Şano | M. Sadık Aslankara


İşte böyle yenge, senle ben üzerlerine tiyatro acısı çalınmış iki kadınız. Bu sanata iki hayat vermiş, iki şehidi olan kadınlar, ne kadar uzağındayız şimdi tiyatronun… Hayatlarını veren kocalarımızın yanındakiler kimlerdi? Vardıysa ötekiler, onlarla sahneyi paylaşanlar şimdi neredeler? Belki kalmıştır bir ikisi, görürüz o zaman sahnede, fuayede, kuliste, bir yerlerde işte… Kaldıysa tabii… Ya biz, evet biz? Ama buradayız biz değil mi yenge, tiyatroya iki kurban vermiş, tiyatronun kadınlarıyla akraba iki acılı kadın… M. Sadık Aslankara, tiyatroya özgülediği bir üçleme yazdı; Bin Yüz Bir Giz (1993), Cicoz (2008) ve son olarak Şano. Bu kısa romanın ana kahramanı, Anadolu’da yaşatılmaya çalışılan bir tiyatro binası… Cumhuriyetin kuruluşunda kabaran kültür sanat coşkusu, halkın içinde yeşeren tiyatro aşkı ve zamanla devlet eliyle yapılanların yine devlet eliyle yıkılması… Tiyatroya adanmış yaşamlara bir ağıt. Aslankara’nın güzel Türkçesiyle…

ÖRENTEPE

Güneş, kırp, antik kentle göz göze geliyor uyandığında… İki sevgilinin, koşmakla sarılmak arasında, ne koşarak ne sarılarak, ama birbirlerinin gözbebeklerinde salkımlanan harelerde buluşmayı yeterli gören boynu büküklükle… Eski kentten dört bin yıl sonra batısında kurulan yeni kente el sallayıp eteklerini çekercesine ışıklarını topluyor. O güneş var ya, bir biçimde buluşup kucaklaştığı kentin doğu tepesindeki amfitiyatroyu görüyor ilkin, perdeyi kaparken de batı tepesinde yapay uçurumlar oluşturmuş çöp tepelerini. Güneş işte, ne denir, doğuda amfitiyatronun oturma sıralarında çocuk muzipliğiyle gezinip ardından batı tepesinde çöpleri eşeliyor, an an batan oynaşlı ışık kıpraşmalarıyla. Bu güneş yani, sabaha dek çekilirken amfitiyatro, avlanmaya çıkan tilkilerin kürklü kuyruklarıyla bir güzel süpürülüp temizleniyor gece gösterimleri için. Arada yer göstericilerin çakıp sönen ışıkları olmuyor değil ama. Çöptepe’de ise gündüz boyu eşelenen şalvarlı kadınlar, donsuz çocuklar, o yakınlara oturtuluvermiş çöp evlerine dönüyor, sırtlarına attıkları, üzerini tepeleme doldurdukları dört tekerlekli ucubeleriyle neleri çekmişlerse artık ganimet olarak… Gün, geceye terk ediyor tabii yerini, biriken gazların pofurdamasıyla açığa çıkan, çoluk çocuğun tutuşturuverdiği birer küçük kav pırıltısı da artık gün ağarana dek göz kırpıp, sanki güneşe inat nöbete geçiyor. Denecek bir laf yok, bu iki tepeyi işte böyle görüyoruz biz. Şimdiki güneşin aşkla yıkadığı doğu tepesine on yıllar önce eski model burunlu bir otobüs tırmandı oflaya puflaya. Arkasına taktığı taşıyıcı eklentiyle, tepesinde kısa korkuluğun çevrelediği, her yerlerinden iplerle sıkılanmış açık bagaj bölümüyle. O sıra batı yakasının çöplü tepeleri sıradağlara dönüşmemişti tabii henüz. Çevre köylerden toplaşan, avare bakışlı ne kadar insan varsa otobüsü kuşattı ânında. Otobüsten inen çipil bakışlı, alabros saçlı, yüzleri sırtları çilli bir dolu genç, bilye gibi kırlara yayıldı, yuvarlanıp takla attı, öne geriye bir-iki hızlı adımla koşup bacaklarını açtı sözümona. Hangileri kadın hangileri erkekti bunların, anlayamadı birbirine abanık, ağızları açık bakanlar. Gözleri alışınca, sonradan sonraya keşfederek yanındaki yönündekini dürtüp keşfini göstererek patır patır güldüler. Bir sirk gelmişti köylerine. Ne var ki minaresiz Kel Cami’nin imamını bile kızdırdı milletin işi gücü bırakıp seyre gidişi. Ula dürzüler, dedi imam, kefereleri görmeye gidiyonuz da, ayaklarınız sizi camiye getirmiyo bi türlü aptesi bozuk cenabetler, bu ne iştir? Ama onlar çoluk çocuk cümbür cemaat bu sirkin gediklisiydi, artık hiçbir zaman kopmadılar otobüsten, o insanlardan. Otuzuna bile varmadığı ayan beyan çocuklardı otobüstekiler. Başlarında bir de saçıyla keçisakalı apak, kafasında da ipinden boyna bağlanmış kolonyal hasır şapkasıyla ihtiyar bir adam vardı. Gençler onun sözünden çıkmıyordu. Var say, bu da onların imamı, hocaları yani. Hoş kendi köylerinde de her birinde üçer beşer çocuğun okuduğu beş sınıflı tek derslikli okulları, onun da başında kel kafalı bir öğretmen vardı var olmaya da, ilgileri kendi okullarına değil, dıştan ta onca yolu aşıp annaçlarına gelmiş bu tıfıllardaydı. Ne demişti hoca, bilmem ne üniversitesi arkeoloji bölümünden… Zengin bir memleket, adını da anmıştı. Ne demişti ne demişti? İngiltere mi, Fransa mı, Almanya mı? İşte öyle bir şey… İşin tuhafı bu keçisakallı Türkçe de biliyordu. Gerçi kendileri gibi belagatli konuşamıyordu ya, olsun varsın, gayretliydi. Cücülerine oradan kopmamaları gerektiğini söylüyordu. Kıpraşmadan bekliyorlardı. Ne jandarma ne hükümet adamı. Hepsi serbestti. Bu arada anladılar ki bu bir otobüs dolusu insan hava alıp gezmeye değil, kalmaya gelmişlerdi buraya, basbayağı kalmaya… Bunu anlar anlamaz seyirciler birbirini itip, öteki berikinin önüne geçip keçisakallının gözüne ilişmeye çabaladı. Çünkü ihtiyar, çalışacak güçlü kuvvetli adam da arıyordu. Gelenler Mister Fincır mı Fincın mı ne diyordu ona, kimilerinin diline fino, kimilerininkine fincan diye geçti bu. Sonradan sonraya böyle söylemenin ayıp kaçacağını akledip yüzüne karşı Fincancı Bey demeye karar kıldılar hep birlikte. Kendi aralarında Fincancı deseler de. Yövmiyeli ameleydi aradığı hocanın, öyleydi, o zaman pehlivan kılıklı, pazıları okkalı, ensesi kalınlar, yarım gülüş edaları, “Malın iyisi bende!” diyen bakışlarıyla öne geçti kendiliğinden. Ama arkalardan sızarak öne geçmeye çalışanlar da oldu. Haliyle ufak da olsa bir itişip kakışma yaşanacakken söndü hemen. Çünkü gerçek pehlivanlar, kaş göz oynatarak yalancı pehlivanlara güçlerini gösterince ortalık sütliman oldu çabucak.

Hiçbiri, Ne iş yapacağız, diye sormadı. Baktı ki Fincancı, herkes öyle dikiliyor, kalktı, ötede oturduğu taşın üzerinden, yanına vardı kalabalığın. Bana bakın, işimiz ağır, güçlü kuvvetli olmalı! Böyle dedi. Bir anda her kafadan ses çıkmaya başladı o zaman. Herkes biraz Türkçe biraz da Tarzanca, aklına geleni düzüverdi bir çabuk. Anlaştılar mı anlaşamadılar mı Fincancı’yla, belli olmadı, yine de öyle beklediler oralarda gün bir iyice inene dek… Aha aha… Bir de baktılar, oğlan-kız otobüsün tepesinde, arkasında, ne var ne yok hepsini de indiriyor, ötelere, farklı yerlere taşıyorlar bunları. Kuşkulandılar, ne iş istenecek o zaman kendilerinden, yapılacak her işin altına ille bunlar girecekse? Tabii aklı evveller de vardı aralarında. Tüh kafama, dedi içlerinden biri, bunlar heykel taşıtacak bize! O zaman ister istemez seyrelme yaşandı, gerçek pehlivanlar daha bir belirginleşti bu yüzden. Bu arada tüydüğünü belli etmemeye çalışarak farklı bahanelerle kopanlar da çıktı aralarında. Tarla tapanda iş, kendilerini bekliyordu. Aç açık da değillerdi, somun dediğin, paylaşılamayacak bir şey miydi Allah aşkına, bu cenabetlere güvenmektense… Kaldı yedi pehlivan. Fincancı baktı, Okey, dedi, işe başladınız, gidin şimdi evlerinize, sabah gelirsiniz… İşlenmiş, yövmiyeli insanın ağadan ne farkı var, cepler para görecek, para! Sallandılar oralarda, Yok, yok, dediler, gün inmedi daha, vakit var! Baktılar, iş buyurduğu yok Fincancı’nın, oğlanlarla kızlara yanaştılar. Yeter ki işe alındıkları ayan beyan açığa çıksın! Fincancı diyeceklerdi tabii keçisakallıya, ne ad vereceklerdi başka. Otobüsten de zaten elinde kupayla inmişti. Kahve miydi içtiği çay mı, anlamamışlardı. İçki değildi, yoksa çakmazlar mı? Çocuklar da bu nedenle öyle sesleniyorlardı belki ona, adam hoca, saygısızlık yapamayacaklarına göre, Fincancı deyip geçiyordular herhal kendileri gibi, durma kahve içişine bakarak.

Çocuklar, pehlivanlara yüz vermedi değil ama yapılacak işler kendilerine düşüyordu galiba… Baktılar öylece, nasıl hızsa o, tek düzen elden ele küfe, kelter aktarıyor, bunları örenin geniş düzlüğünde öbek öbek topluyorlardı. Kucaklarıyla sırtlarındaki buydu ama içlerindeki birbirine geçmeli tahta, demir sopa, kılıflarıyla portatif yatak torbaları, açılır kapanır masa, sandalye… Ocak, yanı sıra tencere, tava, kutu kutu konserve sonra içindekileri belli eden hurçlar, yatak, çarşaf, battaniye falan… Ula bunlar, ören altını koğuşa çevirecek, anlaşıldı! Pehlivanlar gülüşür gibi yaptı. Çillilerin seyyar apteshane dikerek oturttukları lazımlık benzeri klozetleri görünce iyiden salıverdiler gülüşlerini. Bir çalım göz göze gelince Fincancı’yla, sustular ânında. Çilli takımı, yarım otobüsün kasasından tek tek indirdiklerini, sanki gizliden gizliye kendilerine emir veren biri varmışçasına öteye beriye taşıyıp, başladılar tahtaları, boruları, çubukları birbirine takmaya, bağlamaya, bunları ayağa kaldırıp koyuvermeye bir yana, ardı sıra ötekine geçmeye… Oldu mu sana ranza, çevreleyip bir de hazırladıkları koğuşa yerleştirdiler mi bunları? Ta öteye bir kulübe, sonra bir kulübe daha… Hayran hayran seyrettiler çırpı bacaklı çillileri… Kızlara nefsi uyanmadı pehlivanların. Kendi kızlarına benzeyen, memeleri bile kabarmamış, tutuluverecek pek bir yanları da olmayan bu kızları oğlanlardan ayırmak bayağı zordu. Hepsinin de siması birbirine benziyordu çünkü. Bıraktılar onları öylece oldukları yere, iğreti bir ilgi de duymadılar artık sonrasında. Ta ki çalışırken her birinin kendilerine iş buyuran birer amele çavuşu olduğunu görene kadar. Vah vah, tüh tüh, kızlar bile emir veriyor ula bize! Fincancı, eliyle de öteleyerek, Hadi artık, gidin gidin, diyene kadar oyalandılar orada, işe ısınmış oldular tabii bu arada. Sabah erkenden geldiklerinde Fincancı’yı elinde kupası, kahvesini içer buldular yine. Çilliler de işe girişmişti çoktan. Ula, geç mi kaldık, diye bir kuşku gezindi içlerinde, ama tezden söktüler bu küşümü. Öyle ya sabah namazı sonrası çıkıp gelmişlerdi işte. Ha Örentepe ha Örenardı köyü, ne mesafe vardı ki aralarında, ama yaz başı oldu mu güneş patlayıveriyor hemen bir yerden, gün de iş de girişmeyi gerektiriyor hemence. Yanıltan, şaşırtan bu insanı. Az sonra paydos gibi bir şey, hep birlikte upuzun bir masaya geçiyorlar mı, keçi sürüleri yemliklerine yanaşıyor. Sıkışıp oturuyorlar hep birlikte, bir tencere de sıcak çay, yok yok çorba, yok değil yumurta, ula bu ne böyle, yiyip içtiklerine bakılırsa iyi güzel, oh… Sonracığıma, ya Allah ya settar! Avuçlarını, Hak, tu, diyerek tükürükleyip bir de sıvazlıyorlar mı? Taşı sıksa suyunu çıkaracak bir avuç pehlivanın Örentepe’nin taşlarıyla dansı başlıyor. O gün değildir herhalde olamaz, sonraki günlerin birinde görüyorlar çift sıra döşenmiş ray akışını taşların arasında yılankavi gezinen, sabahında geldikleri içtima yerinde. Kendilerinden önce döşenmiş belli, önce alınganlıkla bir kuşku geziniyor içlerinde; işsiz mi kalacaklar… Bunu da atıyorlar üzerlerinden; pek bi bilimli bu çilli çırpılar, rayları yerleştirme işi de kolay olmasa gerek, yani maşallah tabii… Kâfirler akıllı oluyor elleem. Var hikmeti, tren yolu buralara uzanmış… Akılları uçuklayacak, Ula bu ne iş, bu adamlar kim böyle bu kadar marifet sahibi? Ürküp çekinmemek elde mi? Bilen gören var tabii, yolu kent merkezine düşmüşler arasında, hatta atlayıp tıkır tıkır yolculuk yapanları da. Sülüsü kesilmiş oğlancıklar nasıl gidecekler acemi birliklerine, değil mi ya? Ama Örenardı’nda bir tevatür de gezinmeye koyuluyor mu hemen? Köye de uğrayacak şimendifer, istasyon kuruluyor köye! Tozdan, çamurdan kurtuluyor millet, yaşasın! Kimi ihtiyarlar, cami çıkışlarında köy alanını kabaca dolanır oldu, bir hareket başladı mı diye… Hani n’olur n’olmaz, bundan iyi eğlencesi mi olur köy yerinin, kaçırılmamalı! Raylara en çok pehlivanlar sevindi. Allah razı olsun bile dediler Fincancı için. Sırtlarında kendilerini ıhlatacak Tanrı abileriyle Tanrıça ablalarının o endamlı yontularını dekovillere yerleştirdiklerinde anlamışlardı çünkü işin aslını faslını. Gerçi kimi taşların burunları, kolları koparılmış, gözleri çıkarılmış, memişleri kırılmıştı ya, eh ne denebilir… Kendi köylüleri değilse de bu yörenin kızanları değil miydi bunu yapanlar? Örenardı imamı bile bunları cavur işi sayıp yedi vakit definecilik yaptığına göre… Yaa, işte böyle… O günlerin ardından yıllar su gibi geçti. Değil on yılları, yarım yüzyılı bile aştı. Raylar döşenmedi ama onun renginde kapkara bir asfalt yol Örenardı’na dek ulaştı. Örenardı’yla yetinmedi, valinin emriyle amfitiyatronun giriş kapısına dek uzatıldı kara saplı bıçak. Herkes sevinçle el çırptı, Yaşa, Varol, dedi. Bırakın amfitiyatroyu, camiyi bile yıkabilecek bu buluşun karşısında. Medeniyetti bu. Çünkü medeniyet demek yol demekti, fetihler de zaten yol aracılığıyla gerçekleştirilmiyor muydu? Her yol bir kervansaraya, hana ulaşmıyor muydu? Na bu da zaten tiyatoroydu, aynı kapıya çıkardı. Bravo sayın valim! dediler bundan ötürü, Siz dâhisiniz, nasıl da aklettiniz bunu! Asfalt yoldan yağ gibi kayıp amfitiyatronun kapısına gelen zevat dedi bunu, hani ne derler, ricali devlet. Bu arada kent öylece duracak değil ya yerinde! Büyüdü de büyüdü, halkalar halinde dalgalanıp yayıldı. Bir baktılar, Örenardı köylükten mahalleye dönmüş, kentin uzantısı oluvermiş…

Benzer İçerikler

Cydonia

yakutlu

Ahmet Hamdi Tanpınar – Huzur (Roman Özeti)

yakutlu

Eğitimci Olarak Schopenhauer – Nietzsche Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy