“Sinekli Bakkal Sokağı’nın bozuk kaldırımlarında seke seke Şevket Ağa’nın fenerini takip eden Rabia, Selim Paşa Konağı’nın geniş caddesine çıkınca yeni bir dünya keşfetmiş gibi sevindi. İki tarafı büyük bahçeler içinde, bahçe ortalarında konaklar, her kapının üstünde büyük bir fener… Kapılardan birine uşağın ardı sıra girdi. Hanımelleri, yasemin ve akasya kokuları, fıskiyenin şırıltısı… Bunlar çocuğun yüreğine tatlı bir çarpıntı verdi.”
Defalarca basılmış, kuşaklardan kuşaklara ulaşabilmiş Sinekli Bakkal, II. Abdülhamid dönemini bir geçmiş zaman dekoru önünde yansıtarak eskiden yeniye devralınması gereken kültür, sanat ve töre değerleri üzerinde durur. Bir anlamda, yazar ve eseri, tarihî süreklilik arayışı içerisindedirler.
Selim İleri
Sunuş
Türk edebiyatının en çok okunan romanlarından biri olan Sinekli Bakkal, ilk kez, İngilizce olarak The Clown and His Daughter (Soytarı ve Kızı) adıyla, Londra’da 1935. yılında basıldı. Aynı yıl Türkçede önce Haber gazetesinde tefrika edilen roman daha sonra, 1936’da kitap olarak yayımlandı. Yapıt, 1942. yılında CHP Roman Ödülü’nü kazanmakla ününü pekiştirdi ve günümüze dek, hakkında yurt içinde ve dışında pek çok yazı kaleme alındı.
Halide Edib Adıvar’ın bu çok sevilen romanı Sırpçaya, Portekizceye, Finceye ve Fransızcaya çevrildi ve filme de alındı. Can Yayınları’nda Halide Edib Adıvar’ın kitapları içerisinde Sinekli Bakkal’ı yayına hazırlarken 1936 yılında kitap olarak yapılan ilk baskıyı temel aldık. Gerekli görülen yerlerde İngilizce basımını ve kitabın daha sonraki yıllarda yapılan baskılarını kullandık. Ancak, İngiltere’de yayımlanan Soytarı ve Kızı ile Türkçe basımında görülen bazı farkları, yapıtın Türkçe baskısının özgünlüğünü korumak amacıyla edisyonumuza dahil etmedik. Günümüze kadar yapılagelen sadeleştirilmiş yayınlar birçok sorun içermekte, her şeyden önemlisi, yazarın özgün yapıtından farklı bir kimlik taşımaktaydı. Biz, metni sadeleştirmek yerine, anlaşılması günümüz okuru için zor olan sözcüklerin anlamlarını aynı sayfanın hemen altında vermeye çalıştık. Sinekli Bakkal’ı, ilk basımından yıllar sonra, yazarının özgün dilini ve üslubunu koruyan bir biçimde okuyucumuza sunuyoruz.
Mehmet Kalpaklı – S. Yeşim Kalpaklı
BİRİNCİ KISIM
I
“Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal,
yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler.”
Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır: Sinekli Bakkal.
Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar; karşıdan karşıya birbirinin üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman saçakları. Ortada baştan başa uzanan bir aralık kalmış olmasa, sokak üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda batıda, bu aralık, renkten renge giren bir ışık yolu olur. Fakat sokağın yanları her zaman serin ve loştur.
Köşenin başında durup bakarsanız: Her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil. Gaz sandıklarında öbek öbek yeşil fesleğen. Ta köşede bir mor salkım çardağı, altında civarın en işlek çeşmesi. Bütün bunların arkasında tiyatro dekorunu andıran beyaz, uzun, ince minare. Sürülü kafeslerin arkasında kocakarı başları dizili. Arada dikişlerini bırakır, pencereden bağıra bağıra dedikodu yaparlar. Sokakta, ayağı takunyalı, başı yazma örtülü, eli bakraçlı kadınlar çeşmeye gider gelirler. Saçları iki örgülü kız çocukları kapı eşiklerinde sakız çiğner; çakşırı1 yırtık, yalınayak, başı kabak oğlanlar kırık taşlar arasındaki su birikintileri etrafında çömelmiş kâğıttan gemi yüzdürürler.
Burası dünyanın herhangi yerindeki bir fukara mahallesinden çok farklı değildir. Bir geçitten ziyade toplantı yeri: Mahalleli orada muhabbet eder, konuşur, kavga eder, eğlenir. Hayatın orada geçmeyecek bir safhası2 yok gibidir. İhtiyarlar, vaktiyle çeşme başında doğuran kadın bile olduğunu gülerek rivayet ederler.
Eğer bir yabancı durur, su dolduran kadınlarla ahbaplık ederse bir kınalı parmak ona mutlak iki yer gösterir. Biri Mustafa Efendi’nin “İstanbul Bakkaliyesi”, öteki, arka pencereleri çeşmenin üstüne açılan İmam’ın evi. Birincisi sokağın ortasındaki evlerden birinin altına kara bir kovuk gibi gömülen dükkân, öteki sokağın biricik üç katlı binası. Gerçi kapısı öteki sokağa açılır, fakat küçük Sinekli Bakkal onu benimsemek ister. Çünkü zengin fakir bütün civar halkı, ölüm, doğum, nikâh gibi hayatî meselelerde o eve gelmek mecburiyetindedir.
Mustafa Efendi herhangi meddahın tarif ettiği hasis, tiryaki bir mahalle bakkalı. İmam? Şöyle bir bakılsa herhangi bir mahalle imamına benzer, fakat hakikatte o kendinden başka kimseye benzemez.
Kirpi kılları gibi ayakta duran iki kalın kaş, içeriye çökmüş, kömür gibi siyah, kor gibi yakıcı, burgu gibi keskin iki ufak göz. Burun uzun ve tilkivârî.4 Kara sakal hayli kırlaşmış. Boyu kısa, vücudu cılızdır. Fakat beyaz sarığın kallâviliği,1 geniş yenli lâtanın2 içinde ağır ağır sallana sallana yürüyüşü ona husûsî bir heybet verir.
İriyarı erkeklerin bile gıpta edeceği gür, kalın bir sesi vardır. Vaaz eder gibi şedit3 bir talâkatla4 konuşur, gündelik lâkırdıları bile Kuran okur gibi tecvitle5 söyler, her elif onun ağzından “dallîn”deki6 elif miktarı çekilir. Defin ilmühaberi,7 nikâh izinnamesi almak için çekişe çekişe onunla pazarlık edenler ona pinti imam, hasis imam der geçerler. Fakat küçük mescitte vaaza devam edenler, huzurunda biraz korku, biraz da rahatsızlık hissederler. Eğer Sinekli Bakkal İmamı İkinci Abdülhamid’in tedhiş8 devrinde gelmeyip de on dördüncü asırda gelseydi, gözlerinin ateşi, akidesinin9 korkunçluğu, bilhassa üslubunun kudretiyle sürüleri başına toplayıp herhangi bir fikir peşinde sürükleyecek softa tiplerden biri olabilirdi. Cemaate telkin etmek istediği naslar10 bıçak gibi keskindir. İnsan için hayatta iki yol vardır: Biri cennete, biri cehenneme çıkar. Vaazlarında İmam ikinci yolu daha parlak, daha canlı olarak anlatır. Cehennemin bilmediği köşesi, ukubetin11 tarif edemeyeceği şekli yoktur. Ona göre cehennem yolcuları zevke, cümbüşe düşkün gafillerdir.1 Bunu öyle anlatır ki cemaatin genç tarafından derhal bu gafillere iltihak etmek2 hevesi uyanır. Cennet yolcuları bambaşka insanlardır. Gülmezler, oynamazlar, rahat etmezler ve kimseye rahat vermezler. Onlar için zevk ve neşe veren her şey günahtır. Oyun ve eğlence zihniyeti ile işlenen her fiil kebairdendir.3 Bunlar suratları açık, kalpleri elem içinde, her an ahret4 düşüncesiyle meşguldürler. İyilik, kötülük düşüncesiyle, yoksullara yardım, yalan söylememek, kalp kırmamak gibi ahlaki kaidelerle İmam, vaazlarında hemen hiç meşgul olmaz. Onun dünyaya öğretmek istediği bir şey vardır. Hazza ve sevince, umum hayat tecellisine karşı dinmeyen bir kin, affetmeyen bir düşmanlık. İşte bunun için yolunun üstünde tebessümler dudaklarda donar, kahkahalar kısılır, çocuklar çil yavrusu gibi dağılır.
Sinekli Bakkal sokağında daimî bir ahret havası yaratmak isteyen İmam, insanların günah temayüllerinin5 karşısında kendini aciz6 buldu. Mahalle halkı neşeli, gürültülü, bidüziye7 Allah yolundan şeytan yoluna kayan insanlardı. Fakat o meyus8 olacak hilkatte9 değildi. İmam, karısını genç kaybetti ve bir daha dünya evine girmedi. Emine adlı bir kızından başka kimsesi yoktu. Bu, beyaz gergin tenli, penbe yanaklı, fare kapanı gibi sımsıkı kapanan ince dudaklı, küçük kara gözlü bir kızcağızdı. Temizdi, hamarattı, titizdi, mahalle çocuklarıyla oynamaya tenezzül etmezdi.1 Suratsızdı, gülmezdi, İmam’ın akidesinin biricik timsali gibiydi. Fakat insanları ummadıkları yerden vuran aksi talih, İmam’a Emine’ nin eliyle en acı bir darbe indirdi. Kız on yedi yaşında iken mahallede haylazlığı ile meşhur zenne2 rolüne çıkan “Kız Tevfik” lakaplı bir delikanlıya kaçtı. Esasen münasebetleri3 mektep sıralarında başlamıştı. İki çocuk aynı rahle önünde diz çökmüşler, aynı kalfa peşinde mektebe gitmişler ve başlanma alaylarında “Şol cennetin ırmakları” ilahisini bir ağızdan söylemişlerdi. Dışı ve içi hiç birbirine benzemeyen bu iki çocuğu, tabiat, hesaba, mantığa sığmayan hikmetiyle4 birleştirivermişti.
Tevfik ta o zamanlarda uzun bacaklı, gürbüz, kestane rengi gözleri bir kız çocuğu gibi tatlı, kırmızı dudakları durmadan söyler, yaramaz, maskara bir oğlandı. Yürüyüp söylemeye başladığı andan itibaren herkesin taklidini yapmış, bütün mahalleyi güldürmüştü. Dul annesiyle dayısı bakkal Mustafa Efendi’nin evinde yatar kalkardı. İhtiyarın bütün ısrarına rağmen ne bir yere çırak oldu ne de bir sanata girdi. Başıboş, İstanbul sokaklarında sürter dururdu. Bütün havailikle beraber gene İstanbul’un hudaî nabit5 yetiştirdiği halk sanatkârlarının husûsiyyetlerini de gösteriyordu. Sanatkârlık şöhreti pek erken, dayısının bahçesinde ramazan geceleri Karagöz oynatırken başladı. Bu işten oğlana cep harçlığı çıkacağını hesap eden Mustafa Efendi itiraz etmedi. Memulünden1 çok kolay kopardığı izni alır almaz, Tevfik, tavan arasından eski mukavva kutuları sırtladı, indirdi; dükkândan beş on renkli kalem aşırdı; bir hafta mütemadiyen2 kesti, biçti, boyadı; bir alay kâğıttan sanatkâr ortaya attı. Hattâ Karagöz takımına bir iki yeni sima bile ilave etti.
Başlıcaları, Mustafa Efendi’ye benzeyen bakkal, İmam’a benzeyen, yerden bitme, koca sarıklı bir ihtiyar imam. Bir de Emine’nin eşi küçük bir mahalle güzeli… Tevfik perde kurup, şem’a3 yakıp “zıll ü hayal”4 göstermekle başladığı gecenin haftasında çocuk seyircilerin arasında bir sürü yaşlı başlı adam peyda oldu. Haftanın bir gecesinde yalnız kadınlara oynayacak kadar mahallede rağbet kazandı.
Bakkal ile İmam’ın karikatürleri perdede belirince büyükler arasında hafif bir fısıltı başlıyor, mahalle güzeli çıkar çıkmaz, çocuklar ayaklarını yere vuruyor, “Emine’ dir Emine…” diye bir ezgi tutturuyorlardı. On dokuz yaşında, Tevfik, kadın rolüne çıkan orta oyuncularının en meşhurlarından olmuştu. Oyun Çırpıcı Çayırı’na gelince, mahalleli ne yapıp yapıp onu seyre giderlerdi.
Erkekler kendisine pek yüz vermezlerdi. Ne de olsa semtlerinde yetişmiş bir gencin, yüzüne lâdenden5 ben koyup kaşına rastık,6 gözüne sürme çekip kırıtması cinsî haysiyetlerine7 dokunuyordu. Fakat en ciddisi bile onun maskaralığına gülmekten kırılırdı. Hattâ civarın kibar tarafında konağı olan Zaptiye Nazırı Selim Paşa da Tevfik’i görmeye gitmiş, şanına yaraşmayacak bir hafiflikle kahkaha salıvermişti.
Aynı sene Tevfik, birbiri ardınca dayısını ve anasını kaybetti. Birinden dükkân, ev ve arkasındaki bostanımsı bahçe kaldı; ötekinden yüreğine bir türlü dolmayan bir boşluk, bir hüzün yerleşti. Bu iki hisse başka başka sebeplerle, esasen kafes arkasından, kapı aralığından devam ededuran Emine-Tevfik münasebetini körükledi. İstanbul Bakkaliyesi işlek bir dükkân, işini bilen bir bakkal, orada pekâlâ para kazanabilir. Emine’yi, bu pek düşündürdü. Esasen Tevfik’de gözü vardı. Bütün mütehakkim1 tabiatler gibi o da, balmumu gibi kalıptan kalıba giren Tevfik’de, ideal bir koca sezdi. Tevfik’in ağzından, oyunculuğu bırakıp bakkallık edeceğine dair söz alır almaz, İmam’ın evinden kaçtı. İmam’ın burnunu kırmak için bu münasebeti körükleyen mahalleli, gençlere yardım etti. Nikâhları başka bir mahallede kıyıldı. İmam’ ın kızı, Tevfik’in evine geldiği gün İmam, mahalle huzurunda Emine’yi reddetti.
2
Köşe başlarında yolu beklenilen İmam’ın kızı başka, bakkal Tevfik’in karısı Emine başka. Tevfik bunu çabuk anladı. O beyaz yüzde kalbe çarpıntı veren ince, penbe dudaklar, şimdi vırıltıyı, dırıltıyı yüksek sanatlar derecesine çıkaran aksi bir ağız… Tevfik’in damarlarında kanı eriten siyah gözlerin sıcaklığı yerine, şimdi o gözlerde, daha çok buz gibi soğuk ve hain ışıltılar görülüyor! Bakkallık gibi, oyunculuk yanında bir angaryadan1 başka bir şey olmayan sanata bu kadın için mi girmişti? Her şeye rağmen hâlâ bu kadına bu kadar şiddetle tutkun olmasa, çoktan başını alıp orta oyunculuğuna dönecek. Ne yapsın, titiz, ters ama gene Tevfik’e hâkim; kalbi kuru, kafası dar, dili zehir, fakat Tevfik henüz ona doymamış. Tevfik evlilik hayatının bilançosunu yaparken, bu noktaya gelince duruyor. Bakkallık pek de o kadar fenâ değil. Bilhassa Tevfik onu, kendi dilediği gibi yaptığı için çok komik tarafları var. Emine’nin inkisarı2 Tevfik’inkinden çok daha acı oldu. Pek çabuk babasının evini hasretle anmaya başladı. Gerçi Tevfik çok değişmemişti, Emine’ye iptilası1 eksilmemişti. Uzaktan hoş gelen nekrelik,2 Emine’nin peşini bir dakika bırakmayan taşkınlık… Bunlardan biraz usanmıştı. Bilhassa babasıyla mukayese edince3 Tevfik’i çok aşağı görüyordu. İmam temizdi, muntazamdı, erken kalkardı, evde hemen hiç konuşmazdı. İbadet ve para kazanmak… Bütün zamanı, zekâsı bu iki işe vakfedilmişti.
Halbuki Tevfik?
Evvelâ pisti, sonra yattığı, kalktığı, çalıştığı zaman belli değildi. Sabahları yataktan kaldırmak için bacağından sürüklemek lâzımdı. Hele yatak çarşaflarını sigara külüne bulayıp yatakta sigara içişi, Emine’yi zıvanadan çıkarıyordu. Yataktan kalktıktan sonra Emine’ye mütemadiyen bir sırnaşması vardı ki, buna kadın hiç tahammül edemiyordu.5 Bari işine becerikli olsa… Dükkân karmakarışık, mallar bayat, kibar müşteriler birer birer çekiliyor, ayaktakımı her gün artıyor. Mütemadiyen veresiye veriyor ve müşteriler ay başında borç ödeyeceklerine, Tevfik’e dert yanıyorlardı. Bu da yetmiyormuş gibi münasebetlerini kesmeye yemin ettiği oyun arkadaşları boyuna geliyor, ödünç para istiyorlardı. Esasen beş dakika dükkânda yalnız kalsa Tevfik sokağa fırlıyor, kaydırak, çelik çomak oynayan çocukların arasına karışıyordu. Onlara çok zaman kedi, köpek, horoz, tavuk taklidi yapar, dükkânın önüne bir alay adam toplanır, bir cümbüş giderdi. Hulasa1 bakkal dükkânını, hattâ sokağı Tevfik, panayır yerine çevirmişti. Emine’yi bunların hepsinden fazla gazaplandıran şey, belki kocasının kafasında “para” diye bir kıymet olmaması. Böyle giderse dileneceklerini kocasına söylerse, o, derhal “geçmişlere rahmet” diye cuma akşamı geçen kör dilenci oluveriyor, şayet kadın babasını ona misal diye gösterirse, o, derhal çenesini içeriye çekiyor, sesini aksileştiriyor, İmam’ın en talakatlı2 üslubuyla, muhayyel3 bir kadınla defin ilmühaberi pazarlığına girişiyordu. Emine nihayet son sözünü söyledi. Tevfik ıslah olmazsa,4 kendisi tezgâh başına geçecek, bakkallık edecek, onu da çırak gibi kullanacaktı. Ve bir gün arkasında yeldirme, başında baş örtü geldi, tezgâh başına geçti. Çok geçmeden Emine’nin idaresinde, dükkân Mustafa Efendi’nin günlerinden fazla işlemeye başladı. Artık dükkânın içi, dışı tertemiz, mallar yerli yerinde, mal, müşteriye göre çıkıyor, her müşteriye başka dil dökülüyor. Paralı müşteriler çabuk arttı, veresiye belasının önü alındı. Kimse, sırf çene yarıştırmak için dükkâna gelemez oldu. Emine’ye biraz sükûnet gelmeye başladı. Esasen işi o kadar çoktu ki Tevfik’e sataşacak zaman bulamıyordu. Onu şimdi sadece besleme, çırak gibi, sırf kendinin evde ve dükkânda yapamadığı işlerde kullanıyordu. Tevfik’i en çok tazib eden5 Emine’nin muamelesi6 değil, dükkânın yeni havası olmuştu. Emine’nin paralı müşterileri, onun fenâ halde sinirine dokunuyordu. Emine dükkâna üstü başı temiz biri girer girmez öyle bir değişiyordu ki… Çatkın yüzü derhal gülüyor, kısık dudaklar açılıyor, Tevfik’e mütemadiyen emirler veriyor.
Tevfik’in fukara müşterileri şimdi, duvarlara sürüne sürüne kabahatli gibi dükkâna giriyorlar ve Emine borçlu olanları haşlamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Kendi dükkânında, kendisini garip hissetmeye başlayan Tevfik, sık sık kayboluyordu. Artık Emine’nin tekdirine1 maskaralıkla mukabele etmiyor,2 bir köşeye siniyor, düşünüyordu. Arada da Emine’yi için için süzüyordu. Bu sükûn, bu teslimiyet Emine’yi pek tatmin etmedi, içine şüphe girmeye başladı. Tamamen kendisinin malı addettiği bu aciz3 adamın kapalı bir tarafı olduğunu sezmişti. Sokakta iken ne yaptığını, evde iken ne düşündüğünü öğrenmek için her hileye başvurdu: vırıltı, tatlı dil, kavga… Fakat muvaffak4 olamadı. Bereket versin bütün gün didinmekten o kadar yoruluyordu ki yatsı namazını kılar kılmaz yukarı çekilip yatıyordu. Bir gece, geç zaman Emine aşağıdan gelen seslerle birdenbire uyandı, yatakta doğruldu. Tevfik’in yeri henüz yanında boştu. Terliklerini eline aldı, yavaş yavaş merdivenleri indi. Sahanlıktan dükkâna açılan kapı aralık, içeride lâmba yanıyordu. Gözünü aralığa uydurdu, dükkânı teftiş etti.5 Petrol lâmbasının sarı ışığında, havayı bürümüş bir sigara dumanı tabakası gördü. Şeker, sabun sandıklarının üstüne oturmuş acayip kılıklı adamlar sigara içiyorlardı.
Bunlardan ekserisi kendisinin dükkândan kovduğu, Tevfik’in serseri arkadaşlarıydı. Yalnız sarı cüppeli, abanî sarıklı, peykede1 bağdaş kurmuş bir cüce vardı ki, onu tanımadı. Herhalde pek keyifli idiler, el çırpıyor, gülüyorlardı. Tuhaf bir vak’a2 seyreder gibi dükkânın ortasına gözlerini dikmişlerdi.
Emine, “tuhaf vak’a”nın ne olduğunu çabuk anladı. Tevfik, Emine’nin taklidini yapıyordu. Dokuma sini örtüsü arkasında güya yeldirme, şeker çuvalı önünde önlük, yemek peşkiri3 başında baş örtü… Fakat taklidin en tuhaf tarafı, kıyafet kısmı değildi. Tevfik’in geniş yüzü daralmış, iri tatlı gözleri büzüle büzüle iğne gibi keskin, burgu gibi delici iki küçük göz oluvermişti. İnce ve çığırtkan bir sesle kuru fasulye için pazarlık ediyor. Fakat bu ses, dükkâna giren muhayyel4 müşteriye göre sık sık değişiyordu. Fakat Tevfik’den gözlerini alamıyordu. Dükkân sahnesi bitince, Tevfik, Emine’nin yatak odasındaki halini taklide başladı. Tezgâhın üstündeki teneke kutuyu ayna gibi karşısına almış, diliyle üst dudağını şişirmiş, üst dudağının tüylerini muhayyel bir cımbızla yoluyordu. Bu doğrudan doğruya bir kadının mahremiyetine5 tecavüzdü.6 Hangi Müslüman helâlini7 böyle teşhir edebilirdi? Sahanlıkta bir insan kasırgası hâsıl oldu.8 Mutfağın eve açılan aralık kapısı yıldırım gibi cüceye çarptı. Kısık bir kadın sesi, “Çanak yalayıcılar, köpek soyları…” diye haykırıyordu.
En önde Tevfik, en arkada cüce, birbirlerinin ayaklarına basarak Emine’nin gazabından1 sokağa fırladılar, karanlıkta birdenbire kayboldular.
…