O, içimizden biri, bir kadın, bir anne, bir eş, bir sevgili…
Sera Hatun’un gerçek bir Prensese dönüşümü ve sonrası…
Dersim olayları ile buşlayan, Elazığ’da şekillenen, şehir şehir gezdikten sonra İzmir’de bir süreliğine nefes alan, sonra Almanya’dan Irak’a kadar uzanan klasik bir öykünün post modern bir sürgün hikâyesine dönüştüğü bir macera…
Toplumsal değerlerin parçaladığı aşk, sadakat ve karşılıksız sevgilere de tanık olacağınız, zaman zaman tebessüm ettirirken ama aynı zamanda da düşündüren bir dram…
Bir solukta okuyacağınız kitabın, son kelimesi bile, onu bitirdiğinize sizi ikna etmeye yetmeyecek…
***
BAŞLARKEN…
“Memleket mi, yıldızlar mı,
Gençliğim mi daha uzak? “
Kimi zaman ünlü Ozan Nazım Hikmet gibi karlı kayın ormanında geceleri yürürken, sıla hasreti ile yanıp tutuşur göğsümüzün içinde çırpınan deli yüreğimiz.
Elimizi uzatsak ulaşabileceğimiz şeyler, bazen yıldızlar kadar uzak iken, gençliğimize geri dönmek kadar da imkansızlaşıverir kimi zaman.
Evrenin sonsuzluğunda kaybolmak gibidir yaşamak… Yaşarken, sürprizlerle dolu geleceğimizin bizi nereye götüreceğini bilemeden yol alırız çoğu zaman… Hiç umulmadık bir anda müthiş güzelliklere yelken açabilen bir yaşam, ansızın çıkan bir fırtına ile bakmışsınız alabora olmuş bir tekne misali… Ve neden sonra, ıssız bir adanın sahillerine vurmuş bulursunuz kendinizi.
Bir sürgün misali oradan oraya sürüklenirken, arsız bir rüzgârın önüne takılıvermişçesine “Dur!” diyemezsiniz geçen günlerin akıveren ritmine. Belki doğal bir süreç gibi görünür gözümüze tüm bu yaşadıklarımız, belki de hazmedemeyiz bu doğal süreci içimizde. Ama nasıl olursa olsun, kimi zaman o kadar çok şey sığar ki kısacık ömürlere, destan olur… Kimi zaman da asırlar kadar uzun gelir hayat, hiçbir şey yaşayamamış sığ gönüllere…
Babamın elinden tutup, bindiğim tren kompartımanında, buğulanan camların ardında hayaller kuran, o “8- 9” yaşındaki küçücük kız oluvermeyi ne kadar arzu ederdim şimdi… O’nsuz yeniden buralara gelmek, bindiğim her tren kompartımanında onu aramak, yıldızlara ulaşmak kadar zorken, karlı kayın ormanında kaybolmak, gecenin soğuğunu, kaybolmuşluğun ıssızlığını hissetmek gibi bir şey…
Hayatımın bu noktasında, çocukluğumu yaşadığım bu topraklara yeniden dönmek, yeni yaşanmışlıkları hafızamın derinliklerine nakşetmek, hatta belki de onu bu topraklarda yazıya dökmek için buradaydım…
Sera Hatun’la tanıştığımda, rüzgârın önünde savrulanın ben olduğunu sanıyorken, beni etkileyen hayat hikâyesini dinledikten sonra, babamın anıları yüreğimde, rahmet ve minnetle onu bir kez daha yâd ederek, ruhumun derinliklerindeki sürgün hayattan ayrılıp, başka yaşanmışlıkların ardından, siz değerli okurlarımı da peşime takarak sürüklenmeye başlıyorum şimdi.
Umanm bu yolculuktan sizler de benim kadar etkilenir, bu sürgün hayatın sayfalarında dolaşırken, tanıştığınız yeni insanlarla aynı maceraları, aynı heyecanla paylaşırsınız…
KÜÇÜK DEV KADIN
Onu, Stuttgart Belediyesinin önünde küçük bir çadırın içinde tanıdım.
Avrupa toplumuna entegre olmaya çalışan insanlarımıza kültürümüzün zengin yelpazesinden bir sayfayı Ulusal Egemenlik ve Çocuk haftası etkinlikleri çerçevesinde, aralayan Hayali, beni derinden etkilemişti…
Sisli bir Stuttgart sabahında, eskinin Ramazan gecelerinin başlıca eğlencesi Hacivat ile Karagöz’ü izlemek bana da iyi gelmişti. Bir an Ramazan topunun ardından okunan ezan sesini duydum gaipten… Ailecek yenen iftar yemeklerinin o leziz kokusu geldi burnuma, iştahla yenen yemeğin ardından küçük büyük herkesin koşturarak gittiği Direklerarası’da buldum sonra kendimi.
Önce perde arkasındaki ışık yandı, nâreke zırıltısı ve tef velvelesi ile göstermelik kalktıktan sonra Hacivat Çelebi şarkı söyleyerek geldi ve “Ne olur şu dört köşe perdede bana da bir kafadar olsa ah bana bir eğlence medett amannnnnnnnnnnnnnn amannnnnnnnnnnnnnnn…” diye. *Hayali: Karagöz oynatan kişi, Karagözü çağırmaya başladı. Ve tabii ben de herkes gibi kahkahayı patlattım, tıpkı eski günlerdeki gibi…
Küçük çadırın içi çok kalabalık sayılmazdı, ama sanırım insanlar buradaki eğlencenin tadını alsa, ayakta durmaya bile yer bulamazdık. Tek tük meraklı Alman, Japon ya da Çinli diye görünüşlerinden tahmin edebildiğim uluslardan insanlar da vardı izleyiciler arasında. Meraklı gözlerle izlemişler, anlamasalar da gülmüşlerdi Hayali’nin hayat verdiği tiplerin yaptıklarına.
“Entegrasyonun 50. yıl dönümünde ne büyük bir sentez” diye düşünerek kendi kendime yorumlar yaparken; ufak tefek, minyon tipli, saçları adeta asaletin gümüş simleriyle donatılmış, ensesinde birleşen ciddi topuzu ve mağrur edasıyla bir hanımefendi belirmez mi perdenin arkasından I?… Şaşırdım… Böylesine başarılı bir gölge oyununu bir bayan sesinden dinleyip de, seslendirenin bayan olduğunu anlamamaktı sanırım beni en çok şaşırtan.
Yüzüne baktığımda her çizginin ayrı bir hikâyesinin olduğu izlenimi, koyu mavi gözlerinin buğusundaki girdapta dönen fırtınalı yaşamın dönenceleri, zaman zaman gün yüzüne çıkıyor, zaman zaman batıp kayboluyordu adeta.
Bu küçük dev kadın, bu haliyle daha da çok merak uyandırdı üzerimde. Zaman içinde, içimde beliren bu tanıma isteğinin neden bu kadar baskın olduğunu da anlayacaktım.
Gölge oyununun ardından dağılan insanlar, bir anda boşalan çadırın sıcak havasını da sürükleyip götürmüştü sanki. Yavaş yavaş toparlanmaya başlayan küçük dev kadının yanına sokulup söylediğim küçük bir „ Merhaba! ,,yla başladı her şey.
Böylece Prensesin serüvenindeki yolculuğum da başlamış oldu. Kiminin yazılanı yaşamak, kiminin kader, kiminin alın yazısı dediği tesadüf, saati vurunca vukuu bulandır. Tıpkı „Sera Hatun von Prinzessin „ (Prenses) kimliğini de tesadüfen öğrendiğim gibi.
Aranan bir seri katil, adi bir suçlu değilse, namus problemi yoksa bir insan kaçar mı hiç kendi kimliğinden? Bazen, hayat da meğer bu zalim duyguyu yaşatıyormuş insana… Tıpkı Sera Hatun’un kimliğini saklamaya çalışmasının ardında yatanlar gibi…
Küçük ahşap sandığını doldurmaya yardım ederken ısınmaya başladı sanki yeniden çadırın içi. Ama Karagözle Hacivat’ın kulaklarda çınlayan o şen şakrak sesi gitmiş, yerini melankolik bir ses tonu almıştı bir anda. Ağır ağır, tane tane konuşuyordu, kelimeleri cımbızla seçercesine ama bir o kadar da düzgün İstanbul ağzı Türkçesiyle. Kendi kendine:
„Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki, ölmeden evvel ölür kişi.”
En sevdiğim şairdir Yahya Kemal. „Doğru sözcüğü bulmak aylar sürse de madenden elmas çıkarır gibi uğraşmak gerekir. ” der. Şiir duygusunu dil biçimine getirmek…” Duygunun dil haline gelmesi… Yahya Kemal’in sırrı burada olsa gerek; dili duygudan ayrı tutmaması, dil uğruna duyguyu, duygu uğruna dili feda etmemesinde…” diye düşünürken Sera Hatun ağzının içinde mırıldanırcasına konuşmaya devam ediyordu. “Sen iyi bir kıza benziyorsun. Gel şöyle yanıma” Anlatacağı çok şey vardı; okunuyordu gözlerinden, yüzünden… Sonra durdu buğulu bakan gözleri derinlere daldı, gözleri doldu. Düşündü, eğer Hülya’yı tanımasaydı, evlat ve torun sevgisini onunla bastıramasaydı neler olabilirdi hayatında. Sanki yeniden bir buhranı yaşar gibi o kara günde buldu kendini…
Sera Hatun, kendini, hapsettiği küçücük bir odada, bomboş gözlerle etrafı seyrederken buldu birden. Müllhaus’tan aldığı elbise dolabındaki kenarları altın işlemeli boy aynasının karşısına geçmişti. Yorgunluktan çöken omuzlarının üzerinden, arkasında açık duran pencereye kaydı gözleri. Camın önünde duran bodur ağacın yaprakları rüzgârda hışırdarken, çocukluğunda eteklerini dallarındaki fıstıklarla doldurup koşarken her birinin yerlere savrulduğu, fıstıklar geldi aklına. Keşke orda, çocukluğunda olsaydı şimdi. Zaman tünelinden geçip o yıllara dönebilseydi. Dedesi, kollarını açıp o eski kulübenin önünde yine onu bekleseydi. Sonra gözleri, pencerenin kenarında asılı duran eski kalın kadife perdeye ilişti… Sonra tekrar aynadaydı silueti…
Kendine inanamıyordu… Yüzüne köklerini salan o derin izlerde payı olan o zorlu, eziyet dolu yılları bile özlemiş olmasına bir anlam verememişti… Neden bilinmez, gözleri dışarıdaki o ağaca kaydı tekrar; bir de ne görsün?!… Rahmetli dedesi, kollarını açmış „Gel kızım!” diyordu. Ani bir hamleyle dönüp pencereye doğru bilinçsizce yürümeye başladı, dedesine doğru… Dilinde yine Yahya Kemal’ in dizeleri
„ Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar, bu limandan…”
Gözü karaydı. Yaşadıklarını taşıyamamamanın ağır yükü omuzlarında, hayatına son vermek, kaçınılmaz sonu daha fazla eziyet çekmeden yaşamak ve uzun yorucu bir hayat hikâyesini noktalamaktı şimdi amacı. Herkesten uzak, bir başına…
“Sevilmeyi özledim… Huzur dolu, kendimi güvende hissettiğim sıcacık bir kucağa nicedir hasretim dede! dedi. Birden içi sıcacık güneş ışınlarıyla aydınlanmıştı sanki. Düşündü yine o meşhur Yahya Kemal dizelerini:
“Birçok gidenin herbiri memnun ki yerinden.
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden”
O anda, biri omzuna dokundu, arkasını döndü bir ayçiçeği tarlası serildi önüne. Geceden boynu bükük bekleyen ayçiçekleri, sabahın ilk ışıklarıyla gülümseyerek güneşe dönüyorlardı. “Dur bakayım!” dedi, ayçiçekleri insan siluetine dönüşüyordu sanki. Yaşlılık işte, gözleri de iyi seçemiyor derken kızı da kafasını kaldırdı güneşe doğru, derken ortanca oğlu ve son olarak en küçük oğlu kaldırdı kafasını. İçinde bulunduğu o loş oda güneşten mi, çocuklarının sıcaklığından mı bilinmez aydınlandı, ısındı birden. Başını pencereye çevirdi, dedesine çocuklarını gösterebilmek ümidi ile birde baktı ki çoktan gitmiş. Çocuklarına döndüğünde, o da ne, onlarda kaybolmuşlardı…
Pirinç başlıklı karyolanın, eski ama temiz beyaz çarşafının üzerine yığılırcasına oturuvermişti. Hayat ve ölüm arasındaki yol ayrımında yine yalnız başına kalmıştı işte. Peki şimdi ne yapmalıydı?…
İlk defa kendi kendisiyle hesaplaşıyordu bu denli ciddi. Hayat sahnesinin bilmem kaçıncı perdesinde dram mı, trajedi mi olduğuna henüz karar veremediği bir oyunun içinde gibiydi. Bir yanı “kapat şu perdeyi son bulsun bu trajedi artık”, diğer yanı “herkes bir dramı yaşar ama perdeyi kapatmak çözüm değil” diyordu. Okyanustaki med-cezir yüreğine yerleşmişti sanki. Dev dalgalar kabararak sahili döverken, içinde kopan fırtınalar hiç durmadan Sera Hatun’u oradan oraya savuruyordu. Tıpkı altmış küsur yıldır hayatın ona yazdığı senaryoda üstlendiği rol gibi, savruluyordu…
Kendini tanıyamaz olmuştu. Artık, kendisi değildi. Çocukluk yıllarının kabına sığamaz, deli dolu, meraklı küçük kızı gitmişti artık. 1938 Dersim İsyanı’nın ardından sürülen insanlarla birlikte yerleştiği köyde yeni bir sayfa açtığını sanmıştı hayatına. Oysa bu sürgün hayatının yıllarca hiç bitip tükenmek bilmeyeceğini nereden bilecekti. Bugün devam etmekte olan bu mahkemede, sınır dışı edilmeye çalışıldığı bu ülkede, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bir kez daha anlıyordu. Ne ölmeye cesareti vardı, ne de yaşamaya… Ama hayat tüm bunalımlarına rağmen akıp gidiyordu…
Olmamıştı, mücadeleci kimliği ile örtüşmemişti intihar isteği. Bu bunalımı da bir çokları gibi atlatacaktı… Camı kaparken bir çıkış yolu daha olmalı diye düşünmüştü…
Çok yorgundu. Konuşacak, anlatacak gücü yoktu. Benim meraklı sorularıma verecek cevapları elbette vardı. Ama o, elime, tahta sandığın kenarına iliştirilmiş dışı siyah, sayfalarının kenarı altın yaldızla kaplı, orta boy ama kalınca iki ciltlik defter ve bir çap kâğıt tutuşturdu.
“Al bunları evladım, sen kıymet bilir, halden anlar birine benziyorsun. Biliyor musun, tıpkı kızıma benziyorsun… Ela gözlerdeki bu bakışları çok iyi bilirim… Al, tüm sorularının cevabı merak ettiklerin, burada …” dedi. Tahta sandığı kapattı. Bana öyle bir sarıldı ki, bağrı yanık, özlem dolu bir annenin yüreğindeki çığlık, kimsenin duymadığı bir boyutta işledi yüreğime.
,,Sürç-i lisan ettikse affola…”
KARA KAPLI DEFTERDEN;
Soramadığım soruların cevaplarıyla dolu, 60 belki 65 yıllık bir hayatın penceresinden içeri bakmak üzere perdeyi hafifçe araladım önce. Pencereyi açmaya cesaret edemedim birden, ürperdim. Hiç bilmediğim bir hayata, pupa yelken ilerlerken, kaptanın seyir defterini okumaya başlıyordum işte.
Bir fincan çay alarak oturduğum koltukta, okuduğum her sayfayla, fırtınada sürüklenen bir teknede kaybolmuşçasına savrulduğum açık denizde, sanki oradan oraya sürüklenen benmişçesine çırpınıyordum şimdi. Saat gece yarısını çoktan geçmiş, bense hala aynı koltukta, önümde bir fincan soğumuş çay, okumaya devam ediyordum. Son sayfayı da okuyup bitirdikten sonra “Tüm bu yaşanmışlıkları kalıcı kılmalıyım” diye düşündüm… Okuduklarım ve devamını izleme şansı bulduğum bir hayatın içindeydim şimdi. İstesem de istemesem de…