Şeker Portakalı
Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos, (1920-1984) Rio de Janeiro yakınlarında, Bangu kasabasında doğdu. Çok yoksul bir ailenin on bir çocuğundan biriydi. Okumayı kendi başına söktü. Dokuz yaşındayken Potengi ırmağında yüzmeyi öğrendi. Hep, ileride bir gün yüzme şampiyonu olmanın hayallerini kurdu. İki yıl süren tıp öğrenimini yarıda bırakıp elinde bavuluyla eski bir şilebe atlayıp Rio de Janeiro’ya döndü. İlk işi tüysiklet boks antrenörlüğü oldu. Karşılaşma başına kazandığı pek az bir parayla açlıkla tokluk arasında bir hayat sürdü. Muz taşıyıcılığından, gece kulübü garsonluğuna kadar çeşitli işlerde çalıştı. Yaşadığı değişik çevrelerde edindiği gözlemler, tanıdığı değişik insanlar, onun yazarlığında çok etkili oldu. Ama 1968 yılında yazdığı Şeker Portakalı, onu ülkesinin en ünlü yazarlarından biri yaptı. Bu romanını on iki günde yazdığını açıklayan yazar, ‘Ama onu yirmi yıldan fazla taşıdım yüreğimde,’ der. Bu kitabın başkahramanı kücük Zezé‘nin serüvenleri, o büyüdükçe, Güneşi Uyandıralım ve Delifişek adlı romanlarında devam ediyor.
***
José Mauro de Vasconcelos, 26 Şubat l920’de, Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu’da doğdu. Yarı Kızılderili, yarı Portekizli yoksul bir ailenin on bir çocuğundan biriydi. Ailenin yoksulluğu nedeniyle, çocukluğunu Brezilya’nın kuzeydoğusundaki Natal kentinde, akrabalarının yanında geçirdi ve okumayı tek başına öğrendi. Resim, hukuk ve felsefe alanında öğrenim görmek istediyse de vazgeçti. Natal’da iki yıl tıp eğitimi aldı. Çeşitli işlerde çalıştı. Boks antrenörlüğü, muz taşıyıcılığı. gece kulübünde garsonluk, ırgatlık, balıkçılık yaptı. Bir süre Kızılderililer arasında yaşadı. 1942 yılında yazdığı ilk romanı Yaban Muzu’yla (Can Yayınları, 1984) eşine az rastlanır anlatıcılık yeteneğini ortaya koydu. Ardından Şeker Portakalı (Can Yayınları, 1983), Güneşi Uyandıralım (Can Yayınları, 1983), Kayığım Rosinha (Can Yayınları, 1983), Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz (Can Yayınları, 1985), Delifişek (Can Yayınları, 1993), Çıplak Sokak (Can Yayınları, 1994) gibi romanlarıyla ünü Brezilya sınırlarını aştı. Bugün yapıtları birçok ülkede büyük ilgiyle okunan yazar, 24 Temmuz 1984’te Sao Paulo’da öldü.
Aydın Emeç, gazeteci-yazar, yayıncı ve çevirmen olarak Türk kültür hayatına önemli katkılarda bulundu. 1968’de Cengiz Tuncer’le birlikte kurduğu E Yayınları’nda günceli yakalayan ve geleneksel yayın anlayışını aşan çalışmalar gerçekleştirdi. Daha sonra Hür Yayın’ı yönetti ve 1982-1986 yılları arasında, Cumhuriyet gazetesi, kültür servisi şefliği yaptı. Mihail Bulgakov, Ilya Ehrenburg, Nikos Kazancakis, Italo Calvino, Milan Kundera ve Vasconcelos gibi birçok büyük yazarın önemli yapıtlarını dilimize kazandıran Emeç, 24 Nisan 1986’da yaşamını yitirdi.
……
BİRİNCİ BÖLÜM
Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü
Nesneleri keşfederken
El ele, acele etmeden sokakta yürüyorduk Totoca bana hayatı öğretiyordu. Ben de, ağabeyim elimden tuttuğu ve bana birtakım şeyler öğrettiği için durumumdan hoşnuttum. Nesneleri bana evin dışında öğretiyordu. Çünkü ben evde keşiflerimi tek başıma yaparak kendi kendimi eğitirken; yalnız olduğum için, yanılıyordum. Yanılınca da eninde sonunda hep dayak yiyordum. Önceleri kimse beni dövmezdi. Ama sonra her şeyi öğrendiler ve zamanlarını, benim bir şeytan, bir baş belası, lanet olasıca bir sokak kedisi olduğumu söyleyerek geçirmeye koyuldular. Buna aldırdığım yoktu. Sokakta olmasam şarkı bile söylemeye başlardım. Şarkı söylemek güzel şey. Totoca, şarkıdan başka bir şey daha biliyordu: ıslık çalmayı! Amu ben ne kadar uğraşırsam uğraşayım, ağzımdan ses çıkmıyordu. Totoca ıslığın tıpkı böyle çalındığını, ama şirmdilik bir ıslıkçı ağzına sahip olmadığımı söyleyerek beni yüreklendirdi. Yüksek sesle şarkı söyleyemediğim için, şarkıları içimden söylüyordum. Garipti ama, çok da hoş olabiliyordu. Pek küçükken annemin söylediği bir şarkıyı hatırlıyordum. Güneşten korunmak için başına sardığı bir atkıyla çamaşır teknesinin başındaydı. Beline bir önlük bağlamıştı ve orada saatler boyu, elleri suyun içinde, sabundan bol bol yaptığı köpüklerle oynar dururdu. Sonra çamaşırı sıkar, ipe kadar taşırdı. Bambulara bağlı olan ipe bütün çamaşırları asardı. Evin giderlerine yardım etmek için Dr. Faulhaber ailesinin çamaşırlarını yıkıyordu. Annem uzun boyluydu, zayıftı, ama çok güzeldi. Yanık nefis bir teni, siyah dümdüz saçları vardı. Çözüp koyverdiği zaman bu saçlar beline kadaar inerdi. Şarkı söylemesi de çok güzeldi, öğrenmek için yanından ayrılmazdım.
Ey denizcim, denizcim
Senin için ah ederim,
Senin için, denizcim
Yarın ölür giderim…
Çok kabarmıştı deniz
Kumda koşuyordu dalgalar
Yola çıktı denizcim
Çok sevdiğim denizcim…
Yazık, denizci aşkı
Yarım saati geçmez
Gemi demir aldı
Denizcim uzaklaştı…
Çok kabarmıştı deniz…
O an bile bu şarkı, nedenini anlamadığım bir hüzünle doldururdu içimi.
Totoca bana bir dirsek attı. Ayıldım.
“Nen var Zezé?”
“Hiç. Şarkı söylüyordum.”
“Şarkı mı söylüyordun?”
“Evet.”
“Öyleyse ben sağır olmalıyım.”
İnsanın içinden de şarkı söyleyebildiğini bilmiyor muydu yoksa? Bir şey demedim. Bilmiyorsa bunu ona öğretmeyecektim.
Rio-São Paulo yolunun kıyısına varmıştık. Yoldan her şey geçiyordu: kamyonlar, otomobiller, at arabaları, bisikletler.
“Dikkat, Zezé! Bu diyeceğim çok önemli: Önce sağına, soluna bakacaksın. Sonra, haydi!”
Yolu koşarak geçtik.
“Korktun mu?”
Elbette korkmuştum, ama başımı hayır anlamında salladım.
“Bir kere daha birlikte karşıya geçeceğiz. Sonra öğrenip öğrenmediğine bakacağım.”
Yeniden karşıya geçtik.
“Şimdi aynı şeyi tek başına yap bakalım.”
Yüreğim daha hızlı çarptı.
“Sırasıdır, koş!” dedi ağabeyim.
Hemen hemen soluk almadan atıldım. Geçtiğim yerde biraz bekledim. Sonra bana geri dönme işaretini verdi.
“İlk sefer için çok iyiydi. Ama bir şey unuttun,” dedi. “Araba gelip gelmediğini anlamak için iki yana da bakmalısın. Sana işaret vermek için her zaman burada olmayacağım. Dönüşte yine aynı şeye çalışırız. Şimdi yolumuza gidelim, sana bir şey göstermek istiyorum.”
Elimi tuttu ve sakin sakin yolumuza devam ettik. Bir konuşma sırasında duyduklarım kafamı kurcalıyordu.
“Totoca!” dedim.
“Ne var?”
“Ergenlik çağı hissedilir mi?”
“Bu saçmalık da neyin nesi?”
“Edmundo Dayı söyledi. Yaşıma göre ‘gelişmiş’ olduğumu, yakında olgunluk çağına gireceğimi anlattı. Ama ben kendimde bir fark göremiyorum ”
“Edmundo Dayı budalanın teki. Kafana abuk sabuk şeyler doldurmakla geçiriyor bütün vaktini.”
“Budala değil o. Edmundo Dayı bir bilgin. Büyüdüğüm zaman bilgin ve şair olmak, kelebek boyunbağı takmak istiyorum. Kelebek boyunbağımla resim çektireceğim.”
“Neden kelebek boyunbağı?”
“Çünkü insan kelebek boyunbağı olmadan şair olamaz. Edmundo Dayı bana dergilerdeki şair resimlerini gösterdi, hepsinin kelebek boyunbağı var.”
“Zezé, onun her söylediğine inanmaktan vazgeç. Edmundo Dayı kafadan çatlağın biri; biraz da yalancı.”
“Öyleyse, boktan herifin biri.”
“Dinle! Sövdüğün için çok tokat yedin. Edmundo Dayı öylesi değil. Kafadan çatlak dedim yalnızca. Yani yarı deli.”
“Yalancı olduğunu da söyledin.”
“Bu da başka bir şey.”
“Değil. Gcçen gün babam, Bay Severino’yla konuşuyordu, birlikte escopa ve dört kollu iskambil oynadıkları adamla. Bay Labonne’nin sözü geçince babam şöyle dedi: ‘O moruk, boktan herifin biri, pis yalancının tekidir.’ Böyle dediği için kimse babama
Başkaldıran Bedenler – Berfu Şeker – Online Kitap Oku(Yeni sekmede açılır)
Asıl Adı Atiye (Özel Baskı Özel Fiyat)(Yeni sekmede açılır)
Ay Çöreği – Zeynep Sahra Online Kitap Oku(Yeni sekmede açılır)