Senin Hakkında Yedi Şey Düşündüm | Nermin Berrak Yurdakul


Bu kitabın baş kahramanı daima korku ve kaygı içinde yaşayan, hata yapıp durmaktan yorulmuş, zihninin içinde sürekli konuşan sesin esiri olmuş, kendine tapmak ve kendinden nefret etmek arasında gidip gelen bir insan. Bu kitabın baş kahramanı sizsiniz.
Bilge büyücü Mama Nono, kahramanımıza şöyle diyor:
“Kendini çok bilgili, kültürlü, incelikli ve zarif buluyorsun. Peki bütün bunlar anlamlı bir yaşam sürdürmen için yeterli mi? Edindiğin bunca fiyakalı fikir, zihnini değiştirebildi mi? Eğer öyleyse neden hayatın –günlük varoluşun– eziyet dolu, her an kargaşa ve kaos içinde? Arada tek tük neşeli, mutlu anların var, ama bunların dışında yaşamına neredeyse her zaman bir karabulut hâkim.”
Yedi yılda bir defa ve yalnızca yedi kişi için kapılarını açan gizemli bir manastırdan bir davetiye alsaydınız ne yapardınız?
Mama Nono’nun peşine takılın ve balta girmemiş bir ormanda, tehlikelerle dolu bir maceraya sürüklenin. Kendinizi hatırlamayı ve kendinizi izlemeyi öğrenerek zihninizi eğiteceğiniz bu yolculukta bir pigmeden:

• Gerçek bir insan olmanın yedi şartını
• Zihin gücünüzle bedeninizi ısıtmayı
• Yürüyüş meditasyonu yapmayı
ve bir prensten:
• Başka Türlülük Kanunu’nun nasıl işlediğini
• İçsel baş düşmanınızı ve içsel hayvanınızı nasıl bulacağınızı
• Zihinsel ve fiziksel acılarla baş etme yöntemlerini
• Rüyada uyanabilmenin yollarını öğreneceksiniz.

İÇİNDEKİLER

I. BÖLÜM / Beni Gözbebeğin Gibi Koru
1. Teselli Arıyorsan, Bulamayacaksın …………………………. 11
2. Bambu Çubuğuna Sıkışmış Bir Yılan ……………………… 23
3. Size Delilik Gibi Gelecek Ama Yola Çıkıyoruz ……….. 65
4. Yabani, Cesur ve Lezzetli ……………………………………….. 77
5. Fakat Pek Talihin de Yok ………………………………………… 89
6. Senin Hakkında Yedi Şey Düşündüm
(Birini Söyleyeceğim) ………………………………………………… 117
7. Kendini Hatırla/Kendini İzle …………………………………. 131
8. Geceleri Tütenler …………………………………………………… 138
9. Filin Ayak İzi …………………………………………………………. 147
II. BÖLÜM / Başka Türlülük Kanunu
10. Kılıçsız Savaşçı, İşsiz Samuray ……………………………… 169
11. Kalbimi Bir Ağaca Astım ……………………………………… 188
12. Biri Ölüme, Diğeri Hiçbir Yere …………………………….. 201
13. Yolun İki Yanında da Ben Varım ………………………….. 218
14. Her Şey Kendi Sonuna Meyillidir …………………………. 233
15. Ben Bir Kılıç Doğurdum ………………………………………. 258
KAYNAKÇA ………………………………………………………………….. 269

“Bu hayali şeklim
Hayali varlıklara göründü
Onlara hayali aydınlanmaya giden
Hayali yolu göstermek için.”


Gautama Buddha, Bhadrakalpa Sutra

I. BÖLÜM / Beni Gözbebeğin Gibi Koru

1. Teselli Arıyorsan, Bulamayacaksın

En zor olan ilk cümledir. Kaderimi belirleyecek gizli olayların yaklaştığını bilmeden uyandığım o günü anlatmaya nereden başlamalı? Olağanüstü hiçbir şey yoktu. Şafak sökerken kalktım, kendime koyu bir kahve yaptım ve yeni romanımın üzerinde çalışmak için masamın başına geçtim. İçimde yine nedensiz bir sızı, incecik bir hüzün vardı. Yazmaya başladığımdan beri yüreğimi karamsarlığa kolayca kaptırır olmuştum. Bu halimi pek de yadırgamıyordum. Bir kitabın giriş bölümünü yazarken genellikle her türlü kasvetli duygunun hücumuna uğrardım. Tam işe koyulacakken, evin giriş kapısı tarafından tuhaf bir tıkırtı duyarak irkildim. Hemen ardından şüphe uyandıran bazı küçük sesler daha işittim.

Doğrulup kalktım, o tarafa yürüdüm. Kapıyla aramda birkaç adım mesafe kalmıştı ki altından bir kâğıt parçasının itildiğini gördüm. Uzanıp kâğıdı kapıverdim, ama nedense o sırada kapıyı hızla açıp bu işi kimin yaptığına bakmak hiç aklıma gelmedi. Buna daha sonra çok hayıflanacaktım. Açık mavi bir kâğıt üzerine birkaç ton daha koyu mavi kalem kullanarak, itinasız (her tarafında mürekkep lekeleri vardı) ve kargacık burgacık bir elyazısıyla karalanmış, bir acayip davetiyeydi. Yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuğun elinden çıkmış gibi duruyordu. Aynen şöyle diyordu:

Hepsi buydu. Kâğıdı elimde evirip çevirdim, şaşkınlık içinde inceledim. Kimin tarafından ve kime hitaben yazıldığı katiyen belirtilmemişti. Başa dönüp birkaç defa daha okudum. Hiçbir anlam veremediğim ve pek de kibar olmayan bu saçma sapan davetiyeyi kapımın altından apartmanımda oturan çocuklar atmış olmalıydı. Evet, muhakkak durum böyleydi. Çocuklar kafa kafaya vermiş, eğlenmek için böyle bir oyun bulmuşlardı. Aynı davetiyeyi her daireye bırakıp, kaçmışlardı. Şu anda halimizi düşünüp kahkahalarla gülüyor olmalıydılar. Bu süslü cümleleri de filmlerden, kitaplardan falan araklamışlardı herhalde. Kâğıdı avucumun içinde buruşturup yuvarladım ve sert bir bilek hareketiyle mutfaktaki çöp kutusuna yolladım.

Tam isabet! Artık bu tatsız şakayı unutup, romanımın başına dönmeye hazırdım. Uzun bir müddet boş sayfaya öylece baktım. Kafamı toparlayamadığımı kabullenince pes ettim, kalkıp kendime bir kahve daha yaptım. Kendimi davetiyeyi düşünmekten alıkoyamıyordum. Hakikaten çocukların elinden mi çıkmıştı? Eğer öyleyse, gerçekten zengin bir hayal gücüne sahiplerdi besbelli. Keratalar, Mavi Manastır’ı falan nereden bulup da uydurmuşlardı! Şimdiki çocuklar hakikaten bir başkaydı! Evin içinde bir süre amaçsızca gezindim. Salonda duran bir kitabı karıştırdım, bütün dikkatimi toplayıp iki sayfa okumayı başardım. Kısa bir süre için kendimi çok aklı başında hissettim. Oysa aklım çoktan başımdan gitmişti ve her ne kadar başka şeyler düşünmeye çalışsam da nihai hedefim belli olmuştu: Kâğıdı çöpten çıkarmak! Kendimi daha fazla zapt edemedim, koşar adımlarla mutfağa gittim. Büyük bir telaşla kâğıdı alıp hızla açtım ve tekrar (bu defa nedense yüksek sesle) okudum.

Hayır, bu satırları bir çocuk yazmış olamazdı! Elbette makul bir açıklama vardı, yalnızca ben bulamıyordum. Bu tuhaf davetiyeye bir türlü akıl sır erdiremiyordum. Bir gayret silkinip, düşüncelerimden uzaklaştım. Vakit epey ilerlemiş, öğlen yemeği saati gelmişti. Kendime bir sofra kurup oturdum. Yemek boyunca zihnim davetiyeyle öylesine meşguldü ki, ne yediğimin farkına bile varmadım (çorba, salata ve sebzeli makarna). Derken yine bir ses duyar gibi oldum. Bu defa içeriden, salondan gelmişti. Hemen ardından olağandışı bir sessizlik oldu. Sanki yeryüzündeki her şey sözleşmiş gibi aynı anda susmuş, nefesini tutmuştu. Tarif edilmesi zor bir sessizlikti bu. Dingin, bereketli, ılık ve huzur veren bir sessizlik… Dondum kaldım. Belki korkmalıydım, ama nedense yüreğime bir sevinç dalgası yayılmıştı. Onun orada olduğuna dair bir önseziye kapıldım. Salondan mutfağa doğru büyülü bir koku dağıldı, iç huzurunun bir kokusu olsa bu olurdu diye düşündüm.

Aniden heyecanlandım ve yıldırım gibi ayağa fırladım! Böyle sessiz sedasız gelebilen ve kapıyı çalmadan içeri girebilen bir tek kişi tanıyordum: Mama Nono. Gelen sahiden o muydu? Yüreğim gümbür gümbür çarparak salona koştum. İşte orada, kanepede oturuyor, beline kadar uzayan bembeyaz saçları, her zamanki uzun, siyah elbisesiyle karşımda duruyordu! Geçen yıllar sanki onu daha da gençleştirmişti. İlerleyen yaşına rağmen (ona hiçbir zaman yaşını sormadığımı yeni fark ediyordum, belki altmış) yüzündeki kırışıklıklar yok denecek kadar azdı. Cildi ışıl ışıl parlıyordu. “Mama Nono!” diye haykırdım. “Yaşasın! Ne güzel bir sürpriz!” Sevinçten çıldıracak gibi olmuştum. Gülümsedi, ayağa kalktı. Sevinç içinde kollarına atılıp, sımsıkı sarıldım. Onun böyle apansız gelişinin bedelini ağır ödeyecektim, ama henüz bu gerçek, geleceğin kuytularında saklıydı.

Heyecan içinde, soluk almadan konuşmaya başladım: “Ah, seni ne kadar özlediğimi bir bilsen! Üstelik böyle bir günde seni karşımda buluyorum ha! Şansıma bak! Dinle, bu sabah çok tuhaf bir hadise oldu. Sana bütün ayrıntılarıyla anlatacağım. Dur, anlatarak olmaz, en iyisi kâğıdı getireyim de sen kendin gör.” “Sakin ol!” dedi, bir el hareketiyle beni susturdu. “Aldığın davetten haberim var. Bu yüzden geldim.” Hayretten ağzım açık kalmıştı. “Sahi mi?” diye sordum, kekeleyerek. “O davetiye gerçek mi? Hakikaten bana mı gönderilmiş? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Yani sen…” derken bir gümbürtü koptu.

Tam dönüp arkama baktığım sırada tavandaki güzelim avize (kristaldi, rahmetli anneannemin hediyesiydi) büyük bir şangırtıyla salonun ortasındaki sehpanın üzerine inip, bin parçaya ayrıldı. Ben donakalmış, hiç kıpırdayamaz olmuştum. Taş kesilmemin nedeni avize değildi – hayır! Gördüğüm manzara karşısında dilim tutulmuştu. Sehpanın üzerinde bir maymun duruyor, bana meydan okurcasına dik dik bakıyordu. İri bir kedi büyüklüğündeydi, maviydi (evet, doğru işittiniz, basbayağı çivit mavisiydi) ve avizeyi indiren belli ki oydu. Geriye sıçradım, “Bu da neyin nesi?” diye haykırdım. “Kapuçino!” diye sert bir şekilde seslendi Mama Nono. “Uslu duracağına söz vermiştin!” Kapuçino (belli ki maymunun adı buydu) bakışlarını yere indirdi, suçlu suçlu yürüyüp Mama Nono’ya yanaştı ve küçülüp, kadının kolunun altına sokuldu.

Saklandığı yerden bana tehditkâr bakışlar atmaya devam ediyordu. “Bu şekilde tanışmanızı tercih etmezdim” dedi Mama Nono. “Avizen için üzgünüm. Kapuçino sana bunu muhakkak bir şekilde telafi edecektir. Hadi Kapuçino, git ve Berrak’tan özür dile!” “Hiç gerek yok” dedim. “Gerçekten!” Fakat sesim ağlamaklı çıktığı için sözlerim pek inandırıcı olmamıştı. Kapuçino bana isteksizce yaklaşıp, yavaşça elimi sıktı. Birkaç saniye öyle durduktan sonra fırlayıp Mama Nono’nun yanına döndü. Benden hiç hoşlanmadığı belliydi. Eh, benim de ona bayıldığım söylenemezdi. Bunca yıl sonra Mama Nono’yu karşımda bulmuşken, aklımdan onunla konuşmak istediğim binlerce şey geçerken, ona sormak istediğim bir yığın soru zihnime üşüşmüşken bir maymunla uğraştığımıza inanamıyordum. Üstelik mavi bir maymun! “Gerçek rengi mavi değil tabii” dedi Mama Nono, zihnimi okumuş gibi. (Belki de okumuştu. Ondan her şey beklenir.) “Beyaz başlı kapuçin türü bir maymun. Ona kapuçin olduğunu söylediğim gün kendine Kapuçino adını verdi. Zaten kahveyi de çok sever.” Sahte bir sırıtışla “Hımmm, ne şeker!” dedim. İşin doğrusu kapuçino veya espressonun artık hangisiyse hikâyesi umurumda bile değildi.

Tek istediğim, davetiye meselesinin bir an evvel açıklığa kavuşmasıydı. Ne yazık ki maymun konusu kapanmadı. “Önce egzotik hayvan tüccarlarının eline düşmüş” dedi Mama Nono. “Çok eziyet çekmiş.” “Vah vah!” dedim, ama katiyen dinlemiyordum. Zihnim yalnızca ve bütünüyle davetiye konusunun emrindeydi. Zaten hayvanın da bir baş belası olduğu apaçık ortadaydı. Hayat hikâyesi zerre kadar umurumda değildi. “Hastalıklara iyi geldiğine inandıkları için kulaklarını ve dilini almayı düşünmüşler.” “Ya! Demek öyle…” dedim. Bu sırada aklımdan şu geçiyordu: Madem gerçek bir davetiye, neden bu kadar özensiz ve çirkin hazırlanmış? “Neyse ki tüccarlar Kapuçino’nun bir yerini kesmeden evvel birisi yüksek bir ücret ödeyerek onu satın almış.” “Hımmm… Ne iyi olmuş.” Mama Nono buraya davetiye yüzünden geldiğini söyledi. Demek ki konu gerçekten çok mühim.

“Maalesef Kapuçino’yu alan kişi onu laboratuvarında denek olarak kullanmış. Üzerinde birçok ilaç test etmişler.” “Ya, demek öyle!” Peki, ama kim? Beni çağıran kim? “İlaçlardan biri ters tepmiş ve Kapuçino’nun tüyleri çivit mavisine dönmüş.” “Mavi ha! Evet, mavi tabii.” Mavi bir manastır! Acaba öyle bir yer gerçekten var mı? “Dikkatli olmalısın: Kapuçino mavi oluşunu kabullenmekte zorluk çekiyor ve eğer onun bu durumunu yüzüne vurmaya devam edersen bir hadise çıkarabilir. Yüzüne tükürebilir, ısırabilir, saçını çekebilir veya sevdiğin eşyaları kaçırıp üzerlerine işeyebilir.” Durakladı. “Tabii bunların hepsini birden de yapabilir.” Mavi… diye düşündüm. Artık hem dinlemiyordum hem de zihnimdeki düşünce zincirinin kontrolünü tamamen yitirmiştim. Gözüm pencereye takıldı. “Gökyüzü de mavi…” diye düşündüm. “Şu camdan dışarı bir bakayım… Aa, ne kadar az bulut var. Bir… iki… üç… dört… Evet, dört bulut… Hayır! Sadece üç tane var! En öndeki biraz palmiye ağacına mı benziyor? Arkasından gelen de resmen bir ördek! Pes!” “Bilhassa yemek saatlerinde onun keyfini kaçıran laflar etmemeye özen göstermelisin, çünkü o zamanlarda çok sinirli olur. Mesela şimdi öğlen yemeği vakti geliyor ve Kapuçino asabileşmeye başladı. Ona yiyecek bir şeyler hazırlayabilir miyiz?” Bomboş gözlerle baktım ve “Mavi…” diye mırıldandım, çünkü hâlâ gökyüzünü düşünüyordum. Bir de üstüne yüksek sesle onayladım: “Evet, mavi!”

Kapuçino mavi sözcüğünü yineleyip durduğumdan olsa gerek– bir hışımla bana döndü, Mama Nono’nun kolunun altından fırlayıp çıktı ve yüzüme atılıp, burnumu dişledi. Çığlığı basıp, maymunun kulaklarına yapıştım, fakat kendimi ondan bir türlü kurtaramıyordum. Ben bas bas bağırıp çırpınırken Mama Nono imdadıma yetişti ve hayvanı üzerimden alıverdi.

Nefes nefese kalmıştım. Elimle burnumu yokladım, maymunun dişlediği yerler kanıyordu. “Bu hayvan ne yaptığını zannediyor!” diye bağırdım hiddetle. “Seni uyarmıştım!” dedi Mama Nono. Bir yandan Kapuçino’yu okşuyor, yatıştırmaya çalışıyordu. Sanki bana saldıran o değilmiş gibi! “Ama beni dinlemedin, çünkü dikkatin bambaşka yerlerdeydi.” Maymunla göz göze geldik. Ona müthiş tehditkâr bir bakış attım. Dişlerini gösterip, hırlayarak karşılık verdi. “Hele bir dur!” diyordum içimden. “İlk fırsatta senin canına okuyacağım!” “Zihnin sürekli başka şeylerle meşgul olduğu için anlattığım hiçbir şeyi dinleyemedin” dedi Mama Nono, buz gibi bir ses tonuyla. “Dinlemek sessizlik gerektirir gizemli ve mistik bir sessizlik değil yalnızca sessizlik. Dinlemek uyanık olmayı gerektirir; zihninin rastlantısal düşüncelerin peşinde başıboş dolaşmamasını gerektirir.

Ben sana uyanık kalmayı öğrettiğimi zannediyordum ama gördüğüm kadarıyla yanılmışım. Dinlemek aktif bir dikkat gerektirir. Dikkatin nerede?” Kulaklarıma inanamıyordum. Mama Nono tanıştığımız günden beri ilk kez benimle bu kadar ters konuşuyordu. Kendi evimde vahşi bir maymunun saldırısına uğradığım yetmezmiş gibi şimdi bir de suçlu çıkıyordum ha! Bakışlarımı yere indirdim, “Yorgunum” dedim, omuzlarımı silkerek. “Yeni bir romana başladım ve çok çalışıyorum. Geceleri pek uyuyamıyorum.”

Benzer İçerikler

Antikacı | Bahadır Yenişehirlioğlu | Birazoku

yakutlu

Yıldırım Nikahı – Cathy Maxwell – Online Kitap Oku

yakutlu

Mavi Gece | K. Kübra Berk

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy