Genç bir kız hayal edin, dünyası rengârenk olan… Ve genç bir erkek… Gözlerinin rengi, denizi gökyüzünü ve sonsuzluğu anımsatan… Ve aşkı düşünün… En güzel renklerin dansı ile harmanlanmış… O dansa yeryüzünün tüm müzikleri hizmet ediyor sanki…
Bu iki kişi birbirlerine olan aşklarının rengi ile boyuyorlar dünyalarını, en güzel müziklere dokuyorlar geleceğe ve hayata dair tüm hayallerini… Ta ki; renklerin en siyahı onları kıskanana dek…
“Siyah” öylesine kıskanıyor ki onları, tüm renkleri topluyor etrafına… Amaçları genç adamın gözlerini kör etmek…
Genç adam kör olmuyor belki ama o renklerin sahte büyüsüne kapılıp ona sunulan yeni dünyaya dalıp sürükleniyor “yeni” hayatına…
Kız küçücük bedeninin içindeki koskoca yüreği ile baş etmeye çalışıyor “siyah”ı oluşturan bütük renkler ile… Her sert fırça darbesi ile bir kez daha yansa da canı, direniyor… Erkek ise onun kadar cesur değil… Korkuyor ve belki de boyun eğmeye hazır yapayalnız bırakıyor kızı karmakarışık renklerin esir alındığı simsiyah boşlukta… Aradan yıllar geçiyor… Kız hala yorgun kalbi ile karartılmaya çalışılan dünyasında tutunmaya çalışıyor hayata… Siyahın ve sahte renklerin tüm çabasına rağmen dünyası hala tertemiz… Bembeyaz… Bu kitap, işte o bembeyaz dünyadan bir çığlık sadece… Sessiz bir çığlık…
***
Bu kitabi yazarken çıktığım yolculuk benim ve ailem için çok sancılıydı … Elimden geldiğince hissettiklerimi kağıda dökmek ve yalın bir şekilde anlatmaktı tüm çabam..
Zor bir döneme girmiştim. Tamamı ile bu kitaba odaklanmıştım. Bu dönemde çok hassas, kırılgan ve kırıcı olabiliyordum. Fakat tüm bu iniş çıkışlı duygıı hâlime katlanan, her şekilde beni destekleyen, beni motive eden, hatta birçok akşam yalnızca pizza ile 🙂 karnını doyurmaya bile razı olan sevgili eşim David Busbee’ye ne kadar teşekkür etsem azdır. Elimi bırakmadığı, sırtımı kep sıvazladığı için…
“Nefesim” diye sevdiğim Nazlı kuzum, kızım, birtanem, en büyük başarım, o ufacık yaşına rağmen annesinin hassasiyetine saygı gösterdiği için minik yavruma…
7 yaşında tanışıp aynı sıraları paylaştığım, arkadaşım, sırdaşım, dostum, özel insanım ve avukatım sevgili Önder Özden. En stresli ve zor günlerimde yanımda olduğun, beni dinlediğin ve desteklediğin için…
Sevgili Ayten Dinçer, ilk kitabimin çıkmasında en büyük emeği olan büyüğüm… Bu kitapta da elimi bırakmadığı, her turlu cadılığıma katlandığı için 🙂 ellerinden öpüyorum karşında saygıyla eğilerek. ..
Sevgili Meltem Eritmen, bu ikinci çalışmamızda Peru- Türkiye arası yaşadığım stresin en büyük şahitlerinden biri. Her zamanki sıcak ve zarif tavrıyla yanımda olduğu için…
VE…
Canim kardeşim, her şeyim, miniğim, hala büyümesine alışamadığım ama çok olgun ve başarılı bir genç kadın olduğunu kabul ettiğim kardeşim Bergüzar’a, kitabım için yaptığı bu muhteşem kapak ve bana destek olduğu için…
VE DE…
Her zaman yanımda ve arkamda duran, teşvik eden, heyecanımı paylaşan, yaratıcı fikirleri ile en büyük yardımcım olan sevgili anneme ve bir yerlerden beni her adımımda izlediğine inandığım canım babama … Beni hayata getirdiğiniz ve sizin kızınız olduğum için…
SONSUZ TEŞEKKÜRLER
“Gülümsediğime balıma, bu, yıllardır taktığım bir maske bir prangaydı.
Senin, yaraladığın yüreğimin hanında boğulup gittiğin gün, ben, maskemi çıkardım, esaretten kurtardım benliğimi.
Benim için yoksun Ve ben…
Artık ÖZGÜRÜM …”
Gerçek bir hikayeden yola çıkılarak gözyaşlarının mürekkep ile harmanlandığı bu ROMAN hayatı, aşkı, kadın erkek ilişkilerini, gençliği ve KENDNİZİ hatırlatacak size..
Ve belki de hayatınıza dair birçok şeyi değiştirme cesaretini toplamanıza neden olacak.
Neden olmasın?
Feride, elinde dosyası ile geniş mermer merdivenleri nefes nefese çıkıyordu. Önünde uzanan koridorun sonu hiç gelmeyecekmiş gibi göründüğü için adımlarını biraz daha hızlandırdı. Bir yandan da üstüne başına çekidüzen vermeye, ceketinin içinde kalan gömlek yakasını dışarı çıkartmaya çalışıyordu. Elinde tuttuğu deri kaplı dosya, omzunda asılı ufak çantası ve yüksek topuklu ayakkabıları ile çok profesyonel bir görüntüsü vardı.
Uzun boylu, ince yapılı, yani eskilerin dediği gibi endamlı bir genç kızdı. Bal rengi saçları dalga dalga omuzlarına dökülüyordu. Arada uzun kirpikli iri kahverengi gözlerinin üzerine düşen perçemini zarif bir el hareketiyle yana atardı. Duru beyaz tenine çok yakışan iri gözleri, gür, kalkık kaşları, neredeyse herkesin estetik sandığı minicik, karakteristik burnu ve altındaki dolgun dudaklarının gizlediği bembeyaz dişleri ile gerçekten ilk bakışta eski zamanlarda yaşamış güzellik tanrıçalarını andırıyordu.
Anneannesi, Feride’nin bu güzelliğini anne tarafından Giritli, baba tarafından Arnavut olmasına bağlardı. Mübadele yıllarında Feride’nin anneannesi üç yaşındayken ailesiyle Girit’ten gelip Ege’nin şirin bir kasabasına yerleşmişlerdi. Onun için ablalarının Türkçesi biraz bozuktu ama anneannenin dili onlara nazaran daha düzgündü. Küçükken anneannesinin söylediği Rumca ninniler Feride’nin hâlâ kulağındaydı.
Sonunda Feride, karşısına dikilmiş bir dev gibi görünen oda kapısının önünde durup derin bir nefes aldı, omuzlarını dikleştirdi, son bir kez saçını düzeltip kapıyı zarif bir şekilde tıklattı. ‘Girin’ komutunu duyunca kapıyı aralayıp biraz ürkek ve bunu gizlemek için harcadığı çabadan dolayı sıkıntılı bir şekilde içeri girdi. Görkemli masaya tüm azametiyle kurulmuş, önündeki belgeleri tek kaşı havada, sakin bir şekilde imzalamakta olan personel müdürüne, “Günaydın efendim,” dedi.
Sarışın ve frapan görünümlü kadın, “Daha ilk iş gününüzde tam üç dakika geciktiniz,” dedi. Kafasını kaldırıp Feride’ye korkunç bir bakış atarak. “Tabii ki hiç çalışamayacağınız işinize demek istedim,” diye ekledi. Feride anlamsız bir şekilde kadının yüzüne bakarken. “Pardon, anlayamadım,” diye kekeledi. Kadın gayet küstah bir şekilde, “Ah, affedersiniz. Demek size haber verilmemiş. Bu iş için uygun olmadığınızı düşündük ve onun için aynı göreve sizden daha kalifiye birisini almaya karar verdik.” dedi bir yandan da baştan aşağı Feride’yi ukalaca süzerek.
Fende titreyen bir sesle, “Yani, ben…” diye konuşmaya çalıştı ama kadının onu dinlemeye pek niyeti yoklu. “Özgeçmişiniz bizde kayıtlı. Eğer bir yer boşalırsa size haber veririz,” diyerek umursamaz bir tavırla başını önündeki kâğıtlara gömdü.
Feride’nin başı zonkluyor, kulakları uğulduyordu. Ağır ağır arkasını döndü, kapıyı açıp dışarı çıktı ve gelirken beklemeye dayanamadığı asansöre attı kendini Asansör kapısının kapanmasıyla iki elini ağzına götürüp avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başladı.
Feride ağlayarak ter içinde yatağında doğrulup nerde olduğunu idrak edebilmek için etrafına baktı. Yanındaki yatakta yatan kardeşinin her zamanki gibi uykusunda konuştuğunu duyunca rahatladı. “Çok şükür
Allahım, sadece rüyaymış,” diye derin bir nefes verdi. Sonra uzanıp küçük kız kardeşinin üstünü örttü. “Ben yaşadığım sürece ne sana ne bana kimsenin bu şekilde davranmasına izin vermeyeceğim,” diye yavaşça kulağına fısıldadı ve alnına bir öpücük kondurdu.
Feride, kendisinden yedi yıl sonra dünyaya gelmiş olan Nalan’ı her zaman çok sevmiş ve saltanatını sona erdiren bu minik kıza karşı en ufak bir kıskançlık beslememiş» Tam tersine onun küçük annesi olmuş, yemeğinden banyosuna, veli toplantılarından piyano derslerine kadar her şeyiyle ilgilenmişti.
Başucunda duran saate baktı. Altı olduğunu görünce hemen kalkıp kendini duşa attı. Annesinin çoktan kahvaltı sofrasını kurduğunu, çayı da demlediğini düşündü. Banyodan çıkarken babasıyla çarpıştılar.
“Günaydın aşkım,” dedi babası
“Günaydın babacığım,” diyerek babasının yanağına bir öpücük kondurdu.
“Feride, lütfen saçlarını kurut kızım,” dedi babası, bir yandan da Feride’nin ıslak saçlarını okşarken.
“Tamam, baba,” diyen Feride giyinmek için odasına yöneldi.
Ekrem Bey mutfakta arkası dönük portakal suyu sıkan karısının boynunu nazik bir hareketle kavrayıp saçlarına bir Öpücük kondurdu. Handan Hanım makinenin sesinden kocasının geldiğini duymadığı için irkildi ve hızla arkasına döndü.
“Ah sen miydin Ekremcigim?” dedi karşısında kocasını bulunca.
Ekrem Bey kaşlarını abartılı bir biçimde kaldırıp tatlı sert bir tonda, ‘Yoksa başkasını mı bekliyordunuz. Handan Hanım?” diye sordu.
Karısı sevgiyle kocasına sarıldı ve yumuşacık bir sesle, “Senden başka kimse bunu bana yapamaz ki hayatım,” dedi.
Ekrem karısına sarılıp kokusunu içine çekti. “Biliyor musun, hâlâ deniz ve rüzgâr kokuyorsun.”
Handan, çok güzel bir kadındı. Kestane saçlarını balerinlikten kalma alışkanlıkla sımsıkı ensesinde toplayınca yüzünün güzelliği iyice ortaya çıkardı iri, ela gözleri, iki kızına da genetik olarak verdiği hokka burnu ve iri dudakları ile bakan bir daha dönüp bakardı ona.
Ne yazık ki iki yıl önce Ekrem’le birlikte bir akşam yemeğinden dönerken geçirdiği trafik kazasından sonra kötürüm kalmış. bundan sonra hayata küsmemek için ailesine sımsıkı tutunmuştu Handan’ın bu durumu aileyi büyük bir üzüntüye sürüklemişti. Ancak Handan güçlü kişiliği sayesinde kendini bırakmamıştı. Doktorlar hiç de ıımutsuz değillerdi.
Tüm aile, yaşamlarını Handana göre yeniden düzenlediler. Kazadan sonra şu anda yaşadıkları eve taşındılar. Yeni evde her şey Handana göre yeniden tasarlandı. Mutfak tezgâhı alçaltıldı, banyo klozetinin kenarlarına tutunma yerleri yapıldı, lavabolar ve kapı kollarının boyları
Handan’ın boyuna göre ayarlandı. Giriş katında olan bu dört odalı evin salonundan dışarı açılan minik çim bahçeye Handanın tekerlekli sandalyesiyle rahatça do-lasması için beton zeminler yaptılar. Banyo ve yatak odasına, olur da Handan düşer veya zor bir durumda kalırsa diye ipi çekilince çalan zil koydular.
Başlarına gelen bu felakete rağmen yine de mutlu bir aileydiler. Handan çok güçlü bir kadındı, kazadan sonra açtığı bale okulunda minik balerinler yetiştirmeye devam ediyor, oturduğu yerde egzersizlerini büyük bir disiplinle sürdürüyor ve her şeye pozitif yaklaşıyordu.
Nalan az önce ablasının öpücüğüyle uyanmıştı. Gözlerini ovuşturarak mutfağa girerken, “Anne ya, ben bugün piyano dersine gitmek istemiyorum,” dedi.
Bir elinde portakal suyu bardağını tutan Handan boşta kalan eliyle sandalyesini çevik bir hareketle masaya doğru çevirdi. Sert görünmeye çalışarak, “Olmaz, küçük hanım, yok öyle yağma! Bir işe başladıysan bitireceksin. Hadi bakalım marş marş, yüzünü yıka ve sofraya otur,” dedi.
Bu kez babasına dönen Nalan, “Baba ya,” diye nazlanmaya başladı. Yüzüne de kendini acındırmaya çalışan bir ifade yerleştirmişti. Babası Nalan’ın bu haline gülmemek için kendini zor tutarak kararlı bir ses tonuyla, “Vallahi kızım, annen doğru söylüyor. Hadi bakalım, doğru banyoya,” dedi.
Nalan yaşına göre uzun boylu, zayıf, simsiyah iri gözlü, gür saçlı, şirin mi şirin bir kızdı. Onun bu zayıf halini görenler hiçbir zaman 4,5 kilo doğduğuna inanmazdı. Oldukça sıcak bir Temmuz akşamında dünyaya gözlerini açmıştı. Ama açana kadar da Handan Hanım’a saatlerce sancı çektirmişti. Bir türlü dünyaya gelmek istememişti sanki!
Feride o yıl ilkokula başlayacaktı. Handan Hanım’ın sancısı tuttuğunda kızıyla beraber önlük alışverişi yapıyorlardı. Apar topar hastaneye geldikleri için kızının üstünde ilkokul önlüğünü görme imkanı olmamıştı. İçinden, “Belki doğumda bana bir şey olur,” diye geçirerek bir yandan sancı çekerken bir yandan da Feride’sine önlüğünü giydiriyordu Dünya gözüyle bir kez görebilmek için!
Doktor bebeğin oksijeninin düştüğünü söyleyip, “Acilen sezaryene alıyoruz,” dcyince herkesi bir telaş almıştı Feride ise olan bitenden habersiz hastanenin uzun balkonunda annesinin çantasında bulduğu ıvır zıvırla oynuyordu. Babasının, “Gel kızım, anneni alıyorlar. Yolcu edelim,” demesiyle irkildi Feride. “Yolcu mu? Nereye baba? Annem nereye gidiyor?” diye sordu gözlerini kocaman açarak.
Ekrem Bey gözyaşlarını saklamaya çalışarak, “Küçük kardeşini hayata getirmeye yavrum. Hadi gel,” dedi. Feride’nin o günle ilgili en son hatırladığı kare, annesinin hemşirenin koluna tutunup yürüyerek asansöre binişi ve geride kalan kocasıyla kızına el sallayışıydı.