“Direktöre haber verin, ben artık şehir mektupçuluğundan istifa edeceğim, çünkü uğradığım şeylere tahammül edecek takatim kalmadı. Rumeli şimendiferlerinden aleyhimizde yazdın diye bilet vermiyorlar. Anadolu kumpanyası inşa edeceği rıhtımdan herkesi meccanen geçirecek benden resim alacakmış. Karşı tramvaycıları beni görür görmez ‘dolmuştur’ levhasını asıyor, Tünel kabul etmiyor, Köprü memurları dik dik bakıyorlar. Şirket-i Hayriye vapurlarında yanılıp da bir kahve içsem ziyade para alıyorlar. Osmanlı Tiyatrosu bedava loca vermiyor. Sarraf icraya müracaatla paraları tahsil edeceğim diye korkutuyor. Bakkal fitili almış, beni arıyor. Kasap pusula elde sokak sokak ardımda geziyor. Sucu bulsa bir yudum suda boğacak. Ekmekçi tayını kesti. Sembolistler selam vermiyorlar. Şairler somurtmuş hicviye yapıyorlar. (…)Gazete muharrirleri ‘direktörlerle aramızı bozdun yanımıza gelme herif!’ diye sitemler ediyorlar. Muhabirler kulakta kurşun kalem, cepte kâğıt ufacıcık şaşalasam yazacaklar. Bütün direktörler ittifak etmişler matbaadan çıkarsam almayacaklar. (…) Kitapçılar yazılarımı almıyorlar. Dostlarım gece yatısına çağırmıyor. Tramvay vardacıları görür görmez ‘yuf!’ borusunu çalıyorlar. (…) Şehir mektubu yazacağım diye sürüm sürüm sürünüyorum, insaf edin ben bu kadar şeye nasıl tahammül edeyim? Etim ne, budum ne? Yok efendim yok ben artık şehir mektupçuluğu edemeyeceğim. Direktöre haber verin. Bir hafta daha yazarım. Artık daha yazmam.”
Ahmet Rasim de Şehir Mektupları’yla Oğlak Klasikleri’nde…
SUNUŞ
Şehir Mektupları’nın bütününü tek cilt (dört cilt bir arada) olarak sunuyoruz. Çoğunluğu 1897-99 yılları arasında kaleme alınmış fıkra-sohbet-deneme karışımı bu mektuplar Ahmet Rasim’e yazar kişiliğini kazandırmış, edebiyatımızda o zamana kadar rastlanmamış bir tarzın da ilk örneğini oluşturmuştur. “Şehir Mektubu” başlığıyla yayımlanan bu yazılar Ahmet Rasim’in uzun yıllar “Şehir Mektupçusu” (“Mektupçu”, Osmanlı bürokrasi geleneğinde dairelerin yazı işlerini yöneten kişilere verilen addır. Tanzimat sonrasında da nezaret ve vilayetlerde aynı adla görevler ihdas edilmiştir) olarak anılmasına yol açmıştır.
Ahmet Rasim bu yazılarıyla “Vilayet Mektupçuluğu”na karşı “Şehir Mektupçuluğu” diye fahri bir görev yaratmış, yaşadığı şehrin kamu vicdanını tek başına temsil etmiş, dile getirmiştir. Şehir Mektupları’nda İstanbul’un geniş bir panoraması yer alır. Şehirdeki hayat hem edebiyatçı hem gazeteci hem de sıradan bir insan gözüyle günlük izlenimler halinde yazıya geçirilir. İstanbul gibi karmaşık bir imparatorluk başkentinde olan biten herşey, içi dışı, girdisi çıktısı, bütün kozmopolitliği ve yerel-yerli özellikleri yazarın dikkat süzgecinden bir bir geçer. Döneminin bir şehir kütüğü sayılabilecek bu yazılar toplamında Ahmet Rasim’in kullandığı dil, anlattıkları kadar kendine hastır. Konuya göre çeşni değiştiren bu dilde İstanbul halk ağzıyla dönemin Osmanlıca’sı yanyana, zaman zaman da içiçedir. Birçok yerde de Osmanlıca bir mizah unsuru olarak kullanılmıştır. Aslında mizah bir üslup özelliği olarak hemen bütün yazıların içine sinmiştir. Bu yüzden öylesine incelmiştir ki dönemin niteliklerini tanımadıkça çoğu kez farketmek bile güçtür. Şehir Mektupları eski harflerle iki defa basılmıştır. 1900’deki ilk basımda 276 mektup vardır. Ama her nedense 59 mektup ikişer defa yer almıştır.
1912-1913’te dört cilt olarak yapılan ikinci basımda bu tekrarlar biri dışında (10. mektupla 215. mektup aynıdır) ayıklanmış, ilk basımdaki 9. mektup alınmamış, bir de numaralama yanlışı yapılarak 40’dan 42’ye atlanmıştır. Elinizdeki yayımda metinler bakımından ilk basım temel alınmış, cilt ayrımında ikinci basıma uyulmuştur. Numaralama yanlışları giderilmiş, iki basım karşılaştırılarak hayli çok olan dizgi hataları düzeltilmeye çalışılmıştır. Bu yayımın en önemli özelliği metinlerin diline hiç müdahale edilmemiş olmasıdır. Böylelikle ilk defa Ahmet Rasim’in bir eseri kaleminden çıktığı biçimiyle bugünün okuyucusuna sunulmuş oluyor. Bunun zaman zaman okuyucuyu yoracağının farkındayız. Ama böylesine usta bir yazarın dil ve uslûp özelliklerini tanımanın, bu denli ince bir anlatımın tadına varmanın ne yazık ki başka yolu olmadığı gerçeğini hatırlatmaya cüret ediyoruz ve doğrusu zahmete değer diyoruz.
Nuri Akbayar
1
Ne dersiniz? Eyyâm-ı huceste-i bahar birbirini velyeden yağmurlarla tarâvet-i tabiiyyesini kaybederek sünbülleri perişan, ruhları solgun, ağlamış bir bikr-i cemali andırdı. Her sabah şâhsâr-ı gülde şebnem taharrisiyle tecdid-i mezâmîne bahane-cûy-i iştiyâk olan şairlerimiz galiba her seher sicim gibi düşen bârâna tutularak bu taziyâne-i sânihat-berendâzın tesiriyle bütün bütün lâl oldular. Bu sene andelîb-i bî-nevâyı dinleyemedim, bir verd-i mutarra koklayamadım diye izhâr-ı teessür eden şairin birine dem-i hazânı tavsiye ettim. Bahar, bakıye-i ömr-i fanisini adalarda geçirmek üzere o cezâyir-i dilnişîne çekilmiş gibi oralarda pür-tâb ü tarâvet duruyor. Gûya çemenler yeniden bitiyor zannedilecek mertebede sebzâgîn, çamlar yeni yapraklanmış görünüyor.
Bu mevsimin icabât-ı tabiiyyesinden mi nedendir ne kadar bulutlu, yağmurlu olursa olsun yine seviliyor. Denizdeki mevceler en şiddetli sağanaklara hedef olduğu halde büyüyemiyor. O sert rüzgârlar üşütemiyor. Güneş gittikçe ısıtıyor. Akşamları gurûb, sabahları tulû’ manzaralarında yine bir ciyâdet-i sâfiye var. Eğer baharın bir kısmını sayfa nakleden yağmurlar dinip de bir ikinci bahara erişecek olursak size bir bahar-i sâni makalesi yazar, zavallı şairi mütesselli edecek bazı ihtarât-ı dostanede bulunurum.
• Boğaziçi ahalisi Şirket-i Hayriye’nin tezyid-i esfâr edeceğine tezyid-i hasılat için bilet fiyatını artırmaya teşebbüs eyleyeceği haberinden pek ziyade endişe etmektedirler. Bu sene pek çok hane kiraya verilemediği gibi eğer bu türlü teşebbüs dahi vücuda gelecek olursa gelecek sene için daha ziyade bir tedenni hasıl olacağı bedîhîdir.
•Bakırköy Belediye Bahçesi, edilen ihtimam-ı fevkalade neticesi olarak epeyce donanmış. Mesela kırmızı kına çiçekleriyle, şebboylarla, türlü türlü otlarla tarh edilmiş. Nazar-ı dikkati en ziyade celbeden bir madde var ise o da akasya ve emsali ağaçların sarışın yaprak açmalarıdır. Bir rivayete nazaran arazi kâmilen kireçli olduğu için eşcâr kuvve-i nâmiyeden mahrum kalıyor imiş. Bir rivayette de dikilen ağaçlar başka bir cinsten imiş. İnsan bahçeye girdi mi zeminden akseden reng-i ahmer ile bâlâdan vuran reng-i asferden mürekkep bir levn-i mümtezic içinde kalarak kavuniçine müşâbih bir manzara-i seyyareye dönüyor. Tahlil-i tayf merakında bulunanlar burayı ziyaret ederlerse müstefid olurlar.
• Yenibahçe’yi ferâmuş etmeyelim. Bu sene o tarafları da oldukça şen. Civar ahalisi kâmilen oralara yayılarak akşamları tenezzüh etmektedirler.
• “Dalları bastı kirazı” şimdilik “çiğ bal” bastırdı. Evlerde başı dinç oturmak, çocuk uyutmak, hasta oyalamak, biraz sohbet etmek, halecansız bir saat geçirmek kabil değil. Tablayı başına alan sokak başından kendini verdi mi çın çın öttürüyor. Bir sadâ ki ez kaza Opera Fransez’de [Opéra Française] ötse binanın akustik fennine mutabakatı hasebiyle huzzârın kulak zarları patlar ve sağır yetiştirmek için bir alet ihtirâ edildiğine bütün Avrupa’yı inandırır. Herifler mütemerrid, muannid, rica bile edilse kulaklarına girmiyor. Biz muhacir arabalarına görünür kaza derken bir de başımıza görünmez kaza çıktı. Bakalım, vişne biraz ucuzlasın. Ondan neler çekeceğiz?
2
Boğaziçi yer yer mesirelerini açıyor. Yine eyyâm-ı safâ avdet etti. Bakıye-i bahar, evâil-i sayf ile birleşerek ne pek terletici ne de üşütücü resimlerle o medhal-i zarifin kenar u tilâlini taravetyâb eylemiş. İnsan derhal bir kayığa veya sandala atlayarak gurûbda tepeden tepeye akseden mülâabe-i elânı, sahilden sahile vuran renkli dalgaları temâşâya hevesleniyor. Nazar etrafa in’itâf edip durdukça, o daracık yerde teraküm eden letâfet-i bî-misâl-i tabiiye hayran kaldıkça zevk ü şatâretin bu yerleri terk edeceğine inanamıyor. İtikadımca Haliç yalnız bir Sa’dâbâd ile buralara karşı iddia-yı tefâhür edemez. Göksu manzaraca ondan aşağı kalır mı? Akşamları süzüle süzüle vadiye sokulan sandallar, taraf taraf ârâm ederek gurûb ile Küçüksu önüne çıktıkları zaman suların seyr-i hurûşânındaki ilhamât-ı hazinâne Kağıthane avdetinde bulunur, görülür temâşâlardan değildir. Gönül oralarda gecelemek, ferdâyı görmek istiyor. Gece,ridây-ı mükevkebini semâya ferş eder etmez hâtıra, yorulmuş zihinlere ferah ve ve şâdmânîden ibaret bir hiss-i sürûr geliyor. Terlemiş nâsıyelere rahat ve sükûn verecek rüzgârlar temas ediyor.
Göksu sâyeler içinde kaldığı zaman ufûl eden güneşin son şuaı, o tiregî-i hafif içinde ayrı bir bediâ-i in’ikas husule getiriyor. Suya doğru eğilen yaprakların uçları, zemine teveccüh eden dalların her yanı karararak tezad-ı televvün âşikâr oluyor. O zaman ta içerilerden ağır ağır gelen, gittikçe hafifleşen bir velvele-i baîde bir vakit oralarda aksedip kalan âvâz-ı meserretin avdetini ihtar ediyor. Gûya hâtıra, bir sadayı zaife tebeddül etmiş gibi muttasıl tekerrür ederek gönül âlemlerine has bir hüzn-i garibâne hissediliyor. İnsan bahane-cûy-i bükâ’ olurken seviniyor.
Sandal ilerledikçe sâye koyulaşıyor. Bir yere geliniyor ki ondan öteye geçilmiyor. Uzun, karanlık mühtez, derin bir koridoru andıran bir boşluk, bir tenhâi rikkat-güzin azîmete mâni oluyor. İşte Göksu’nun manzara-i uhrâ-yı şairânesi. Gece oradan çıkılmaya gelmez. Âşiyân-perverdegân-ı tuyûr gûya huzûr-ı beşerden mahzûz imişler gibi ara sıra o semâ-yı necm-âlûde, o âb-ı câri-yi pür-sükûna baka baka ötüşüyorlar. Pervâz yok, yalnız ilahi bir lahn-i tabiî havalarda uçuşuyor. Karar edemeyip yine âşiyâna dönüyor. Âyin-i tulû’, resm-i mehtab ayrı ayrı zemzemelerle icra ediliyor. Nücûm-i zâhire kesik, tesirsiz ziyalarla oralara esmer gölgeler yağdırıyor. Ben bu temaşalara tesadüf edeceğimi bildiğim için bu mevsimi oralarda geçiririm. Dün yine orada idim, gece kenarında meşgul-i tefekkür olmakla intihâ buldu.
İşte Göksu’daki ihtisâsâtımı size yazdım. Geceden bahsettiğim cihetle bir aralık hatırıma geldi. Bir imtihanda talebeden birine: “Hayvanât-ı leylîyeyi ta’dâd et” derler. Bîçare şakird canının fevkalâde yangınlığından mı nedir derhal başlayarak: “Sivrisinek, tahta biti, tatarcık, pire” diye söylenir. Nasıl sizde henüz bu sevimli mahlukattan şikâyet yok mu?
• Ben “dalları bastı kirazı”, “çiğ bal” bastırdı derken şimdi bu yâdigâr çiftleşti. “Kuru kaymaklı, vişneli dondurma!” diye gece gündüz sokak sokak dolaşanları ne yapalım? Zavallı şakird bunları saymayı unutmuş olmalıdır. Eğer sayaydı belki tam numara alırdı?
• Allah bilir ya, artık yağmurların ardı alındı gibi. Gözümüz yılmış, havada bir sehab-pâre görür görmez işkilleniyoruz. Bakırköy’den aldığım haberlerde bârân, Belediye Bahçesi’nde epeyce feyz ü bereket husule getirmiş. Mahsusen yapılan havuzu doldurmuş.
3
Misafirlik her vakit iyi değildir. Fakat ne çare? Yaz geldi mi insan şehrimizi ihâta eden ve her biri ayrı ayrı baharistân-ı bî-misâli andıran mesirelere gitmek hevesinden de kendini alamıyor. Mesele boğazın hisarlarından ötede ne kadar karyesi, mahallesi varsa hiç olmazsa birer gece kalmak, adaları sırasıyla gezmek, Kadıköy’den başlayarak Kalamış, Fener, Kızıltoprak, Göztepe, Erenköy, Malepe, Kartal taraflarına doğru uzanmak benim gibi havadarâne, hemen hemen levâzım-ı hayatiyeden imiş gibi geliyor. Bu seyr ü tenezzüh esnâsında da ehibbadan birine tesadüf edilerek onda kalmak zaruri hükmünü alıyor. Yalnız bu gibi hallerde nazar-ı dikkate alınması icab eden bir şey var ise o da ihtimalata karşı ihtiyatlı davranmak ve mevkiin ahvâl-i havaiye ve topoğrafiyesine vukuf peyda eylemektir. Eğer bu türlü bir tedbire riayet etmeyecek olursanız ekseriya rahatsız olursunuz.
Geçen gün sevdiğim dostlarımdan biriyle köprüye kadar geldik. Dostum yeleğinin cebinden saatini çıkararak, “Vapura yirmi dakika var. Buna müsaade!” deyince, “Vay? Boğaziçi’ne mi?” dedim.
Bir tavr-ı lâkaydî ile cevap vererek: “Erenköy tarafına.” “Bu sene orada mısınız?” “Hayır. Misafirliğe gidiyorum. Bu gece orada kalacağım. Çoluk çocuk da beraber.” “Pekâlâ! Allahaısmarladık.”
Ayrıldık. Ertesi sabah matbaaya erken geldiğim için kimseyi bulamadım. Köprü üzerindeki gazinolardan birine gidip bir nargile tellendirmek istedim. Birinci gazinoyu geçtim. İkincisine oturmak istedim. Ta Ada kahvesine kadar gittim. Haydarpaşa vapuru da geldi. Merak bu ya. “Kimler var?” diye çıkanları seyrederken dostum maaile çıkmasın mı? Beni gördü. İkimizde bir hayret! Bîçare arkadaşım! Kızamığa uğramış gibi cılk kızıl. Kızı geceden beri ettiği feryadlara doyamamış. Hâlâ bahane-cûy-i bükâ’. O da kıpkırmızı. İkisi de muttasıl kaşınıyor. Derhal istifsâr-ı hâtır ettim. Birdenbire dedi ki: “Senin mekteplinin sivrisinekle tahtakurusunu hayvanât-ı leylîye(!) den saydığında hakkı var imiş. Bize sabaha kadar hora teptirdiler. Uyumak değil durmak bile gayr-i kabil.”
…