İstanbul, 1878
***
Bir sultan şehri olan İstanbul 1878 yılının başlarında Osmanlı’nın içine düşmekte olduğu felakete hüzünlü bir çehreyle sessizce tanıklık etmekteydi. Osmanlı devleti 93 Harbini ordunun donatım ve teknik yetersizlikleri sebebiyle kaybetmiş, dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamit Han Ruslara barış teklif etmek zorunda kalmıştı. Ruslarla Yeşilköy’de imzalanan Ayestefanos Anlaşmanın ağır şartları altında ezilen Osmanlı devleti diğer yandan Rusların önünden kaçarak Osmanlı’ya sığınan on binlerce göçmenle ilgilenmek zorundaydı. Memleket ciddi bir toplumsal ve siyasi krizin eşiğine gelmişti.
Osmanlı’nın otuz dördüncü padişahı ve İslam halifeliğinin doksan dokuzuncu halifesi olan Sultan II. Abdülhamit Han bu olaylardan yaklaşık iki yıl kadar önce tahta geçmişti. Kendisinden önce padişah olan amcası Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü, ardından tahta geçen ağabeyi V.Murat’ın ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla görevden alınması ve Çırağan Sarayına hapsedilmesi olaylarına tanıklık etmişti. Tüm bu olaylar esnasında Osmanlı devletinin yönetiminde ciddi boşluklar oluşmuş, devlet büyük bir bunalımın içine sürüklenmişti. Saray, bir yandan hükümete muhalif oluşumlarla uğraşıyor, diğer yandan Rusya’nın başını çektiği Panislavizm akımının etkisiyle Balkanlarda patlak veren ayaklanmaları bastırmaya çalışıyordu. Bu şartlar altında göreve gelen Sultan II.Abdülhamit Han önce Kanun-i Esasi’yi ilan etmiş, ardından Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclislerini açmıştı. Böylece Meşrutiyet dönemi başlamış oluyordu. Ancak meşrutiyetin ikinci senesinde Osmanlı Rus savaşı patlak verdi. Osmanlı ordusunun Balkan ve Kafkas cephelerinde büyük kayıplar vermesiyle Ruslar Yeşilköy’e kadar girdiler. Abdülhamit Han, Ruslarla anlaşma yapmak zorunda kaldı. Anlaşmanın şartları devlet için son derece ağır maddeler içeriyordu. Sultan II.Abdülhamit bu mağlubiyetten Meclis-i Mebusan’ı sorumlu tuttuğu için meclisi kapattı ve anayasayı süresiz olarak askıya aldı. Böylece kısa bir süre önce büyük umutlarla ilan edilen meşrutiyet son bulmuş, padişah yeniden yönetimi tek başına eline almıştı.
Sultan II.Abdülhamit uzun boylu, esmer tenli, uzunca burunlu, zeki fakat biraz kuruntulu bir padişahtı. Meşrutiyetin son bulmasıyla birlikte yönetimi tek başına eline alan Sultan, ülkede 33 yıl sürecek bir tedbir dönemi başlatıyordu. Osmanlı tarihinde ilk defa bu denli geniş kapsamlı bir polis ve hafiye örgütü kurulmuş, halk içinde çok sayıda kişiye maaş bağlanarak geniş bir istihbarat ağı kurulmuştu. Halk içinde padişahı sevip ona destek çıkanlar olduğu kadar, memleketin içine düştüğü vahim durumdan padişahı sorumlu tutup ona muhalif olanlar da vardı. Bu muhalif grupların başında Jön Türkler geliyordu. Jön Türkler Fransa’daki özgürleşme hareketinden etkileniyor, Avrupa’daki özgür ve lüks yaşamı Osmanlıya getirmek istiyordu. Fakat birçoğu Avrupa’da eğitim gören genç Osmanlılar halktan öyle kopuktular ki halkın yaşadığı sorunları anlayamıyor, getirmek istedikleri özgürleşmenin ne olduğunu halka tam olarak anlatamıyordu. Üstelik çoğu zaman farkında olmadan yabancı devletlerin gizli ajanları tarafından kendi ülkelerine isyan için kışkırtılıyorlardı. Ülke anlaşıldığı üzere hem içerde hem de dışarıda oldukça karışık bir hal içindeydi.
İstanbul bu zor zamanlarda bir ölü kent kadar sessizdi. Bir zamanlar Yunan ve Roma krallarının, Bizans askerlerinin ve Haçlı atlılarının istilacı olarak dolaştıkları şehrin sokaklarında şimdilerde Rus askerinin postal sesleri duyuluyordu. İstanbul’un üzerine hüzün çökmüştü sanki. Boğaz’ın iki yakası arasında gidip gelen siyah kayıklar birer kara gölge gibi görünüyor, her zaman insana huzur veren İstanbul’un ince minareli silueti artık insana huzur vermez oluyordu. Öyle ki sanki cami avlularına konup konup havalanan güvercinler bile daha ürkek, şehrin eskiden cıvıl cıvıl olan Kapalıçarşısı artık daha bir renksizdi.
Karaköy sahilinden Eminönü, Sultanahmet, Galata ve Süleymaniye’nin doyumsuz manzarasını seyreden Turatekin’in seyrü’l sefası yanından hızla geçen atlı arabanın gürültüsü ile bozuluverdi. Kırmızı fesli ve siyah cüppeli arabacı arabayı durdurmak için atların dizginine öyle bir asılmıştı ki arabanın tahta tekerleklerinden iç gıcıklayan tiz bir ses çıktı. Turatekin neler olduğunu anlamak ister gibi şaşkın bir halde arabaya bakıyordu. Arka koltuktan ayağa fırlayan adam al yanaklı ve ince bıyıklı, heyecanlı bir kişiliğe sahip olan Fatih’ti. Fatih, Turatekin’in en yakın dostlarından biriydi. Aynı zamanda maliyede kâtipti. Fatih kollarını iki yana sallayarak arabadan Turatekin’e doğru seslendi.
“Turatekin, duydun mu, Ruslar Yeşilköy’e kadar girmişler. Artık çare yok, Sultan barış istemek zorunda kalacak. Kötü, vaziyet çok kötü! Bizimkilerle acil olarak bir araya gelmeli ve bir durum değerlendirmesi yapmalıyız. Fransızca muallimi Naci Bey’in evinde toplanıyoruz. Şimdi oraya gidiyorum. Hadi sen de benimle gel, acele et.”
Turatekin koşarak atlı arabaya bindi ve arkadaşı Fatih’in yanına oturdu. Kırbacın sesiyle şahlanan atların çektiği atlı araba Aksaray’a doğru yola koyuldu.
Muhalifler Toplantısı, Aksaray
***
Atlı araba Aksaray’daki yokuşun başına geldiğinde Fatih arabacının arabayı durdurmasını istedi. Toplantının yapılacağı Naci beyin evi bu yokuşun hemen yukarısındaydı. Evin önüne kadar atlı arabayla gitmenin yakışık almayacağını düşünen gençler yokuş başında arabadan inmeye karar verdiler. Kol kola girerek yokuşu tırmandılar ve tam zamanında Naci beyin evine vardılar.
Büyük bir avludan geçerek girilen ev oldukça gösterişliydi. Sıradan bir Fransızca hocası olan Naci beyin böyle bir konakta yaşıyor olması herkeste şüphe uyandırıyordu. İlk bakışta sade döşenmiş olan evin bütün odalarında antika parçaların varlığı dikkat çekiyordu. Kadife kaplı rokoko koltuklarla, son derece nadide olduğu belli olan Uşak halılarıyla, gümüş şamdanlarla, iyi eğitimli hizmetli kadrosuyla Naci bey sıradan bir hoca olmadığı izlenimini taşıyordu. Belki de tüm bu pahalı ev eşyaları Naci beyin varlıklı yabancı dostlarından gelen hediyelerdi, kim bilir?
Naci beyin özellikle Jön Türkler denen muhalif grubun önde gelen isimleriyle olan yakınlığı herkes tarafından bilinirdi. Aksaray’daki evinde sık sık muhalif toplantılara ev sahipliği yapan Naci bey, yurt dışından gelen yabancı konuklarına verdiği ziyafetlerle de isminden sıkça söz ettiriyordu. Verem hastası olan karısı Hüma hanımı Heybeliada’ya gönderdikten sonra tek kızı olan Türkan’la koca evde bir başlarına kalmışlardı. Naci bey yalnızlığını unutmak için kendisini memleket işlerine veriyor, daha sıklıkla muhalif toplantıları düzenlemeye çabalıyordu. Bir yandan da düzenlediği toplantılarda kızını, gözüne kestirdiği parlak delikanlılarla tanıştırıyor ve onu bir an önce evlendirmeye çalışıyordu. Bu çabasının ardında yatan sebep ise kızının adının bir aşk dedikodusuna karışmış olmasından duyduğu rahatsızlıktı. Padişaha ve saraya kanının son damlasına kadar muhalif olan Naci beyin kızının adı, bir saray yanlısı olan Moris isimli Yahudi bir genç ile aşk dedikodusuna karışmıştı. Üstelik Moris’in evli olduğu da biliniyordu. Moris uzun bir süre boyunca Naci beyin evine girip çıkmış ve kızı Türkan’a musiki dersi vermişti. Zaten ne olduysa o zaman olmuş, musiki dersleri sırasında iki genç arasında bir aşk alevlenivermişti. Ama bu aşkın ne Naci bey tarafından, ne de toplum tarafından onaylanması mümkün değildi. Moris hem evli bir erkekti, hem de Yahudi idi. Ama en kötüsü padişah yanlısı olmasıydı. Tek başına bu sebep bile Naci beyin bu ilişkiyi onaylamaması için yeterli sayılırdı. Bu dedikodunun aslı astarı neydi bilinmez ama Naci bey aklına koymuştu bir kere. Bir an evvel kızı Türkan’ı saraya muhalif bir genç adamla evlendirecek ve bu tatsız dedikodulara bir son verecekti.
Fatih ve Turatekin evdeki kalabalığı görünce şaşkınlıklarına engel olamadılar. Her geçen toplantı bir öncekinden daha kalabalık oluyordu. Bu da gitgide yandaşlarının sayısının arttığını gösteriyordu. Evde toplanan kalabalığın arasında neredeyse her meslek grubundan insan vardı: nazır, müsteşar, avukat, edebiyat hocası, mektupçu ve hatta sofu. Sarayda görevli devlet memurlarından olan bazı nazırların da muhalifler arasında olması oldukça şaşırtıcıydı. Ama toplum o denli karışık bir vaziyetteydi ki kimin hangi tarafta olduğu kesinlikle tahmin edilemiyordu. Domino tahtasındaki taşlar gibi bir taşın yeri değişti mi, diğerlerinin de yeri oynuyor, kişilerin saf değiştirmeleri an meselesi oluyordu.
Konuklar kendi aralarında konuşmaya dalmışlar; ev sahibi Naci Bey ise konuklarına sıcak ıhlamur ikram etme telaşına düşmüştü. Elindeki gümüş zili iki yana sallayarak hizmetçi kızı yanına çağırıyor, konuklarına ikramın kusursuz olması için onu sağa sola koşturuyordu. Naci beyin evinde düzenlediği bu akşamki toplantıda konuşma yapacak olan maliye nazırı odanın ortasında durdu ve toplantıyı başlattığını belli eden sahte bir öksürükle herkesi sessizliğe davet etti:
“Kıymetli arkadaşlar, bu haftaki olağan toplantımıza başlamayı öneriyorum. Önce genel bir durum değerlendirmesi yapıp daha sonra atılacak adımlara dair fikir beyanlarını alacağız. Müsaadenizle söze başlamak istiyorum.”
İşte saatler sürecek bir vaziyet toplantısı daha böylelikle başlamış oluyordu. Toplantı süresince, kaybedilen Osmanlı-Rus harbinden, yapılan anlaşmanın ağır şartlarından, elden çıkan memleket topraklarından, devletin dış borçlarından konuşuldu. Tüm bunlar olurken Halife Hazretlerinin, sarayında sıhhat ve afiyetle oturuyor olduğuna hep birlikte öfkelendiler. Mitralyözlerle savaşan gâvur ordusunu överken, süngüyle savaşan Osmanlı askerini kalplerinde ince bir sızı hissederek yerdiler. Nihayetinde yapılması mecburi isyan girişimlerini planlayıp, kuracakları yeni oluşumların ilk adımlarını attılar, dış ülkelerden alacakları desteklerin hesabını yaptılar.
Konuşmalar hararetlendikçe toplantıya katılan konukların içinde yanan muhalefet ateşi de alevleniyordu. Sanki hepsinin gözünde padişaha ve saraya karşı açtıkları isyan bayrağının gölgesi dalgalanıyor gibiydi. Padişahın, dizleri üstüne çökmüş tahtından indirilirken yüzünün alacağı zavallı ifadeyi hayal ediyor, bu hayalin hoşnutluğu ile gülümsüyorlardı. Onlara göre Abdülhamit memleketi düşmana satmıştı. İmparatorluk borç batağındaydı; işlenen madenler imparatorluğun malı olmaktan çoktan çıkmıştı; kazanılan paralar düşman ülkelerin kasasına girmekteydi. Batı’nın hariciye nazırları imparatorluğun iç meselelerine karışmakta, yüzyıllar boyunca imparatorluğa ait olan topraklar bir günde kaybedilmekteydi.
Toplantı nihayet sona erdiğinde evdeki kalabalık da yavaş yavaş dağılmaya başladı. Naci bey konuklarının tek tek ellerini sıkıp, kapıya kadar onlara eşlik etti. Sıra Turatekin ve Fatih’e geldiğinde ise Naci bey iki gencin yüzüne bir süre baktıktan sonra onları sıkıca kollarının arasına aldı ve kapıdan geri çevirerek az önce ayrıldıkları salona doğru sırtlarından iteledi.
“Sizleri hayatta bırakmam. Şimdi hizmetçiye bizim için akşam yemeğini hazırlamasını söyleyeceğim. Yemekte bize kızım Türkân da eşlik edecek. Kızımı sizin gibi yiğit delikanlılarla tanıştırmaktan mutluluk duyacağım. Zaten toplantı da gereğinden fazla uzadı. Hepimizin kan şekeri epey düşmüş olmalı”.
Naci Bey elinin altından ayırmadığı gümüş çıngırağı bir kez daha salladı ve açılan kapıdan önünde önlüğü, başında kepiyle giren hizmetçi kıza akşam yemeğiyle ilgili talimatlarını sıraladı.
Yemek hazır oluncaya kadar Naci bey ve genç delikanlılar havadan, sudan, yerdeki madalyonlu Uşak halısından, Naci Bey’in veremli karısının durumundan konuştular. Naci bey iki delikanlıdan Fatih’i bir süredir tanıyordu. Turatekin ile ise ilk defa tanışıyordu. Gözü her iki delikanlıyı da tutmuştu. Akşam yemeğinde onları biraz daha yakından tanımak ve kızıyla tanıştırmak niyetindeydi. Hizmetçinin akşam yemeğinin hazır olduğunu bildirmesi üzerine önde Naci Bey, arkasında Turatekin ve Fatih uzun koridorun ucundaki geniş yemek salonuna geçtiler.
Salonu orta yerinden ikiye bölecek kadar uzun yemek masasının üstü kaymaklı pilavdan külbastıya, Kayseri mantısından kadayıfa kadar çeşitli yemeklerle donatılmıştı. Avrupa’dan geldiği belli olan çatal kaşıklar ayna gibi ışıldıyordu. Masanın her iki başında yanmakta olan üçlü şamdanlar ise salona şık bir hava katmıştı. Masaya konmuş dört tabak olduğunu fark eden Turatekin, Naci Bey’in kızının da onlara katılacağını hatırlayarak bu durumdan rahatsız oldu. Yemeğe onlarla birlikte bir kadının katılıyor olması demek, yemekte siyaset konuşamayacaklar, anlamına geliyordu. Ne de olsa ona göre kadınlar siyasetten anlamazdı. Masanın bir başına Naci bey oturdu. Sağ tarafına Turatekin ve sol tarafına ise Fatih oturmuştu. Herkes boş duran sandalyeye bakıyordu ki yemek odasının kapısı açıldı ve içeriye leylak rengi elbisesinin içinde Türkan girdi. Tüm bakışlar Türkan’a kilitlenip kalmıştı. Türkân mütebessüm bir ifadeyle babasını ve konuklarını selamladı. Başına elbisesinin renginden bir eşarp atmış, ama kestane renkli saçlarının lüleli perçemlerinin alnına dökülmesine engel olamamıştı.
Naci Bey yavaşça ayağa kalktı ve kızına doğru yaklaştı.
“Türkân kızım, bu bey maliye kâtibi Fatih Beyefendi ve bu bey de tarih muallimi Turatekin Beyefendi… Beyler, bu güzel hanım da bendenizin kızı Türkân hanımefendidir.”
Delikanlılar sırasıyla yerlerinden fırlayıp genç kızın önünde hafifçe eğildiler. Türkân zarif elini önce Fatih’e, ardından Turatekin’e uzattı. Turatekin mıhlanıp kalmış gibi bir eliyle ceketinin önünü tutmuş, diğer eliyle bir prensesin eli kadar beyaz ve narin olan Türkân’ın elini usulca dudaklarına götürmüştü. Gözleri Türkân’ın gözlerine takılıp kalmıştı.
“Memnun oldum Türkân Hanımefendi.”
Bir goncanın kapalı duran iki yaprağı gibi kapalıyken bir tebessümüyle aralanan dudaklarından inci gibi dişleri görünen Türkân, babasına doğru eğilip yanağına bir öpücük kondurdu. Sanki baba kızın arasında delikanlılara belli etmek istemedikleri bir gerginlik var gibiydi. Naci Bey masanın başındaki yerine, kızının tam karşısına yeniden geçip oturdu. Artık yemeğe başlayabilirlerdi. Naci Bey’in sağ tarafına oturmuş olan Turatekin ise gözlerini Türkân’ın güzelliğinden alamıyordu bir türlü. Kan şekerinin düştüğünü çoktan unutmuş, nabzının gittikçe artan ritmiyle meşguldü şimdi. Daha önce hiç âşık olmamış mıydı acaba Turatekin? Aşkın böyle hiç beklenmedik zamanlarda ortaya çıkıp, yüreğini bir anda ateşten bir kor parçasına dönüştürebileceğinden habersiz miydi?
Naci beyin sol yanında oturan Fatih günlerdir bir şey yememiş gibi saldırmıştı yemeklere. Naci Bey ise kendine Avrupa’da eğitim görmüş birinin ağır havasını vermeye gayret ederek çatalına aldığı lokmaları tane tane ağzına götürüyordu. Bir yandan da elindeki peçeteyi dudaklarına götürüp nazik hareketlerle ağzını siliyordu. Turatekin yemeği çoktan unutmuş, başında kavak yelleri esiyor gibiydi.
Sofrada hâkim olan sessizliği Türkân bozdu.
“Vaziyet toplantınız nasıl geçti babacığım? Yorulmuş gibisiniz, her zamankinden daha uzun sürdü sanırım bu akşamki toplantınız.”
“Memleket için geçirilecek daha nice yorgun gecelerimiz olacak Türkân. Öyle değil mi beyler?”
Fatih ağzındaki lokmayı daha yutmadan şarap kadehini ağzına götürerek konuştu. Bu haliyle hiç de nezaket kurallarına uyan biri gibi görünmüyordu.
“Sarayın refah içindeki günleri sayılı Naci Bey. Memleketi bu soytarılardan kurtaran biz olacağız Allah’ın izniyle. Planladığımız isyanlar patlak verince bakalım padişah ne yapacak?”
Türkân, Fatih’in ağzından çıkan “isyan” lafını duyunca açılan gözlerini ve kabaran merakını kimseler fark etmeden bastırmaya çalıştı. Bahsettikleri isyanın detaylarını öğrenebilmek için akıllıca sorular yöneltmesi gerektiğini farkındaydı.
“Padişah babamızı kızdıracak neler planladınız bakalım?”
Başında kavak yelleri esmeye devam eden Turatekin nihayet sessizliğini bozarak Türkân’a centilmenliğini kanıtlamak ister gibi sohbete katıldı.
“Fatihçiğim, yemekte bir hanımefendi varken memleket meselelerini konuşmak uygun düşmez. Bunları daha sonra konuşalım da hanımefendiyi sıkmayalım istersen.”
Türkân önündeki süzme yoğurttan bir kaşık doldurarak tabağına alırken bir yandan da gözlerini Turatekin’e çevirerek konuştu.
“Neden öyle söylüyorsunuz? Memleket mevzuları sadece beyleri ilgilendirmez ki! Bir memlekette başıbozukluk arttıkça bundan en çok zarar görenlerin biz kadınlar olduğunu görmüyor musunuz? Ayrıca kadınlar ülkenin kaderinde her zaman söz sahibi olmuşlardır. Kadın sultanlar yüzyıllardır kafes arkasında divan toplantılarını izlemişler, padişaha önerilerde bulunarak imparatorluğun politikasına yön vermişlerdir. Kaldı ki aklı başında her kadın kocasının kararlarını etkilemeyi bilir ama bunu ilan etmeyecek kadar sağduyuludur. Hayatın her aşamasında omuz omuza yaşarken biz kadınları siyasetin dışına itelemeniz hiç doğru değil.”
Naci Bey’in ister istemez yüzü kızardı. Zaten dargın olduğu kızından iki delikanlının yanında bu tür laflar duymak onu daha da rahatsız etmişti. Ağzı dolu olmasa konuyu değiştirecekti, ama nezaketsizlik olmasın diye önce ağzındaki lokmayı bitirmeye uğraşıyordu.
Turatekin ise Türkân’ın verdiği akıl dolu yanıtla önce şaşkınlığa düşmüş, sonra ise bu cevabı veren kadına hayran olmuştu.
“Haklısınız, çok haklısınız hanımefendi,” diyerek geri adım attı.
Türkan az önce lafı geçen isyan hakkında daha fazla bilgi almak derdindeydi.
“Bu isyanın büyüklüğü ne olacak, nerede yapmayı planlıyorsunuz babacığım?”
Türkân’ın bu sorusu ağzındaki lokmaları nihayet yutmuş olan babası Naci Bey tarafından yanıtsız bırakıldı. Naci bey memleket meseleleri hakkında, hele hele muhalif toplantılarda konuşulan konular ve yapılan planlar hakkında aile bireyleri dahil olmak üzere hiç kimseyle konuşmazdı. Bu soruları kızının densizliğine vererek konuyu bir çırpıda değiştirdi ve delikanlılara kızının meziyetlerini anlatmaya başladı. Uzun masada bulunan tüm yemekler bitip, masadakilerin karnı tıka basa dolana kadar susmayan Naci Bey sürekli kızından bahsetti. Kızı ne kadar namuslu bir hanımefendiymiş, çok iyi eğitimliymiş, dört dil biliyormuş, musikiden de anlarmış, iyi yemek de yaparmış, edebiyat bilgisi de çokmuş, muş, muş, muş…
Kendisine yapılan övgüleri hiç üstüne alınmadan dinleyen Türkân yemeklerin bittiğini görünce babasından müsaade isteyerek ayağa kalktı. Sandalyesini masaya doğru itip, babasına dönerek,
“Ben hizmetçiye kahveleri hazırlamasını söyleyeyim. Bu kadar yemekten sonra acı bir kahve iyi gider. Kahvenizi nerede içmek isterseniz babacığım?” diye sordu.
“Çalışma odama getirsinler kızım.”
Türkân, delikanlıları başıyla hafifçe selamladıktan sonra leylak rengi elbisesini bir masal prensesi gibi savurarak odadan çıktı. Gece boyunca da misafirlerin yanına bir daha inmedi. Naci bey kahvelerini içmek üzere iki genci çalışma odasına buyur ettikten sonra sohbete burada devam ettiler. Turatekin, açılan her kapıdan Türkân’ın içeri girmesini bekleyip duruyordu. Bir görünüp bir kaybolan masal prensesinden geriye mermer gibi beyaz teninden ciğerlerine dolan lavanta kokusu kalmıştı sadece.
Gecenin sonunda Naci Bey konuklarını kapıda geçirirken onlara bir baba sıcaklığıyla yaklaştığını kendince belli etmeye çalışıyordu. Gençlerin sırtını sıvazlıyor, ellerini sıkıyor, kapısının her ikisine de açık olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyordu. Nihayet gençleri geçirip ardından kapıyı kapattıktan sonra Naci bey bir eliyle dirseğini tutarken diğer eliyle çenesini sıvazladı ve düşündü. Biri maliyede kâtip, diğeri sıradan bir tarih öğretmeni olan bu iki delikanlı gerçekten uygun birer damat adayı mıydı? Bunca meziyete sahip kızıyla aynı eğitim seviyesinde bile değillerdi oysa ki. Sadece Naci beyle aynı siyasi düşünceyi paylaştıkları için ideal damat adayı olabileceklerini düşünmek doğru olur muydu? Oysa Naci beyin dostları arasındaki Rauf bey öyle miydi ya? Paris’te yaşayan Rauf bey hem iyi eğitimli, hem varlıklı, hem de Jön Türklerin önde gelen isimlerinden biri olması sebebiyle Naci beye göre kızı için son derece uygun bir koca adayıydı. Tamam yaşça kızından oldukça büyük, kilolu, tıknaz, saçı dökük bir adamdı. Ama kızına pekala aydınlık bir gelecek sağlayabilirdi. Kafasını iki yana sallayan Naci bey Bu gece için bu kafaya, bu kadar düşünce kâfi, diyerek düşünmeyi bıraktı ve dinlenmek üzere yatak odasına çıktı.
Naci beyle vedalaşarak evden ayrılan Fatih ile Turatekin ise yokuşun aşağısında saatlerdir onları bekleyen atlı arabaya kadar yine kol kola yürüdüler. Yemekte içtikleri şarabın da etkisiyle yorgun fakat neşe içindelerdi. Açık havada yürümenin onlara iyi geleceğini düşünüp arabacıyı geri gönderdiler. Turatekin ve Fatih gecenin değerlendirmesini yaparak yürüdükleri yolda kâh konuşuyor, kâh gülüyorlardı. Turatekin dilinin ucuna kadar gelen soruyu bir türlü soramıyordu arkadaşına. Ne deseydi de konuyu Türkan’a getirseydi acaba? Fatih arkadaşının akından geçenleri okumuşçasına konuşmaya başladı.
“Çok güzel bir bayanmış Naci beyin kızı Türkan, öyle değil mi? Güzelliğiyle insanın başını döndürecek bir hanım. Yazık ki izdivacı Rauf bey gibi züppe bir adamla olacak sanırım.”
Turatekin’in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
“Ne?Rauf bey de kim? Neden? Nereden çıkardın bunu sen?”
Fatih anlatmayı sürdürdü.
“Naci Bey’in mesleği nedir kuzum? Bir öğretmen. Ne öğretmeni? Fransızca öğretmeni. Sence bir muallimin evinde bu kadar çok antika parça bulunabilir mi? Ben söyleyeyim, bulunamaz. Ne o, hizmetçiler, yemek salonları, şamdanlar falan? Sen bilmiyor olabilirsin ama işin aslı şu: bu Naci Bey’in yurtdışında eğitim görmüş çok kültürlü, çok yer gezmiş can ciğer kuzu sarması bir dostu vardır: Rauf bey. Avrupa’da birlikte olmadığı kadın kalmayan züppe adamın teki. Laf aramızda Jön Türklerin önemli isimlerinden bir zat aynı zamanda. Adam adının çıktığını biliyor, artık düzgün bir aile kızıyla evlenip halk arasında bozulan itibarını sağlamlaştırsın diye Naci beyin kızına talip oluyor. Tabii Naci beye ne hediyeler, ne hediyeler… Gördüğün tüm o antikalar bu adamın verdiği hediyeler aslında. Hediye de denmez buna ya, rüşvet resmen. Naci bey paraya düşkün bir adamdır. Hediyeleri sever. Zaten bir tanecik kızı var. Onu da saraylı bir Yahudiye verecek değil ya! Tek seçenek kalıyor geriye, o da Rauf bey. Senin anlayacağın bu Rauf beyle Naci Bey yakında kayınpeder damat olacaklar. ”
Turatekin bir kez daha şaşkına dönmüştü: Ne yahudisi, ne saraylısı?
Gülmeye başlayan Fatih Turatekin’in bu merakının sebebini anlayamamıştı. Turatekin’in ise aklında leylak rengi elbisesi içinde salına salına yürüyen Türkân’ın görüntüsü, kulağında Türkân’ın hüzzamdan hazin bir şarkı namesi gibi gelen sesi… Bir anda Turatekin, “Ben âşık oldum galiba Fatih,” deyiverdi. Duyduklarına inanamayan Fatih, yolun tam ortasında durdu ve Turatekin’in bu itirafına, bitti derken tekrar başlayan uzun kahkahalarla güldü, güldü.