SERENAD- Zülfü Livaneli

Uçakta rahat eden insanlar, yeryüzünden sekiz bin metre yukarıda, boşlukta, metal bir kutunun içinde olduklarını unutup kafalarını şarabın kalitesine, yemeğin lezzetine, koltukların genişliğine takanlardır ki, hemen söyleyeyim ben de onlardan biriyim.

Frankfurt-Boston uçağının rahat koltuğunda, beyaz Porto şarabımı yudumlayarak, jet motorlarının tatlı homurtularını dinlemekteyim.

Yemek servisinden sonra uçak karanlıklara gömüldü bile. Yolcuların kimi kendilerine dağıtılmış olan lacivert çantadan çıkardıkları göz bantlarını takmış uyuyor, kimi yine aynı çantadan aldığı kalın çorapları giymiş, önündeki ekranda film izliyor. Komedi filmi izleyenler kulaklık taktıkları için kendi seslerini duymadan yüksek sesle gülüyorlar. Önümde oturan beyaz saçlı yaşlı adam ise huzursuz bacak sendromundan muzdarip olmalı ki bacaklarını sallayıp duruyor.

Yemek servisini topladıktan sonra herkesi uykuya davet etmiş olan mavi giysili, mavi kepli Alman hostesler, şimdi de güneşlikleri kapatıyorlar. Gece olmasına rağmen bunu yapmalarının nedeni, güneş doğarken yolcuların uyanmamasını sağlamak.

Kahvaltı istemeyip de uyumayı tercih ediyorsanız, koltuğunuzun baş kısmına, bu isteğinizi belirten bir işaret koymak zorundasınız. Ama nasıl olsa benim uyumaya niyetim yok.

Önümdeki dizüstü bilgisayarıma bu satırları yazmaya başladım ve bu işi Boston’a inene kadar sürdüreceğim. Şehre inmeden hikâyemi yazıp bitirmiş olmam gerekiyor.

Nedendir bilmem ama bunun şart olduğunu hissediyorum. Hikâye bitmeli, bu iş tamamlanmalı, artık anlatacak bir şey kalmamalı. Geçmişin hesapları, çekilmiş acılar, insan vahşetinin izleri gömülmeli. Carl Sagan insanların hâlâ sürüngen atalarının saldırganlığını taşıdığını söylüyordu. “Beyin sapı, yüz milyonlarca yıl önceki sürüngen atalarımızdan miras kalan ve zaman içinde evrilen saldırganlığın, ritüellerin, bölgesel ve sosyal hiyerarşinin yatağı olan organdır” diyordu.

Bence de çok yerinde bir görüş bu. Hepimiz içimizde, gizli, nazik davranışlarla üstü örtülen ama bir tehdit algıladığımız zaman hemen o keskin dişleriyle ortaya çıkan bir timsah taşıyoruz.

Hepsini anlatmalıyım. Ancak böyle bir itiraf ve tanıklıktan sonra acılar aşılabilir, hayat sadeleşebilir.

Bu sabah İstanbul-Frankfurt uçağına bindim. Frankfurt’ta uçak değiştirmek için bir kafede latte içip biraz bekledim. Sonra, her şeyini uçmaya odaklamış bu havaalanı-şehirdeki karmaşık labirentlerden geçip pasaport kontrolüne geldim. Avrupalı olmayanlar kuyruğuna girip sıramın gelmesini bekledikten sonra buz bakışlı gümrük polisine ay-yıldızlı pasaportumu uzattım. Polis oradaki her bilgiyi inceden inceye bilgisayara kaydetti.

Adı: Maya

Soyadı: Duran

Cinsiyeti: Kadın

Doğum tarihi: 21 Ocak 1965

Yaşımın 36 olduğunu hesaplamıştır herhalde.

Neyse ki pasaportlarda “Din” hanesi olmadığı için “Dini: İslam” diye yazmadı ama elinde bir Türk pasaportu tuttuğuna göre Alman polis bundan son derece emindi. Başka ne olabilirdi ki! Oysa ben içimde üç ayrı kadını daha barındırıyordum. Sadece Maya değildim; aynı zamanda Ayşe, Nadia ve Mari’ydim.

Amerika’ya da bu dört kimliğimle giriş yapacaktım. Sonra Boston Logan Havaalanı’ndan taksiye binip, Massachusetts General Hospital’a gidecektim.

Dinimi soran olmayacaktı bana. Olur da birisi merak ederse, cevabım hazırdı: Müslüman, Yahudi ve Katolik; kısacası insan.

Uçaktaki hosteslerin hepsi uzun boylu, sarışın ve güzel. Bütün Almanlarda olduğu gibi üniformaları üstlerinde kalıp gibi duruyor. Ben hayatımda Almanlar kadar, giysilerini buruşturmadan üstlerine oturtan, sürekli olarak ütücüden ya da temizleyiciden kolalanarak çıkmış gibi taşıyan insanlar görmedim. Bedenleri mi böyle, dik durdukları için mi bilmiyorum ama benim gibi giyimine özenen ve her sabah evden şık şıkırdım çıkan birinin işgünü sonunda içine düştüğü perişan, dağınık hava Almanlarda olmuyor.

Yıllar boyunca İstanbul Üniversitesi’nde yabancı konukları ağırladığım için, La Bruyère kadar olmasa da her milletle ilgili gözlemlerim vardır. Bu konularda pek yanılmam.

O düzgün hosteslerden biri boş Porto bardağımı alarak, bir tane daha isteyip istemediğimi soruyor İngilizce.

“Thank you!” diyorum ve bir tane daha istediğimi söylüyorum. Portekiz’e bir tıp kongresine gitmiş olan Filiz dönüşte bana bir şişe beyaz Porto getirdi getireli severim bu içkiyi. Pek elime geçmese de…

Aslında çok içen bir insan değilim ben. Şarabı ilk kez Ahmet tattırmıştı bana. Tadını hiç sevmemiştim ama Ahmet’i sevdiğim için bunu söylememiştim ona. Sonra da alıştım herhalde. Ah o ilk yıllar! Bir başka adam olarak tanıdığım Ahmet’in içindeki canavarın henüz uyuduğu, her zaman hayalini kurduğum gibi kadınsı inceliklere sahip ama sağlam bir erkek olduğunu düşlediğim yıllar.

Oradan oraya atlıyorsam bu Porto’nun değil yaşadığım karmaşanın etkisindendir.

Ahmet, kumral, uzun boylu, yakışıklı sayılabilecek bir erkekti. Küçük gözleri birbirine yakındı ama böyle kusurlar erkekleri kadınlar kadar çirkin göstermiyor. Boy pos ve adaleyle idare ediyorlar.

Artık kocam değil. Sekiz yıl önce boşandık

Bence de çok yerinde bir görüş bu. Hepimiz içimizde, gizli, nazik davranışlarla üstü örtülen ama bir tehdit algıladığımız zaman hemen o keskin dişleriyle ortaya çıkan bir timsah taşıyoruz.

Hepsini anlatmalıyım. Ancak böyle bir itiraf ve tanıklıktan sonra acılar aşılabilir, hayat sadeleşebilir.

Bu sabah İstanbul-Frankfurt uçağına bindim. Frankfurt’ta uçak değiştirmek için bir kafede latte içip biraz bekledim. Sonra, her şeyini uçmaya odaklamış bu havaalanı-şehirdeki karmaşık labirentlerden geçip pasaport kontrolüne geldim. Avrupalı olmayanlar kuyruğuna girip sıramın gelmesini bekledikten sonra buz bakışlı gümrük polisine ay-yıldızlı pasaportumu uzattım. Polis oradaki her bilgiyi inceden inceye bilgisayara kaydetti.

Adı: Maya

Soyadı: Duran

Cinsiyeti: Kadın

Doğum tarihi: 21 Ocak 1965

Yaşımın 36 olduğunu hesaplamıştır herhalde.

Neyse ki pasaportlarda “Din” hanesi olmadığı için “Dini: İslam” diye yazmadı ama elinde bir Türk pasaportu tuttuğuna göre Alman polis bundan son derece emindi. Başka ne olabilirdi ki! Oysa ben içimde üç ayrı kadını daha barındırıyordum. Sadece Maya değildim; aynı zamanda Ayşe, Nadia ve Mari’ydim.

Amerika’ya da bu dört kimliğimle giriş yapacaktım. Sonra Boston Logan Havaalanı’ndan taksiye binip, Massachusetts General Hospital’a gidecektim.

Dinimi soran olmayacaktı bana. Olur da birisi merak ederse, cevabım hazırdı: Müslüman, Yahudi ve Katolik; kısacası insan.

Uçaktaki hosteslerin hepsi uzun boylu, sarışın ve güzel. Bütün Almanlarda olduğu gibi üniformaları üstlerinde kalıp gibi duruyor. Ben hayatımda Almanlar kadar, giysilerini buruşturmadan üstlerine oturtan, sürekli olarak ütücüden ya da temizleyiciden kolalanarak çıkmış gibi taşıyan insanlar görmedim. Bedenleri mi böyle, dik durdukları için mi bilmiyorum ama benim gibi giyimine özenen ve her sabah evden şık şıkırdım çıkan birinin işgünü sonunda içine düştüğü perişan, dağınık hava Almanlarda olmuyor.

Yıllar boyunca İstanbul Üniversitesi’nde yabancı konukları ağırladığım için, La Bruyère kadar olmasa da her milletle ilgili gözlemlerim vardır. Bu konularda pek yanılmam.

O düzgün hosteslerden biri boş Porto bardağımı alarak, bir tane daha isteyip istemediğimi soruyor İngilizce.

Thank you!” diyorum ve bir tane daha istediğimi söylüyorum. Portekiz’e bir tıp kongresine gitmiş olan Filiz dönüşte bana bir şişe beyaz Porto getirdi getireli severim bu içkiyi. Pek elime geçmese de…

Aslında çok içen bir insan değilim ben. Şarabı ilk kez Ahmet tattırmıştı bana. Tadını hiç sevmemiştim ama Ahmet’i sevdiğim için bunu söylememiştim ona. Sonra da alıştım herhalde. Ah o ilk yıllar! Bir başka adam olarak tanıdığım Ahmet’in içindeki canavarın henüz uyuduğu, her zaman hayalini kurduğum gibi kadınsı inceliklere sahip ama sağlam bir erkek olduğunu düşlediğim yıllar.

Oradan oraya atlıyorsam bu Porto’nun değil yaşadığım karmaşanın etkisindendir.

Ahmet, kumral, uzun boylu, yakışıklı sayılabilecek bir erkekti. Küçük gözleri birbirine yakındı ama böyle kusurlar erkekleri kadınlar kadar çirkin göstermiyor. Boy pos ve adaleyle idare ediyorlar.

Artık kocam değil. Sekiz yıl önce boşandık.

Tarık adlı bir sevgilim, daha doğrusu, sevgili değil de moda deyimle bir boyfriend’im vardı ama şimdi onu da geride, İstanbul’daki anılarım arasında bıraktım. Çünkü Maya özgür olmalı, hiçbir bağla, hiçbir ilişkiyle zedelenmemeli.

Hostes, uyuyan yolcuların arasından sessizce kayarak kaliteli Porto’yu getiriyor. Bir yudum alıp gözlerimi kapıyorum. Sonra ben de lacivert çantadan kalın çorapları çıkarıp giyiyorum. Topuklu pabuçlardan kurtulmak içime ferahlık veriyor. Biliyorum, uzun uçuşta ayaklarım şişecek ve inişte o pabuçları çok zor giyeceğim ama olsun, o zahmet bu rahatlık için çekilir.

Boston’a inip Massachusetts General Hospital’a varmamla son bulacak olan ve hayatımı kökten değiştiren bu hikâye üç ay önce bir şubat günü başladı.

O gün, rektörlük binasından çıkıp arabaya bindiğimde telefonum çaldı. Arayan Tarık’tı. Ona dedim ki:

“İşim başımdan aşkın Tarık. Üniversitenin evrakı kâğıdı biter mi hiç! Basına dert anlat, rektörün konuşmalarını hazırla, haberleri tekzip et falan filan. Bunca işin gücün arasında bir de havaalanına gidip yabancı bir konuğu karşılayacağım! Yol uzun, trafik berbat, üstelik hava da kötü. Bu yağmur içimi ıslatıyor.”

Birden sustum. Gergin bir diyalog başlayabilir diye kaygılandım. Tarık’ın başı kalabalık olabilirdi, içi sıkılıyor olabilirdi.

Ama hayır, anlaşılan, tartışma başlaması gibi bir tehlike yoktu. Aslında durum daha kötüydü; ahizeden sadece “Hıı” gibi, “Yaa” gibi geçiştirme sesleri geliyordu.

Telefonun öbür ucunda ne yaptığını bilmiyordum ki. Nasıl olsa görmüyordum, bana aldırmadığını belli etmemek için uğraşması gerekmiyordu. Kim bilir aklı neredeydi! Belki de diğer eli klavyenin üzerinde, bilgisayarla uğraşıyordu.

Hiç aramasaydı daha iyiydi. Ama ben de aramasını fırsat bilip yine yakındım. Üff, bu durumda, sözlerimi bağlayıp tatsız olmayacak şekilde görüşmeyi sonlandırmam gerekmesi, ne kadar sıkıntı vericiydi.

“Biliyorsun” dedim, “İstanbul şubat ayında insanın ciğerini söker.” Yumuşak bir sesle devam ettim. “Günlerce, gecelerce yağan yağmurdan için üşür, sürekli ıslakmış gibi hissedersin. Elini sürdüğün her şey ıslaktır sanki. Hava bir poyraz olur, bir lodos. Deniz dalgalı, günler karanlık…”

“Eee” dedi Tarık, “daha ne kötülükler var hayatında?”

Telefona öfkeyle baktım.

“Hepsini söyledim! Merak etme, başka bir şey kalmadı. Sen de yardımcı olacağına bana çıkışıyorsun!”

Her şeyi söylememiştim tabii ki. Üç gün önce başlayan karın ağrılarımın bir türlü dinmediğinden, sabah üniversiteye gelirken yanıma tampon almayı unuttuğum için kendimi bir eczaneye atana kadar nasıl kâbuslar yaşadığımdan falan söz edemezdim ki.

İyi çocuktu, hoş çocuktu ama henüz o kadar yakın değildik.

“Kimmiş?”

Herhalde sessizliğin fazla uzamaması için bir şey sorma gereği duydu.

“Kim kimmiş?” diye sordum ben de.

“Yabancı konuk? Havaalanından alacaksın ya.”

Elimdeki kâğıda baktım.

“Maximilian Wagner” dedim, “Profesör Doktor yazıyor burada, Harvard’dan, adı Alman gibi ama Amerikalıymış.”

“Ne diye geliyor, konferans için mi?”

“Valla, elimde biyografisi var ama tam okumadım. Nasıl olsa havaalanına bir saatten önce ulaşamam, yolda bol bol vaktim var.”

“İyi o zaman” dedi, “sana sabırlar dilerim tatlım. Sonra görüşürüz.”

“Sen ne için aramıştın beni?”

Akşam boşsan buluşalım diyecektim.”

Tık… Kapandı telefon. Bu da aynı, diye geçirdim içimden. Bir gün dediklerimi değil, demek istediklerimi anlayacak bir erkek çıkmayacak mı karşıma! Hava kötü dediğimde sadece havadan söz etmediğimi anlamak bu kadar zor mu? İlle de, ben bu hayattan bıktım, türünde sözler mi etmeliyim? İşim çok dediğimde, bana sahip çıkacak bir erkeğe ihtiyaç duyduğumu anlayacak biri… Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz? Düpedüz, sarıl bana dedikten sonra, sarılmanın ne anlamı kalır! Olmayacak duaya âmin deme duygusunu yaşıyorum sürekli.

Bizim ufak tefek şoför Süleyman, rektörün siyah arabasını kıvrak hareketlerle otobana çıkardı. Çok şükür, adım adım ilerleme sıkıntısını aştık. Çünkü bu yolda hiç olmazsa sağda emniyet şeridi vardı; bütün siyah büyük arabalar gibi bizimki de bu yasak, bomboş şeritten gidebiliyordu.

TEM otoyolu hıncahınç doluydu, binlerce araba kilit olmuştu. Ne kalabalık şehir Allahım, diye söylendim. Nereye baksan insan kaynıyordu. Akşam uçağına yetişecek olanlar yola sabah mı çıkmalıydı?

Arada bir iki fırsatçı, bizim vızzz diye geçişimize imrenip emniyet şeridine kafasını sokmak istiyor ama sonra hemen cezadan korkup geri çekiliyordu. Fırsatçı kâfirler! Tamam, beni de şoför bu yasak şeritten götürüyordu. Ama kendi keyfime gezmiyordum ya. On beş milyon kişinin böyle üst üste istiflendiği bir şehirde, bazı ayrıcalıklar olmasa nasıl yaşanırdı?

“Niye gülüyorsun, abla?”

Bu şoför de beni mi dikizliyor ne, dedim kendi kendime. Çek o yamuk gözünü aynadan be çocuk! Önüne bak sen!

“Hiç, aklıma bir şey geldi de…”

Ne gelecekti aklıma! Sağdaki bu emniyet şeridinden gitmek konusunu düşünüyordum. Sanki rektörün arabasında olmasam ben gidebilirdim, diye aklımdan geçirirken gülümsemişim herhalde.

“Ne zaman varırız?”

“Yirmi dakikaya oradayız” diyor. “Vallaha tercihli yol olmasaydı, oohooo, gece yarısına kadar varamazdık.”

Biz hızla yaklaşırken, şeridi kapatan polisler dikilip bakıyorlardı. Gelenin azarlanacak, çek kenara deyip ceza yazılacak normal bir yurttaş mı, yoksa selam verilecek önemli bir kişi mi olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Sonra arabanın plakasının önünde cırt cırt yanıp sönen mavi ışığı görünce, bizim de seçkinler cumhuriyetinin üyelerinden olduğumuzu anlayıp selam veriyorlardı.

Yarabbi, ne cennet vatanımız vardı! Her şey ne kadar da kolaydı. Rektörün arabasında olduğun sürece tabii.

Hımmm, şu kâğıtları okuyacaktım. Hukuk profesörü, Alman, bekâr… Bekâr mı? Bu devirde bekâr profesör var mı ki?

Haa, şimdi oldu, diye mırıldandım, biyografide ilk olarak görmem gereken şeyi atlamışım. Maximilian Wagner isminin altında doğum tarihi yazıyordu. 19 Ağustos 1914. Demek ki, 87 yaşındaydı. Amma da yaşlıydı, nasıl geliyordu buralara? Herhalde karısı ölmüştür, ya da boşanmışlardır. Gerçi onların zamanında bizdeki kadar çok boşanma yoktu, insanlar birlikte yaşamak için evleniyorlardı, şimdiki gibi boşanmak için değil.

Buyur buradan yak, demek geldi içimden. Üç günüm yaşlı bir adamın ağrılarını dindirmekle, ilaçlarını vermekle geçecekti. Olmaz olası Maximilian Wagner! Bu uğursuz şubat günlerini mi bulmuştu İstanbul’a gelecek!

Soracağı soruları önceden biliyordum bu ihtiyar Batılının! Aaaa, İstanbul soğuk olur muydu böyle? Ben de çöl iklimine göre bir şeyler almıştım. Hımmm, otoyollar da mı var? Kusura bakmayın ama sizin niye başınız açık? Kadınlar üniversitede çalışabiliyor mu?

Böyle sorulara alışmıştım artık. Gelen her yabancıyla ilk karşılaşma öncesi, genellikle kendimi hazırlardım. Bu ihtiyara da, yüzümde yapmacık bir gülümsemeyle diğerlerine verdiğim cevapları verecektim: Cumhuriyet diyecektim, devrimler diyecektim, Türkiye’de kadınların seçme seçilme hakkını Avrupa’daki birçok ülkeden önce aldığını, üniversite hocalarının yüzde kırkının kadın olduğunu anlatacaktım. Bu ülkede yarım asırdan fazladır fes giyilmediğini, erkeklerin dört kadınla evlenmediğini, Türklerin Arap olmadığını, İstanbul’da çöller ve develer bulunmadığını, kışın soğuktan herkesin kıçının donduğunu ve bunlar gibi bir sürü cümleyi ardı ardına sıralayacaktım.

İçimden de basacaktım kalayı. Elinin altında onca bilgi kaynağı var be şapşal diyecektim, açıp okusana bunları, gittiğin ülkeyi öğrensene! Biz Amerika’yı hâlâ tüylü Kızılderililer ve kovboylar diyarı mı sanıyoruz? Profesör olacaksın, bir ülkeye bu kadar bilgisiz gelinir mi?

Bu arada bütün yasal haklara rağmen pek çok kadının hâlâ dayak yediği, kadın sığınmaevlerinin dolup taştığı, doğuda genç kızların aile meclisi kararıyla idam edildiği gerçeklerini saklayacaktım elbette. Çünkü bunları konuşmak milli gururuma dokunuyordu. Hem bütün bunlar gerçeğin tümü değil, sadece bir parçasıydı.

Sık sık gelen yabancı konuklara bu açıklamaları yapmak, sonra “Grand Bazaar, Blue Mosque” turları, deri ceket, elma çayı, mavi nazar boncuğu ve Türk lokumu alışverişlerine götürmek işimin en can alıcı noktasıydı. İş bulmanın kolay olmadığı bu dönemde, ister istemez bu aptalca sorulara cevaplar verilecek, yaşlı profesörlerin kur yapma girişimleri anlamazdan gelinerek başarıyla savuşturulacak, havaalanında uğurlarken kırk yıllık akraba gibi sarılıp öpmelerine ve Türklerin konukseverliği söylevlerine

katlanılacaktı…

Ne yapalım, her işin zorlukları vardı. Benimki de böyleydi. Boşandığın kocan mahkeme kararına rağmen nafaka parasını ödemezse, 14 yaşındaki oğlunun bütün sorumluluğu ve okul masrafları senin omuzlarına binerse, çok çocuklu Hollywood yıldızları gibi davranma lüksüne sahip olmuyordun elbette.

Sabahın köründe evden fırlıyorsun, o lanet işyerine gitmek için tıkış tıkış dolmuşa biniyorsun, akşam yine aynı yoldan pestil gibi evine dönüyorsun, hayata gelme amacının PlayStation oynamak olduğunu sanan oğlunun karnını doyuruyorsun ve dünyaya geç gelmiş bir dişi Sisyphos gibi her gün aynı şeyleri tekrarlayarak güç bela ayakta kalıyorsun.

Hafta sonunu bulduğunda gözlerinin altında kapkara halkalar belirmiş oluyor. Bir iki arkadaşını görüp hoşça vakit geçirmek istiyorsun, İstanbul’un yeni tapınakları olan dev alışveriş merkezlerine kapağı atıyorsun.

Hollywood’un yaptığı bir romantik komedi görmek ve sonra içine yayılan hoş duyguyu yitirmeden bir bistroda iki kadeh şarap yuvarlamak iyi geliyor. Bakıyorsun masaların çoğunda kız grupları. Kadınlarla erkekler ne zaman bu kadar ayrıştı diye düşünüyorsun. Kızlar, yalnız ve bağımsız olmanın erdemlerini sayıp döktükten sonra sürekli olarak erkeklerden konuşuyorlar.

Sözler hep aynı: Kadın soyu, yüzyılların esaretinden kurtulup kendi ayakları üstünde durmaya başlamış, bu yüzden evlilik denilen şey çökmüş, artık kadınlar daha eğitimli, daha üstünmüş, bu durum erkekleri son derece tedirgin ediyormuş, iki yüz yıl sonra erkek kalmayacakmış, kadınlar erkeklere gerek kalmadan bölünerek doğuracakmış falan filan.

Arada ben de katılıyordum çevremdeki kadınların bu konuşmalarına. Gelişmiş kadının modern dünyadaki trajedisi bu diyordum. Erkekler evleneceği kızı değil, kızlar evleneceği erkeği seçene kadar da böyle sürüp gidecekti. O mutlu günler geldiğinde kızlar bir yüzük alıp erkeğe evlenme teklifi yapacak, ailelerini “oğlan istemek” için erkek evine göndereceklerdi. Aileler gelin almayacak, damat alacaktı. Ama bu âdet herhalde en son Türkiye’ye gelecekti. Çünkü kadınlar ne kadar güçlenirse güçlensin burası “erkek” bir ülkeydi.

Ülkeleri dişi ve erkek olarak ayırırdım ben. Mesela İskandinav ülkeleri, Fransa, İtalya kadındı; Almanya, İspanya, Amerika ise erkek…

Önümdeki beyaz saçlı adam yatak haline getirdiği koltuğunda durmadan sıçrıyor. Bana bir zararı yok ama epey huzursuz biri besbelli. Benim hizamda koridorun sol tarafında oturan genç çift ise durup durup öpüşüyor. Business Class’ın koltukları tam olarak yattığı için, yatak odalarındaymış gibi görünüyorlar. Üstlerine bir battaniye çekmişler, onun altında birbirlerini kurcaladıklarına adım gibi eminim. Schopenhauer’in dediği gibi: Doğa onları türün devam etmesi için kandırmaya uğraşıyor. Aşk denilen şey, çocuk yapmakla sonuçlanması gereken bir kandırmaca mı gerçekten?

Profesörü karşılamak için havaalanına giderken, şoför Süleyman, arada bir dikiz aynasından beni süzüyordu. Göz göze gelmemeye çalışıyordum. Bu salağın bile bana “boşanmış kadın” gözüyle baktığına emindim. Bütün erkekler böyleydi. Bir kadın evlenip boşanmışsa mutlaka “erkek” arıyordur, mutlaka “erkek” ihtiyacı içindedir! Kim bilir neler geçiyordu hayallerinden. Başımı cama dayayıp bir süre yağmuru izledim.

Sonunda Atatürk Havaalanı’nın girişindeki polis barikatlarını aşıp içeri girmeyi başardık. Resmi-siyah-büyük araba etkisi burada da kendisini gösterdi; diğer arabalara yasak olan bölgeye, tam çıkış kapısının önüne yanaştık. Aslında çok eski bir Mercedes’ti bu. Köhne. Kim bilir hangi rektörden kalmış. Belki de adam ölmüştür bile ama eski Mercedes sık sık tamirciyi boylayarak oflaya puflaya görevini yapmaya devam ediyor.

Havaalanının kalabalık olduğuna hiç şaşırmadım elbette. Bu ülkede her yer kalabalık zaten. Yollar, otobüs durakları, alışveriş merkezleri, sinemalar, lokantalar, meydanlar… Hem kalabalık hem de gürültülü. Koskoca şehirde iki dakika yalnız kalıp, sessizlik içinde başını dinleyebileceğin bir köşe bulamıyorsun. Eminönü Meydanı’ndaki hıncahınç kalabalığın, kartala niyet çektirenlerin, bangır bangır arabesk kaset çalanların, seyyar tezgâhlarında bağıra bağıra simit, soyulmuş salatalık, kivi satanların, yılan oynatanların, sahte saat sergilerinin, “Azat buzat, cennet kapısında beni gözet!” diyerek özgürlüğüne kavuşturulacak kuşları kafeslerinde sergileyen çocukların, kısacası terli, gürültülü ve sıkış tepiş kalabalığın içinden sıyrılarak geçiyor, Boğaziçi kıyılarında kafamızı dinleyecek sessiz, kuytu köşeler arıyoruz.

Bunları düşünerek, yolcu çıkış kapısının önünde oyalanıyordum. Bir yandan da gözüm kapının üzerindeki dev ışıklı ekrandaydı. Evet, Frankfurt uçağı inmişti. Demek ki adam birazdan çıkacaktı. Üstünde “Prof. Maximilian Wagner” yazan kartonu kaldırarak beklemeye koyuldum. Yolcular gruplar halinde çıkmaya başladılar. Almanya’da çalışan Türkler, bazı turist grupları, hostesin getirdiği on yaşlarında sarışın bir kız çocuğu…

Sonra onu gördüm. Uzun boylu, masmavi gözleriyle dikkat çeken, siyah paltolu ve fötr şapkalı bir adam. Sağ elinde bir keman kutusu, öteki elinde orta boy bir valiz vardı. Çıkış kapısında durup karşılamaya gelen kalabalığı süzüyordu. Elimdeki kartonu görünce gülümseyerek bana doğru yaklaştı. Yolcularla bekleyenleri ayıran bariyere gelince valizi yere bıraktı, şapkasını çıkardı, elini uzatarak İngilizce, “İyi akşamlar. Ben Maximilian Wagner!” dedi.

O anda karşımdaki adamın çok ama çok yakışıklı olduğunu fark ettim. Beyaz saçlı düzgün başı, küçük burnu ve kendisine çok yakışan derin çizgileriyle harika bir görünüşü vardı. İlk kez bir erkeğin karşımda şapka çıkardığını görmek daha da çok şaşırttı beni.

“Hoş geldiniz profesör!” dedim. “Benim adım Maya Duran!”

Sonra ikimiz de bariyerin ucuna doğru yürüyerek buluştuk.

Otomobilimiz hemen kapının önünde profesör.”

Yürümeye başladık. İçimden gelmesine rağmen valizini taşımaya yardım etmeyi teklif etmedim. Çünkü bunu bir gencin yaşlıya yardımı değil de, Müslüman bir kadının içine yerleşmiş kölelik duygusuyla geleneksel hizmet anlayışı olarak görmesinden çekiniyordum. Ayrıca adam da yaşına rağmen gayet dinç ve güçlüydü. Dimdik yürüyordu.

Neyse ki bizim uyanık şoför Süleyman hemen oradaydı. Geniş geniş gülümseyip, Türkçe aksanla kelimeleri uzatarak “Welcooome, welcoome” dedi ve valizi aldı profesörün elinden.

Dışarı çıktığımızda profesörün şapkasını tekrar giydiğini ve boynundaki gri kaşmir atkıyı bağladığını gördüm.

“Pek kolay hasta olmam ama” diye gülümsedi, “İstanbul bu mevsimde epey soğuk olur.”

“Hazırlıklı gelmişsiniz” dedim. “Birçok yabancı misafirimiz, bir Ortadoğu ülkesine gidiyoruz diye incecik kıyafetlerle gelirler.”

Güldü.

“Ama ben İstanbul’u bilirim. Bu soğukları çok çekmişimdir.”

Şimdi, uçaktaki rahat koltuğumda oturmuş bu satırları yazarken mi bana öyle geliyor, o gün mü fark etmiştim, emin değilim: gülümseyen yüzünde kederli bir ifade olduğunu hatırlıyorum.

Süleyman siyah Mercedes’in kapısını açınca profesör, “Ooo” dedi, “Old man, old car!”

Gülüştük. İstanbul’dan söz ettiğimiz sırada gülümserken bile yüzünde görülen keder kaybolmadı.

Ben pek öyle dost canlısı birisi değilimdir. Hatta birçok kişi beni soğuk bulur ama, nedense bu adama ilk andan itibaren sempati duymuştum.

Yolda giderken profesör, yorgun ve hüzünlü bakışlarla çevreyi süzüyordu. Onun varlığının otomobili doldurduğunu ve beni garip bir biçimde etkilediğini fark ediyordum. Saygıyla karışık tuhaf bir sempati. Hangisi daha ağır basıyor bilmiyordum ama çok ilginç ve önceki konuklara benzemeyen birisi olduğu muhakkaktı.

“Kaç yıllarında İstanbul’daydınız?” diye sordum.

“1939-42.”

“Ooo” dedim, “epey olmuş. Değişik geliyordur size.”

“Evet” diye cevap verdi. “O zaman ne bu kadar çok otomobil vardı, ne bu kadar çok bina. Bu otoyollar da yoktu.”

Sonra sessizliğe gömüldü. Ben de susuyordum. Süleyman aramızdaki sessizliğe anlam veremeden dikiz aynasından meraklı bakışlar atıyordu.

Dönüş yolu da kalabalıktı, yine tercihli yoldan süratle gidiyorduk.

“Kaloriferi biraz kısabilir miyiz acaba?”

Ancak profesörün sözlerini duyunca arabanın ne kadar sıcak olduğunun farkına vardım. Süleyman hamama çevirmişti içeriyi. Isıyı biraz düşürmesini söyledim. Profesör gri atkısını, siyah paltosunu çıkarırken, ona yardım ettim. Sivri yakalı beyaz bir gömlek ve dirseklerinde deri yamalı bir kahverengi kadife ceket giymişti. Amerika’dan buraya kadar uçmuş birisine benzemiyordu hiç.

“Jet lag etkisi var mı Mr. Wagner?”

Bunu söyler söylemez “Amma da saçmaladın ha!” diye düşündüm. O yaşta adamda elbette jet lag de olacak, yorgunluk da.

“Henüz değil” diye yanıtladı, “ama gece mutlaka hissederim.”

“Bu akşam hiçbir programınız yok. Sizi şimdi doğrudan doğruya otelinize götürüyoruz. Yarın sabaha kadar dinlenirsiniz.”

“Hangi otelde kalacağım?”

“Pera Palas.”

Yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yayıldı.

“Bunu duyduğuma çok memnun oldum.”

“Niçin?”

“Çünkü o oteli biliyorum. Daha önce kalmıştım.”

“1895’ten kalma. Agatha Christie roman yazmış orada.”

“Bugüne kadar yıkılmamış olması büyük şans. İstanbul’da birçok eski binanın yıkıldığını okumuştum.”

“Pera Palas kendini kurtarabilenlerden. Buradan ayrıldıktan sonra bir daha hiç gelmediniz mi

profesör?”

“Gelmedim.”

“Demek kiii…” içimden hesap yaptım, “elli dokuz yıl olmuş.”

Profesör bir şey söylemedi. Arabaya çöken sessizlik beni rahatsız ediyordu. Meraktan çok, ses yaratmak amacıyla sordum:

“O yıllarda hangi semtte oturuyordunuz?”

“Beyazıt’ta. Üniversiteye yakın olsun diye orada ev kiralamıştım.”

“Türkçe biliyor musunuz?”

Gülümsedi ve Türkçe yanıtladı:

“Biraz.” Sonra “Çok az” diye ekledi. Bir süre daha sustuktan sonra, İngilizce devam etti:

“Burada ders verdiğim yıllarda öğrenmiştim, çat pat konuşuyordum ama unuttum. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra hiç kimseyle Türkçe konuşmadım.”

“Şimdi hafızanız tazelenir. Lisanı da biraz hatırlamaya başlarsınız.”

Yüzü gölgelendi, yine sessizliğe gömüldü. Lisanı hatırlamak fikrinden rahatsız olacak değil ya, diye düşündüm. Herhalde, buralarda yaşadıklarıyla ilgili, hafızasının tazelenmesi yönünde söylediklerimle ilgiliydi, yüzünün gölgelenmesi. Kendi kendime böyle yorum yaptım ama daha fazla üstüne gitmenin bir anlamı yoktu.

Şehre yaklaştıkça akşamüstü trafiği yoğunlaşıyordu. Bir otomobil ormanı, çılgınlık… Adamı otele bıraktıktan sonra eve nasıl gideceğimi düşünüyordum kara kara. Yağmurlu günlerde taksi de bulunmuyordu. Şoförler normal günlerde taksiye binmeyenlerden intikam alır gibi basıp gidiyorlardı. Boşu boşuna el sallıyordun arkalarından. Dolmuşa binsem en az bir saat sürerdi. Offff, profesör gibi üniversiteye yakın bir yerde oturmak vardı ama o mahalleler de pek yaşanacak gibi değildi.

Kerem okuldan gelmiş, bilgisayarın başına geçmiştir çoktan, diye düşünmeye başladım. Ona yemek hazırlamak lazımdı. Dolapta hazır bir şeyler var mıydı acaba? Olsa ne olacaktı; nasılsa yemek masasına oturmayacaktı, yemeğini yanına götürecektim. Tabaktakileri, benim yüzüme de yemeğe de bakmadan, gözünü ekrandan ayırırsa büyük bir felaket olacak duygusuyla bitirecekti. Bilgisayarın klavyesi artık elinin bir uzantısı gibi olmuştu. Sadece gece uyumak için yanından ayrılıyordu.

Süleyman’dan beni eve atmasını rica etsem ne derdi acaba? Karşılıksız bir şey yapmazdı bu oğlan. Dünyaya sadece, şimdi bu işten nasıl bir çıkar sağlarım diye bakıyordu. Zeki değildi ama benzerlerinin çoğu gibi kurnazdı.

Galiba zekâ ile kurnazlık ters orantılı. Biri azalırsa öbürü artıyor. Bu oğlanın arabayı ustaca kullanışında, arada bir emniyet şeridine girenleri sirenlerle korkutup kaçırışında bile kurnazca bir şeyler vardı.

Bu düşüncelere dalmışken, peşimize yapışmış bir otomobil olduğunu fark ettim. Beyaz renkli sivil bir Renault ama nedense polisler, emniyet şeridinden gittiği halde onu durdurmuyordu. Ya bizim eskortumuz sanıyorlardı ya da farklı bir şey vardı. Tıkalı yollarda saatlerdir bekleyen binlerce araç sahibi bizi öfkeli gözlerle süzüyordu.

“Boston’da da trafik böyle mi profesör?”

Dalgınlığından sıyrılıp yumuşak bir sesle,

“Hayır” dedi. “İyi ki de değil, çünkü orada üniversitelerin böyle ayrıcalıkları yok.”

“New York böyledir herhalde!”

“Evet, orası bazen yoğun ama yine de böyle olduğunu sanmıyorum. Bu kadar araba nereden çıktı anlamadım. Benim zamanımda yollarda tek tük otomobil görülürdü. Herkes işe tramvay ya da vapurla giderdi.”

“Köprüler de yoktu tabii.”

“Galata Köprüsü mü? Vardı.”

“Hayır, Boğaz köprülerini kastediyorum. Avrupa’yı Asya kıtasına bağlayan iki köprü.”

“Haa, evet, duydum tabii. O zamanlar, vapurlar ve kayıklarla geçilirdi karşıya.”

Birden merakımı yenemeyip sordum:

“Siz Alman mısınız, Alman asıllı Amerikalı mı?”

Yüzü asıldı, benden uzaklaştığını hissettim. Ne olduğunu anlamadığım bir şeyler mırıldandı.

“Özür dilerim!” dedim. “Amerika’da hocasınız ama Alman ismi taşıyorsunuz. Sadece merak ettim.”

“Zarar yok!” deyip açıkladı: “Sizin kusurunuz değil. Benimle ilgili özel bir durum. Bu aidiyet ve kimlik sorularına karşı bir tepkim var. Evet, Alman’ım ama…”

“Anlatmayın profesör, lütfen anlatmayın. Gelir gelmez canınızı sıkmak istemezdim. Tekrar özür dilerim.”

Anlayışla gülümsedi.

“İlk karşılaşmamızda basit bir soru yüzünden tedirginlik yaşamamızı istemem. Siz aldırmayın benim böyle garip huylarıma. Evet, Bavyeralı bir Alman’ım ama 1942 yılından beri Amerika’da yaşıyorum. Amerikan uyruğuna geçtim. 1939’dan beri de Almanya’yı hiç görmedim.”

“Yani anavatanınız Almanya.”

“Almanlar buna ana değil baba vatan derler ama ben bu kelimeyi hiç kullanmamayı tercih ederim.”

Gerginleştiğini, hafifçe cama doğru dönerek bu konuşmayı bitirmek istediğini sezdim. Onu neyin kızdırdığını anlamak çok zor. Sırlarla dolu bir adam olduğunu düşünmeye başladım.

Bu arada otoyoldan çıkıp Beyoğlu’na yöneldik. Arkamızdaki araba da aynı yöne gidiyor olmalıydı ki peşimizden ayrılmadı. Hayal kurmayı çok sevdiğim, hatta bu zor hayata sadece hayallerle dayanan birisi olduğum için kafamda hemen bir oyun kurdum. İster misin bu adam büyük bir casus olsun! Arkamızda da onu takip eden istihbarat örgütlerine ait bir araba! Bizi bir yerde kıstırsınlar, arabadan fırlayan ajanlar tabancalarını çekip profesörü kaçırsınlar, benim de elimi ayağımı bağlayıp bir zindana atsınlar… Ne matrak bir macera olurdu. Ama bu şeytan Süleyman bir yolunu bulup kurtulurdu yine. Ya da belki başından beri onların adamı olurdu.

Edebiyat Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarımda ve edebiyatla yoğun olarak ilgilendiğim sonraki birkaç yılda edindiğim bir alışkanlıktı bu: Hayal kurmak ve hayatı hikâyeler biçiminde algılamak.

Ama sonraki yıllarda bu alışkanlığımdan biraz uzaklaştım. Bir roman yazmaya başlamak niyetiyle, yazma teknikleri üzerine birkaç kitap okumuştum. Acaba öyle teknik bir şekilde bakmak mı soğutmuştu beni edebiyattan?

Belki de edebiyattan biraz uzaklaşmış olmamın nedeni öyle gizemli bir şey değildi. Hayat koşulları yazar olmamı engellemişti; bu kadar basitti işte. Vıcık vıcık yüzeysellik yayan şu “kişisel gelişim” kitaplarının bağırıp durduğu “İstersen yaparsın!” sözü tam bir kandırmacaydı. İnsan ancak yapabileceğini isterdi. “İstemek” kavramı, “dilemek”ten ve “hayallere dalmak”tan farklı bir şeydi. Bedelini göze almakla, gereğini yapmakla ilgili bir şeydi.

Evet, son yıllarda roman yazmak gibi bir isteğim yoktu. Çünkü yazacak gücüm yoktu. Koşullarım uygun değildi. Ama en azından hayal kurmak, hikâyeler uydurmak gibi alışkanlıklarım kalmıştı. Bu da güzeldi doğrusu. Eğlenceliydi.

“Güldüğünüze göre demek ki bana kızmadınız!”

Profesörün sesiyle kendime gelip, gerçekten de güldüğümü fark ettim.

“Size kızmak ne demek hocam!” der demez mahcup bir şekilde dudaklarımı ısırdım. Çünkü ona, alışkanlıkla Türkçe “Hocam” diye hitap etmiştim. Bütün öğretim üyelerine “Hocam” dediğimiz için günde yüzlerce kez bu kelime çıkıyordu ağzımızdan.

Bu sefer Wagner güldü.

“Evet, evet!” dedi heyecanla. “ ‘Hocam, hocam!’ İstanbul’dayken herkes bana ‘Hocam’ diye seslenirdi. Yarım yüzyılı aşkın bir zamandır bu kelimeyi duymamıştım. Teşekkür ederim. İşte şimdi İstanbul’da olduğumu anladım.”

Tarihi Pera Palas Oteli’ne vardığımızda aramızdaki buzlar erimişti. Dar bir sokaktaki otel, yağmurda ışıldayan lambaları ve girişindeki cam-ferforje alınlığıyla bir masal âlemi gibiydi.

Nedense bana iyi geliyor, şu anda Pera Palas’ı düşünmek. Yerden sekiz bin metre yüksekte, karanlığa gömülmüş olan uçağın içinde, dizüstü bilgisayarımın ekranından yüzüme vuran ışığı hissediyorum. Orient Express’in aristokrat yolcuları için yapılan ve açılış balosunu 1895’te düzenleyen otel, bana göre hâlâ İstanbul’un en şahsiyetli binası.

Biz yağmurdan kaçarak hızlı hızlı Pera Palas’ın lobisine girerken, Süleyman valelere profesörün eşyalarını veriyordu. Ama Wagner kemanını kendi taşıyordu. O kutuyu yanından hiç ayırmıyordu.

Döner kapıdan geçtikten sonra, geride kalan Süleyman’a bakarken bizi takip eden beyaz Renault’nun da yakına park ettiğini gördüm. Rastlantının bu kadarı fazlaydı. Acaba hükümet profesöre koruma mı gönderdi? Çok önemli bir adam mı bu? Belki de sahiden rastlantı. Havaalanından Pera Palas’a giden tek araba biz değiliz ki.

Otele girdiğimiz andan itibaren Wagner’in yüzündeki hüzünlü ifade arttı. Mavi gözleri dalgınlaştı. Benzi solmuş gibi geldi bana ama belki de tepedeki dev avizenin ışıkları onu böyle gösteriyordu.

“Siz biraz oturun, ben giriş işlemlerinizi yaptırayım” diyerek onu lobideki eski ama güzel berjer koltuklardan birine doğru götürdüm.

“Pasaportunuzu rica edebilir miyim? Bu arada, bir kahve ya da bir kadeh içki ister misiniz?”

“İşinizi bitirdikten sonra sizinle birer viski içelim mi?” sorusuyla şaşırttı beni.

“Elbette!” diye karşılık verdim ama bir yandan da eve gecikmek, Kerem’in yemeği falan gibi endişeler kıpırdıyordu içimde.

Lobideki Mustafa Bey,

Yine bir misafiriniz var ha?” diye seslendi.

“Evet” dedim, “ne yaparsınız, işimiz bu. Yaşlı ve yorgun bir adam. Sessiz bir oda verseniz…”

“Siz merak etmeyin, Maya Hanım.”

“Teşekkür ederim.”

Wagner’in yanına giderken garsona bir duble JB ve beyaz Porto söyledim.

“JB’nin yanına ayrıca buz ve su getirin, lütfen. Biraz da çerez.”

Ama Wagner’in yanına gittiğimde, oturduğu yerde uyuyakalmış olduğunu gördüm. Başı berjerin kenarına dayalı, derin ve düzenli nefesler alıyordu. Masum bir ifade vardı yüzünde.

Aslında işime geliyordu bu durum. Fırsattan yararlanarak kendimi bir an önce eve atmak istiyordum. Siparişi iptal edip, garsonlara, misafire ilişmemelerini rica ettim.

“Uyandığı zaman odasına götürürsünüz.”

Sonra resepsiyondaki süslü Pera Palas başlıklı kâğıtlara kısa bir not yazdım.

“Hocam, çok derin uyuyordunuz, sizi rahatsız etmek istemedim. Ben ayrılıyorum, yarın sabah 11’de sizi almaya geleceğim.”

Otelden çıkınca Süleyman’a doğru yürürken, güler yüzlü görünmeye dikkat ettim. Hatta sözüme başlamadan önce koluna yumuşakça ve kısaca dokundum.

“Bugün çok geciktik” dedim.

Sanki yüzümü yaklaştırırsam, sesimi kendine daha yakın bulacakmış gibi, yüzüne doğru biraz uzandım:

“Kerem yemek bekliyor. Beni eve atsan… çok zahmet olur mu?”

Hay Allah! Bunları yazarken, şimdi biraz utanıyorum. Ne demek, “Beni eve atsan”! Adama şirin görünmek için, ne biçim sözler seçmişim. Gerçi, söylediğimden başka bir anlamı yoktu elbette sözlerimin. Bunları yazarken, bazı kelimeleri hatırladığımdan farklı şekilde kullansam, yani söyleme amacımla daha uyumlu kelimeler seçsem, yalan yazmış olmam. Ama olsun, hiçbir kaygı hissetmeden, yanlış anlaşılmaktan da çekinmeden, içimden geçtiği gibi yazıyorum.

Sonuçta bir edebiyatçı değilim; yazdıklarımın değeri sadece içtenliğime bağlı olabilir. Zaten gökyüzünde, çevresindeki herkesin uyuduğu bir karanlık içindeyken, otosansür uygulama gereğini pek hissetmiyor insan.

Süleyman biraz düşündü. Herhalde bu işten ne çıkarı olacağını ölçmeye çalıştı. Sonra,

“Hadi atla abla” diyerek hareketlendi. “Götüreyim.”

Otomobile binerken beyaz Renault’ya gözüm takıldı. İçinde üç adam vardı, direksiyondaki gülümseyerek sigara içiyordu. Galiba bize bakıyorlardı. Yoksa bana mı öyle geliyordu?

Yok canım, neden bize baksınlar, diye düşündüm. İyi de, bakıyorlardı işte! Evet, durum iyice garipleşiyordu. Birileri otele gelir de niye inmeden beklerdi? Herhalde korumaydı bunlar. Ya Amerikan elçiliği ya da Türk hükümeti, profesörü koruma altına almış olmalıydı. Demek ki önemli bir bilim adamıydı. Ama sonuçta hukuk profesörüydü bu adam, nükleer fizikçi falan değildi ki…

Mercedes’in arka camından bakınca, adamların da hiç gözlerini kaçırmadan pis pis beni süzdüklerini gördüm. Kimdi bunlar, bu tuhaf tipler?

Bu arada, Süleyman durmadan kontak anahtarını çeviriyor, araba biraz hırıldayıp susuyordu. Adeta öksüren motorun sarsıntısı arabayı titretiyordu. Süleyman’ın hırslı hareketlerle kontağı çevirirken bir yandan da kuvvetlice gaz verdiği anlaşılıyordu. Sonunda denemekten vazgeçtiğini belli eden bir hareketle elini kontaktan çekip, omzunun üstünden bana baktı:

“Kusura bakma abla, araba boğuldu!”

Kuşkuyla baktım yüzüne. Mercedes eski olmasına eskiydi, durmadan böyle arızalar çıkarıyordu ama acaba Süleyman beni eve bırakmamak için bahane mi ediyordu bunu? Bilmeme imkân yoktu.

“Peki” deyip arabadan inince, birdenbire kendimi sokakta ne yapacağını bilemez durumda buldum. Bundan kurtulmak için tekrar otele girdim. Dışarıya dönüp baktığımda, yağmurda sarı sarı ışıldayıp duran taksilere neden binmediğimi düşündüm.

Beni kapıda karşılayan üniformalı bekçi, içeri girdikten sonra şemsiyesini kaparken, bir yandan da hayretle yüzüme bakıyordu. Profesör ise hâlâ masum bir uykudaydı. Beyaz teni daha da beyazlamış gibiydi sanki. Ağzı hafif açık, korunmasız bir çocuk gibi uyuyordu orada. Düzgün taranmış beyaz saçları, mavimsi bir yansımayla parlıyordu. Hafifçe koluna dokunup, yumuşakça seslendim:

“Profesör… Profesör!”

Gözlerini yavaşça açıp, önce etrafa garip garip baktı. Herhalde nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sonra, soru ifadesi kaybolmaya başlayınca gözlerini bana doğrulttu.

“Özür dilerim” diye mırıldandı. “Uyuyup kalmışım burada. Özür dilerim.”

“Bunda özür dileyecek bir şey yok ki” diyerek gülümsedim. “On dört saat y

Benzer İçerikler

Bir İstanbul Yangınıydı Aşkımız

yakutlu

Aşkın Elçisi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy