Tarihin karanlık dönemlerinden gelen inanılmaz bir gizem… Petrol zengini bir Arab’ın bu tehlikeli sırra karşı duyduğu derin bir saplantı…
Hakan Geda ve Semih Erkan, bu kez çok daha geniş çapta bir felaketin içinde yer alıyorlar. Bu sefer kurtarmaları gereken sadece kendileri değil; yaklaşan büyük felaketten habersiz, hayatlarına devam eden binlerce masum insan… “Bu korkunç felaket durdurulabilecek mi? Kesin olan tek bir şey var. Dünyayı bir deliliğin eşiğinden döndürmek için feda edilenler, ardında geri dönüşü olmayan izler bırakacaklar…”
Aksiyon ve gerilim öğelerinin ustaca harmanlandığı bu kitabı son sayfasına ulaşmadan elinizden bırakmak istemeyeceksiniz.
***
“Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Her an başka sahillere sürüklenirken biz,
Zaman adlı denizde bir gün, bir an için
Demirleyemez miyiz?”
Alphonse De Lamartine
GİRİŞ
KÜLLER ARASINDA
M.S 700’ler,
Eski Dünya’da bir yer
Gri tozlar içinde ağır aksak ilerleyen çıplak iki ayak simsiyah olmuştu. Külden oluşmuş kalın bir halı üzerinde, gri-siyah, neredeyse un gibi olmuş külleri savurarak, ağır ağır, sürünürcesine, üzerlerindeki ağır erkek bedenini bir yere götürmeye çalışıyorlardı. Ayakların nasırlı tabanları yara içindeydi ve topuklarındaki derin yarıklardan kan sızıyordu. Feci şekilde acıyordu yaralar. Ama yaraların sahibi inatla ilerlemeye devam etmekteydi.
Günlerdir yürümekten bitkin düşmüş Arap sonunda durdu ve titreyerek diz çöktü. Kıyafeti leş gibiydi. Yer yer yırtılmıştı ve yırtıkların arasından çıplak, iri bedeni görülüyordu. Kanlanmış gözleriyle çevresine bakındı. Kuzeyden hafif bir rüzgâr esiyordu. Emekleyerek yakındaki bir kayanın üzerine çıktı. Oturdu. Sırtına takılı paçavradan yapılmış çantasını çıkardı.
Dumanlı ufka kadar yavaşça götürdü bakışlarını. Kir ve is dolu suratında acı bir ifade vardı. Ağlamak istedi ama yapamadı. Gördüğü manzarayı saatlerce izleyebilirdi. Düşüncelere dalarak… Yazmak istediklerini kafasında kurgulayarak… Uzun yolculuğunda diğer bulduklarını hatırlayarak… Ancak, şimdilik sadece baktı. Matarasını açıp içindeki son damlaları içti. Sonra mataranın ıslak ağzını kurumuş ve çatlamış dudaklarına sürdü. Matarayı küllere fırlatıp dört bir yanındaki doğanın seslerini dinledi. Rüzgârın savurduklarından başka bir ses daha duydu. Boşlukta yankılanan tiz bir çığlıktı. Kafasını gökyüzüne kaldırdı. Oradaydılar. Akbabalar…
Belki de yüzlerce….
Daireler çiziyorlardı.
Sonra çok yakınında duydu aynı sesi. Oturduğu yerden sıçramasına neden olan ürkütücü sesin az ilerideki sahibine baktı. O da ona bakıyordu. Tıpkı onun gibi bir taşın üzerine tünemişti. Hayvanın kızıl gözleri nefretle doluydu sanki. Ayaklarındaki yaraları elbisesinin eteğinden yırttığı kumaşlarla sardıktan sonra ayağa kalktı tekrar. Paçavradan çantasını eline alıp sendeleyerek birkaç adım ilerledi. Ve önündeki korkunç manzaraya bir kez daha baktı.
Külden oluşmuş devasa halı sonsuzluğa kadar uzanıyordu sanki. Yıkıntılar arasından insan yapımı paramparça olmuş binaların ürkütücü yıkıntıları sivriliyordu yer yer. Bu dünyadan olması imkansız bir ateşle kavrulmuşlardı adeta.
Azref, yıkıntılara doğru ilerledi. İçlerine doğru daldı. Küller daha sıcaktı. Ayaklarıyla ezdiği, rüzgâr yüzünden bacaklarına çarpan sıcak küllerin ne kadarının insan bedenlerine ait olduğunu düşünmek dahi istemiyordu. Yürümeye devam etti. Yürüdükçe korkuları arttı. Hâlâ burada mıydılar? Yoksa gitmişler miydi? Karşılaşıncaya dek bilemezdi bunu. Ondan sonra da çok geç olabilirdi. Korkunun onu yönetmesini engellemek için bu düşünceleri kafasından uzaklaştırmaya çalıştı. Kömür gibi olmuş yıkıntıların içlerini inceleyerek yoluna devam etti. Bir şeyler bulabilme ümidiyle… Bir kanıt. Herhangi bir şey…
Fakat hiçbir şey yoktu. Sadece garip bir sıcaklık yayan küller vardı. İnsan külleri, hayvan külleri, çocuk külleri… Gerçekten de manzaranın kendisinden başka hiçbir kanıt yoktu. Çaresizce çevresine bakınırken gökyüzünden tekrar kulağına gelen sesler uyanmasına neden oldu.
Akbabalar… Neden buradaydılar?
Demek ki küllerden başka şeyler de vardı. Tekrar gökyüzüne baktı. Doğu göğünde kendisinin göremediği bir şeyin ya da bir şeylerin üzerinde daire çiziyorlardı şimdi. Oraya doğru yürümeye başladı. Son parçaları da tamamlaması için biraz daha acı gerekiyordu.
…
Sonrasında sadece karanlık vardı. Hiçliğin sonrasında… Çünkü kendisine ne olduğunu bilmiyordu. Buraya nasıl geldiğini de…
Azref, bütünüyle karanlık bir mağaranın soğuk tabanında yattığını fark edince yavaşça ayağa kalktı. Gözlerinin karanlığa alışması için biraz bekledi. Ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Dengesini korumaya çalışırken vücudunun karanlık içinde ağır ağır salındığını hissetti. Mağaranın girişini -ya da kendisinin şu anki konumu için çıkışını- belirten hiçbir ışık göremiyordu. Ve nerede olduğu konusunda da bir fikri yoktu.
Buraya nasıl gelmişti?
Karanlığın ötesinde, derinlerden gelen tiz bir çığlık sesi duydu. Ürpererek bir adım geriledi. Yere eğilip bezden yapılmış eski çantasını el yordamıyla buldu. Sırtına geçirdi ve karanlığın içinde ayaklarını sürüyerek ilerlemeye başladı. Bir elini öne doğru uzatmıştı. Çok geçmeden parmak uçları soğuk bir duvara değdi. Karşılaştığı bu duvar boyunca ilerlerken gözleri karanlığa iyice alışmıştı. Çıkışı bulmadan kısa süre önce daha ışığı görmeden ayaklarına vuran hava akımını hissetti. Sol tarafa doğru geniş bir yay çizerek dikkatlice onu takip etti. Şimdi dünyası büyük bir hızla aydınlanmaya başlamıştı. Adımlarını hızlandırarak çevresini saran aydınlığa büyük bir coşkuyla atılırken bütün gücüyle bağırmaya başladı.