Delikanlının adı Santiago idi. Sürüsüyle birlikte eski, terk edilmiş kilisenin önüne geldiğinde güneş batmak üzereydi. Kilisenin çatısı çoktandır çökmüş, bir zamanlar ayin eşyalarının konulduğu yerde kocaman bir firavuninciri büyümüştü.
Delikanlı geceyi burada geçirmeye karar verdi. Bütün koyunlarını yıkık kapıdan içeri soktu. Koyunların, geceleyin kaçmalarına engel olacak şekilde, kapıya birkaç tahta koydu. Bu bölgede kurt falan yoktu, ama bir keresinde bir kaçak koyunu bulmak için, ertesi gün bütün gün dolaşmak zorunda kalmıştı.
Yamçısını yere yayıp üzerine uzandı, okuyup bitirdiği kitabı da yastık olarak başının altına koydu. Uykuya dalmadan önce, artık daha kalın kitaplar okuması gerektiğini düşündü: Okunmaları daha uzun sürer, geceleyin de daha rahat yastık olurlardı.
Uyandığında ortalık hâlâ karanlıktı. Yukarıya baktı, yarı yarıya yıkılmış çatının arasından parıldayan yıldızları gördü.
“Biraz daha uyusaydım,” diye düşündü. Bir hafta önceki düşü tekrar görmüş, gene sonunu getiremeden uyanmıştı.
Kalktı, bir yudum şarap içti. Sonra değneğini eline alıp hâlâ uyumakta olan koyunları uyandırmaya başladı. Hayvanların çoğunun tıpkı kendisi gibi uykudan hemen sıyrılıp uyandıklarını fark etti. Sanki gizemli bir güç, iki yıldır, yiyecek ve su peşinde kendisiyle birlikte bütün ülkeyi dolaşıp duran koyunların yaşamına bağlamıştı yaşamını. “Bana öylesine alıştılar ki, saat düzenimi biliyorlar,” dedi kendi kendine alçak sesle.
“Bir an daldıktan sonra, tersi de olabilir,” diye düşündü. Hayvanların saat düzenine belki de kendisi alışmıştı.
Gene de, uyanması geciken koyunlar da vardı. Adlarını söyleyerek sopasıyla birer birer hepsini uyandırdı. Söylediklerini koyunların anlayabildiğine her zaman inanmıştı. Bundan dolayı, kendisini etkileyen kitapların bazı bölümlerini kimi zaman onlara okur; kimi zaman da kırlarda dolaşan bir çobanın yalnızlığından ya da yaşama sevincinden söz ederdi onlara; kimi de uğramayı alışkanlık haline getirdiği kentlerde gördüğü son yenilikleri anlatırdı.
Ama, önceki günden bu yana, dört gün sonra varacağı kentte yaşayan genç kızdan başka bir konuşma konusu açmamıştı. Bir tüccarın kızıydı söz konusu olan. Önceki yıl, yalnızca bir kez gelmişti buraya. Tüccarın bir kumaş mağazası vardı; alacağı mal konusunda aldatılmamak için, koyunların gözünün önünde kırkılmasını istiyordu. Bu mağazayı ona bir arkadaşı anlatmış, çoban da sürüsünü oraya götürmüştü.
“Biraz yün satmak istiyorum,” demişti çoban, tüccara.
Dükkân kalabalıktı, iş yoğundu; bu yüzden, tüccar çobana ikindiye kadar beklemesini söyledi. Bunun üzerine çoban gidip mağazanın önündeki kaldırıma oturdu, heybesinden bir kitap çıkardı.
“Çobanların kitap okuyabildiklerini bilmiyordum,” dedi yanı başında bir kadın sesi.
Uzun siyah saçları, eski Magripli fatihleri belli belirsiz anımsatan gözleriyle, tepeden tırnağa tam bir Endülüs kızıydı konuşan.
“Koyunlar kitaplardan daha öğreticidir,” diye yanıtladı genç çoban.
İki saatten fazla sohbet ettiler. Endülüs kızı, tüccarın kızı olduğunu söyledi, her günü birbirine benzeyen köy yaşamını anlattı. Çoban, Endülüs kırlarından, uğradığı kentlerde gördüğü son yeniliklerden söz etti. Koyunlarıyla konuşmak zorunda kalmadığı için mutluydu çoban.
“Okumayı nasıl öğrendiniz?” diye sordu genç kız.
“Herkes gibi,” diye yanıtladı çoban. “Okulda.”
“Peki ama, okuma bildiğinize göre niçin çobanlık yapıyorsunuz?”
Delikanlı bu soruyu yanıtlamamak için duymazlıktan geldi. Vereceği yanıtı genç kızın anlamayacağından emindi. Bu yüzden, yolculuk öyküleri anlatmayı sürdürdü. Genç kızın Magripli küçük gözleri, merak ve şaşkınlıktan kocaman açılıyor, kimi de iyice küçülüyordu. Zaman geçtikçe, zamanın hiç geçmemesini, genç kızın babasının işlerini bitirememesini ve kendisinden üç gün daha beklemesini istemesini dilemeye başladı delikanlı. Şimdiye kadar hiç duymadığı bir şeyler hissettiğini fark etti. Sonsuza dek bir yere yerleşmek istiyordu. Kara saçlı genç kızın yanında, kuşkusuz, günler birbirine benzemezdi.
Ama sonunda tüccar gelip dört koyun kırkmasını istedi. Borcunu ödedikten sonra çobanın ertesi yıl da uğramasını söyledi.
Şimdi bu kasabaya ulaşmak için önünde dört gün vardı çobanın. Heyecandan içi içine sığmıyordu, ama yüreğini koyu bir kaygı da sarmıştı: Belki de genç kız unutmuştu onu. Yün satmak için oraya uğrayan bir yığın çoban vardı.
“Pek önemli değil,” dedi koyunlarıyla konuşurken. “Ben de başka yerlerde başka kızlar tanıyorum.”
Ama, yüreğinin derinliklerinden biliyordu ki, öyle “Pek önemli değil,” diyecek durumda değildi. Çobanların da, tıpkı denizciler ve gezgin satıcılar gibi, kendilerini yeryüzünde başıboş dolaşmaktan vazgeçirtecek birinin yaşadığı bir kente uğrayabileceklerini biliyordu.
Günün ilk ışıkları tanyerinden yükselmeye başlarken, çoban koyunlarını gündoğusu yönünde sürmeye başladı. “Hiçbir zaman bir karar vermek gereksinimi duymuyorlar,” diye düşündü. “Belki de bu yüzden hep benim yanımda kalıyorlar.” Su ve yiyecekten başka bir şeye gereksinim duymuyordu koyunlar. Onların çobanı olarak Endülüs’ün en iyi otlaklarını bildiği sürece, kendisiyle her zaman dost kalacaklardı. Güneşin doğuşu ile batışı arasında eğleşen, uzun saatlerden oluşan günlerin biri ötekinden farklı olmasa da; kısacık yaşamları boyunca tek bir kitap okumasalar, köylerde olup bitenleri anlatan delikanlının insan dilini anlamasalar da. Yiyecek ve suyla yetiniyorlardı ve bu onlar için yeterliydi. Buna karşılık, yünlerini, arkadaşlıklarını ve kimi zaman da etlerini cömertçe sunuyorlardı.
“Günün birinde bir canavara dönüşsem ve tek tek hepsini öldürsem, sürünün hepsini boğazladıktan sonra ancak işin farkına varırlardı,” diye düşündü delikanlı. “Çünkü bana inanıyorlar ve artık kendi içgüdülerine güvenmiyorlar. Bu böyle, çünkü onları otlağa ben götürüyorum.”
Delikanlı kendi düşüncelerine şaşmaya, onları tuhaf bulmaya başladı. İçinde firavuninciri bitmiş kilise belki de cinli periliydi. Belki de aynı düşü bu nedenle yeniden görüyor ve her zaman sadık dost saydığı koyunlara karşı öfke duyuyordu. Önceki akşam yemeğinden kalma şarabından içti biraz ve yamçısına sarındı. Birkaç saat sonra, güneşin yükselmesiyle artan bunaltıcı sıcaklar yüzünden sürüsünü kırda dolaştıramayacağını biliyordu. Yazın bu saatte bütün İspanya uykuya dalardı. Sıcak, gece ininceye kadar sürerdi, ama bu arada yamçısını yanında taşımak zorundaydı. Her şeye karşın, bu yükten yakınmaya kalkıştığı zaman, sabah ayazını bu yük sayesinde hissetmediğini anımsıyordu kuşkusuz.
“Havanın beklenmedik değişikliklerine karşı koymaya her zaman hazır olmalıyız,” diye düşünüyordu o zaman; yamçının ağırlığına katlanmayı minnetle kabul ediyordu.
Yamçının da bir varlık nedeni vardı, tıpkı delikanlının hikmeti vücudu gibi. Orası senin, burası benim Endülüs ovalarını iki yıl dolaştıktan sonra, bölgenin bütün kentlerini ezbere öğrenmişti; yaşamına anlam veren şey gezip dolaşmaktı. Basit bir çobanın neden okuma bildiğini, bu kez genç kıza açıklamak niyetindeydi: On altı yaşına kadar papaz okuluna gitmişti. Ana babası, onun din adamı olmasını istemişlerdi; tıpkı koyunları gibi, yalnızca su ve yiyecek için çalışan yoksul bir köylü ailesi için gurur kaynağıydı böyle bir şey. Latince, İspanyolca ve din bilim okumuştu. Ama, daha küçüklüğünden itibaren dünyayı tanımayı hayal etmişti, Tanrıyı ya da insanın günahlarını öğrenmekten çok daha önemliydi böyle bir şey. Bir akşam, ailesini görmeye giderken, bütün cesaretini toparlayıp babasına rahip olmak istemediğini söyledi. Yolculuk yapmak istiyordu.
“Dünyanın bütün insanları şimdiye kadar bu köyden gelip geçtiler, oğlum,” dedi baba. “Burada yeni şeyler aramaya geldiler, ama hiç değişmediler. Şatoyu gezmek için tepeye çıkarlar ve geçmişin günümüzden daha iyi olduğuna karar verirler. Saçlarının rengi ister açık, ister koyu olsun, hepsi de köyümüzün insanlarına benzerler.”
“Ama ben, bu insanların geldikleri ülkelerdeki şatoları bilmiyorum,” diye yanıtladı delikanlı.
“Bu insanlar, tarlalarımızı, kadınlarımızı görünce, her zaman burada yaşamak istediklerini söylerler,” diye sürdürdü baba.
“Onların geldikleri yerlerin kadınlarını ve topraklarını tanımak istiyorum,” dedi oğul bunun üzerine. “Çünkü hiçbiri bizimle kalmıyorlar burada.”
“Ama bu insanların cepleri para dolu,” dedi baba. “Bizim burada, yalnızca çobanlar başka yerleri görebilirler.”
“Öyleyse, ben de çoban olacağım.”
Bunun üzerine baba hiçbir şey söylemedi. Ertesi gün, içinde üç eski İspanyol altın lirası bulunan bir kese verdi oğluna.
“Bunları bir gün tarlada bulmuştum. Rahipliğe kabul edilme töreninde kiliseye vermeyi düşünüyordum. Git, kendine bir sürü al ve en iyisinin bizim şatomuz, en güzel kadınların da bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş.”
Ve baba, oğlunu kutsadı. Delikanlı, babasının gözlerinde de dünyayı dolaşma isteğinin bulunduğunu gördü. Her gece uyumak, yemek ve içmek için hep aynı yerde kalarak yıllarca kurtulmaya çalışmış olmasına karşın, hâlâ canlı kalan bir istekti bu.
Ufuk kızardı, sonra güneş göründü. Delikanlı, babasıyla yaptığı konuşmayı anımsadı ve kendini mutlu hissetti; daha şimdiden birçok şato, birçok kadın tanımıştı (ama bu kadınlardan hiçbiri, iki gün sonra göreceği kadının eline su bile dökemezdi). Bir yamçısı, bir başkasıyla değiştokuş edebileceği bir kitabı ve bir sürüsü vardı. Bununla birlikte, en önemlisi, her gün yaşamının büyük düşünü gerçekleştiriyordu: Geziyordu. Endülüs ovalarından bıkınca koyunlarını satıp denizci olabilirdi. Denizden usandığı zaman da birçok kent, birçok kadın tanımış, birçok mutluluk olanağı yaşamış olurdu.
“Papaz okuluna, Tanrı’yı aramaya nasıl gidebilirim?” diye düşündü, doğan güneşe bakarak. Bunun olası olduğu durumlarda, bir yolunu bulup bir başka yolculuğa çıkıyordu. Buradan kaç kez geçmiş olmasına karşın, bu harap kiliseye kadar hiç gelmemişti. Dünya büyüktü, sonu gelmiyordu. Kısa bir süre de olsa, koyunlarının kendisine yol göstermesine izin verse, sonunda bir yığın ilginç şey keşfederdi. “Sorun şu ki, her gün yeni bir yere gittiklerinin farkına varmıyorlar. Otlakların değiştiğini, mevsimlerin birbirine benzemediğini anlamıyorlar. Çünkü yiyecek ve sudan başka bir kaygıları yok.”
“Belki de herkes için durum böyledir,” diye düşündü çoban. “Tüccarın kızına rastladığımdan bu yana başka bir kadın düşünmeyen benim için bile.”
Gökyüzüne baktı. Hesaplamalarına göre, öğle yemeğinden önce Tarifa’da olacaktı. Orada, kitabını daha kalın bir kitapla değiştirebilir, şişesini şarapla doldurur, saç sakal tıraşı olabilirdi; kızın yanına gitmeden önce iyice hazırlanmalıydı. Daha fazla koyunu olan bir başka çobanın, kendisinden önce davranıp genç kıza talip olma olasılığını düşünmek bile istemiyordu.
“Bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor,” diye düşündü, güneşin durumuna tekrar bakıp adımlarını hızlandırarak. Tarifa’da düş yorumcusu bir yaşlı kadının yaşadığını anımsamıştı. Daha önce bir kez görmüş olduğu bu düşü, bu gece de görmüştü.
Yaşlı kadın, delikanlıyı evin arkasındaki bir odaya götürdü, odayı salondan rengârenk bir plastik perde ayırıyordu. Odada bir masa, bir “İsa’nın Kutsal Yüreği”[2] tasviri ve iki sandalye vardı.
Yaşlı kadın oturdu, delikanlıya da oturmasını söyledi. Sonra delikanlının iki elini ellerinin arasına aldı ve usulca dua etmeye başladı.
Söyledikleri bir çingene duasına benziyordu. Şimdiye kadar, dolaşırken bir yığın çingeneye rastlamıştı. Bu insanlar da dolaşıyorlardı, ama koyunlarla ilgilenmiyorlardı. Söylenenlere bakılırsa, bir çingenenin işi gücü durmadan insanları aldatmaktı. Şeytanla anlaşma yaptıkları, çocukları kaçırıp gizli barınaklarında bunları köle gibi kullandıkları da söyleniyordu. Genç çoban, çocukken, çingeneler tarafından kaçırılmaktan korkmuştu her zaman. Yaşlı kadın ellerini tutunca bu eski korkuyu anımsadı delikanlı.
“Ama burada İsa’nın Kutsal Yüreği tasviri var,” diye düşündü, kaygılarından kurtulmak isterken. Elinin titremeye başlamasını, yaşlı kadının da onun bu ürküntüsünü fark etmesini istemiyordu. Sessizce bir “Tanrı Babamız” duası okudu.
“İlginç…” dedi yaşlı kadın, gözlerini delikanlının elinden ayırmaksızın. Ve tekrar sustu.
Delikanlı, giderek sinirlendiğini hissediyordu. Ama elinin titremesine engel olamadı ve yaşlı kadın fark etti bunu. Hemen ellerini çekti kadının ellerinden.
“Buraya el falına baktırmak için gelmedim,” dedi. Bu eve geldiği için artık pişmanlık duyuyordu. Bir an, kadına ücretini ödemenin ve hiçbir şey öğrenmeden buradan ayrılmanın daha iyi olacağını düşündü. Ne var ki, üst üste gördüğü aynı düşün ne anlama geldiğini öğrenmek çok önemliydi onun için.
“Gördüğün düşler hakkında bilgi almaya geldin,” dedi bunun üzerine yaşlı kadın. Ama düşler, Tanrı’nın diliyle konuşurlar. Tanrı dünyanın diliyle konuşursa bunun yorumunu yapabilirim. Ama senin ruhunun diliyle konuştuğu zaman bunu yalnızca sen anlayabilirsin. Gene de danışma ücreti ödeyeceksin bana.
“Gene bir dalavere,” diye düşündü delikanlı. Her şeye karşın, tehlikeyi göze almaya karar verdi. Bir çoban, kurt ya da kuraklık tehlikesiyle her zaman karşı karşıyadır; ama, çobanlık mesleğini çekici kılan da budur zaten.
“Aynı düşü iki kez üst üste gördüm. Koyunlarımla bir otlaktaydım. Derken bir çocuk göründü ve koyunlarla oynamaya başladı. İnsanların koyunlarımla oynamasından pek hoşlanmam; tanımadıkları insanlardan korkarlar. Ama kendileriyle oynamaya gelen çocuklardan korkmazlar. Neden bilmem. Hayvanların, insanların yaşını bilmeleri şaşırtıcı bir şey.”
“Sözü gördüğün düşe getir,” dedi yaşlı kadın. Ateşte tencerem var. Hem zaten fazla paran da yok, bütün zamanımı alamazsın.”
“Çocuk bir süre koyunlarla oynuyor,” diye sürdürdü konuşmasını çoban, biraz sıkıntıyla. “Ve birden elimden tutuyor, beni Mısır Piramitlerine götürüyor.”
Yaşlı kadının Mısır Piramitlerinin ne olduğunu bilip bilmediğini anlamak için bir an sustu. Ama kadın sessizliğini bozmadı.
“Sonra, Mısır Piramitlerinin –yaşlı kadının iyice anlaması için bu sözcükleri tane tane söylüyordu– önünde, çocuk bana, ‘Buraya gelirsen, gizli bir hazine bulacaksın,’ diyor. Ve tam bana hazinenin yerini göstereceği sırada uyanıyorum. İki kez oldu.”
Yaşlı kadın bir süre sustu. Sonra, delikanlının ellerini tuttu, dikkatle inceledi.
“Artık senden para istemiyorum,” dedi sonunda. “Ama hazineyi bulacak olursan onda birini isterim.”
Delikanlı gülmeye başladı. Sevinçten gülüyordu.
Böylece, gördüğü hazine düşleri sayesinde, cebindeki pek az parayı da harcamamış oluyordu! Bu yaşlı kadın gerçekten bir çingene olmalıydı. Çingeneler biraz tuhaftırlar.
“İyi de, nasıl yorumluyorsunuz bu düşü?” diye sordu delikanlı.
“Önce yemin edeceksin. Sana söyleyeceklerime karşılık, hazinenin onda birini bana vereceğine dair yemin edeceksin.”
Delikanlı yemin etti. Yaşlı kadın, gözlerini “İsa’nın Kutsal Yüreği” tasvirinden ayırmaksızın tekrarlamasını istedi.
“Dünya Dili’nde bir düş bu,” dedi ardından. “Bunu yorumlayabilirim, ama çok zor bir yorum. İşte bu yüzden bana vereceğin paya değer.”
“Yorumum şöyle: Mısır Piramitlerine gitmelisin. Neyin nesidir bunlar bilmiyorum, ama bir çocuk gösterdiğine göre, gerçekten vardır bunlar. Orada bir hazine bulup zengin olacaksın.”
Delikanlı önce şaşırdı, sonra öfkelendi. Bu kadar az bir şey için bu cadı karıya gelmesi gerekmezdi. Ama, para ödemek zorunda olmadığını anımsadı.
“Eğer buysa bunun için vakit kaybetmeye değmez,” dedi.
“Hadi canım! Sana, gördüğün düşü yorumlamanın zor olduğunu söylemiştim. Basit şeyler, en olağanüstü şeylerdir ve yalnızca bilginler anlayabilirler bunları. Bir bilgin olmadığım için, başka şeyler de bilmem gerekiyor: El falına bakmak, mesela.”
“Peki, nasıl gideceğim Mısır’a?”
“Ben yalnızca düşleri yorumluyorum. Bunları gerçeğe dönüştürecek gücüm yok benim. Bu yüzden de kızlarımın bana verdikleriyle yaşamak zorundayım.”
“Ama ya Mısır’a varamazsam?”
“Eh, o zaman bir şey ödemezsin bana. Zaten ilk kez olmayacak.”
Ve yaşlı kadın bu sözlerine hiçbir şey eklemedi. Delikanlıdan gitmesini istedi. Çünkü onunla epeyce zaman kaybetmişti.
Çoban, falcının yanından hayal kırıklığı içinde ayrıldı; bir daha asla düşlere inanmamaya karar vermişti. Bu arada yapacak bir yığın işi olduğunu anımsadı: Önce gidip karnını doyurdu, kitabını daha kalın bir kitapla değiştirdi ve yeni satın aldığı şarabı rahatça içmek için kasabanın alanına gidip bir sıraya oturdu. Sıcak bir gündü, ama şarap o akıl sır ermez gizemiyle çobanın içini biraz serinletti. Koyunlar, yeni edindiği bir dostun kent girişinde bulunan ağılındaydılar. Bu yörelerde bir yığın arkadaşı vardı –ve bu da yolculuk yapmayı neden bunca sevdiğini açıklıyor. Her gün birlikte olmak gereksinimi duymaksızın, insan her zaman yeni dostlar edinir. Papaz okulunda olduğu gibi, insan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenle, yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır.
Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez. Tıpkı şu, düşleri gerçeğe dönüştürmeyi beceremediği halde düş yorumculuğuna kalkışan cadı gibi.
Koyunlarını alıp kırlara açılmadan önce güneşin alçalmasını beklemeye karar verdi. Üç gün sonra tüccarın kızını görecekti.
Tarifa papazından aldığı kitabı okumaya başladı. Kalın bir kitaptı, daha ilk sayfada bir cenaze törenini anlatıyordu. Ayrıca, kahramanlarının adları da son derece karmaşıktı. “Günün birinde bir kitap yazacak olursam,” diye düşündü, “okurları, kahramanların adlarını bir anda öğrenmek zorunda bırakmamak için onları teker teker sunacağım.”
Okumaya iyice daldığı sırada (cenaze karda gömüldüğü ve bu da yakıcı güneşin altında serinlik duygusu uyandırdığı için hoşuna gidiyordu okuma), yaşlı bir adam gelip yanına oturdu ve onunla konuşmaya başladı:
“Bu insanlar ne yapıyorlar?” diye sordu yaşlı adam, alandan geçenleri göstererek.
“Çalışıyorlar,” diye yanıtladı çoban, soğukça ve okuduğu kitaba kendini iyice kaptırmış gibi. Aslında, tüccarın kızının önünde koyunlarını kırktığını ve kızın da çobanın nasıl yaman biri olduğuna gözleriyle tanıklık ettiğini hayal ediyordu. Bu sahneyi daha önce onlarca kez hayal etmişti. Koyunların arkadan öne doğru kırkılmaları gerektiğini genç kıza anlatmaya başlayınca onun kendisini, kendinden geçercesine dinlediğini gözünün önüne getiriyordu her zaman. Bir yandan koyunları kırkarken, bir yandan da genç kıza anlatacak ilginç öyküler anımsamaya çalışıyordu. Bunlar çoğunlukla kitaplarda okuduğu öykülerdi, ama o bunları sanki kendisi yaşamışçasına anlatıyordu. Genç kız okuma bilmediği için işin aslını hiçbir zaman öğrenemeyecekti.
Ne var ki, direndi yaşlı adam. Yorgun ve susamış olduğunu söyledi ve bir yudum şarap içmek istedi. Delikanlı şişeyi verdi ona; belki kendisini rahat bırakır, diye düşündü.
Ama yaşlı adam mutlaka gevezelik etmek istiyordu. Çobana, okumakta olduğu kitabın nasıl bir şey olduğunu sordu. İçinden adama kaba davranıp oturduğu sırayı değiştirmeyi geçirdi, ama babası ona yaşlı insanlara karşı saygılı olmayı öğretmişti. Bunun üzerine kitabı yaşlı adama uzattı. Bunu iki nedenden dolayı yaptı: Birincisi, kitabın adını iyi söyleyemiyordu; ikincisi, yaşlı adam okuma bilmiyorsa, küçük düşmemek için kendisi sıra değiştirmek isteyecekti.
“Hımm!” dedi yaşlı adam, sanki tuhaf bir nesneymiş gibi, bütün dikkatiyle incelerken. “Önemli bir kitap, ama çok sıkıcı.”
Çoban çok şaşırdı. Demek yaşlı adam da okuma biliyordu ve bu kitabı daha önce okumuştu. Onun dediği gibi sıkıcı bir kitapsa, değiştirmek için hâlâ zamanı vardı.
“Bütün kitaplar gibi aynı şeyden söz eden bir kitap,” diye sürdürdü konuşmasını yaşlı adam. “İnsanların kendi yazgılarını seçmek şansından yoksun bulunduklarından söz ediyor. Ve sonunda da, dünyanın en büyük yalanına inandığını söylüyor.”