaşları­nın yanma yığılıp kalmıştı.

Kadın doğruldu ve kılıçlarını kınlarına soktu. Karşısında yükselen demir kapıya doğru olanca hızıyla koştu. Bu ara­da bileğine sarılı zincirdeki maymuncuklardan birini seçmiş, parmaklarının arasına almıştı. Dört kilidi de sadece birkaç sa­niyede açtı, sonra bir adım gerileyip eğildi, tecrübeli gözleriy­le kapıyı koruyan bir tuzak olup olmadığına baktı.

Elbette vardı. Hem de bir değil iki tane. Az ötedeki kaplan heykelinin ağzına yerleştirilmiş oku tetikleyecek olan ince ipi usulca kesti. Kapı açıldığında uzakta bir yerlerde bir alarmı çalıştıracak minik çıkıntıyı çakısıyla yerine sabitledi.

Kapıdan girdiğinde kendisini bir önceki kadar büyük, penceresiz bir odada buldu. Oda boştu. Tamamen boş. İçeride ne bir canlı ne de bir eşya vardı. Pencere olmamasına karşın duvarlarda süs amaçlı asılmışa benzeyen, belki de arkaların­da sırlar saklayan, büyük, bordo perdeler duruyordu. Bu kez kendisini neyin beklediğini düşündü, ileriye doğru bir adım attı. Ayağının altındaki zeminin hafifçe aşağı kaydığını fark edince dondu kaldı. Hassas kulakları, sağdaki duvardan fırla­yan demir topun havada çaldığı ıslığı tam zamanında duydu, kendini yere atıp bir taklayla durduğu yerden uzaklaştı. Top sırtını sıyırıp geçmişti, etinde acıyı ve kanın nemini aynı anda hissetti.

Doğrulurken, duvarlarda birbiri ardına onlarca deliğin açıldığını gördü.

Başarmalıyım…

Olanca hızıyla ileri koştu. Üzerine doğru onlarca demir top uçmaya başladı. İlk birkaçından çevik hareketlerle kurtuldu, bir tanesi diz kapağına vurup onu yere yıktı. Bir diğeri kaşına çarptı, gözünün önünde uçuşan iri kan damlaları gördü.

Başarmalıyım…

Bir takla attı, hızla doğrulup sıçradı ve kalan topları geri­sinde bırakıp karşı duvardaki kartal armasına güçlü bir yum­ruk attı.

Duvarlardaki delikler aynı anda kapandılar. Bitkin bir hal­de dizlerinin üstüne düştü.

Sonra birden odada yalnız olmadığını fark etti. Aniden ke­merinden çektiği bir bıçağı perdelerden birine olanca hızıyla fırlattı. Bıçak, havayı döne döne yardıktan sonra, perdeyi del­di ve arkasında gizlenen tahta kapıya saplandı.

Derian’ın yanağının birkaç santim uzağına.

“Benim Olein! Dur!” diye telaşla bağırdı genç adam, per­deyi hızla çekip açtı…

Benzer İçerikler

https://www.birazoku.com/unutulmus-kuslar-gogu-2-k-kubra-berk

yakutlu

Nasıl Darbe Yapılır – Ömer Özkaya – Online Kitap Oku

yakutlu

Kötü Bir İlkbahar – Patrick Modiano Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy