Koca gar binasının içindeki sabah yoğunluğu bir süre sonar Nebiye’yi yutarken Simitçi Hacer, uzun uzun baktı Nebiye’nin arkasından. Sanki bir şey söyleyecekmiş de söyleyememiş gibi. “Neyse dönünce söylerim,” gibi başını salladı. Sonra, “Hiç dönmeyecek ki,” dercesine gözleri garın sabah ışıklarına takıldı kaldı. Çok değil ama… “Ver bakalım abla şuradan bize iki simit,” diyen yorgun ve coşkulu yolcu çiftin gencecik sesine kadar. Genç kadının adının Serin olduğunu duydu duymasına ama bu ad, nedense Hacer’e o anda hiçbir şey ifade etmedi. Konuşmaları da… “O kadar çok aradım ki, ne oldu acaba…” diye gara karışan cümleyi ise duymaması mümkün değildi. Ancak o sırada garı çınlatan bir polis sireni her şeyi sise buladı. Görüntü buğulandı, sesler tozlandı. Nebiye, temizlik takıntısı olan bir edebiyat öğretmeni. Her yerde toz görüyor, sildikçe çoğalıyor toz, peşini bırakmıyor. Tozdan kaçarken tozla kaplanıyor Nebiye. Müge İplikçi Sil Baştan’da silinip yeniden yazılan kaderlerin diyarından bir kesit sunuyor bize. O kaderlerde hepimize ait bir ses ve o sese dair sözcükler var. O sese yazılmış falların bile zaman zaman çaresiz kaldığı bir gerçekliğe sarsıcı diliyle katılıyor İplikçi. Hüzünlü bir hikâye… bir o kadar da muzip.
***
İmbat için
Dilekçeler
Nebiye, fincanındaki siyah noktalı telveleri gecenin içinde gezinen kayıtsız ışıklarmış gibi seyretti. Faldan anlamayan ama falsız da kalmayan o beşerlerdendi. Bu haliyle bile hayatındaki bulutları seçti. Elindeki küçük nota bir kez daha dikkatli dikkatli baktı. Nottaki adamın adı Erdal’dı. Erdal Haymana. Onu, büyük odasının içinde döner sandalyesindeki bodur adamlardan biri olarak düşündü. Büyük odasının penceresinden görünen iddialı yeni şehir manzarasının adamı nasıl da delik deşik edebileceğini o zaman fark etti. Bunun gibi adamlar, sebepsiz yere, küçük nedenlere tutunur, terfi eder, sonra aynı sebepsiz nedenlerden ötürü yutulur giderdi. Erdal Haymana da, hiç kuşku yok, böyle biriydi. Ancak tüm bu durumlar Nebiye’nin onu dikkate almayacağı anlamına gelmemeliydi. Fincanındaki fal da, bunu böyle yapması gerektiğini söylüyordu. Bunun üzerine Nebiye, “Ol,” dedi dilekçeye ve dilekçe elbette olmadı! Yine de başlangıç gerekiyordu elbet. Aslında Nebiye bu başlangıçlar için biçilmiş kaftandı:
Başlar ve bir türlü sonunu getiremezdi!
Başlar ve geri adım atardı.
Başlar ve sonra başladığına bin pişman olurdu. Ancak bu kez arada başka sebepler vardı. Bu yüzden, bukez, daha kararlı bir biçimde başladı Nebiye. Kendini şaşırtmak istercesine. Birazdan kendinden korkarak.
Sayın Erdal Haymana, diye yazdı.
Kurumunuza bu dilekçenin benzerlerinden sayısız kere yazdım. İlçe Milli Eğitim’deki arkadaşlar ise bu dilekçeyi sizin gibi yetkin bir kişinin nezdinde, direkt olarak Bakanlık’a iletmemi istediler. Sizi bu yüzden rahatsız ediyorum.
Aslında tam bunlar mıydı yazmak istedikleri? Bilemiyordu. Uflayıp pufladı. Belki biraz ara vermek gerekecekti. Maun masada titreşen yıllanmış fincanı eline aldı, sonra bıraktı. Gözü duvardaki ve yerlerdeki tablolara, sonrasında onlara iğreti bir ev sahipliği yapan kilime ilişti. Bu kilim yine tozlanmış mıydı yoksa? Hiç zaman geçirmeden kilimin üstündeki tabloları ve sehpayı örselenmiş bir yüz ifadesiyle boşluğa iteledi. Sehpadan çıkan ses, dilekçeden ruhuna işleyen ve gözlerine yansıyan umutsuzluğu bir çırpıda siliverdi o zaman. Aşağıdaki Uzaylı’yı ve kız kardeşini delirtmek için yeni bir garç gurç harekâtı daha hayata geçiyordu.
Nebiye şeytani bir hamleyle kıpırdadı. Garç diye bir ses duyuldu. Sehpa biraz daha köşeye doğru itilmişti. Gecenin ve saatin kaç olduğunu umursamıyordu bile. Nasılsa deliksiz gece uykusu onun için ne zamandır bir şey ifade etmiyordu.
Kilimi serbest bırakacak bir tek şu tozlu kauçuk kalmıştı. Onu da aynı “garç gurç” sitemiyle sehpanın öte yanına iteledi. Artık her şey kontrolü altındaydı.
Kilimi ağır ağır çekti ve pencereyi bütün hışmıyla açıp gecenin içine bırakmadan önce aşağıdaki Uzaylıların pencerelerini besbelli aşağılayan bir edayla, evdeki hemen her şey gibi, annesinden ona kalan o nefret ettiği kilimi de tozlu bir dil gibi öfke ve hırsla silkeledi.
Silkeledikçe de gecenin yıldızlı haliyle hatırladı. Ne diyordu Uzaylı ve çokbilmiş Uzaylı kız kardeşi?
Lütfen aşağıya halı ve kilim silkelemeyin.
Lütfen eşyaları garç gurç çekmeyin.
Lütfenmiş. Komşularından sevgilerleymiş…
Yok apartmanmış. Yok ortak yaşam alanıymış.
Nasıl bir laftı o öyle ya! ORTAK YAŞAM ALANI.
Herkes yapıyor deyince Uzaylı’nın Uzaylı kız kardeşi ne demişti öyle?
Herkes yapıyor bir cevap olamaz ki. Bu apartmanda sizden ve bizden başka kimse kalmadı ki… Uzaylı kız kardeş bunu o kadar Uzaylı bir dille söylüyordu ki koca bir bedduayı hak ediyordu elbette.
Allah topunuzun belasını versin yetmezdi. Bu ülkeyi bu hale getiren siz ve sizin gibiler de… Bu Erdal Haymana gibileri, sırf bunlar yüzünden daha az tehlikeli buluyordu. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez ruhlu insanlardan korkmaz, ürkmezdi Nebiye. Hatta zaman zaman onlara kendini yakın bulurdu. Ya Uzaylılar? Onlar tüm bunların sorumlusuydular. Tüm bunlarsa Nebiye’nin rahatsız olduğu her şey demekti.
Bu yüzden olsa gerek gidip bir kez, bir kez daha silkeledi kilimi. Uzaylılara karşı Nebiye. Uzaylılara karşı vatansever Nebiye. Esasen Uzaylılara karşı herkes birleşmeliydi ve tek bir parti olmalıydı. Bir tek parti… Yeşim Teyze’nin partisi bile olabilirdi bu. Durum bu kadar vahimdi demek. Ancak Uzaylılar çok daha vahimdi. Oh olsun, ohhh canıma değsin diyerek yok etmeliydiler bunlar gibi olanları. Ortak yaşam alanlıların dibine darı ekilmeliydi. Hem bunlar madem böyle bir hayat derdindeydiler, basıp gitselerdi ya uzaya. Feza onların olsundu. Bu cennet vatansa Nebiyelerin. Nebiyeler kimdi ki? Serin sormuştu galiba bu soruyu. O zaman ona hak ettiği cevabı vermişti.
“Nebiyeler benim gibi olanlar işte! Ancak sizin gibilerden yer bulamıyoruz ki…”
Kilimi daha da hırslanarak silkeledi.
Oh olsun…
Neymiş? Medeniyet miymiş? Size mi kaldı bana medeniyeti öğretmek! Beceriksiz Uzaylı Yadigâr ve kız kardeşi. Feza gülleri. Size mi kaldı bana hayatı anlatmak? Kelin merhemi olsa başına sürermiş. Tozlu yaratıklar sizi. Budala kiracılar. Bugün var yarın yoklar. Hadi oradan!
Günden geriye kalan terli kıyafetleriyle sırtını kedi gibi yuvarlak bir dağ haline getirdi, gerindi, esnedi. Ne diye pazen geceliğini giymedin ki hâlâ diye sordu kendine. Eskiden pazen yerine askılı geceliklerin vardı senin Nebiye Hanım diye söylendi. Bak kumlu böbrek ağrısı seni ne hale getirdi. İç maydonozlu suları iç, bekle ki geçsin. Sonra fala döndü. Aslında bu fal işinden de kurtulmalıydı ya bir türlü beceremiyordu! Bu esnada, fincanlı falın içindeki gecenin dibinden, fal bu ya, bir gece ambulansı geçti. Sonra bir de uçak. Nereye gidiyordu bunlar böyle? Nebiye bu konuda tamamen bilgisizdi. Bereket, falın gece minareleri, Nebiye’nin külliyen kaybolduğu yolun sonunda, sessiz ve kaderci bir ciddiyet içindeydi. Onlara baktı baktı ve derken hatırladı Nebiye: anksiyete, üstelik ağır olanından. Bu olsa olsa budur! Nebiye bütün küfürlerine ve pencerede asılı duran gergin kilime rağmen geçmişine teslim oldu: Zor geçen günler ve geceler demekti ağır anksiyete. Faldaki bütün renkleri, falı, hatta yaşamın için dekileri de silen koca bir kuntluk, yük, kalpteki derin kaya parçası… Hatta, hatta falların sonu.
“Benial.”
Aaa, Melahat’in sesiydi bu. Papağanımsı kedi. Böyle öter, böyle konuşurdu Melahat.
“Sen zaten benimsin!” dedi odanın karanlık köşesinde tutsak kalmış kediye dönüp. “Canım canım canım!” Köhne köşeye gidip bulup çıkardı onu ve burnuna ıpıslak, kahveli bir öpücük kondurdu. Kedi canı sıkkın bir halde gerindi; şefkate doymuş gibiydi: “Benial.”
Odadaki kül rengi saatin uzun tik ve takları yeni ve hızlı tik taklara evrildi.
Hız aklına başka düşünceler getirmişti; elini apışarasına götürdü. Hımmm. Gidip işemeliydi. Evin tırpanlayıcı karanlığı ve gri tekinsizliğinde mutfağı atlayıp ışıksız koridordan geçip banyoya ulaştı. İçeriye sığmayan çamaşır makinesine gözü takıldı bir an. Makinenin üstü yine rengârenk şişelerle dolup taşıyordu. İstemeye istemeye ışığı yaktı. Bu banyoyu oldu bitti sevmezdi. Özellikle de yer karolarını. Bu renksiz ve tozlu karoları ona tek sevdiren kişi ise Murat Usta idi. Bu eve nadiren çağırdığı insanlardan biri olan Murat Usta, ilk ve son aşkı Orçun’un yüzü ve her zamanki kibarlığıyla şöyle demişti bir gün:
“Nebiye Hanım…”
İşte bu Murat Usta’yı sevmesinin en önemli nedenlerinden biriydi. Ona Nebiye Abla, teyzeciğim, anacığım demeyen biriydi Murat Usta. Onu kaale alan biriydi. O güne kadar eve getirdiği bütün ustaların ustasıydı besbelli. Yerdeki karolara uzun uzun bakmış ve, “Merak etmeyin, bu izleri silecek, şu karoları size yeniden sevdirecek bir formül biliyorum,” demişti.
“Nedir?” sorusuna ise.
Nedir sorusuna ise…
Nebiye şarıl şarıl işiyordu ve bir yandan da kendinden geçmiş bir biçimde inliyordu. O kadar ki aklı darmaduman olmuştu. Murat Usta’nın, hayalinde olur olmaz hemen her zaman fütursuzca gezinen güzel yüzünde yeller esiyordu artık. Varsa yoksa kumlu bir su çığlığı.
“Okuldan geldiğinden beri tutarsan bu mereti böyle olur işte!” dedi kendi kendine. “Sana yaramaz böylesi, koyvereceksin gidecek.”
Derken yine onları gördü. Yerdeki tozlu karoları. Neden böyleydiler, kimin eseriydiler… Nebiye bu tarihi tam olarak hatırlamıyordu. Annesi, Gürzap Hanım’ın evlat edindiği kızı olarak bu tuvaletin yeri kendini bildi bileli hep böyleydi. Tozlu, isli, ağır. Belki de hiçbir dilde karşılığı olmayan bir duygunun meskeniydi burası.
Annesi bir çevirmendi ve çevirmenlerin bile çeviremediği cümleler vardı. Bir çeviri bürosunda çalışırdı annesi. O bürodan dünyaya seslenir bir halin kadınıydı. Arada oradan, ya dünyadan ya da çeviri bürosundan, telefon eder Nebiye’ye işler buyururdu. Anneanneni yalnız bırakma Nebiye. Nebiye anneannesini yalnız bırakmazdı. Nebiye kimseyi yalnız bırakmadı. Kendinden başka. Babasının tersine herkesi kalabalık bir gürültüyle zaman zaman kendinin de anlamadığı bir dille sarıp sarmaladı. Peki ya annesi? Annesinin tüm bu çeviri işleriyle ilgilenirken Nebiye’nin cümleleriyle hiç ilgilenmemesinin nedeni ne olabilirdi?
“Söylesene,” derdi annesi. “Bin türlü toz vardır evrende, buraya uyan hangisidir Nebiye?”
Nebiye banyodaki yer karolarında gezinen tozları tetkik eder ama cevabı bulamazdı.
Nebiye bilemezdi, işin aslı buydu. Sadece küçük olduğu için değil, anneannesinin tabiriyle söylemek gerekirse biraz da farklı olduğundan. Belki de bu yüzden Nebiye’nin bildikleri, büyüyünceye kadar, annesinin ona anlattıkları ve anlatmadıkları kadardı.
Sonra yıllar geçti gitti.
Nebiye tekrar yer karolarına baktığında artık büyümüştü. Ev ise iyice eskimeye yüz tutmuştu. Nebiye’ye kalsa, Nebiye de. Üstelik artık bir yetişkindi. Murat Usta ile banyodaki tozlu gölgeyi temizlemeyi düşünecek kadar. Hatta dahası da. Yakında malulen emekli olacak kadar. Koca kadındı Nebiye artık. Evdeki herkes gitmişti ama izleri kalmıştı. Tozları da. Böyle demişti Murat Usta’ya. Belki de bu iz annem ve anneannemden kalmadır. Belki babam bile vardır o tozda. Belki onun sevgilisi de. Ya Altınbağ? Ya Şerife? Elbette! Kısaca onu anneannesinin gözünde farklı kılan her şey.
Kısaca herkes oradaydı.
Tozlar apartman boşluğundan yağarken Nebiye tozlara izler olarak da bakıyordu – bu yüzden.