İmparatoriçe Mariya Fedorovna’nın nedimesi ve yakını ünlü Anna Pavlovna Şerer, 1805 Temmuzunda akşam davetine ilk gelen, konumu da, rütbesi de yüksek Prens Vasiliy’i bu sözlerle karşılıyordu. Birkaç gündür öksürüyordu Anna Pavlovna, kendi deyimiyle “grip” olmuştu (o zamanlar “grip” az kullanılır bir sözcüktü). Sabahleyin kırmızı elbiseli bir uşakla sağa sola gönderilen davetiyelerin ayrıksız hepsinde şunlar yazılıydı:
Si vous n’avez rien de mieux à faire, Monsieur le Comte (ya da Mon Prince), et si la perspective de passer la soirée chez une pauvre malade ne vous effraye pas trop, je serai charmée de vous voir chez moi entre 7 et 10 heures. Annette Schérer{7}
Sırmalı saray üniforması, çoraplar, ışıl ışıl ayakkabılar giymiş, göğsü madalyalarla dolu, ablak yüzünde neşeyle içeri giren Prens böylesi karşılanmaya hiç de şaşırmadan yanıt verdi:
“Dieu, quelle virulente sortie!”{8}
Büyükbabalarımızın konuştuğu, hatta düşündüğü temiz Fransızca’yla, centilmenlik peşinde saç ağartanların, sarayda yüksek konumlar elde edenlerin sakin sesiyle, bir koruyucu edasıyla konuşuyordu. Anna Pavlovna’ya yaklaştı, elini onun dudaklarına götürdü, parlayan, güzel kokulu çıplak başını önünde eğerek yavaşça kanepeye oturdu.
Sesini değiştirmeden, nezaketinden, sempatisinden kayıtsızlık, hatta alay sızan bir tavırla dedi ki:
“Avant tout dites moi, comment vous allez, chère amie?”{9}
Anna Pavlovna, “Bu azapla,” dedi, “insan nasıl iyi olabilir? Bu devirde duygusu olan bir insanın rahat etmesi mümkün mü? Bu akşam başka bir yere gitmiyorsunuz, değil mi?”
Prens, “İngiliz Elçiliği’ndeki şenlik ne olacak? Bugün çarşamba, orada bulunmam lazım. Kızım beni gelip alacak,” dedi.
Anna Pavlovna, “Şenliğin ertelendiğini zannediyordum,” dedi. “Je vous avoue que toutes ces fêtes et tous ces feux d’artifice commencent à devenir insipides.”{10}
Prens, söylediklerine inanılmasını kendisi de istemeyerek, kurulu bir saat alışkanlığıyla, “Bunu istediğinizi bilseler,” dedi, “şenliği ertelerlerdi.”
“Ne me tourmentez pas. Eh bien, qu’a-t-on décidé par rapport à la dépêche de Novosiltzoff? Vous savez tout.”{11} Prens soğuk, üzüntülü bir tavırla, “Nasıl anlatmalı size?” dedi. “Qu’a-t-on décidé? On a décidé que Bonaparte a brûlé ses vaisseaux, et je crois que nous sommes en train de brûler les nôtres.”{12}
Prens Vasiliy, eski bir oyunda rolüne çalışan bir aktör gibi, bezgin bir biçimde konuşurdu. Anna Pavlovna Şerer kırk yaşındaydı ama tam tersine, heyecan ve neşe doluydu.
Sosyal konumundan ileri geliyordu bu heyecan; kimi zaman, sırf tanıyanların beklentilerini boşa çıkarmamak için, istemeden de olsa heyecanlı göründüğü oluyordu. Yüzünde hep taşıdığı zoraki gülümseme onun geçkin çizgilerine yakışmaz, şımarık çocuklar gibi, düzeltmek istemediği, zaten buna gerek de görmediği bir kabahati ele verirdi.
Siyasi hareketler üzerine konuşurlarken Anna Pavlovna öfkelendi:
“Ah, bana Avusturya’dan söz etmeyin! Ben belki bir şey anlamıyorum ama Avusturya hiçbir zaman savaş istemedi, istemiyor da. Bizi aldatıyor. Rusya’ya da tek başına Avrupa’nın kurtarıcısı olmak düşüyor. Velinimetimiz sorumluluğunun farkında, ona sadık kalacaktır. İnandığım bir şey varsa işte bu. İyi ve eşsiz hükümdarımızın yeryüzünde oynayacağı rol pek büyük. O öyle erdemli, öyle iyi kalplidir ki, Tanrı yardımlarını ondan esirgemeyecek; bu katilin, bu şeririn kişiliğinde şimdi daha korkunç bir hal alan devrim ejderhasını ezmeyi başaracaktır. Doğru ya, kan gütmede tek başımızayız. Kime güvenebiliriz, soruyorum size. İngiltere kendi tüccar ruhuyla İmparator Aleksandr’ı anlamıyor, anlayamaz da. O İngiltere ki, Malta’yı boşaltmayı reddetti. Bizim gizli planlar yaptığımızı düşünüyor. Novosiltsov’a ne dediler? Hiç. Çıkarsız, her şeyi dünyanın iyiliği için isteyen İmparatorumuzun fedakârlığını anlamadılar, anlayamazlar da. Ne vaat ettiler? Hiç. Vaatlerinin yarısını bile yerine getirecek değiller. Prusya Bonaparte’ın yenilmez olduğunu, Avrupa’nın onunla başa çıkamayacağını ilan etti. Ben ne Hardenberg’in ne de Haugwitz’in söylediğine inanırım. Cette fameuse neutralité prussienne, ce n’est qu’un piège.{13} Ben yalnız Tanrı’ya ve sevgili İmparatorumuzun şansına inanırım. Avrupa’yı o kurtaracak.”
Kendi öfkesiyle alay eden bir gülümsemeyle birdenbire durdu.
Prens gülerek, “Zannederim,” dedi, “Aziz Vinstsengerode’mizin yerine sizi gönderselerdi Prusya kralını bir hamlede yola getirirdiniz. Ne güzel konuşuyorsunuz. Çay vermeyecek misiniz bana?”
Anna Pavlovna, “Şimdi,” dedi sakinleşerek ve ekledi: “A propos,{14} bugün görülecek iki davetli var, le vicomte de Mortemart, il est allié aux Montmorency par les Rohan.{15} Fransa’nın en büyük ailelerinden biri. Bizdeki mültecilerin en iyilerinden, gerçek mültecilerden. Sonra, l’abbé Morio{16} geliyor. Bu müthiş zekâyı tanıyor musunuz? Hani İmparator tarafından kabul edilmişti. Tanıyor musunuz?”
Prens, “Ya! Çok memnun olacağım,” dedi. Sonra sanki aklına ansızın bir şey gelmiş gibi, ziyaretinin gerçek nedenini açıklayacağı zamanlar hep takındığı kayıtsız tavırla ekledi: “L’impératrice-mère{17} Baron Funke’nin Viyana’ya başyazman olarak tayin edilmesini istiyormuş, doğru mu? C’est un pauvre sire, ce baron, à ce qu’il paraît.”{18}
Prens Vasiliy, imparatoriçenin desteğiyle Baron’a sağlanmaya çalışılan bu yere oğlunu getirtmek istiyordu.
Anna Pavlovna, imparatoriçenin işine gelen ya da hoşuna giden bir şeye ne kendisinin ne de başka birisinin karışabileceği anlamına gelen bir tavırla gözlerini süzdü. Hüzünlü, soğuk bir sesle, “Monsieur le baron de Founcke a été recommandé à l’impératrice-mère par sa soeur”{19} dedi ve sustu, imparatoriçenin adını söylerken Anna Pavlovna’nın yüzünde birdenbire, büyük koruyucusunu andığı zamanlarda olduğu gibi hüzünle karışık derin, içten bir bağlılık ve saygı ifadesi belirmişti. İmparatoriçe hazretlerinin Baron Funke’ye beaucoup d’estime{20} göstermek ayrıcalığında bulunduklarını da sözlerine ekledi; bakışlarına yine bir hüzün çökmüştü.
Prens kayıtsızca susuyordu. Anna Pavlovna, bir saraylı, bir kadın inceliği, çabuk sezerliğiyle, imparatoriçenin tavsiye ettiği biri hakkında bu şekilde konuşmaya yeltendiği için, Prens’e hem dokundurmak, hem de onu teselli etmek istedi.
Parlons un peu des vôtres!”{21} dedi. “Savez-vous que votre fille fait des délices de la société depuis son apparition dans le monde? On la trouve belle comme le jour!”{22} Prens saygıyla, minnetle eğildi.
“Sık sık düşünürüm…” Anna Pavlovna bir süre sustuktan sonra Prens’e sokuldu, dostça gülümsedi, böylece siyaset ve sosyete üzerine konuşmanın sona erdiğini, artık içli dışlı olabileceklerini göstererek sözüne devam etti: “Sık sık düşünürüm, mutluluk anları nasıl adaletsizce bölünüyor bazen. Talih size ne diye bu kadar iyi, bu kadar sevimli iki çocuk”, kaşlarını “karşılık istemem” der gibi kaldırarak ekledi; “küçük oğlunuz Anatol’u katmıyorum, onu sevmem, evet, iki çocuk verdi? Ama doğrusu siz onlara herkesten daha az değer veriyorsunuz; bunun için de siz onlardan daha aşağısınız.”
Yüzünde her zamanki o muzaffer gülümseme belirdi. Prens, “Que voulez – vous? Lavater aurait certainement découvert que je n’ai pas la bosse de la paternité,”{23} dedi.
“Şakayı bırakın, ben sizinle ciddi ciddi konuşmak istiyorum. Küçük oğlunuzdan memnun olmadığımı biliyorsunuz. Laf aramızda”, yüzünde yine hüzünlü bir ifade belirmişti, “İmparatoriçe’nin yanında onun sözü edildi, size acıyorlar…”
Prens karşılık vermedi, Anna Pavlovna susmuş, anlamlı bakışlarla onu süzerek yanıt bekliyordu. Prens Vasiliy kaşlarını çattı. Sonunda dedi ki:
“Ne yapabilirim? Biliyorsunuz ki iyi yetişmeleri için bir babanın yapabileceği her şeyi yaptım, ikisi de ‘budala’ çıktı. İppolit hiç olmazsa sakin bir aptaldır, oysa Anatol, aynı zamanda geçimsiz de.”
Sırıtıyordu; alışık olmadığı bir heyecanla, ağzının çevresinde biçimlenen kaba, hoş olmayan kırışıklıkları göze batacak derecede belirterek ekledi:
“İşte bir fark.”
Anna Pavlovna dalgın, gözlerini kaldırdı.
“Sizin gibilerde ne diye çocuk olur? Baba olmasanız söz söylenecek bir yanınız bulunamazdı.”
“Je suis votre,{24} sizin sadık kulunuzum; et à vous seule je puis l’avouer.{25} Çocuklarım sont les entraves de mon existence{26} Bu benim çilem, öyle geliyor bana. Ne yapalım.”
Alın yazısına boyun eğdiğini jestleriyle anlatarak sustu.
Anna Pavlovna düşünüyordu.
“Siz,” dedi, “savurgan oğlunuz Anatol’u evlendirmeyi aklınıza hiç getirmediniz. Yaşlı bâkirelerde ont la manie des mariages.{27} Ben bu illeti henüz kendimde hissetmiyorum. Ancak elimde bir petite personne{28} var ki, babasının yanında çok mutsuz, une parente à nous, une princesse{29} Bolkonskaya.”
Prens Vasiliy yanıt vermemiş ama yüksek sosyete adamlarına vergi bir çabuk kavrayışlılıkla başını sallayarak, bu yeni haberin üzerinde durduğunu göstermişti.
“Hayır, biliyor musunuz, bu Anatol bana yılda kırk bin rubleye mal oluyor,” dedi.
Düşüncelerinin acıklı akışını durdurmak elinde değil gibi görünüyordu. Sustu.
“Bu böyle giderse beş yıl sonra ne olacak? Voilà l’avantage d’être père.{30} Bu Prensesiniz zengin mi bari?” “Babası hem çok zengin, hem de çok cimri. Köyde yaşar. Bilirsiniz, daha ölen imparator zamanında emekliye çıkarılan ‘Prusya Kralı’ lakabıyla tanınmış şu ünlü Bolkonski. Akıllı ama acayip, titiz bir adam. Zavallı kız çok mutsuz. Erkek kardeşi daha geçenlerde Lise Heinenn’le evlenmişti. Kutuzov’un yaveridir. Kendisi şimdi buraya gelecek.”
Prens birden kadının elini tutup nedense aşağı eğerek, “Ecoutez, chère Annette,”{31} dedi, “Arrangez-moi cette affaire et je suis vôtre et je serai à tout jamais le plus fidèle de vos esclafes comme l’écrit mon staroste au bas de ses rapports.{32} Kız iyi bir aileden, zengin de. Bana gereken de bu…”
Kendine has o laubali, ince hareketleriyle eğilerek nedimenin elini aldı, öptü, sonra koltuğa yaslanıp yan tarafa bakarak tuttuğu eli hafifçe sıktı.
Anna Pavlovna dalgın, “Attendez,”{33} dedi, “ben şimdi Lise -la femme du jeune-{34} ile konuşurum. Bu iş belki olur. Ce sera dans votre famille, que je ferai mon apprentissage de vieille fille.”{35}
II
Anna Pavlovna’nın misafir salonu yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Petersburg’un yüksek asilzadeleri, yaşça, karakterce çok değişik, ama yaşadıkları çevre aynı olan birçok insan geliyordu. Babasıyla birlikte elçilikteki şenliğe gitmek üzere, Prens Vasiliy’in kızı güzel Elen de gelmişti. Bir monogram takmış, balo elbisesini giymişti. La femme la plus séduisante de Pétersbourg{36} olarak tanınan genç, Küçük Prenses Bolkonskaya da oradaydı. Geçen kış evlenmişti; gebe olduğu için “büyük” toplantılara katılmıyor, ama küçük davetlere hâlâ geliyordu. Prens Vasiliy’in oğlu Prens İppolit, Mortemar’la geldi, onu herkese tanıştırdı. Rahip Morio ve daha pek çok kişi geldi.
Anna Pavlovna, “Daha görmediniz mi, yoksa ma tante’la{37} tanışmıyor musunuz?” diyerek gelenleri büyük bir ciddiyetle, başka bir odada kendini gösteren, kocaman kurdelelerle süslü küçük bir ihtiyar kadının yanına götürüyor, gözlerini ağır ağır misafirden la tante’a çevirerek onları isimleriyle takdim ediyor, sonra ayrılıyordu.
Davetliler de, kimsenin tanımadığı, merak etmediği, aramadığı bu teyzeye yüksek saygılarını sunuyordu. Anna Pavlovna onların hareketlerini sessizce onaylayarak ciddi, gururlu bir ilgiyle olanları takip ediyordu. La tante, karşısındakinin, kendisinin ve çok şükür şimdi iyi olan İmparatoriçe hazretlerinin sağlığı hakkında herkese aynı şeyleri söylüyordu. Yanına gelenler de nezaket gereği acele etmeden, ağır bir görevi yerine getirmenin rahatlığıyla bütün gece bir daha yanına yaklaşmamak üzere ondan ayrılıyordu.
Genç Prenses Bolkonskaya altın işlemeli bir kadife çanta içindeki elişiyle gelmişti. Üstü tüylerle hafifçe gölgeli güzel üst dudağı dişlerine göre kısaydı. Ama açılışı zarif, alt dudağın üzerine inişi çok hoştu. Bu kusuru (dudağının kısalığı, ağzının yarı açıklığı) gerçekten çekici olan kadınlarda hep görüldüğü gibi, asıl özelliğini, asıl güzelliğini oluşturuyordu. Haline böyle kolaylıkla katlanan bu sağlık ve hayat dolu, güzel anne adayını izlemek herkesin hoşuna gidiyordu. Yaşlılara, canı sıkılanlara, mahzun gençlere, onun yanında bulunmak, onunla konuşmak iyi geliyordu; sanki böylece ona benziyorlardı. Onun o ışıltılı gülümseyişini, ışıldayan ak dişlerini gördükçe kendilerini daha sevimli hissediyorlardı.
Küçük Prenses, elişi çantası elinde, yalpalayarak, küçük ve hızlı adımlarla masayı dolaştı. Elbisesini topladı, hareketleri hem kendisi, hem de çevresindekiler için bir partie de plaisir{38} imiş gibi, gümüş semaverin yanında kanepeye oturdu, ridikülünü{39} açtı, salondakilere seslenerek, “J’ai apporté mon ouvrage,”{40} dedi.
Sonra ev sahibine döndü.
“Prenez garde, Annette, n’allez pas me jouer quelque méchant tour; vous m’avez écrit que c’était une toute petite soirée; voyez, comme je suis attifée,”{41} dedi.
Sonra, göğsünün biraz aşağısından geniş bir kurdele ile bağlı dantelli, zarif mavi robunu göstermek için kollarını açtı.
Anna Pavlovna, “Soyez tranquille, Lise, vous serez toujours la plus jolie,”{42} diye yanıt verdi.
Küçük Prenses generale seslenerek, aynı tonla, “Vous savez, mon mari m’abandonne, il va se faire tuer. Dites moi, pourquoi cette vilaine guerre,”{43} dedi.
Prens Vasiliy’in yanıtını beklemeden, kızı güzel Elen’e döndü.
Prens Vasiliy Anna Pavlovna’ya yavaşça, “Quelle délicieuse personne, que cette petite princesse!”{44} dedi.
Küçük Prenses’ten biraz sonra içeriye başı tıraşlı, gözlüklü, o zamanın modasına uygun açık renk pantolonlu, yüksek jabolu, koyu renk fraklı İriyarı, şişman bir delikanlı girmişti. Bu şişman delikanlı, geçenlerde Moskova’da ölen, Yekaterina devrinin tanınmış büyüklerinden Kont Bezuhov’un evlilik dışı oğluydu. Henüz bir mesleği yoktu. Okuduğu yabancı ülkeden yeni dönmüş, sosyeteye yeni girmişti. Anna Pavlovna onu, konumları bakımından salonundaki en alttakilere uygun bir biçimde karşılamıştı. Buna rağmen Piyer’in geldiğini görünce Anna Pavlovna’nın yüzünde, sanırsın karşısında devcileyin bir şey var, müthiş bir telaş ve korku belirmişti. Gerçi Piyer, gerçekten de odadaki öbür erkeklerden büyükçeydi ama bu korku ancak onu davetlilerden ayıran zeki, aynı zamanda ürkek, keskin ve samimi bir bakışla ilgili olabilirdi.
Anna Pavlovna teyzesiyle ürkekçe bakışarak Piyer’e, “C’est bien aimable à vous, Monsieur Pierre, d’être venu voir une pauvre malade,”{45} dedi.
Piyer bir şeyler mırıldanarak çevresine bakındı. Küçük Prenses’i sevecen başıyla selamlayarak neşeyle gülümsedi, teyzeye yaklaştı.
Anna Pavlovna’nın korkusu yersiz değildi; çünkü Piyer, İmparatoriçe hazretlerinin sağlığı hakkında teyzenin söylediklerini sonuna kadar dinlemeden yürümüştü. Anna Pavlovna onu alıkoymak için telaşla, “Rahip Morio’yu tanıyor musunuz?” dedi. “Çok enteresan biri.”
“Evet, onun bir evrensel barış planından söz edilir hep ama gerçekleşmesi güç…”
Anna Pavlovna bir şey söylemiş olmak için ve yine ev sahipliğiyle ilgili işlerine dönmeye davranarak, “Öyle mi sizce,” dedi.
Ama Piyer, birincinin büsbütün tersi, ikinci bir kabalık etti. Önce kadını sonuna kadar dinlemeden yanından ayrılmıştı. Şimdi de lafa tutuyordu. Başını eğmiş, kocaman bacaklarını germiş, rahibin planını neden bir hayal saydığını Anna Pavlovna’ya kanıtlamaya çalışıyordu.
Anna Pavlovna gülümseyerek, “Sonra konuşalım,” dedi.
Sonra yol yordam bilmeyen bu delikanlıdan ayrılarak işlerine döndü. İlginçliğini yitirmeye başlayan konuşmalara yardıma hazır, çevreye göz kulak olmaya başladı. Nasıl bir iplik atölyesi sahibi işçilerini yerine yerleştirip atölye içinde gezinir, iğlerin birinde bir duralama, gıcırtılı ve fazla gürültülü bir ses fark edince hemen koşar, bunu durdurur ya da ona gereken hareketi verirse, Anna Pavlovna da misafir salonunda geziniyor, susan ya da çok fazla konuşan bir gruba yaklaşarak, bir söz ya da bir müdahaleyle yeniden ölçülü, uyumlu bir konuşma makinesi kuruyordu. Ancak bütün bu özene rağmen, Piyer’den ayrı bir korkusu olduğu göze çarpıyordu. Piyer, konuşmaları dinlemek için Mortemar’ın bulunduğu yere sokulduğu ve oradan da rahibi dinleyen gruba geçtiği sırada onu kaygıyla gözlemişti. Anna Pavlovna’nın bu daveti, yabancı bir ülkede terbiye görmüş Piyer’in Rusya’da gördüğü ilk davetti. Burada bütün Petersburg aydınlarının toplandığını biliyor, oyuncakçı dükkânında bir çocuk gibi gözleri öteye beriye kaçıyordu. Konuşmaları kaçıracağım, diye korkuyordu. Burada toplananların güvenli ve zarif yüzlerine bakarak hep öyle dolgun bir söz bekliyordu. Sonunda Morio’ya sokuldu. Konuşma ona ilginç görünüyordu, durdu. Kendi düşüncelerini söyleme fırsatını (gençlerin sevdiği şeyi) bekledi.
III
Anna Pavlovna’nm daveti başlamıştı. İğler uyumla, durmaksızın uğulduyordu. Davet, bu parlak sosyete, yabancı, zayıf ve geçkin bir kadınla oturan ma tante’tan başka üç gruba ayrılmıştı. Daha çok erkeklerden oluşan gruplardan birinin merkezi rahip, gençlerin toplandığı başka bir grubun merkezi de Prens Vasiliy’in kızı güzel Prenses Elen’le, sevimli, pembe yüzlü, yaşma göre fazla dolgun Küçük Prenses Bolkonskaya idi. Üçüncüsü, Mortemar’la Anna Pavlovna’nın grubuydu.
Vikont, kendisini herhalde büyük bir şöhret saymakla birlikte, terbiye gereği alçakgönüllülük gösterip bulunduğu topluluğun yararını düşünen sevimli, yüzünün çizgilerinin yanında tavırları da ince bir delikanlıydı… Anna Pavlovna davetlilerini onunla birlikte ağırlıyor gibi görünüyordu. Pis bir mutfakta insanın tiksindiği bir et parçasını iyi bir metrdotel nasıl nefis bir şey diye öne sürerse, Anna Pavlovna da bu davette önce Vikont’u, sonra da rahibi, nefis şeyler gibi davetlilere ikram ediyordu. O sırada Mortemar’ın grubunda Enghien Dükü’nün öldürülmesinden söz açılmıştı. Vikont, onun, Bonaparte’ı kızdıran o cömertliği yüzünden öldüğünü söylüyordu.
Anna Pavlovna, “Ah! Voyons. Contez-nous cela, vicomte,”{46} dedi ve bu “Contez-nous cela’’ cümlesinin neredeyse à la XV. Louis{47} etki yaptığını sevinçle hissetti.
Vikont saygıyla eğildi, nezaketle gülümsedi. Anna Pavlovna Vikont’un çevresinde bir daire çizdi, herkesi onu dinlemeye çağırarak birinin kulağına fısıldadı:
“Le vicomte a été personnellement connu de monseigneur.”{48}
Başka birisine:
“Le vicomte est un parfait conteur.”{49}
Bir üçüncüye, “Comme on voit l’homme de la bonne compagnie,”{50} dedi.
Böylece Vikont sosyeteye en kibar, en elverişli haliyle, sıcak bir tabakta üzerine yeşillik serpilmiş bir rozbif gibi sunulmuş oldu.
Vikont hikâyesine artık başlamak istiyor, ince bir tavırla gülümsüyordu.
Anna Pavlovna biraz ötede ayrı bir grubun merkezindeki güzel Prenses’e seslendi:
“Buraya gelin, chère Hélène!”{51}
Prenses Elen gülümsedi; salona girdiği andaki gibi çok güzel kadınlara özel o tatlı gülümsemesiyle kalktı. Kıvrımlar, tırtıllarla süslü ak balo elbisesini hafifçe hışırdatarak, beyaz omuzlarının ışıltıları, saçının ve pırlantalarının pırıltılarıyla yana açılan erkeklerin arasından geçti; kimseye bakmadan ama herkese gülümseyerek, sanki bütün güzelliğini, dolgun omuzlarını, o zamanın modası gereği çok açık olan göğsünü, ensesini seyretmek hakkını herkese bahşediyormuş ve sanki balonun görkemini peşinde sürüklüyormuş gibi doğru Anna Pavlovna’nın yanına gitti. Elen o kadar güzeldi ki, onda bir işve gölgesi sezilmek şöyle dursun, tersine, söz götürmez, güçlü, ezici güzelliğinden utanır gibiydi. Sanki güzelliğinin etkisini azaltmak istiyor da beceremiyordu.
Onu görünce, “Quelle belle personne!”{52} diyordu herkes.
Vikont, güzel Prenses karşısına oturup onu da o tatlı gülümsemesiyle aydınlatınca büyülenmiş gibi, omuzlarını silkerek gözlerini indirdi. Gülerek başını eğdi.
“Madame, je crains pour mes moyens devant un pareil auditoire,”{53} dedi.
Prenses çıplak, dolgun kolunu küçük bir masaya yasladı, bir şey söylemeye gerek görmedi. Gülümseyerek bekledi. Hikâyenin devamı sırasında arada bir kâh hafifçe masaya dayalı dolgun ve güzel koluna, kâh kolyesini düzelttiği daha da güzel göğsüne bakarak dimdik oturdu. Birkaç defa elbisesinin kırışıklarını düzeltti. Hikâye ilginçleşince Anna Pavlovna’ya bakıyor, nedimesinin yüzünde beliren ifadeyi hemen kavrıyor, sonra parlak gülümsemesi içinde yine hareketsiz kalıyordu. Elen’in arkasından Küçük Prenses de çay masasını bırakıp gelmişti.
“Attendez moi, je vais prendre mon ouvrage,”{54} dedi ve Prens İppolit’e dönerek ekledi: “Voyons, à quoi pensezvous? Apportez-moi mon ridicule.”{55}
Prenses güldü, konuştu, böylece küçük bir gürültü ve hareket dalgası uyandırdı; sonra oturup neşeyle elbisesini düzeltti.
“Şimdi iyi,” dedi, başlanmasını rica ederek, işine koyuldu.
Prens İppolit Küçük Prenses’e ridikülünü getirmiş, arkasından geçerek yanına bir koltuk yanaştırıp oturmuştu.
Le charmant Hippolyte,{56} güzel kız kardeşine benzerliği, ama bu benzerliğe rağmen şaşılacak çirkinliğiyle insanı hayrete düşürürdü. Yüzünün çizgileri bütünüyle kız kardeşinin çizgileriydi. Ama kızın her şeyi neşeli, taze ve bitimsiz bir gülüşle, görülmedik klasik bir beden güzelliğiyle ışıldardı; erkekteyse tersine, aynı yüz aptallıkla gölgelenmiş, sürekli bir kendine güven ve somurtkanlık taşırdı. Bedence kuru, zayıftı. Gözler, burun, ağız hepsi birden sanki belirsiz, sıkıntılı bir somurtkanlıkla sıkışmıştı. Kollar, bacaklar biçimsizdi.
Prensesin yanına oturdu, el gözlüğünü, onsuz söze başlayamazmış gibi, acele acele gözlerine yerleştirerek sordu:
“Ce n’est pas une histoire de revenants?”{57}
Hayrete düşen Vikont omuzlarını silkerek, “Mais non, mon cher,”{58} diye yanıt verdi.
“C’est que je déteste les histoires de revenants.”{59} Prens İppolit’in sesinin tonundan belliydi ki, bu sözleri söylemiş, ama ne anlama geldiğini sonradan anlamıştı.
Kendine güveninden ötürü, sözlerinin çok mu akıllıca, yoksa çok mu budalaca olduğunu kimse kestiremezdi. Koyu yeşil bir frak, kendi deyimiyle cuisse de nymphe effrayée{60} renginde bir pantolon, çoraplar, ayakkabılar giymişti.
Vikont, Enghien Dükü’nün Matmazel George ile buluşmak üzere gizlice Paris’e gittiği, orada ünlü aktristen kendisi gibi ilgi gören Napoléon’la karşılaştığı, Dük’le karşı karşıya gelen Napoléon’un sarası yüzünden birdenbire bayılarak Dük’ün eline düştüğü ama onun bundan yararlanmadığı, bu cömertliğe karşılık Napoléon’un sonra bunun öcünü onu öldürmek suretiyle aldığı yolunda o zamanlar ağızlarda dolaşan söylentiyi çok hoş bir biçimde anlatıyordu.
Hikâyenin özellikle, rakiplerin birbirini birden tanımalarını betimleyen bölümü çok güzel, çok ilgi çekiciydi. Kadınlar da heyecanlanmış görünüyorlardı.
Anna Pavlovna Küçük Prenses’i sorgulayıcı bir bakışla süzerek, “Charmant,”{61} dedi.
Küçük Prenses, hikâyenin ilginç ve hoş olmasının elişine engel olduğunu anlatmak ister gibi, iğneyi işine sokarak mırıldandı:
“Charmant.”
Vikont bu sessiz övmeyi değerlendirmiş, teşekkür eden bir gülümsemeyle hikâyeye devam etmişti ama bu sırada, korkunç bulduğu delikanlıyı gözetleyip duran Anna Pavlovna, onun rahiple hararetle ve yüksek sesle bir şeyler konuştuğunu gördü; hemen bu tehlikeli bölgenin yardımına koştu. Gerçekten, Piyer rahiple siyasi dengeler üzerine konuşmanın yolunu bulmuştu. Anlaşılan delikanlının saf heyecanıyla ilgilenen rahip tasarısını açıklıyordu ona. Hararetle konuşuyorlardı. İşte bu, Anna Pavlovna’nın hoşuna gitmemişti.
Rahip, “Çare, Avrupa’nın dengesi ve droit des gens’ dır,{62}” diyordu. “Dünyanın kurtulması için, Rusya gibi barbar olarak tanınmış güçlü bir devletin, çıkar gözetmeksizin, Avrupa’yı dengeleyecek bir birliğin başına geçmesi gerekir.”
Piyer, “Bu dengeyi nasıl sağlayacaksınız?” diyerek söze başlamıştı.
Ama bu sırada Anna Pavlovna geldi, Piyer’e sert bir bakış fırlatarak ülkenin iklimini nasıl bulduğunu İtalyan’a sordu. İtalyan’ın yüzü değişti; herhalde kadınlarla konuşurken hep takındığı o küçümsemeyle karışık, yapmacık, tatlı anlatımını aldı.
“Buranın ruhu, kültürü beni öylesine büyüledi ki, henüz iklimi düşünmeye zamanım olmadı,” dedi.
Anna Pavlovna rahiple Piyer’i yalnız bırakmadı, kolayca gözetleyebilmek için onları ana grupla birleştirdi.
Bu sırada salona biri girmişti. Bu yeni gelen, Küçük Prenses’in kocası genç Prens Andrey Bolkonski’ydi. Prens Bolkonski, yüzünün çizgileri belirli ve kuru, kısa boylu, oldukça yakışıklı bir delikanlıydı. Yorgun ve üzüntülü bakışlarından ağır, ölçülü adımlarına kadar her şeyi, küçük, kıvrak Prenses’le tam tezat içindeydi. Anlaşıldığı kadarıyla salondakileri yalnızca tanımıyor, aynı zamanda öylesine usanç duyuyordu ki, onlara bakmak, onları dinlemek bile kendisine çok can sıkıcı geliyordu. Herhalde yine en çok karısının yüzüne bakıyordu. Güzelliğini zedeleyen bir somurtkanlıkla başını çevirdi. Anna Pavlovna’nın elini öptü, gözlerini kırpıştırarak bütün salondakileri süzdü.
Anna Pavlovna sordu:
“Vous vous enrôlez pour la guerre, mon prince?”{63} “Le général Koutouzoff”{64} Bolkonski bu sözü bir Fransız gibi, sondaki zoff hecesine iyice bastırarak söylemişti, “a bien voulu de moi pour aide-de-camp…”{65} “Et Lise, votre femme?”{66} “Köye gidecek.”
“Yazık değil mi? Sevimli eşinizden bizi mahrum bırakacaksınız.”
Küçük Prenses, kocasına da, başkalarına seslenirkenki gibi nazlanarak, “André,” dedi, “Vikont bize Matmazel George ve Bonaparte’la ilgili bilsen neler anlattı!”
Prens Andrey kaşlarını çatarak yüzünü çevirdi. Salona girdiğinden beri sevinçli ve dostça bakışlarını ondan ayırmayan Piyer yaklaşarak kolunu tuttu. Prens Andrey önce dönüp bakmadan yüzünü ekşitti ama Piyer’in gülümseyen yüzünü görünce beklenmedik, tatlı, içten bir gülümsemeyle, “Vay!” dedi. “Sen de yüksek sosyetedesin ha!”
Piyer, “Sizin buraya geleceğinizi biliyordum,” diye yanıt verdi. Hikâyesine devam eden Vikont’a engel olmamak için yavaşça ekledi: “Gece yemeğinde size geleceğim. Olur mu?”
Prens Andrey güldü, bunu sormaya gerek bile olmadığını el sıkışıyla Piyer’e anlatarak, “Hayır,” dedi, “olmaz.”
Bir şey daha söyleyecekti ama bu sırada Prens Vasiliy ile kızı hazırlanmışlar, erkekler onlara yol vermek için ayağa kalkmışlardı.
Prens Vasiliy, yerinden kalkmasın diye Fransız’ın kolunu dostça çekerek, “Affedersiniz aziz Vikont,” dedi. “Elçilikteki bu uğursuz şenlik beni eğlenceden mahrum ediyor, sizi de alıkoyuyor.” Anna Pavlovna’ya dönerek ekledi: “Güzel davetinizi bırakmak çok ağır geliyor bana.”
Kızı Prenses Elen elbisesinin uzun eteğini hafifçe kaldırarak sandalyeler arasından geçti. Gülümsemesi güzel yüzünde ışıldıyordu. Piyer, yanından geçerken bu güzel kıza ürkmüş, hayran gözlerle baktı.
Prens Andrey, “Çok güzel,” dedi.
“Çok,” dedi Piyer.
Prens Vasiliy Piyer’in yanından geçerken kolunu yakaladı, Anna Pavlovna’ya dönerek, “Bu yabaniyi evcilleştirin,” dedi. “Bir aydır bende kalıyor ama sosyetede onu ilk defa görüyorum. Bir genç için aydın kadınlardan daha lüzumlu bir şey yoktur.”
IV
Anna Pavlovna gülümsedi, baba tarafından Prens Vasiliy ile akraba olduğunu bildiği Piyer’le ilgilenmeye söz verdi. La tante’la oturan yaşlı kadın aceleyle yerinden kalktı, Prens Vasiliy’e holde yetişti. Sosyeteye karşı gösterdiği önceki o yapmacık ilgi silinmişti yüzünden. Sevimli ve yaşlı yüzünde kaygı, korku seziliyordu.
Holde Prens’in arkasından giderek, “Boris için bana bir şey söylemeyecek misiniz Prens?” dedi. (Boris adını, o’ya özellikle basarak söylemişti.) “Artık Petersburg’da kalamam, söyleyin, talihsiz oğluma ne gibi haberler götürebilirim?”
Prens Vasiliy’in onu istemeye istemeye, neredeyse kaba bir tavırla dinlemesine, hatta sabırsızlık göstermesine rağmen, yaşlı kadın şefkatle gülümsemiş, gitmesin diye kolunu tutmuştu.
“Muhafız kıtasına nakledilmesi için İmparator’a söylemeniz yeter,” diye yalvardı.
Prens Vasiliy, “Elimden gelen her şeyi yapacağımdan emin olun Prenses. Ama Hükümdar’dan bunu rica etmek benim için zor. Prenses Golitsin’in aracılığıyla Rumyantsev’e başvurmanızı öneririm. Bu daha akıllıca bir hareket olur,” diye yanıt verdi.
Yaşlı kadın Rusya’nın en önemli soyadlarından birini, Prenses Drubetskaya adını taşıyordu. Ama yoksuldu, yüksek sosyeteden çoktan uzaklaşmış, eski çevresini yitirmişti. Oğlunun muhafız kıtasına nakledilmesinin yolu buradaydı. Anna Pavlovna’nın davetine sırf Prens Vasiliy’i görmek için davetsiz olarak gelmiş, Vikont’un hikâyesini de bunun için dinlemişti. Prens Vasiliy’in sözleri onu ürkütmüş, vaktiyle güzel olan yüzünde öfke belirmişti. Ama bu ancak bir dakika sürdü. Yine gülümsedi, Prens’in koluna sıkıca yapıştı.
“Dinleyin Prens,” dedi, “sizden şimdiye kadar ricada bulunmuş değilim, hiçbir zaman da bulunmayacağım. Babamın size gösterdiği yakınlığı size hiçbir zaman hatırlatmadım. Ama şimdi, yalvarırım size oğlum için bunu yapın.” Ve hemen ekledi: “Sizi velinimetim sayacağım.” Yaşlı gözleriyle gülümsemeye çalışarak, “Hayır,” dedi, “kızmayın, söz verin bana. Golitsin’e rica etmiştim, reddetti, Soyez le bon enfant que vous avez été.”{67}
Kapıda bekleyen Prenses Elen, güzel başını çevirip, klasik heykellere benzeyen omuzlarının arkasından bakarak, “Baba, geç kalacağız,” dedi.
Ancak nüfuz, yüksek sosyetede, korunması gereken bir sermayedir. Prens Vasiliy bunu bilir, ona her ricaya gelen için başkasına ricaya kalkarsa, çok geçmez sonra kendi işi için buna yüzü kalmayacağını düşünerek nüfuzunu seyrek kullanırdı. Bununla beraber, Prenses Drubetskaya’nın işinde, bu yalvarışlardan sonra, iç acısı gibi bir şey duymuştu. Prenses ona bir gerçeği hatırlatıyordu: Mesleğinde ilk adımlarını onun babasına borçluydu. Bundan başka, kadının tavır ve hareketlerinden, bir defa kafalarına bir şey koydular mı istekleri yerine getirilmedikçe geri dönmeyen, her gün, her dakika baş ağrıtmaya, hatta kavga çıkarmaya hazır kadınlardan biri, üstelik bir ana olduğunu anlamıştı. Bu son düşünce onu sarstı. Her zamanki laubaliliğiyle, üzüntülü bir sesle, “Chère Anna Mihailovna,” dedi, “bunu yapmam hemen hemen olanaksız; ama sizi ne kadar sevdiğimi, rahmetli babanızın anısına ne kadar saygı gösterdiğimi kanıtlamak için olanaksız olan şeyi yapacağım. Oğlunuz muhafız kıtasına nakledilecek, size söz veriyorum. Memnun oldunuz mu?”
“Aziz Prens, siz velinimetimizsiniz! Sizden başka türlü bir hareket beklemezdim; ne kadar iyi yürekli olduğunuzu zaten bilirdim.”
Prens gitmeye davrandı.
Yaşlı kadın ezilip büzülerek, “Durun,” dedi, “iki söz daha. Une fois passé aux gardes…{68} Mihail İvanoviç Kutuzov’la aranız iyidir, söyleyin de Boris’i yaver olarak yanına alsın. Ancak o zaman rahat olurum, ancak o zaman…” Prens Vasiliy güldü.
“Buna söz veremem. Kutuzov’un başkomutan olduğundan beri ayrıcalık istekleriyle nasıl rahatsız edildiğini bilmezsiniz. Moskova’nın bütün ileri gelen kadınlarının, çocuklarını ona yaver olarak vermek istediklerini bana kendisi söyledi.”
“Hayır, söz verin, sizi bırakmam, aziz velinimetim.” Güzel kız aynı sesle yineledi:
“Baba, geç kalacağız.”
“Haydi, au revoir.{69} Görüyorsunuz ya!”
“Yarın hükümdara arz edersiniz değil mi?”
“Mutlaka, ama Kutuzov için söz veremem.”
Anna Mihailovna Prens’in peşinden yürüdü, bir zamanlar herhalde onun için doğal olan, ama çökmüş yüzüne şimdi o kadar yaraşmayan cilveli bir genç kadın gülümseyişiyle, “Hayır, söz veriniz, söz veriniz Basile,” dedi.
Yaşını unutmuş, eski alışkanlığıyla bütün eski kadınlık yollarını harekete geçirmiş görünüyordu. Ama Prens gider gitmez yüzü yine önceki o soğuk, yapmacık biçimi aldı. Vikont’u dinleyen gruba döndü, yine dinliyormuş gibi görünerek gitmek zamanını bekledi; çünkü artık işini bitirmişti.
Anna Pavlovna soruyordu:
“Peki ya en son sacre de Milan{70} komedisine ne diyorsunuz? Et des peuples de Gênes et de Lucques, qui viennent présenter leurs voeux à M. Bonaparte assis sur un trône, et exauçant les voeux des nations! Adorable! Non, mais c’est à en devenir folle! On dirait, que le monde entier a perdu la tête.”{71}
Prens Andrey gözlerini Anna Pavlovna’ya dikerek güldü.
“Dieu me la donne, gare à qui la touche!{72} Napoléon’un taç giyerken söylediği söz. On dit qu’il a été très beau en prononçant ces paroles,”{73} diyerek sözü İtalyanca yineledi: “Dio mi la dona, guai a chi la tocca.”
“J’espère enfin,” dedi Anna Pavlovna, “que ça a été la goutte d’eau qui fera déborder le verre. Les souverains ne peuvent plus supporter cet homme, qui menace tout.”{74}
Vikont nezaket ve ümitsizlikle, “Les souverains? Je ne parle pas de la Russie,”{75} dedi. “Les souverains, madame! Qu’ont-ils fait pour Louis XVI, pour la reine, pour madame Elisabeth?”{76} Sonra heyecanlanarak devam etti: “Rien. Et croyez-moi, ils subissent la punition pour leur trahison de la cause des Bourbons. Les souverains? Ils envoient des ambassadeurs complimenter l’usurpateur:”{77} Küçümsemeyle içini çekerek duruşunu yine değiştirdi. Uzun süre el gözlüğüyle Vikont’a bakan Prens İppolit, bu sözler üzerine ansızın Küçük Prenses’e döndü. İğnesini istedi; bununla masaya, ona da göstererek, bir Condé arması çizdi. Sanki Prenses ondan bunu rica etmiş gibi ciddi bir tavırla armayı ona açıkladı.“Bâton de gueules, engrêlés de gueules d’azur, maison de Condé,’’{78} dedi.
Prenses gülümseyerek dinliyordu.
Vikont, başkalarını dinlemeyen, herkesten iyi bildiği bir işte yalnız kendi düşüncelerinin akışını takip eden bir adam tavrıyla devam etti:
“Eğer Napoléon Fransa tahtında bir yıl daha kalırsa iş çok daha ileri gider. Entrika, cebir, sürgün ve idamlar yüzünden toplum (iyi bir Fransız toplumunu kastediyorum) mahvolacak ve o zaman…”
Omuzlarını silkti, kollarını açtı. Piyer bir şey söylemek istiyordu; konuşma onu ilgilendirmişti, ama onu kollayan Anna Pavlovna sözünü ağzından aldı.
İmparator ailesinden söz ederken sesinden hiç eksik olmayan o hüzünle, “İmparator Aleksandr,” dedi, “yönetim biçimlerini seçmeyi Fransızlara bırakacağını ilan etti. Zorbadan yakayı sıyırınca halkın kollarını yasal krala açacağına kuşku yok.”
Anna Pavlovna bunları, kralcı göçmene nazik davranmak gayretiyle söylemişti.
Prens Andrey, “Burası kuşkulu,” dedi. “Monsieur le vicomte{79} işlerin daha şimdiden çok ileri gittiğini zannetmekte bütünüyle haklı. Eskiye dönmek güç olacak sanıyorum.”
Piyer kızararak yine söze karıştı:
“İşittiğime göre asilzadeler Napoléon’un yanına geçmiş.”
Vikont, Piyer’in yüzüne bakmadan, “Bunu Napoléoncular söylüyor,” dedi. “Bugün Fransa’da kamuoyunun görüşünü saptamak zor.”
Prens Andrey güldü:
“Bonaparte l’a dit.”{80}
(Vikont’tan hoşlanmadığı anlaşılıyordu, ona bakmıyor, ama sözünü ona yöneltiyordu.)
Kısa bir sessizlikten sonra Napoléon’un sözlerini yineledi:
‘“Je leur ai montré le chemin de la gloire. Ils n’en ont pas voulu; je leur ai ouvert mes antichambres, ils se sont précipités en foule…’ Je ne sais pas à quel point il a eu le droit de le dire.”{81}
Vikont itiraz etti:
“Aucun.{82} Dük’ün katlinden sonra en ateşli taraftarları bile onu artık bir kahraman saymıyorlardı.” Anna Pavlovna’ya döndü: “Si même ça a été un héros pour certaines gens, depuis l’assassinat du duc il y a un martyr de plus dans le ciel, un héros de moins sur la terre.”{83}
Anna Pavlovna’yla öbürleri daha Vikont’u gülümsemeyle onaylamaya fırsat bulmadan Piyer yine ileri atılmış, Anna Pavlovna, uygunsuz bir şey söyleyeceğini hissetmesine rağmen, onu durduramamıştı.
“Enghien Dükü’nün idamı,” dedi Piyer, “devlet için bir zorunluluktu. Napoléon’un bu hareketle sorumluluğu üzerine almaktan çekinmemesinde ben bir ruh büyüklüğü görürüm.”
Anna Pavlovna korkunç bir sesle mırıldandı:
“Dieu! Mon Dieu!”{84}
Küçük Prenses gülümsedi. Elişini kendine çekerek, “Comment, Monsieur Pierre, vous trouvez que l’assassinat est grandeur d’âme,”{85} dedi.
Kalabalıktan “Ah! Oh!” sesleri yükseldi.
Prens İppolit İngilizce, “Capital!”{86} diyerek elini dizine vurdu. Vikont omuzlarını silkti.
Piyer gözlüğünün üstünden zaferle dinleyicilerine bakıyordu.
Sözüne pervasızca devam etti:
“Bourbonlar halkı anarşiye salarak devrimden kaçtıkları için böyle söylüyorum; bir tek Napoléon devrimi anlayabilmiş, yenebilmiştir; halkın iyiliği adına bir tek kişinin hayatı önünde duramazdı.”
Anna Pavlovna, “Şu masaya geçmez misiniz?” dedi. Piyer yanıt vermeksizin sözüne devam etti ve gittikçe heyecanlanarak, “Hayır,” dedi, “Napoléon büyüktür, çünkü o devrimin üstüne çıktı, onun iyi yanlarını (vatandaşlar arasındaki eşitliği, söz ve basın özgürlüğünü) korudu, yolsuzlukları önledi, iktidarı böylelikle elde etti.”
Vikont, “Evet,” dedi, “ama iktidarı ele alıp da cinayet işlemek için ondan yararlanmasaydı ve onu yasal krala vermiş olaydı, işte o zaman ona büyük adam derdim.” Mösyö Piyer devam etti:
“Bunu yapamazdı. Halk, iktidarı ona yalnızca kendisini Bourbonlardan kurtarsın diye ve onun büyük bir adam olduğunu gördüğü için verdi. Devrim büyük bir işti.”
Bu cüretli, kışkırtıcı ara sözle gençliğini ve her şeyi çabucak söylemeye olan arzusunu gösteriyordu.
“Devrim ve hükümdar katilliği büyük iş mi? Hem sonra… Ama…” diyen Anna Pavlovna yineledi: “Şu masaya geçmez misiniz?”
Vikont tatlı bir gülümsemeyle, “Contrat social,”{87} dedi. “Ben hükümdar katilliğinden söz etmiyorum, düşüncelerden söz ediyorum.”
Alaycı bir ses sözünü yine kesti:
“Evet, soygunculuk, adam öldürme ve hükümdar katilliğiyle ilgili düşünceler.”
“Kuşkusuz bunlar aşırılıktı, ama hepsi bu değil; asıl önemli olan şey insan hukuku, boş inanların ortadan kaldırılması, vatandaşların eşitliğidir; ve Napoléon da bu düşünceleri tüm boyutlarıyla benimsemişti.”
Bu gence, sözlerinin saçmalığını kanıtlamaya sonunda karar vermiş gibi görünen Vikont küçümseyen bir tavırla dedi ki:
“Özgürlük ve eşitlik; bu, çoktan foyası meydana çıkmış bir laf kalabalığıdır. Özgürlüğü, eşitliği kim sevmez? İsa da özgürlük, eşitlik öğütlemişti. Devrimden sonra insanlar daha mı mutlu oldular? Tersine, biz özgürlük istedik, Bonaparte onu yok etti.”
Prens Andrey gülümsüyor, bir Piyer’e, bir Vikont’a, bir ev sahibesine bakıyordu. Anna Pavlovna, bu tür ortamlara alışık olsa da Piyer’in bu hareketinden ilkin epey korkmuştu; ama Piyer’in hakaretlerine rağmen Vikont’un kendini tuttuğunu görüp de artık elinden bir şey gelmeyeceğini anlayınca kendini topladı, Vikont’la bir olup Piyer’e yüklendi.
“Mais, mon cher monsieur Pierre,”{88} dedi. “Bir dükü, yahut sadece bir insanı mahkemesiz, suçsuz idam edebilen büyük bir adam nasıl düşünülebilir?”
“Sormak isterdim,” dedi Vikont. “Monsieur 18. Brümiyer’i nasıl izah ediyor? Bu bir aldatma değil mi? C’est un escamotage, qui ne ressemble nullement à la manière d’agir d’un grand homme.”
Küçük Prenses söze karıştı.
“Ya Afrika’da öldürdüğü esirler?” Omuzlarını silkerek ekledi: “Ne korkunç şey!”
Prens İppolit, “C’est un roturier, vous aurez beau dire,”{90} dedi.
Mösyö Piyer kime yanıt vereceğini bilmiyor, herkese bakıyor, gülümsüyordu. Onun gülümseyişi, başkalarınınki gibi ciddiyetle karışık değildi. Tersine, o gülümseyeceği zaman ciddi, hatta biraz hüzünlü olan yüzü birden silinir, değişir, yerine başka bir yüz, bir çocuk yüzü, sevimli, hatta biraz aptalca ve sanki af dileyen bir yüz belirirdi.
Onu ilk kez gören Vikont, bu Jakoben’in hiç de sözleri gibi korkunç olmadığını anlamıştı. Kimsede ses yoktu.
Prens Andrey, “Ne istiyorsunuz,” dedi, “herkese birden mi yanıt versin? Sonra, bir devlet adamının tavrıyla bir kumandanın, bir imparatorun hareketlerini birbirinden ayırmak gerekir sanırım.”
Piyer bu yardımdan memnun, hemen ekledi:
“Evet, evet, tabii.”
Prens Andrey devam etti:
“Şunu kabul etmek gerekir; Napoléon insan olarak Arkol Köprüsü’nde, vebalılara el uzattığı Jaffa Hastanesi’nde büyüktür, ama… ama başka hareketleri var ki haklı gösterilmeleri güçtür.”
Piyer’in patavatsız sözlerinin etkisini hafifletmek istemiş gibi görünen Prens Andrey gitmeye davrandı, karısına işaret ederek kalktı.
Prens İppolit birden yerinden fırladı, el işaretleriyle herkesi durdurdu, oturulmasını rica ederek dedi ki:
“Ah! Aujourd’hui on m’a raconté une anecdote moscovite, charmante: il faut que je vous en régale. Vous m’excusez, vicomte, il faut que je raconte en russe. Autrement on ne sentira pas le sel de l’histoire.”{91}
Sonra, Rusya’da ancak bir sene kalmış bir Fransız’ın şivesiyle Rusça anlatmaya başladı. Anlatacaklarına kulak verilmesini öyle heyecanla, o kadar ısrarla istemişti ki, herkes olduğu yerde durdu.
“Moscou’da bir hanım, une dame var. Çok cimri birisi. Arabası için iki valet de pied’ye{92} gereksinim duyuyor. İki uzun boyluya. Onun zevki de bu. Daha uzun boylu bir de femme de chambre’ı{93} var. Neyse, hanım dedi ki…”
Burada Prens İppolit düşüncelerini toparlamakta güçlük çekiyormuş gibi duraksayarak düşündü.
“Dedi ki… Evet, dedi ki: ‘Kız, à la femme de chambre,{94} livrée’yi{95} giy de gidelim je vais faire des visites.”{96}
Prens İppolit hıklayarak kahkahayı dinleyicilerinden çok daha önce salıvermişti; ama bu dinleyenleri pek etkilemedi. Ama yine, de yaşlı kadınla Anna Pavlovna da gülümsemişlerdi.
“Hanımın arabası gönderildi. Derken ansızın sert bir rüzgâr koptu. Genç kız şapkasını kaybetti, uzun saçları darmadağın oldu.”
Kendini artık daha fazla tutamadı, katılarak gülmeye başladı; bu gülme arasında da, “Bütün dünya öğrendi…” dedi.
Fıkra burada bitmişti. Gerçi bunu niçin anlattığı, niçin mutlaka Rusça söylemesi gerektiği anlaşılmamıştı, ama Anna Pavlovna ve başkaları Mösyö Piyer’in o tatsız, o kaba hareketini bu kadar hoşça tatlıya bağlayan Prens İppolit’in inceliğini değerlendirmişlerdi. Fıkradan sonra konuşma, küçük küçük gruplar arasında gelecek ve geçmiş balolar, eğlenceler, kimlerin ne zaman, nerede görüşeceği üzerine küçük, önemsiz sözlerle devam etti.
V
Misafirler, charmante soirée’si{97} için Anna Pavlovna’ya teşekkür ederek dağılmaya başladılar.
Piyer kaba saba bir delikanlıydı. Normalden uzundu boyu, geniş bir gövdesi, kocaman kırmızı elleri vardı. Dedikleri gibi, salona girmesini bilmez, salondan çıkmayı, yani çıkarken şöyle uygun bir şey söylemeyi ise hiç beceremezdi. Dalgındı da. Kalkarken eline kendi şapkası diye generallere özgü sorguçlu üç köşe bir şapka geçirmiş ve onu general geri isteyinceye kadar sorgucundan çekerek elinde tutmuştu. Ama iyi yürekliliği, sadeliği, alçakgönüllülüğü bütün o dalgınlığını, salona girmeyi, konuşmayı bilmemesini örtüyordu. Anna Pavlovna ona döndü, bir Hıristiyan şefkatiyle, bu davranışlarından ötürü kendisini affettiğini anlatarak başını salladı ve dedi ki:
“Sizi yine göreceğimi umarım, ama düşüncelerinizi değiştireceğinizi de umarım, aziz Mösyö Piyer.”
Piyer sesini çıkarmadı, sadece eğildi ve herkese, “Düşüncelerim düşüncelerimdir, ama nasıl iyi yürekli, nasıl babacan olduğumu görüyorsunuz,” diyen gülümsemesini bir kez daha göstermekle yetindi. Bu gülümsemenin ne demek olduğunu herkesle birlikte Anna Pavlovna da hemen anladı.
Prens Andrey hole çıktı. Pelerini omuzlarına geçiren uşağa sırtını çevirerek o sırada dışarı çıkan Prens İppolit’le karısının konuşmalarına şöyle bir kulak kabarttı. Prens İppolit sevimli, gebe Prenses’in yanı başında duruyor, el gözlüğünün arkasından gözlerini dikmiş ona bakıyordu.
“Gidin Annette, soğuk alacaksınız,” diye Küçük Prenses, Anna Pavlovna’yla vedalaştı ve yavaşça ekledi:
“C’est convenu.”{98}
Anna Pavlovna, Liza’nın görümcesiyle Anatol arasında hazırladığı izdivaç üzerine onunla konuşmaya fırsat bulmuştu.
Anna Pavlovna da yavaşça, “Size güveniyorum aziz dostum, ona yazın, bana söyleyin, comment le père envisagera la chose. Au revoir,{99}” diyerek holden ayrıldı.
Prens İppolit Küçük Prenses’e sokuldu, yüzünü yaklaştırarak yavaşça bir şeyler söylemeye başladı.
İki uşak (biri Küçük Prenses’in, öbürü Prens İppolit’in) konuşmanın bitmesini bekleyerek ellerinde şal ve redingotla duruyorlar, anlamadıkları bu Fransızca’yı öyle bir dinliyorlardı ki, söylenenleri anlıyor da bunu sezdirmek istemiyorlardı sanki. Prenses her zamanki gibi gülümseyerek konuşuyor, dinliyordu.
Prens İppolit, “Elçiliğe gitmemekle iyi yapmışım; sıkıcı bir yer… Çok güzel bir davet oldu bu, değil mi?” dedi.
Prenses üstü hafifçe tüylü dudağını kaldırarak cevap verdi:
“Balo çok iyi olacak diyorlar. Sosyetenin bütün güzel kadınları orada olacakmış.”
“Hepsi değil, çünkü siz bulunmayacaksınız, hepsi değil,” diye Prens İppolit neşeyle güldü; uşağı iterek elinden kaptığı şalı Prenses’in omuzlarına örttü. Beceriksizlikten mi yoksa isteyerek mi (bunu kimse kestiremezdi) her nedense, şalı Prenses’in omuzlarına örttüğü halde, kollarını uzun zaman geri çekmedi; onu sanki kucaklıyordu.
Prenses zarif bir hareketle, gülümseyerek yana çekildi; döndü, kocasına baktı. Prens Andrey’in gözleri kapalıydı. Çok yorgun ve uykusuz görünüyordu.
“Hazır mısınız?” diye karısını yukarıdan aşağı süzerek sordu.Prens İppolit ökçelerinden aşağı inen yeni moda redingotunu aceleyle sırtına geçirdi, bacakları redingotuna dolaştı, uşağın yardımıyla arabaya binen Prenses’in peşinden avluya koştu.
“Princesse, au revoir,” {100} diye bağırdı. Dili de bacakları gibi dolaşıyordu.
Prenses eteğini toplayarak arabanın karanlık köşesine otururken, kocası kılıcını düzeltmekle meşguldü; Prens İppolit hizmet edeceğim diye insanların geçmesine engel oluyordu.
“İzin verir misiniz bayım.” Bunu Prens Andrey, geçmesine engel olan Prens İppolit’e, sert ve soğuk bir Rusça’yla söylemişti.
Aynı ses okşayıcı ve yumuşak bir tonla, “Seni bekliyorum, Piyer,” dedi.
Sürücü harekete geçti, arabanın tekerlekleri tıkırdamaya başladı. Prens İppolit avluda duruyor, eve kadar bırakacağını söylediği Vikont’u bekleyerek kesik kesik gülüyordu.
Prens İppolit’le birlikte arabaya oturan Vikont, “Eh bien, mon cher, votre petite princesse est très bien, très bien,”{101} dedi. Parmaklarının ucunu dudaklarına dokundurdu. “Mais très bien. Et tout à fait française.”{102} İppolit hıklayarak güldü. Vikont devam etti:
“Et savez-vous que vous êtes terrible avec votre petit air innocent. Je plains le pauvre mari, ce petit officier, qui se donne des airs de prince régnant..”{103}
İppolit yine hıkladı ve gülerek dedi ki:
“Et vous disiez, que les dames russes ne valaient pas les dames françaises. Il faut savoir s’y prendre.”{104}
Piyer kendi evindeymiş gibi önden giderek Prens Andrey’in çalışma odasına geçti, alışkanlıkla hemen kanepeye uzandı, raftan rasgele bir kitap aldı (Caesar’ın Hatıraları), dirseğini kanepeye dayayıp kitabı ortalarından okumaya koyuldu.
Prens Andrey çalışma odasına girdi, küçücük beyaz ellerini ovuşturarak, “Mademoiselle Şerer’e ne yaptın sen?
O şimdi büsbütün hasta olur,” dedi.
Piyer bütün gövdesiyle öyle bir dönüş döndü ki, kanepe gıcırdadı, canlanan yüzünü Prens Andrey’e çevirdi, gülümseyerek elini salladı.
“Hayır, şu rahip çok enteresan, ama sorunu tam anlamıyor… Bence sonsuz barış olanaklıdır, ama anlatamıyorum… Ancak siyasi dengeyle değil herhalde…”
Görünüşe göre Prens Andrey bu soyut laflarla ilgilenmiyordu.
“Akla gelen her şey her yerde söylenmez mon cher. Neyse, bir şeye karar verdin mi? Süvari muhafızı mı olacaksın, diplomat mı?” diye bir süre sustuktan sonra sordu Prens Andrey.
Piyer doğruldu, bacaklarını altına çekti:
“İnanır mısın, hâlâ bilmiyorum, ikisi de hoşuma gitmiyor.”
“Bir şeye karar vermek gerek, değil mi? Baban bekliyor.”
Piyer yedi yaşındayken bir rahip öğretmenle yurtdışına gönderilmiş, yirmi yaşına kadar orada kalmıştı. Moskova’ya dönünce babası rahibe yol vermiş, delikanlıya demişti ki: “Şimdi sen Petersburg’a git, kendine bir meslek seç. Her şeye razıyım. İşte Prens Vasiliy’e bir mektup, işte sana para, olup biten her şeyi bana yaz, sana her konuda yardım ederim.” Piyer üç aydır kendine bir meslek seçmek istiyordu ama hâlâ bir şey yapamamıştı. Prens Andrey ona işte bu işten bahsediyordu. Piyer alnını ovuşturdu; davette gördüğü rahibi kastederek, “Mason herhalde,” dedi.
Prens Andrey sözünü yine kesti.
“Bunlar boş laflar,” dedi, “işten konuşalım, daha iyi. Süvari muhafız alayına gittin mi hiç?”
“Hayır, gitmedim, bak aklıma ne geldi, sana bir şey söylemek istiyordum. Bugün Napoleon’a karşı savaş var. Bu savaş özgürlük uğrunda bir savaş olsa anlardım, askerlik hizmetine ilk olarak ben girerdim; ama dünyanın en büyük adamına karşı İngiltere’ye, Avusturya’ya yardım etmek… İşte bu kötü…”
Prens Andrey, Piyer’in bu çocukça sözlerine omuz silkmekle yetindi. Bu gibi saçmalıklara yanıt verilemeyeceğini anlatır gibi durdu. Gerçekten, bu safça soruya Prens Andrey’in verdiği yanıttan başka bir yanıt vermek zordu.
“Herkes yalnızca kendi vicdanıyla savaşmış olsa savaş olmazdı,” dedi.
“Bu çok iyi olurdu,” dedi Piyer.
Prens Andrey güldü.
“Evet, çok iyi olurdu. Ama bu hiçbir zaman olmayacak…”
Piyer sordu:
“Peki, niçin savaşa gidiyorsun?”
“Niçin mi gidiyorum? Bilmem. Öyle gerekiyor, gidiyorum…” Durdu. “Gidiyorum, çünkü buradaki hayat bana göre bir hayat değil!”
VI
Yan odada bir kadın elbisesi hışırdadı. Prens Andrey kendine gelmiş gibi silkindi, yüzünde, Anna Pavlovna’nın misafir salonundaki gibi bir ifade belirdi. Piyer ayaklarını kanepeden indirdi. Prenses içeri girdi. Başka bir elbise, bir ev elbisesi, ama öbürü kadar zarif ve yeni bir elbise giymişti. Prens Andrey kalktı, oturması için ona bir koltuk yaklaştırdı.
“Hep düşünürüm,” diyerek Prenses acele ve telaşla koltuğa oturdu, her zamanki gibi söze Fransızca başladı. “Neden Anet evlenmedi acaba? Siz, messieurs, ne budalasınız, evlenmediniz onunla. Affedersiniz ama kadınları hiç anlamıyorsunuz. Tartışmayı ne çok seviyorsunuz Mösyö Piyer.”
Piyer (genç bir kadına karşı bu gayet doğal olduğu halde) sıkılganlık göstermeden, “Kocanızla da tartışıyorum hep. Ne diye savaşa gitmek istiyor, anlamıyorum,” dedi.
Prenses titredi, Piyer onun yarasına dokunmuş görünüyordu.
“Ah, işte ben de bunu söylüyorum!” dedi. “Anlamıyorum, hiç anlamıyorum. Neden erkekler savaşsız yapamıyorlar? Neden biz kadınlar bir şey istemiyor, bu işlere karışmıyoruz? Siz söyleyin. Ona her zaman söylediğim şu: Burada, dayısının yanında yaver. Çok parlak bir konumu var. Onu herkes tanıyor, takdir ediyor. Geçen gün Apraksinlerde bir bayanın ‘C’est ça le fameux prince André?’{105} diye sorduğunu işittim. ‘Ma parole d’honneur.’”{106} Güldü.
Her yerde böyle biliniyor, kolayca hükümdar yaveri de olabilir. Biliyor musunuz, hükümdar ona çok yakınlık gösterdi. Anet’le konuştuk. Bu iş çok kolay yapılabilir. Siz ne düşünüyorsunuz?”Piyer Prens Andrey’e baktı. Konuşmanın dostunun hoşuna gitmediğini fark ederek yanıt vermedi.
“Ne zaman yola çıkıyorsun?” diye sordu.
“Ah! Ne me parlez pas de ce départ, ne m’en parlez pas. Je ne veux pas en entendre parler…”{107} Prenses salonda İppolit’le konuştuğu o nazlı, o kıvrak tonla, Piyer’i bir üyesi kabul eden bu aileye çok da yakışmayan bir tonla konuşuyordu. “Bugün bütün bu önemli ilişkileri kesmek gerektiğini düşününce… Sonra, biliyor musun Andrey,” kocasına göz kırptı ve Ürpererek mırıldandı: “J’ai peur, j’ai peur!{108}
Prens Andrey, orada kendisinden ve Piyer’den başka birisinin daha bulunduğunun farkına varmış da hayret etmiş gibi bir tavırla ona baktı; sonra soğuk bir nezaketle, sorgulayıcı bir tavırla sordu:
“Neden korktuğunu anlamıyorum Liza.”
“Erkekler ne kadar bencil, görüyor musun; hepsi, hepsi bencil. Beni keyif olsun diye ve daha ne için Allah bilir, yapayalnız bu köye kapatıyor.”
Andrey yavaşça, “Unutma ki babam, kız kardeşim orada,” dedi.
“Olsun, yeter ki ‘benim’ dostlarım olmasın… Bir de korkmamamı istiyor.”
Sesi hırçınlaşmıştı; üst dudağı yukarı kalkarak, yüzüne sevinçli değil de, yabanıl bir hayvan, bir sincap havası vermişti. Piyer’in yanında gebeliğinden bahsetmeyi uygun bulmuyormuş gibi sustu, oysa işin aslı buydu.
Prens Andrey gözlerini karısından ayırmaksızın ağır ağır, “De quoi vous avez peur,{109} yine de anlamadım,” dedi.
Prenses kızardı, ümitsizce elini salladı:
“Non, André, je dis que vous avez tellement, tellement changé…”{110}
Andrey, “Doktorun erken yatmanı emrediyor,” dedi, “gidip yatsan iyi olurdu.”
Prenses bir şey söylemedi, üstü tüyle hafifçe gölgeli kısa dudağı ansızın titredi.
Prens Andrey kalktı, omuzlarını silkerek odada gezindi.
Piyer gözlüğünün arkasından hayretle, bön bön bir Prens Andrey’e, bir Prenses’e bakıyor, sanki o da kalkmak istiyor da sonra yine vazgeçiyormuş gibi kımıldanıyordu.
Küçük Prenses ansızın, “Mösyö Piyer buradaysa bana ne,” dedi ve güzel yüzü ağlayacakmış gibi birdenbire buruştu. “Çoktandır söylemek istiyordum sana, Andrey: Neden bana karşı bu kadar değiştin? Sana ne yaptım? Kıtaya gidiyorsun, bana acımıyorsun, niçin?”
Prens Andrey, sadece, “Lise!” dedi. Ama bu sözde hem bir tehdit, hem bir rica, hem de, asıl önemlisi, Prenses’in bu sözlerinden pişmanlık duyacağına ilişkin bir inanç, güvenlilik vardı. Prenses yine de sözüne devam etti:
“Bana hastaymışım, çocukmuşum gibi davranıyorsun. Ben her şeyi görüyorum. Altı ay önce böyle miydin?”
Prens Andrey daha açık ve sert bir sesle, “Lise, rica ederim kes!” dedi.
Bu sırada gitgide heyecanlanan Piyer kalkıp Prenses’e yaklaştı. Gözyaşına dayanamamış, neredeyse o da ağlayacak olmuştu.
“Sakin olun Prenses. Size öyle geliyor, inanın bunu ben de çektim… Neden… Çünkü… Hayır, affedersiniz, ben burada fazlayım… Hayır, sakin olun… Allahaısmarladık…”
Prens Andrey onu kolundan yakalayıp durdurdu.
“Yok, dur Piyer. Prenses o kadar iyi kalplidir ki, seninle bir akşam geçirmek zevkinden beni mahrum etmek istemez.”
Prenses öfke dolu gözyaşlarını tutamadı.
“Hayır,” dedi, “o yalnız kendini düşünür.,..”
Prens Andrey, soğuk bir tavırla, “Lise,” diyerek, sesini sabrının tükendiğini gösterir bir biçimde yükseltti.
Öfkeli bir sincabı hatırlatan Prenses’in güzel küçük yüzü birdenbire çekici, sevecen bir korku ifadesiyle değişti; güzel gözleriyle alttan alttan kocasına baktı; yüzünde, düşük kuyruğunu hem hızlı hızlı hem de yorgun yorgun sallayan bir köpeğin korkak ve uysal görüntüsü belirmişti.
“Mon Dieu, mon Dieu,”{111} dedi, bir eliyle uzun eteğini toplayarak kocasına yaklaştı, alnından öptü.
“Bonsoir, Lise,”{112} diyerek ayağa kalktı Prens Andrey, karısının elini yabancı bir kadın eli gibi incelikle öptü.
İki arkadaş, susuyorlardı. Piyer Prens Andrey’e bakıyor, Prens Andrey küçücük eliyle alnını ovuşturuyordu. Piyer, “Hadi yemeğe,” diye içini çekerek ayağa kalktı, kapıya yöneldi.
Zarif, yeni döşenmiş, zengin bir yemek odasına girdiler. Peçetelerden tabaklara, gümüş ve billur takımlara varıncaya kadar her şey, yeni evlilerin evinde görülen o özel yeniliğin damgasını taşıyordu.
Yemeğin ortalarında Prens Andrey dirseğini masaya dayadı, çoktan beri içinde taşıdığı bir derdi birdenbire dökmeye karar vermiş gibi, Piyer’in onda hiç görmediği sinirli bir tavırla konuşmaya başladı:
“Asla, asla evlenme dostum: Sana tavsiyem olsun; elinden gelen her şeyi yaptığına inanmadıkça, seçtiğin kadından soğumadıkça, onu iyice görüp tanımadıkça evlenme, yoksa çok kötü, geri dönüşsüz bir biçimde aldanırsın. Yaşlanınca, işe yaramaz bir hale geldikten sonra evlen… Yoksa, iyi ve yüksek ne kadar özelliğin varsa hepsi gider, yok yere harcanır. Evet, evet! Böyle hayretle bakma bana. Eğer ileride kendinden bir şey bekliyorsan, senin için her şeyin bittiğini, bir uşakla, bir budala ile aynı sırada yer alacağın bir misafir salonundan başka her şeyin sana kapandığını evliliğin her adımında anlayacaksın… Bu böyle.”
Elini öfkeyle salladı.
Piyer gözlüğünü çıkardı. Bu onun yüzünü değiştirmiş, iyi kalpliliği iyice ortaya çıkmıştı. Dostuna hayretle bakıyordu.
Prens Andrey devam etti.
“Karım,” dedi, “mükemmel bir kadındır. Namusundan emin olunarak kendisiyle yaşanabilecek az bulunur kadınlardan biridir; ama, Tanrım, evli olmamak için neler vermezdim şimdi! Bunu yalnız sana, ilk defa sana söylüyorum, çünkü seni severim.”
Prens Andrey bunu söylerken, Anna Pavlovna’nın evinde koltuğa oturmuş, gözlerini kırpıştırarak Fransızca cümleler söyleyen Bolkonski’ye eskisinden daha az benziyordu. Kuru yüzünün kasları titriyordu; önceleri ışıltısını yitirmiş o gözler, şimdi keskin, parlak bir ışıkla parlıyordu. Normalde ne kadar cansız görünüyorsa, kızgınlık anında da o kadar enerjik olduğu her halinden belliydi.
“Söylediklerimi anlamıyorsun,” diye devam etti. “Bu başlı başına hayatın kendisidir. Bonaparte ve onun yükselmesi diyorsun…” Oysa Piyer, Bonaparte’tan söz etmiş değildi. “…Bonaparte diyorsun, ama Bonaparte çalıştığı, adım adım amacına yürüdüğü zaman özgürdü. Amacından başka bir şeyi yoktu da başarılı oldu. Ama kendini bir kadına bağladın mı, prangaya vurulmuş bir kürek mahkûmu gibi bütün özgürlüğünü yitirirsin, her şey, umudundan, gücünden ne kalmışsa hepsi, sana yük olmaktan, acı vermekten başka bir şeye yaramaz. Salon dedikoduları, balolar, gösteriş, bayağılık; işte içinden çıkamadığım kısırdöngü. Ben şimdi savaşa gidiyorum. Şimdiye kadar çıkmış en büyük savaşa gidiyorum, ama hiçbir şey bilmiyorum ve bir işe yaramam. Je suis très aimable et très caustique.{113} Anna Pavlovna’nın evinde de beni dinlerler. Karımın ve şu kadınların ayrılamadığı bu anlamsız çevre… Bütün bu femmes distinguées’lerin{114} ve genellikle kadınların ne olduğunu bir bilsen! Babamın hakkı var. Egoizm, gösteriş; kalın kafalılık, her şeyde bayağılık; kendisi gibi göründüğü zaman kadın işte budur. Sosyetede ona bakarsan, bir şeydir dersin, oysa hiç, hiçbir şey değildir. Evet, evlenme kardeşim, evlenme.”
Prens Andrey sözünü bitirmişti.
‘“Kendini,”’ dedi Piyer, “‘kendini’ iktidarsız, hayatını bozulmuş bir hayat sayman bana gülünç geliyor. Senin için her şey, her şey ileride. Ve sen…”
Sözünün sonunu getirmedi, ama dostuna ne büyük değer verdiği, gelecekte ondan ne çok şey beklediği anlaşılıyordu.
“Nasıl böyle konuşabiliyor!” diye düşündü. Piyer, Prens Andrey’i, kendisinde bulunmayan, irade gücü diye tanımlanabilecek bütün özellikleri kendisinde toplamış biri olarak gördüğünden, örnek alırdı. Prens Andrey’in herkese iyi niyetle davranmakta gösterdiği güce, müthiş hafızasına, çok okumasına (her şeyi okur, bilir, her şeyden anlardı o) ve en çok da çalışma, öğrenme yeteneğine hayret ederdi. Andrey’de (Piyer’in eğilimli olduğu) düşgücü ve felsefe yapma yeteneğinin yokluğu Piyer’i şaşırtır, ama bunu bir eksiklik değil, bir güç sayardı.
Tekerleklerin yürümesi için yağlama ne kadar gerekliyse, en iyi, en dostça ilişkilerde de yaltakçılık ve övgü o kadar gereklidir.
“Je suis un homme fini,”{115} dedi Prens Andrey, “benden ne konuşacağız?” Bir süre sustu, sonra kafasında dolaşan avutucu düşüncelerle gülümseyerek ekledi: “Gel senden konuşalım.”
Gülümsemesi Piyer’in yüzüne de vurmuştu.
“Peki, benden ne konuşacağız?” diye ağzını kayıtsız ve neşeli bir gülümsemeyle açtı. “Ben neyim ki? Je suis un bâtard!”{116} Birdenbire kıpkırmızı kesildi. Belli ki bunu söylemek için büyük çaba harcamıştı. “Sans nom, sans fortune.{117} E, doğrusu…” Ama “doğrusu”nun ne olduğunu söylemedi. “Şimdilik boştayım, halimden de memnunum. Ancak ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Bunu sana danışmak istiyordum.”
Prens Andrey şefkatli gözlerle ona baktı, bu dostça, okşayıcı bakış kendi üstünlüğünü bildiğini gösteriyordu.
“Benim için sen, özellikle bizim çevremizde tek uyanık insan olduğun için, değerlisin. Halinden memnunsun. İstediğini yap; bunun önemi yok. Senin için her yerde mutluluk var, yalnız şu Kuraginlerden ayağını kes, bu tür yaşamdan vazgeç… Bütün bu sefahat, bütün bu kaba hareketler ve bütün… sana hiç yakışmıyor.”
Piyer, “Que voulez-vous, mon cher,”{118} diye omuzlarını silkti, “les femmes, mon cher, les femmes!”{119}
Andrey, “Anlamıyorum, les femmes comme il faut{120} başka mesele; fakat Kuragin’in kadınları, les femmes et le vin{121} bunu anlamam…” diye yanıt verdi.
Piyer, Prens Vasiliy Kuragin’in evinde kalıyor, oğlu Anatol’un (ıslah olur diye Prens Andrey’in kız kardeşiyle evlendirmek istedikleri Anatol’un) sefih hayatına katılıyordu.
Piyer, ansızın aklına iyi bir şey gelmiş gibi, “Biliyor musun?” dedi. “Ciddi söylüyorum, bunu çoktan beri düşünüyordum. Bu yaşayışla ben hiçbir şeye karar veremem, hiçbir şey düşünemem. Başım ağrıyor, param yok. Beni bugün çağırdı, gitmeyeceğim.”
“Gitmeyeceğine bana namusun üzerine söz veriyor musun?”
“Namusum üzerine söz veriyorum.”
Piyer, dostunun evinden çıktığı zaman gecenin saat ikisi olmuştu. Gece, bir haziran, bir Petersburg gecesiydi; aydınlık bir geceydi. Piyer eve gitmek niyetiyle bir kira arabasına bindi. Ama eve yaklaştıkça, daha çok akşam ya da sabah saatlerini hatırlatan bu gecede uyumanın olanaksız olduğunu iyice hissediyordu. Boş sokaklarda en uzak yerler bile görünüyordu. Yolda Piyer, Anatol Kuraginlerde bu akşam artık alışılmış oyun meclisinin toplanması gerektiğini hatırladı. Oyunun sonunda, eğlenceli bir içki âlemi başlardı hep.
“Kuragin’e gitsem iyi olur,” diye düşündü, ama aynı anda Kuragin’e gitmeyeceğine dair Prens Andrey’e namus sözü verdiğini hatırladı.
Ama o anda, karaktersiz denen insanlarda görülen bir şekilde, çok iyi bildiği o sefih hayatı bir defa daha o kadar şiddetle arzuladı ki, gitmeye karar verdi.
Yine o anda, verilen sözün bir şey ifade etmediği düşüncesi içine doğdu; çünkü, Prens Andrey’den daha önce, geleceğine dair Prens Anatol’a da söz vermişti. Sonunda bütün bu namus sözlerinin, hele belki yarın öleceği ya da başına ansızın bir şey geleceği ve artık ne namuslu ne de namussuz olarak kalmayacağı düşünülürse, hiçbir anlamı olmayan şeyler olduğunu düşündü. Piyer, bütün kararlarını, projelerini altüst eden bu çeşit muhakemeleri sık sık yapardı. Kuragin’e yollandı.
Anatol’un oturduğu süvari muhafız kışlalarından büyük bir binanın kapısına yaklaşarak merdivenlerden ışıklı sahanlığa çıktı, açık kapıdan içeri girdi. Masada kimseler yoktu; boş şişeler, pelerinler, lastikler çevreye dağılmış, her yer şarap kokuyor, uzaktan konuşmalar, haykırışlar geliyordu.
Oyun ve yemek sona ermiş, ama konuklar henüz dağılmamışlardı. Piyer pelerinini attı, yemek artıklarını ve kendisini kimsenin görmediğini düşünerek sonuna kadar içilmemiş bardakları gizlice bitirmekle meşgul bir uşağın bulunduğu ilk odaya girdi. Üçüncü odadan gürültüler, tanıdık gülüşler, haykırışlar, ayı böğürmeleri işitiliyordu. Yedi sekiz delikanlı, merak ve endişeyle açık pencerenin yanına toplanmışlardı. Üç kişi bir ayı yavrusuyla oynuyor; biri zincirinden tutuyor, ötekileri onunla korkutuyordu.
“Steven için yüz ruble koyuyorum,” dedi birisi.
“Tutunmak yok ha!” dedi öbürü.
“Ben Dolohov’un tarafındayım, Kuragin, sen hakem ol,” dedi üçüncüsü.
“E, bırakın Mişka’yı, burada bahis var.”
Bir dördüncü, “Bir hamlede, yoksa oyun kaybedilir!” diye bağırdı.
Önü açılmış ince bir gömlekle kalabalığın ortasında duran uzun boylu, yakışıklı ev sahibi seslendi:
“Yakov, şişe getir, Yakov! Durun baylar…” Piyer’e döndü. “İşte Petruşa, aziz dostumuz!”
Kısa boylu, açık mavi gözlü, bütün bu sarhoş kalabalığı içinde özellikle ayık sesiyle hayret uyandıran başka birisi pencereden seslendi:
“Gel, bahse hakemlik et.”
Anatol’un yanında oturan, Semyonovski Alayı subaylarından ünlü kumarcı ve kavgacı Dolohov’du bu.
Piyer neşeyle çevresine bakarak gülümsedi.
“Bir şey anlamıyorum. Ne oluyor?”
Anatol, “Durun,” dedi, “sarhoş değil o. Şişeyi ver.”
Masadan bardağı aldı, Piyer’e yaklaştı.Önce iç.”
Piyer bardakları birbiri ardına dikmeye başladı; bir yandan da, yeniden pencerenin yanına toplanan ve onları dinleyen sarhoş misafirlere bakıyordu. Anatol ona şarap dolduruyor, Dolohov’un, üçüncü katın penceresine oturup ayaklarını dışarı sarkıtarak bir şişe romu içeceği üzerine orada bulunan İngiliz deniz subayı Steven’la bahse giriştiğini anlatıyordu.
Anatol son bardağı sunarak, “Çek hepsini canım! Bırakmam yoksa!” dedi.
Piyer Anatol’u iterek, “Hayır, istemiyorum,” dedi ve pencereye yaklaştı.
Dolohov İngiliz’in kolunu tutuyor, daha çok Anatol’la Piyer’e seslenerek bahis koşullarını açıkça, bir bir anlatıyordu.
Dolohov orta boylu, kıvırcık saçlı, açık mavi gözlü bir adamdı. Yirmi beş yaşlarında vardı. Bütün piyade subayları gibi bıyıksızdı. Yüzünün en karakteristik bölgesi olan ağız çizgileri ince ince işlenmişti. Üst dudağın sivri ucu sağlam alt dudağın üstüne keskin bir biçimde iniyor, köşelerde neredeyse her iki yan için ayrı ayrı, eksilmeyen birer gülümseme beliriyordu; ve hepsi bir arada, özellikle keskin, küstah, zeki bakışlarıyla birlikte bu yüz insanda öyle bir duygu yaratıyordu ki, onu fark etmemek olanaksızdı. Dolohov zengin değildi, nüfuzlu tanıdıkları yoktu. Anatol on binler harcadığı halde Dolohov onunla bir arada yaşar, ona kendini saydırmasını bilir, onları tanıyan herkes de Anatol’dan çok ona saygı gösterirdi. Dolohov bütün oyunları oynar, hemen her zaman kazanırdı. Ne kadar içerse içsin iradesini kaybetmezdi. Kuragin de, Dolohov da o zamanlar Petersburg’un çapkın ve eğlence düşkünleri olarak ün salmışlardı.
Rom şişesi getirilmişti; iki uşak, iyice telaşlı ve çevredeki beylerin uyarılarından, bağırmalarından ürkmüş, pencerenin dışarı bakan çıkıntısı üzerine oturmayı engelleyen çerçeveyi söküyorlardı.
Anatol muzaffer tavrıyla pencereye yaklaştı. Canı bir şey kırmak istiyordu. Uşakları yana iterek çerçeveye asıldı, fakat çerçeve yerinden kıpırdamadı. Camı kırdı.
Piyer’e dönerek, “Hadi bakalım pehlivan,” dedi.
Piyer çerçevenin tabanına yapıştı, çekti ve meşe çerçeveyi kimi yerlerinden kırarak, kimi yerlerinden sökerek çatır çatır aşağı indirdi.
Dolohov, “Hepsini al, yoksa bir yere tutunuyorum zanneder,” dedi.
“İngiliz övünüyor… Ha? İyi mi?..” dedi Anatol.
Piyer, rom şişesini eline alıp gökyüzündeki ışıltının, kızıl ufkun göründüğü pencereye yaklaşan Dolohov’a bakarak, “İyi,” dedi.
Dolohov elindeki rom şişesiyle pencereye sıçradı.
“Dinleyin,” diye pencerenin kenarında ayağa kalkıp odaya dönerek bağırdı.
Herkes sustu.
“Bahse giriyorum (İngiliz’in anlaması için Fransızca söylüyor, ama bu dili o kadar iyi konuşamıyordu). Elli emperyale bahse giriyorum.” İngiliz’e dönerek ekledi: “Yüz emperyal olsun ister misiniz?”
“Hayır, elli,” dedi İngiliz.
“Peki; elli emperyal olsun. İşte şu bir şişe romu sonuna kadar bir dikişte içeceğim. Pencerenin dışına, şuraya oturacağım.” Eğildi, duvarın pencereden dışarıya doğru uzanan meyilli çıkıntısını gösterdi. “Hiçbir yere tutunmadan… değil mi?”
“Pekâlâ,” dedi İngiliz.
Anatol İngiliz’e döndü, frakının düğmesini tuttu, yukarıdan ona bakarak (İngiliz kısa boylu idi) bahis koşullarını İngilizce tekrar etmeye başladı.
Dolohov dikkati kendine çekmek için şişe ile pencereye vurarak, “Dur! Dur Kuragin, dinle. Eğer aynı şeyi başkası yaparsa ben yüz emperyal vereceğim. Anlıyor musun?”
İngiliz, bu yeni bahsi kabul etmek niyetinde olup olmadığını hiç sezdirmeden başını salladı. Anatol onu bırakmadı, başını sallamakla her şeyi anladığını gösterdiği halde yine de Dolohov’un sözlerini ona çevirdi. Bu akşam oyunda kaybetmiş olan genç, zayıfça bir çocuk, bir süvari muhafız subayı pencereye tırmandı, eğilip aşağıya baktı. Kaldırım taşlarına bir göz atarak, “Of!..” diye mırıldandı.
Dolohov, mahmuzları birbirine takılmış, şaşkın subayı tutup indirerek bağırdı:
“Hazır ol!”
Alması kolay olsun diye şişeyi pencerenin kenarına koyarak dikkatle, yavaşça pencereye çıktı. Ayaklarını aşağı sarkıtıp elleriyle pencerenin yanlarına dayanarak tartındı, oturdu, ellerini bıraktı. Sağa sola kımıldandı, şişeyi aldı. Ortalık artık ağardığı halde, Anatol iki mum getirip pencerenin içine dikti. Beyaz bir gömlek giyen Dolohov’un sırtı, kıvırcık saçlı başı iki yandan da aydınlatılmıştı. Hepsi pencerenin yanına toplandılar. İngiliz önde duruyordu. Piyer gülümsüyor, bir şey söylemiyordu. Odada bulunanlardan biri, ötekilerden daha yaşlısı korkulu ve öfkeli bir yüzle birdenbire ilerledi, Dolohov’u gömleğinden tutmak istedi.
İçlerinde en aklı başında olanıydı bu adam, “Beyler,” dedi, “çılgınlık bu, düşüp parça parça olacak.”
Anatol onu tuttu.
“Dokunma, korkutursun onu, düşüp parçalanır. E?.. Ne olur o zaman?.. Ha?..”
Dolohov döndü, yine ellerine dayanarak duruşunu düzeltti.
Kısılmış, ince dudaklarının arasından sözcükleri seyrek seyrek çıkararak, “Eğer işime birisi daha karışırsa ben onu şimdi işte şuraya bırakıveririm. Bak!..” dedi.
“Bak!” dedikten sonra yine döndü, ellerini bıraktı, şişeyi alıp ağzına götürdü, başını arkaya yıktı. Dengesini sağlamak için boş elini yukarı kaldırdı. Cam kırıklarını toplamaya başlayan bir uşak gözlerini pencereden ve Dolohov’un sırtından ayırmadan yere eğilmiş, öylece kaldı. Anatol gözlerini açmış dimdik duruyordu. İngiliz dudaklarını uzatmış, yandan bakıyordu. Dolohov’u tutmak isteyen adam odanın bir bucağına kaçmış, yüzünü duvara çevirerek kanepeye uzanmıştı. Piyer yüzünü kapamış, endişe içinde kalakalmıştı. Kimsede ses yoktu. Piyer ellerini gözlerinden çekti. Dolohov hep aynı biçimde oturuyordu, başı arkaya devrilmiş, ensesinin kıvırcık saçları gömleğinin yakasında, şişeyi tutan eli titreyerek, emekleyerek gittikçe yükseliyordu. Görünüşe göre şişe boşalıyor, boşaldıkça da Dolohov kafasını arkaya yıkarak vücudunu dik tutmaya çalışıyordu. Piyer içinden, “Neden böyle uzun sürdü bu?” dedi. Ona yarım saatten çok geçmiş gibi geliyordu. Dolohov ansızın sırtını geriye yasladı. Eli titredi. Bu titreme, pencerenin meyilli kenarında duran gövdeyi büsbütün yerinden oynatmaya yeterdi. Bütün vücudu oynadı, başı, elleri sarsıldı. Bir eli pencerenin taban tahtasını yakalamak için kalktı, ama yine indi. Piyer gözlerini tekrar kapadı. “Onları artık bir daha hiç açmam,” diyordu içinden. Birdenbire çevresindeki her şeyin hareket ettiğini hissetti. Baktı: Dolohov pencerenin kenarında ayakta duruyordu. Yüzü sararmış ve neşeliydi.
“Şişe boş!”
Şişeyi İngiliz’e fırlattı, İngiliz ustalıkla onu yakaladı. Dolohov pencereden atladı, keskin bir rom kokusu yayıyordu.
Her yandan, “Mükemmel! Aşk olsun! İşte bahis böyle olur! Hay Allah!” gibi sesler yükseliyordu.
İngiliz çantasını çıkarmış, paraları sayıyordu, Dolohov kaşlarını çatıyor, sesini çıkarmıyordu, Piyer pencereye doğru fırladı.
“Baylar! Kim benimle bahse girişiyor? Ben de aynı şeyi yaparım,” diye haykırdı. “Hem bahse de gerek yok, bir şişe emredin, yaparım… Emredin gelsin.”
Dolohov gülümseyerek, “Bırak, bırak!” dedi.
“Ne diyorsun? Aklını mı kaçırdın? Kim bırakır seni? Daha senin merdivende başın dönüyor,” diye her taraftan söylenmeye başladılar.
“İçeceğim, getir romu!” diye Piyer azimli, sarhoşça bir hareketle sandalyeye vurarak haykırdı; pencereye tırmandı.
Koluna yapıştılar; ama öyle güçlüydü ki, yanına yaklaşanı ta uzağa fırlatıyordu.
Anatol, “Hayır,” dedi, “onu böyle vazgeçiremezsiniz. Durun, ben onu kandırırım. Baksana, ben seninle bahse giriyorum, ama yarın; şimdi hep birlikte …’ye gidelim.”
Piyer, “Gidelim, gidelim! Mişka’yı da götürelim…” diye haykırdı.
Ayıyı yakaladı, kucaklayıp kaldırdı, odada onunla dönmeye başladı.
VII
Prens Vasiliy, biricik oğlu Boris için kendisine ricada bulunan Prenses Drubetskaya’ya Anna Pavlovna’nın davetinde verdiği sözü yerine getirmişti.
Boris’in işi İmparator’a arz edilmiş ve o asteğmen olarak Semyonovski Muhafız Alayı’na nakledilmişti. Ama, Anna Mihailovna’nın bütün çabasına, entrikalarına rağmen Boris, emir subaylığına ya da Kutuzov’un korumasında bir göreve atanmamıştı. Anna Pavlovna’nın davetinden bir süre sonra Anna Mihailovna Moskova’ya dönmüş, doğruca, Moskova’da yanlarında kaldığı ve daha geçenlerde orduya katılan, çok geçmeden de muhafız asteğmenliğine yükselen, tapınırcasına sevdiği Borisçiğinin büyüdüğü, senelerce yanında yaşadığı zengin akrabaları Rostovların evine inmişti. Muhafız Alayı 10 Ağustos’ta Petersburg’dan artık ayrılmıştı; giyim işi için Moskova’da kalan oğlunun yolda, Radzivilov’da ona yetişmesi gerekiyordu.
Rostovlarda Natalyaların, Anna ile küçük kızın isim günleri kutlanıyordu. Kontes Rostova’nın bütün Moskova’da bilinen Povarskaya’daki büyük evine ziyaretçi taşıyan altı atlı arabalar sabahtan beri ardı arkası kesilmeden gidip geliyordu.
Kontes, güzel büyük kızı ve durmadan yenileri gelen misafirleriyle salonda oturuyordu.
Kontes zayıf yüzlü, Doğulu izlenimi veren, kırk beş yaşlarında, on ikiye varan çocuklarıyla yıpranmış görünen bir kadındı. Güçsüzlüğünün hareketlerine ve konuşmasına verdiği ağırlık saygı uyandırıyordu. Prenses Anna Mihailovna Drubetskaya orada evin kadını gibi oturuyor, misafirleri kabul ediyor, onlarla konuşup ilgileniyordu. Gençler arka odalardaydı, misafirleri karşılamaya gerek duymuyorlardı. Kont misafirleri karşılıyor, uğurluyor, herkesi yemeğe buyur ediyordu.
“Kendi hesabıma da, isim günleri kutlanan sevgililerin hesabına da size çok, çok minnettarım, ma chère, yahut mon cher (ayrıksız, kendisinden yüksek olsun, aşağı olsun herkese ma chère ya da mon cher derdi) yemeğe gelmezseniz beni gücendirirsiniz, mon cher, bütün aile adına yürekten rica ederim, ma chère.” Bu sözleri dolgun, şen ve iyice tıraş olmuş yüzünde hep aynı ifadeyle, aynı güçlü el sıkışıyla, yinelenen kısa reveranslarla herkese söylüyordu. Kont, bir misafir uğurlayınca salonda bir erkek veya kadının yanına döner, bir koltuk çekip oturur, yaşamayı seven ve bilen bir adam tavrıyla ayaklarını erkekçe açar, ellerini dizlerine koyarak anlamlı anlamlı başını sallar, havaya dair tahminler yürütür, sağlık öğütleri verir, bazen Rusça, bazen çok kötü ama serbest konuştuğu bir Fransızca ile söyler, sonra yorgun, ama ödevini yerine getirmekte sağlam bir adam tavrıyla çıplak başındaki seyrek beyaz saçları düzelterek yine misafir uğurlamaya gider, yine gelenleri yemeğe buyur ederdi. Bazen sofradan dönerken çiçeklikten, hizmetçi dairesinden, seksen kişilik sofra takımıyla donatılan masanın bulunduğu büyük mermer salona geçer, gümüş ve porselen takımları taşıyan, masaları yerleştiren, damasko masa örtülerini yayan hizmetçilere bakar, kâhyası asilzade Dimitri Vasilyeviç’i yanına çağırır ve derdi ki:
“Aman Mitenka, her şeyin mükemmel olmasına dikkat et.” Açılır kapanır masaya memnun memnun bakarak eklerdi: “Hah şöyle. İşin başı servis. İyi, iyi…”
Sonra memnun, içini çekerek salona dönerdi. Kontes’in İriyarı uşağı salonun kapısından girerek kalın sesiyle haber verdi:
“Mariya Lvovna Kuragina kızıyla birlikte geldiler.” Kontes bir an düşündü. Kocasının resmini taşıyan altın bir enfiye kutusundan bir çekimlik alarak, “Bu ziyaretçiler de canımı sıktı,” dedi. “Neyse, onu son olarak kabul edeceğim; çok kibirli bir şey. Buyursunlar.”
Bu son sözü hüzünlü sesle, sanki uşağa “Öldürün beni artık” der gibi söylemişti.
Uzun boylu, şişman, kurumlu bir kadın ablak ve güler yüzlü kızıyla elbiselerini hışırdatarak salona girdi.
“Chère comtesse, il y a si longtemps… elle a été alitée la pauvre enfant… au bal des Razoumowsky… et la comtesse Apraksine… j’ai été si heureuse…”{122}
Birbirini bastıran, elbise hışırtıları ve sandalye gürültüleriyle karışan hararetli kadın sesleri duyuldu. Tam, ilk fırsatta ayağa kalkmak, elbiseleri hışırdatmak, “Je suis bien charmée; la santé de maman… et la comtesse Apraksine,”{123} demek ve tekrar elbiseleri hışırdatıp sofaya çıkmak, kürk ya da pelerini giymek ve çıkıp gitmek zamanlarında girişilecek konuşma başladı. Söz, şehrin o günlerde en çok konuşulan konusu, tanınmış zengin ve Yekaterina devrinin yakışıklı adamı yaşlı Kont Bezuhov’un hastalığı ve Anna Pavlovna Şerer’in davetinde kabalıklar eden oğlu Piyer’den açıldı.
Misafir hanım, “Zavallı Kont’a çok acıyorum,” dedi, “sağlığı zaten kötü; şimdi bir de oğlunun verdiği üzüntü. Bu onu öldürecek!”
“Ne olmuş?” diye Kontes, Kont Bezuhov’un üzüntüsünün nedenini on beş defa dinlediği halde ziyaretçinin neden söz ettiğini bilmiyormuş gibi sordu.
Misafir hanım, “İşte,” dedi, “şimdiki terbiye! Bu delikanlı daha yurtdışındayken kendi havasına bırakılmıştı. Şimdi Petersburg’da öyle çirkin işler yapmış ki diyorlar, oradan onu polis zoruyla çıkarmışlar.”
“Anlatsanıza!” dedi Kontes.
“Arkadaşları kötü,” diye Prenses Anna Mihailovna söze karıştı. “Prens Vasiliy’in oğlu, o, bir de Dolohov adında birisi; neler yapmışlar neler. İkisi bunun acısını çekti. Dolohov’un rütbesi alındı, Bezuhov’un oğlu Moskova’ya sürüldü. Anatol Kuragin’e gelince; babası nasılsa işi örtbas etti. Ama onu da Petersburg’dan uzaklaştırdılar.” Kontes, “Ne yapabilirlerdi sanki?” dedi.
Misafir hanım, “Haydut bunlar; hele Dolohov. Mariya Ivanovna Dolohova’nın oğludur. Anası saygıdeğer bir kadın, ama ne çare? Düşünün bir; üçü ellerine bir yerden bir ayı geçirmişler, onu arabaya almışlar, aktrislere götürüyorlarmış. Zabıta onları durdurmak için koşmuş. Komiseri yakalamışlar, ayıyla sırt sırta bağlayarak Moyka’ya koyuvermişler; ayı yüzmeye başlamış, komiser de sırtında.” “Komiserin hali görülecek şeymiş, ma chère,” diye Kont gülmekten katılarak haykırdı.