Şehir, Zehir Ve Hamza | Merve Özcan


İlk cinayetimi Karakoza’nın sokaklarında işledim, diğer birçok fedai gibi. Ölümü, öldürmeyi, yakmayı, yıkmayı biz bu şehirde öğrendik. Sonra bu şehrin bizi dönüştürdüğü şeyi görünce kaçmak için fırsat kolladık. Fakat şimdi geri döndük. Eskiden, vurmamızı istedikleri hedeflere çevirirdik namluyu, ancak şimdi bize vur emri verenlere nişan alıyoruz.
Ben Feza, bir şeyler biliyorum. Kazançlarımın kayıplarıma bağlandığı ve madalyonun her iki yüzüne de tanıklık yapan bir

şehir… Zehri tadanı, en az tattıran kadar zehirleyen bir zehir… Ve bu şehrin güzüne karşı tebessümü sımsıcak bir palto gibi sarmalayan bir adam, Hamza…

Benim tüm hikâyem bu.
Ancak bu şehirde daha fazlası var.

Gözlerini Haramdan Sakın serisiyle yüz binlerce okurun hayatına giren Merve Özcan’dan yine
soluksuz okunacak bir roman… Şehir, Zehir ve Hamza…
Aşkı ve aksiyonu sevenlere…

01. Dönüş

Sert çehresi buz gibi bir rüzgâr, dudaklarına sızan tebessümü sımsıcak bir paltoydu. Hele ki yüzünü eğip gülümseyişi, kara kışta taze közle kavrulan sıcacık bir sobaydı. Ona bakınca üşüyor, yine ona bakınca ısınıyordum fakat yüzünü asmaya görsün, keskin soğuk vahşice kazınıyordu uzuvlarıma. Ne uzun ne kısa saçlarını sağa taramış, uzun paltosu yağmurla parıl parıl parlıyordu; sakalı bile son gördüğümden ne bir santim uzun ne bir santim kısaydı, siyah çizmelerinin bağcıkları sanki bir daha çözülmemek üzere özenle bağlanmıştı. Heybetinden bir zerre eksilmemişti, özünü gizleyen vakarı üzerindeydi ve hâlâ bir savaşçı gibi serindi güzel şemaili. Hafızama kazınmış silueti anılarımdakiyle birebir örtüşüyordu, üzerinden hiç vakit geçmemiş gibi. Kalbim göğsümde, bir krizin eşiğindeymiş gibi dövünüyordu, dizlerime inen heyecanlı titreyiş adımlarıma maniydi.

Bu adama olan özlem ve heyecanla gözlerime dolmuş yaşlar, yüzüme düşen yağmur damlalarına karışıp gizleniyordu. Gözlerimi ondan çekip kurtarmanın nasıl güç bir meziyet olduğunu anlatmaya mecalim kalmamıştı. Onunla birlikte mescidin bahçesinden çıkan çocuğun başını okşarken yüzünde açan tebessümü beni öyle büyük bir hezeyana sokmuştu ki ağzımdan çıkacak manasız cümleler için çenemi sımsıkı kapamıştım. Beni görmesini istiyordum ama aynı zamanda beni görecek diye ölesiye korkuyordum.

Nihayet kaldırımda akıp giden insanların arasında heykel gibi bir başına dikilmiş onu izleyen bu aciz kadını gördü, bana baktı. Önce bir yabancı sanarak yüzünü çevirdi, bu bir saniye dahi olsa çok gücüme gitmişti. Sonra dudaklarında izi kalmış tebessüm bir anda suretinden silinip gitti, geriye yalnız bir kara kış kaldı ifadesinde. Gözleri yeniden beni buldu, kalbim bu heyecanı kaldıramadı. Şaşkın bir yeniyetme gibi arkamı dönüp seyrelmiş kalabalığa karışıp koşa koşa uzaklaşmaya başladım. Arkamdan seslenişi ve ardımdan koşan adımlarıyla sesinin titreyişi bana umut oldu. Onun için buraya dönmüştüm, beni görmesinden korkmuştum, onu aramış ve bulmuştum fakat şimdi ondan kaçıyordum, pek tabii ki gönlümdeki tutarsız istek peşimden gelmesinden yanaydı. Koştum… Pekâlâ, biraz soluklanalım…

Ben değil, ben hâlâ koşuyordum fakat hikâyeye nefes alma müddeti tanımalıyım. Damdan düşer gibi ortaya serdiğim bu hikâyenin en başına dönmek artık bir zaruretti belli ki. Bu manasız davranışlarımın izahını yapmalıydım. Bugünün nasıl başladığını ve neden bu şehirde olduğumu şöyle anlatayım… Buraya geldiğimde vakit ikindiyi geçse de benim için gün, ben havaalanından çıktığımda başlamıştı. Hiddetle gökyüzünden kopan yağmur damlaları, sokakları insanlardan arındırmak ister gibi öfkeli bir annenin şefkatiyle dövüyordu yeryüzünü. Şemsiyesiyle koşuşturan, taksilerin durması için ellerini sallayan ve kaldırımların binalara yakın kısımlarından yürüyen insanlar sanki hiç değişmemiş gibiydi; sanki burayı terk edip gitmemin üzerinden bir buçuk yıl değil de yalnızca birkaç saat geçmişti. Bu şehir hatıralarımdaki gibi hiçbir eksik ve fazlası olmadan yaşamaya devam ediyordu. Hâlâ adımlarımı Karakoza’nın asfaltında attığımı idrak etmekte zorluk çekiyordum; kaçarak burayı terk edişimin ardından, şimdi koşarak buraya dönmeme sebep olan heyecan göğsümde taptaze saklanırken yıllarca hafızama kazınmış bu yağmur gürültüsünü anılarımla örtüştürdüm.

Buz kesmiş parmak uçlarım şehrin serin karşılamasına zihnim kadar hızlı alışamamıştı. Havaalanında gereğinden fazla oyalanmıştım. Terminalleri seviyorum, insanların özlemle kucaklaştığı bu yerler bizi kimliksiz kılıyordu; ben de birazdan özlemle beklediği insan gelecekmiş gibi, sevdikleriyle kucaklaşacak insanlardan biri olabiliyordum. Kimse onlardan biri olmadığımı bilmiyordu. Tramvaya doğru ilerlerken telefonumu çıkarıp mesajlara girdim, beni buraya getiren birkaç cümlenin üzerine tıklayıp buraya kadar gelmeme sebep olmasına rağmen halen gerçekliğini sorguladığım mesajı bir kez daha okudum. Okuduğum bu kısacık cümle, kalbimin sahibi olan adamdandı. Karakoza’dayım, seni bekliyorum. Sana ihtiyacım var. -H. T. Bu mesajı okuduğumda saatler boyunca aldanmamak için direndim fakat geçen iki günün ardından en azından bunun gerçek olup olmadığını öğrenmek için doğup büyüdüğüm ve ölüp gömüldüğüm bu şehre, Karakoza’ya geri döndüm. Çünkü ruhuma dokunmuş o tek adamın çağrısı, burada kalmış yanımı bana yeniden hatırlattı. Ben Feza, Karakoza ise vicdanımın beni ittiği dar bir mezar. Öncesinde de zikrettiğim gibi bu şehirde doğdum, burada büyüdüm, burada okudum. Ailemi bu şehirde kaybettim. Dedemin aldatmacalı oyununa kanıp kurduğu şeytani örgüte bu şehirde dahil oldum. Şiddeti bu asfaltlarda öğrendim. İlk cinayetimi bu şehrin sokakların işledim. Bu şehirde âşık oldum. Bu şehirde intihar kararı aldım ve vazgeçirildim. Bu şehirde varlık amacımı keşfettim, ölümden sonrasına burada inandım. Yaratıcıyı bu sokaklarda keşfettim. Vicdanım beni bu şehirde kıskıvrak yakaladı. Ve en sonunda… Bu şehirden kaçtım. Ailemin her şeye sıfırdan başladığı yerdeyim. Babamın kendi babasının güvenlik firmasında çalışmayı reddederek para kazanmak için çırpındığı ve sonunda dostuyla el ele verip son şansları olan, bize büyük bir servetin peşi sıra büyük felaketleri de getirecek şirketi kurmayı planladıkları caddeler buralardı. Ben o zamanlara yabancıydım, henüz küçük bir çocukken bu tip mücadelelere anlam verebilecek idrakte değildim. Hunt şirketi ben henüz ilk adımlarımı yeni yeni atmaya başlamışken kurulmuştu, babamın keşfettiği bir sistemi ithalata uyarlayıp güçlü bir ağ oluşturmuşlardı. Kurdukları bu ithalat ağı öyle hızlı büyümüştü ki, babam ve kadim dostu Timur Koşaran’ın omuzlarında yükselmiş ve başta şehrin, sonra tüm ülkenin en mühim şirketlerinden biri olup çıkmıştı. Zaman geçtikçe de şehirdeki tüm, ülkedeki ise birçok firma ve bunun yanı sıra büyük ve karanlık insanların üzerinde eli olacak kadar büyük, güçlü ve sarmaşık bir yapı halini almıştı. Kurdukları kuvvetli ağın altında ticaretin en kirli yüzünü de bu oluşumun altına gizlemişti. Şimdi de global çapta kallavi bir prestijin peşindeydi.

Türkiye dahil beş ülkenin ithalat ve ihracat ağının büyük bir kısmına hakim olacağı dev bir ihaleyi kovalıyordu. Fakat ailem bu yükselişin pek azına tanık olabilmişti, şehir çapında kazandıkları önemin ardından ülke çapında ihalelerin peşinde koşarken Timur Koşaran’ın şirketin hızlı büyümesi adına başımıza bir virüs gibi sardığı karanlık işler aileme sıçramıştı. Bir grup öfkeli saldırganla burun buruna geldiğimiz bir sabah, önce ailem sonra tüm evim cani bir saldırıyla ellerimden kayıp gitmiş, cayır cayır yanıp tutuşmuştu. Dedem o yıkıntıdan beni bulup çıkaran adamdı, aynı zamanda beni ömrümün kalanı için sahiplenen… Beni ve annemi çok severdi ama babama öyle bir saplantıyla düşkündü ki bu kayıp onu darmadağın etmişti. Benim ise küçük bir çocukken kendime bulabildiğim tek dayanak oydu. Ona öyle sıkı sarıldım ki, bana öyle güzel bir aile olmuştu ki ne ondaki o kötücül değişimin farkına varabilmiştim ne de onunla birlikte nasıl bir felakete evirildiğimi görebilmiştim. Dedem, babam tüm bunlara girişmeden önce halihazırda küçük fakat köklü bir güvenlik şirketinin sahibiydi, en başında söylediğim gibi. Dedem, sözüm ona babamın anısını yaşatmak adına babamın ardında kalan ve şimdi Koşaran’ın başında olduğu şirketin güvenliğinin tamamını üstlendi. Başta sağlam bir güvenlik firması olarak şirketi tüm dış etkenlere karşı kollasa da zamanla dedem amacını tümüyle saptırarak şirketi koruyup kollamanın yanı sıra Koşaran’ın başlattığı yasa dışı işlerin üzerini örtmek ve sonunda da bu yasa dışı işlerin tamamını bir suç mangasıymışçasına üstüne almasıyla sonuçlandı. Dedem tamamen değişmişti, yaşamı boyunca sahip olduğu tüm ahlak anlayışını çiğneyip hırslı, vahşi bir canavara olan dönüşümünü bizzat izlemiştim. Babamı kaybettiğimizden beri izlerini gördüğüm bu vahşet, gün geçtikçe üzerine tümüyle yerleşmişti. Sonuç, Hunt şirketiyle birlikte gerek mimarisi gerekse atmosferi sebebiyle çok güzel, naif bir şehir olan Karakoza’nın oldukça çirkin ve cerahatli yeni bir yüzü inşa edilmişti. İnsanlar kirli paralar kazanmaya başlamıştı.

Pisliğin kokusunu alan sırtlanlar inlerinden çıkıp bu bataklığa dahil olup onu besledikçe büyümüş ve artık şehri kimsenin göremediği bir çizgiyle ikiye bölmüştü. Karakoza hâlâ güzeldi fakat artık bir yüzü tüm ülkedeki iblislerin akın ettiği bir leş batağına dönüşmüştü. Hangi taraf karanlık, hangi taraf aydınlık, bunu kimse fark edemezdi. Koşaran önce paraya, sonra bu şehirdeki aç, şeref yoksunu ahmaklara, sonra da bu şehrin emniyetine, sonra da bu şehre sahip oldu ve tüm bunlardan kendine, içindeki pisliği özgürce dökebileceği koca bir dünya oluşturdu. Ve acıdır ki çok da uzak olmayan bir zaman diliminde ben de bu dünyanın bir parçasıydım. BD yani Bella Donna, hayatımı ilk adımlarımda alt üst eden örgüt; bu dedemin sözde güvenlik firmasının karanlık yüzüydü. Şirket dedeme ve Bella Donna’ya tüm hizmetlerine karşılık yüklü ödemeler yapar, dedem ise bu kazançla fedailerini geri dönüşü olmayan bu yolda besledikçe besler ve kendine maddi manevi bağımlı kılardı. Dışarıdan bakıldığında bundan daha mantıklı bir iş ortaklığı düşünemezdiniz; bir tarafta dostunu kaybetmiş bir ortağın şirketi ve diğer tarafta oğlunu kaybetmiş bir adamın, oğlundan kalan şirketin ve oğlunun dostunun yanında yer alması. Oldukça mantıklı bir tabloydu.

Fakat işin iç yüzünde dönen bu karanlık işler ve güvenlik firmasının bir suç şebekesine dönüşü, bu masumane madalyonun öteki yüzüydü. Aklanamazdı, özellikle de babamın kıymetli hatıralarıyla. Çünkü babam gibi bir adamın bu karanlığa ortak olduğunu tasavvur etmek bile imkânsız görünürken onun hatıralarını yaşatmak adına yapılmış tüm bu safsatalar ona ancak bir ihanet olabilirdi. Söylemesi oldukça utanç verici fakat ben de BD denen bu suç şebekesinin fedailerinden biriydim. Hatta en gözde, asli fedailerdendim. Dedem… Aslında ona artık bu şekilde hitap etmek kulağa oldukça nahoş geliyor, ona daha çok Barbaros deriz. Bize fedaileri olduğumuzu söyler ve bu sıfatla aslında katil, hırsız, şantajcı ve işin özünde baştan aşağı suçlu sıfatının yerini bu onurlu kelimeyle doldurduğuna inanırdı.

Ahmak. BD ve fedaileri… Aslında bir kiralık katil, bir paralı asker olduğumun daima bilincindeydim. O da öyleydi, âşık olduğum adam. Zırhı bir asker kadar sert ve soğuk fakat eğer ki kapısını sizin için açmışsa gülüp eğlenmeyi bilen, hatta küçük bir çocuk gibi umursamaz olabilecek kadar özel, zeki bir adamdı ve aynı zamanda örgütün en ileri gelen fedailerinden. Tıpkı benim gibi bir suçluydu ve BD’ye yeni katılan fedailer için gözde bir eğitmendi. Birliğin içindeki o duvar kadar soğuk, duygusuz kadınlar arasında dahi hayranlıkla gözlenen bir adamdı. Onun babası da şirketle bağlantılıydı, Hunt’ın mühim adamlarından biriydi.

Bu yüzden Barbaros’un onun babasıyla köklü bir ilişkisi vardı ve bana gösterdiği ehemmiyetin fazlasını ona gösterirdi, onu çok severdi. Fedailerin ancak yarısının toplandığı zaman ona denk gelebileceğini söyler, onu şımartmayı severdi. Ben torunuysam, o oğlu gibiydi. Fakat bir gece her şey değişti. Babası öldü. Ona babasının, şirketin düşmanlarının planladığı bir kumpas esnasında öldüğü söylendi. O buna hiçbir zaman inanmadı. Bana bu konuyu hiç açmadı ancak bana kalırsa babasını, Timur Koşaran’ın emriyle Barbaros’un öldürdüğünü düşünüyordu. Çünkü o günden sonra Barbaros’a artık bir evlat gibi değil, bir düşman gibi baktı ama yine de yanından ayrılmadı. O zamanlar hâlâ bir fedaiydi fakat biliyordum ki eğer fırsatını bulsa Barbaros’un mezarını kazmak için bir an dahi beklemeyecekti. Yine de onun hizmetindeydi. Bu düşmanlığın sebebini hiçbir zaman öğrenememiştim fakat tahminime güveniyordum, Hamza babasının ölümünde Timur Koşaran’ın ve Barbaros’un parmağı olduğunu düşünüyordu. Ben henüz onlu yaşlarımda bir genç kızken BD’ye dahil olmuştum. Babamı kaybettiğim günden beri Barbaros sayesinde tâbi olduğum sıkı eğitimler dur durak bilmemişti. On beş yaşımda bile yetişkin bir adamı kolaylıkla devirebilecek güce, tekniğe ve dengeye sahip olmuştum. Barbaros bendeki ışığı fark etmiş ve meğerse beni kendi bataklığına çekip bir canavara dönüştürmek üzere kollarını yıllar önce sıvamıştı. BD denen örgüte girdiğim gün, başta büyük bir aileye dahil olduğum yanılgısına kapılmıştım.

Ama nihayetinde gün geçtikçe burada dönen şeyin gerçek bir suç çarkı olduğunu anlamak zorundaydım, bunu anladığımda ise her şeyin tamamen içinde ve yanlış gelen bir şeyler olmasına rağmen dedesine oldukça bağlı bir kızdım. Daha önemlisiyse, Barbaros tarafından ailesinin katillerinin öcünü alma hırsıyla doldurularak gözleri karartılmış bir intikamcıydım. Barbaros ailemin katillerini bulup öldürmeme izin verdiğinde bunun bir izin değil, bir alıştırma olduğunu fark edememiştim. Hiçbir fedai ne yaptığını tam olarak kavramış bir şekilde bu örgüte dahil olmamıştı zaten ve hepsi bir intikam hırsıyla bu yola girmişti. İşin kötü tarafı, intikamımızı alsak da hiçbirimizin hırsı dinmiyordu ve çok para kazanıyorduk… Çok fazla. Biz yasal olarak Hunt şirketinin anlaşmalı güvenlik firmasıyken yasa dışı tarafta şirketin ve bağlantıda olduklarının arkasını temizliyor, onlar için insanları korkutuyor yahut öldürüyorduk.

Öldürdüğümüz hiçbir insan temiz değildi, tamamının bir pislikten ibaret olduğunu söylemek dahi vicdanımı sızlatmıyor, bu zamana kadar Hunt’ın bu yüzüne bulaşmış temiz bir insan görmedim. Fakat Hunt şirketi de zaten başlıbaşına bir pislikten ibaretti, o şan ve gücün altında gizlenen karanlığı hepimiz biliyorduk. Timur Koşaran’ı ve onun adamlarını öldürmememizin sebebi, bunun için emir almamamız ve bizi finanse edenlerin onlar olmasıydı. Tabii ki böyle başıboş bir kalkışma sonucunda bedelini canımızla hatta çok daha fazlasıyla ödeme ihtimalimiz de vardı. Hunt şirketine de Timur Koşaran’a da zerre kadar saygım yoktu.

Dedemin o adama olan sevgisini ve bağlılığını da anlamlandıramıyordum. Eğer babam yaşasaydı, o adamın yediği bunca halttan sonra değil onunla dost kalmak, yüzüne bile bakmazdı. Fakat Barbaros o adamı oğlunun biricik dostu olarak daima kolluyordu, ne de olsa artık o da bu bataklığa dahil olmuştu. Ve bana kalırsa paranın kokusu ona da oldukça hoş geliyordu. Başta öldürdüğümüz insanların kötü olduğuna ikna edildik, ki bahsettiğim gibi hepsi öyleydi. Bizim için öldürdüğümüz her insan dünyadan silinen bir pislikti. Fakat sonrasında öldürmek bizim için öyle sıradan oldu ki artık öldürdüğümüz insanlar üzerine düşünmeyi bıraktık. Tıpkı insanların sorgulamadan her gün gittiği o sıkıcı fakat bırakamadığı işler gibi. Artık öldürdüğümüz insanların iyi ve kötü olması bazılarımız için bir anlam ifade etmiyordu, üzerine düşünmüyor ve sorgulamıyorduk. Arkamız temizleniyordu, biz de birilerinin arkasını temizliyorduk. Rahattık…

Bir noktaya kadar. Dönüştüğüm kimliği yavaş yavaş sorgulamaya başladığımda gerçek, bir balyoz gibi başıma indi ve kaçmam gerektiğini hayatımın bu evresinde anladım. İşlediğim son cinayette, yıllarca ellerimi dahi titretmeyen profesyonelliğim kaybolup gitmişti ve sanki silah tutmasını yeni öğrenmiş bir acemiye dönüvermiştim. Bedenim rüzgârda kalmış bir yaprak gibi tir tir titremişti.

Öldürdüğüm adam iyi biri değildi, iyiden öyle uzaktı ki hayatı kararmış binlerce insanın vebalini üzerinde taşıyan gerçek bir belayı dünyadan kazımıştım. Fakat sonra o evden kaçıp çıkacakken artık ölü olan o adama, dünya üzerinde sevgiyle bakabilecek tek kişiye ait küçük bir çift gözle karşılaştım, küçük oğluyla. O gözlerin sahibinin babası masum değildi ama o küçük çocuk öyleydi. Korkulu gözlerine birikmiş birkaç damla gözyaşıyla henüz ne olduğunu anlamamış bir halde öylece dikilmiş gözlerime bakarken konuşmak, hareket etmek gibi yaratıcının bana bahşettiği tüm yetileri bir anda unutuverdim. Küçük çocuk bana babasını sorduğunda ne yapacağımı şaşırarak ondan koşarak kaçmayı düşündüm.

Küçük çocuktan özür dilemek, ayaklarına kapanıp ona beni affetmesi için nefes almadan yalvarmayı ve affedildiğimi duymak için canımı dahi oracıkta verebileceğim bu azaptan kurtulmayı istedim. Fakat o benim yanımdan geçip babasının olduğu odaya koştu, elim ayağım birbirine dolanmıştı. Korkudan ölecektim, çocuğun arkasından koştum. Ondan önce yetişebilmek için, babasını o halde görmemesi için var gücümle koşup odanın kapısını kapattım.

Kilitledim ve anahtarı camdan aşağı fırlatıp attım. Boğazımdan gözbebeklerime kadar beni cayır cayır kavuran vicdanımla çocuğun yanına ulaştım ve babasını öldürürken ellerimde olan eldiveni çıkarıp saçlarının alnına dökülmüş tutamlarını okşadım. Benden kaçtı, aşağıdan gelen gürültüleri duyduğumda ben de kaçtım. Pencereden atladım ve o evi de sokağı da nefes nefese terk ettim. Hayatımın bu noktadan sonrası yokuş aşağı freni patlamış süratli bir araç gibi şuursuz ve kontrolsüzdü. Hasta olduğum bahanesiyle günlerce yataktan çıkmayıp BD’den, fedailerden, Barbaros’tan kaçtım. Sevdiğim adamdan bile köşe bucak saklandım. Dolmuş bir çift minik göz, hatrımda gezindikçe ömrümün sonuna dek bu ıstırabın beynimi kemireceğine inandım. Affedilmek için bir uzvumu kesip oracıkta bırakabilirdim.

Benzer İçerikler

Şu Acayip Uzay

yakutlu

Çilekli Dondurma

yakutlu

Osmanlı Tarihi 8 – Osmanlı Devleti’nin Yıkılış Dönemi | Zehra Aydüz

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy