SINIRIN GÜNEYİNDE, GÜNEŞİN BATISINDA-Haruki Murakami

4 ocak 1951 benim doğum günüm. Yirminci yüzyılın ikinci yarısının ilk senesinin ilk ayının ilk haftası. Annemle babam bana Hacime –Japonca’da “başlangıç” anlamında– ismini verdiklerine göre, kutlanacak bir şey olmalıydı. Üstelik yüzde yüzlük bir doğum artışı varken. Babam büyük bir borsa kuruluşunda çalışıyordu, annemse tipik bir ev kadınıydı. Savaş sırasında, babam daha öğrenciyken askere çağrılmış ve savaşmak üzere Singapur’a gönderilmiş; savaş kaybedildikten sonra bir süre esir kampında kalmış. Annemlerin evi 1945’te bir B-29 baskınında yerle bir edilmiş. Savaştan en çok çeken onların kuşağıydı.

Yine de, ben doğduğumda bir savaştan çıkıldığını asla anlayamazdınız. Ne yıkım kalıntısı, ne işgal kuvvetleri. Küçük, sakin bir kasabada, babamın şirketinin sağladığı evde yaşıyorduk. Ev savaş öncesine aitti, biraz eski olsa da yeterince ferahtı. Bahçede çam ağaçları yetişmişti, hatta küçük bir havuzumuz ve mermerden birkaç lambamız bile vardı.

Yaşadığım kasaba tipik bir orta sınıf mahallesiydi. Okul arkadaşlarımın hepsi düzenli, küçük teraslı evlerde yaşıyorlardı; belki bazılarının evi benimkinden biraz daha büyüktü ama hepsinin benzer girişleri ve bahçelerinde çam ağaçları olduğuna emin olabilirsiniz. İşler. Arkadaşlarımın babaları şirketlerde çalışıyorlardı veya başka meslekleri vardı. Neredeyse kimsenin annesi çalışmıyordu. Ve hemen herkesin bir kedisi veya köpeği vardı. Tanıdıklarım arasında apartman dairesinde yaşayan yoktu. Daha sonraları, kasabanın diğer kısımlarına gittim, ama her yer neredeyse birbirinin aynıydı. Sonuç olarak, üniversite için Tokyo’ya gidene kadar dünyadaki bütün insanların aileleriyle bahçeli bir evde, kedi veya köpekleriyle yaşayıp işe takım elbiseyle gittiklerini sanıyordum. Başka türlü bir yaşam tarzı hayal edemiyordum.

Büyüdüğüm dünyada, tipik bir ailenin iki veya üç çocuğu olurdu. Çocukluk arkadaşlarımın hepsi bu tür ailelerin üyeleriydiler. İki çocuk değilse, üç; eğer üç yoksa, evde iki çocuk olurdu. Altı veya yedi çocuklu ailelerin sayısı azdı ve uzaklarda yaşıyorlardı, ama daha da garip olanı, tek çocuklu ailelerdi.

Tek çocuk olarak, ben de bu garip olanlardan biriydim. Bu konuda aşağılık kompleksine kapılmıştım, benimle ilgili bir şeyler farklıydı sanki, bütün diğer insanların sahip olduğu ve olağan karşıladığı şeyden yoksundum.

Tek çocuk deyişinden nefret ediyordum. Onu her duyduğumda, bir şeylerimin eksik olduğunu hissediyordum –tam bir insan değilmişim gibi. Tek çocuk deyişi orada öylece durmuş, suçlayan parmağıyla beni işaret ediyordu. Bana “Eksik bir şeyler var dostum” diyordu.

Yaşadığım dünyada, tek çocukların aileleri tarafından şımartıldığı, zayıf ve bencil oldukları düşüncesi kabul görüyordu. Bu böyleydi –yükseklere çıktıkça barometrenin düşmesi ve ineklerin süt vermesi gibi. Birinin bana kaç kardeşim olduğunu sormasından nefret etmemin sebebi buydu. Hiç kardeşim olmadığını öğrendikleri anda içgüdüsel olarak şöyle düşünüyorlardı: Tek çocuksun, öyle mi? Şımarık, zayıf ve bencilsindir sen. Refleks olarak verilen bu tepki beni üzüyor ve yaralıyordu. Fakat beni daha çok üzen ve yaralayan aslında başka bir şeydi: hakkımda düşündükleri her şeyin doğru olması.

İlkokula devam ettiğim altı sene boyunca tek çocuk olan sadece bir kişiyle tanışmıştım. Bu nedenle onu (evet, o bir kızdı) çok net hatırlıyorum. Onu yakından tanıma fırsatı bulmuştum ve her tür konudan konuşuyorduk. Birbirimizi anlıyorduk. Hatta onu sevdiğimi bile söyleyebilirsiniz.

Soyadı Şimamoto’ydu. Doğduktan kısa bir süre sonra çocuk felci geçirdiği için sol bacağını sürükleyerek yürümek zorundaydı. Dahası, bizim okulumuza beşinci sınıfın sonunda nakil olmuştu. Bana kıyasla, daha korkunç psikolojik bir yükle mücadele etmek zorundaydı. Bu yük de onu, benim hiç olmadığım kadar sert ve temkinli bir tek çocuk yapmıştı. Ne sızlanıyor ne de şikâyet ediyordu, zaman zaman duymuş olabileceği öfkeyi bile belli etmiyordu. Ne olursa olsun, gülümsemeyi başarıyordu. İşler kötü gittikçe, gülümsemesi de büyüyordu aslında. Gülüşünü seviyordum. Beni yatıştırıyor, cesaretlendiriyordu. Her şey yoluna girecek, diyordu bana. Biraz daha bekle, her şey düzelecek. Yıllar sonra, ne zaman onu düşünsem aklıma ilk gelen şey gülüşüydü.

Şimamoto herkese karşı nazikti. İnsanlar ona saygı duyuyordu. Bu açıdan, ikimiz de tek çocuk olmamıza rağmen birbirimizden farklıydık. Bu, sınıfımızdaki herkesin onu sevdiği anlamına gelmiyordu. Kimse ona sataşmıyor veya onunla alay etmiyordu, ama benim dışımda gerçek dostu yoktu.

Dışarıdan soğuk ve çok temkinli duruyordu. Sınıftakilerden bazıları onu çok soğuk ve kibirli bulmuş olmalıydılar. Fakat ben başka bir şey bulmuştum –yüzeyin altında sıcak ve kırılgan bir taraf. Tıpkı saklambaç oynayan bir çocuk gibi, çok derinlere saklanmış ama bulunmayı umuyordu.

Babası şirket içinde sık sık tayin edildiği için Şimamoto çok sayıda okul değiştirmişti. Babasının ne iş yaptığını hatırlamıyorum. Bir keresinde babasının mesleğini detaylı olarak anlatmıştı, ama o yaşlardaki her çocuk gibi, bir kulağımdan girmiş öbüründen çıkmıştı. Bir banka veya vergi dairesi gibi bir yerle ilişkili profesyonel bir meslek olduğunu hatırlar gibiyim. Şirketin temin ettiği evde yaşıyorlardı ama ev Batı stilinde, alçak, tuğlayla çevrelenmiş, normalden daha geniş bir evdi. Duvarın ardında yemyeşil çalılar vardı ve aralıklardan baktığınızda içerideki çimenli bahçeyi görebiliyordunuz.

Şimamoto benim boylarımda, çarpıcı özellikleri olan, boylu boslu bir kızdı. Birkaç yıl içinde büyüleyici olacağına emindim. Ama onu ilk gördüğümde, iç güzelliğini karşılayacak bir dış güzelliği yoktu. Onun görünüşünde bir dengesizlik vardı, çoğu insan onu dönüp bakılacak kadar güzel de bulmazdı. Bir yanı yetişkin, bir yanı hâlâ çocuktu –ve birbirleriyle uyumsuzdular. Bu da insanları huzursuz ediyordu.

Muhtemelen evlerimiz bir taş atma mesafesi kadar yakın olduğundan, Şimamoto bizim okula geldikten bir ay sonra benimle aynı sıraya verilmişti. Ona hangi kitapların gerekeceğini, haftalık testlerin nası

olduğunu, her kitaptan ne kadar ilerlediğimizi, temizlik ve öğle yemeği görevlerini nasıl yürüttüğümüzü anlattım. Okul politikasına göre, yeni gelen öğrenciye ona en yakında oturan kişi yardım etmeliydi; öğretmenim de beni kenara çekip, tek ayağı sakat olan Şimamoto’ya özel ilgi göstermemi beklediğini söylemişti.

Karşı cinsten biriyle ilk kez konuşan her on bir-on iki yaşındaki çocuk gibi, ilk birkaç gün gergindik. İkimizin de tek çocuk olduğunu öğrendiğimizde biraz rahatlamıştık. İkimiz de ilk kez bir başka tek çocukla tanışıyorduk. İkimizin de içinde, tek çocuk olmakla ilgili taşıdığı çok şey vardı. Sık sık eve beraber yürüyorduk. Bacağı yüzünden, yavaş gidiyorduk, eve kadar her tür şeyden konuşarak neredeyse bir mil yürüyorduk. Konuştukça ne kadar çok ortak noktamız olduğunu fark ediyorduk: kitaplara ve müziğe olan düşkünlüğümüz, kedileri hiç saymıyorum bile. Kendimizi başkalarına ifade etmekte ikimiz de zorlanıyorduk. İkimizin de yemekten hoşlanmadığı uzun bir liste vardı. Okulla ilgili konulara gelince, sevdiğimiz konulara konsantre olmakta hiçbir sorun yaşamıyorduk; hoşlanmadıklarımızdan da ölümüne nefret ediyorduk. Ama aramızda temel bir fark vardı –benden daha çok, Şimamoto bilinçli olarak etrafına koruyucu bir kalkan örüyordu. Benim tersime, nefret ettiği derslere çalışmak için çaba harcıyor ve iyi notlar alıyordu. Okul mönüsünde nefret ettiği yemekler olduğunda, yine de yiyordu. Diğer bir deyişle, kendi etrafına benim inşa edebileceğimden çok daha büyük bir savunma duvarı örmüştü. Bu duvarın gerisinde nelerin yattığına gelince, benimkiyle hemen hemen aynıydı.

Diğer kızlarla geçirdiğim zamanların aksine, Şimamoto beni rahatlatıyordu. Onunla beraber eve gitmek hoşuma gidiyordu. Yürürken hafiften topallıyordu. Bazen yolun yarısına geldiğimizde bir bankta mola veriyorduk, ama dert etmiyordum. Hatta tam tersi, daha fazla beraber olacağımız için seviniyordum.

Sonunda vaktimizin çoğunu beraber geçirmeye başlamıştık, fakat kimsenin bizimle dalga geçtiğini hatırlamıyorum. O zamanlar bu hiç dikkatimi çekmemişti, şimdi garip geliyor. Sonuçta o yaşlardaki çocuklar doğal olarak birbiriyle samimi olan her çiftle alay ederler. Belki de bu, Şimamoto’nun karakterinden kaynaklanıyordu. Onunla ilgili bir şeyler, insanları kasıyordu. İnsanları şu şekilde düşünmeye iten bir havası vardı: Bu kızın önünde saçmalamazsam iyi olacak. Hatta öğretmenlerimiz bile ondan çekiniyordu. Belki de bu Şimamoto’nun sakatlığı yüzündendi. Öyle ya da böyle, birçok insan Şimamoto’nun alaya alınacak biri olmadığını düşünüyordu, bu da benim için iyi bir şeydi.

Beden eğitimi derslerinde bir kenarda oturuyordu, sınıfça yürüyüşe çıktığımızda veya tırmanmaya gittiğimizde evde kalıyordu. Yazları yüzme okulu için de durum aynıydı. Yıllık spor kutlamalarında ise biraz keyifsiz oluyordu. Ama bunların dışında, tipik bir okul hayatı vardı. Bacağıyla ilgili pek konuşmazdı. Hafızam beni yanıltmıyorsa, hiçbir zaman. Beraber okuldan eve yürüdüğümüzde, beni yavaşlattığı için asla özür dilemedi veya yüzünde bu düşünceye dair hiçbir ipucu belirmedi. Ben yine de biliyordum, bacağı canını sıktığı için bu konudan bahsetmekten kaçınıyordu. Ayakkabılarını Japon usulü kapı girişinde çıkarmak durumunda kalacağından, diğer çocukların evlerine gitmekten pek hoşlanmazdı. Ayakkabılarının topuklarının boyları ve şekilleri farklıydı –bu da, ne pahasına olursa olsun gizlemek istediği bir şeydi. Ölçüyle yapılmış olmalıydılar. Eve vardığında ilk yaptığı iş en hızlı şekilde ayakkabılarını çıkarıp dolaba tıkmaktı.

Şimamoto’nun evinde yepyeni bir müzik seti vardı, oraya müzik dinlemeye giderdim. Güzel bir setti. Yine de babasının plak koleksiyonu onun hakkını veremiyordu. En fazla on beş plağı vardı, belli başlı hafif müzik koleksiyonlarıydı. O on beş plağı binlerce kez dinlemiştik, parçaları bugün dahi hatırlayabiliyorum –her bir notasını.

Plaklardan Şimamoto sorumluydu. Bir tanesini kabından çıkarır, plağın dış yüzeyine parmaklarını değdirmeden dikkatlice pikaba yerleştirir ve minik bir fırçayla kafalığın tozdan arındırıldığına emin olduktan sonra iğneyi plağın üzerine itinayla indirirdi. Plak bittiğinde onu spreyler ve yumuşak bir bezle silerdi. Son olarak, plağı tekrar kabına yerleştirerek raftaki doğru yerine koyardı. Bu prosedürü babası öğretmişti, o da bu direktifleri yüzünde müthiş ciddi bir ifadeyle, gözlerini kısıp nefesini tutarak uygulardı. Bu sırada ben kanepeye oturur, onun her hareketini izlerdim. Ancak plak güvenli bir şekilde raftaki yerini aldığında bana döner ve hafifçe tebessüm ederdi. Ve her defasında şu düşünce beni sarsardı: elinde tuttuğu bir plak değil, cam fanusun içindeki kırılgan bir ruhtu.

Bizim evde plak veya pikap yoktu. Annemler pek müzik düşkünü değillerdi. Bu nedenle küçük plastik bir AM radyoyla müzik dinliyordum. Rock’n Roll favorimdi, ama çok geçmeden Şimamoto’nun klasik müzik tarzından zevk almaya başlamıştım. Başka bir dünyaya ait çekici bir müzikti, ama bunun da ötesinde klasik müziği seviyordum, çünkü Şimamoto o dünyanın bir parçasıydı. Haftada bir veya iki kez kanepede oturur, annesinin yaptığı çayı içer ve öğleden sonrayı Rossini uvertürlerini, Beethoven’in Pastoral’ını ve Peer Gynt Suite’i dinleyerek geçirirdik. Annesi orada olmamdan mutluydu. Kızının yeni bir okula geçişinden kısa süre sonra bir arkadaşı olmasından memnundu, sanırım bunda temiz kıyafetlerimin de payı vardı. Dürüst olmak gerekirse, annesini sevmeyi pek beceremedim. Böyle hissetmemin özel bir nedeni yoktu. Bana karşı hep kibardı, yine de sesinde rahatsızlık verici bir şey seziyordum ve bu beni huzursuz ediyordu.

Babasının plakları içinde en çok sevdiğim Liszt’in piyano konçertolarından biriydi: her yüzde birer konçerto. Onu iki sebepten seviyordum. Öncelikle plağın kabı güzeldi. İkincisi, tanıdığım hiç kimse –Şimamoto hariç tabii ki– Liszt’in piyano konçertolarını dinlemiyordu. Bu düşünce beni heyecanlandırıyordu. Etrafımdaki kimsenin bilmediği bir dünya bulmuştum –sadece benim girmeme izin verilen gizli bir bahçe. Başka bir boyuta geçiş yapmış, yükselmiştim.

Müzik tek başına harikaydı. İlk seferde bana abartılı, yapay hatta anlaşılmaz gelmişti. Yavaş yavaş, tekrar tekrar dinledikçe, beynimde belli belirsiz bir imge oluşmuştu –anlamlı bir imge. Gözlerimi kapatıp konsantre olduğumda, müzik bir dizi girdaba dönüşüyordu sanki. Bir girdap oluşuyor, onun içinden bir diğeri şekilleniyordu. Ve ikinci girdap bir üçüncüsüyle birleşiyordu. Bu girdaplar, şimdi anlıyorum, kavramsal, soyut şeylerdi. Her şeyin ötesinde, Şimamoto’ya onlardan bahsetmek istiyordum. Ama onlar sıradan dilin ötesindeydi. Tamamen farklı kelime dizilerine ihtiyaç vardı ama onlara dair hiçbir fikrim yoktu. Dahası, hissettiklerimin kelimelere dökmeye değip değmeyeceğini bilmiyordum. Maalesef, piyanistin adını şu an hatırlayamıyorum. Hatırladığım tek şey renkli, parlak plak kılıfı ve plağın ağırlığıydı. Plak, gizemli bir şekilde ağır ve iriydi.

Nat King Cole ve Bing Crosby’nin birer plağı da koleksiyona dahildi. Bu ikisini çok sık dinliyorduk

Crosby plağında yeni yıl şarkıları vardı ama biz mevsim ne olursa olsun dinleyip eğleniyorduk. Bu tür şeylerle tekrar tekrar eğlenebilmemiz tuhaftı.

Yılbaşına yakın bir aralık gününde Şimamoto’yla salonlarında oturuyorduk. Her zamanki gibi, kanepede, plak dinleyerek. Annesinin dışarıda bazı işleri vardı ve biz yalnızdık. Bulutlu, karanlık bir kış günüydü. Güneş ışıkları, toz kümesiyle karışmış kalın bulut tabakasının içinden güçlükle parıldıyordu. Her şey kasvetli ve kıpırtısız görünüyordu. Alacakaranlık yaklaşıyordu ve oda neredeyse gece gibiydi. Parafin ısıtıcı cılız ışığıyla bütün odayı kaplıyordu. Nat King Cole “Pretend”i söylüyordu. Tabii ki İngilizce şarkı sözlerinin ne anlama geldiğine dair bir fikrimiz yoktu. Bizim için daha çok birer ilahi gibiydiler. Ama şarkıyı seviyordum ve o kadar çok duymuştum ki ilk mısralarını taklit edebilirim:

 

Pretend you’re happy when you’re blue
It isn’t very hard to do.[1]

Şarkı ve Şimamoto’nun yüzünü süsleyen enfes gülüşü benim için bir ve aynıydı. Şarkı sözleri belli bir hayat anlayışını ifade eder gibiydi, yine de bazen hayata o şekilde bakmakta zorlanırdım.

Şimamoto’nun yuvarlak yakalı mavi bir süveteri vardı. Oldukça fazla sayıda mavi süvetere sahipti; en sevdiği renk mavi olmalıydı. Belki de okula giderken devamlı giydiği lacivert renkli montuna uyduğu için o süveterleri giyiyordu. Gömleğinin beyaz yakası boğazına kadar dayanıyordu. Ekose bir etek ve beyaz pamuk çoraplar kıyafetini tamamlıyordu. Yumuşak, dar süveteri göğüslerinin hatlarını birazcık belli ediyordu. Kanepede iki bacağını da altına kıvırarak oturuyordu. Müziği dinlerken bir dirseğini kanepenin arkasına dayamış, çok uzak, düşsel bir manzaraya bakıyordu.

“Sence dedikleri doğru mu –tek çocukların anne ve babalarının çok iyi geçinemedikleri?”

Fikir üzerinde düşündüm. Ama neden-sonuç ilişkisini çözemedim.

“Nereden duydun bunu?” diye sordum.

“Bana biri söyledi. Uzun zaman önce. Çok iyi anlaşamayan anne-babaların bir çocuğu olurmuş. Bunu duyduğumda çok üzüldüm.”

“Hımm…” dedim.

“Annenle babanın arası iyi mi?”

Hemen cevaplayamadım. Bu konuyu daha önce hiç düşünmemiştim.

“Annem fiziksel olarak çok güçlü değil” dedim. “Emin değilim ama galiba benden sonra bir çocuğa bakmak annemi çok zorlayacaktı.”

“Kız veya erkek kardeşin olsa nasıl olurdu, hiç düşündün mü peki?”

“Hayır.”

“Neden?”

Masada duran plak kılıfını aldım. Üstünde ne yazdığını okuyabilmek için çok karanlıktı. Yerine koyup elimle gözlerimi biraz ovuşturdum. Annem bir keresinde aynı soruyu sormuştu. Verdiğim cevap onu ne mutlu etmiş ne de üzmüştü. Sadece kafasını karıştırmıştı. Ama benim için tamamen dürüst ve samimi bir cevaptı.

Konuşurken, söylemek istediğim her şey birbirine girmişti ve yaptığım açıklama sonsuza dek sürecek gibiydi. Fakat anlatmaya çalıştığım şey şuydu: şu anda burada olan ben, bir kardeşi olmadan büyümüştüm. Eğer kız veya erkek kardeşim olsaydı, o zamanki ben, şimdiki ben olmazdım. Dolayısıyla şu anda karşınızda olan bana, kardeşlerim olsa nasıl hissedeceğimin sorulması tuhaf geliyor… Başka bir deyişle, annemin sorusu anlamsızdı.

Aynı yanıtı Şimamoto’ya verdim. Ben konuşurken gözlerini ayırmadan beni izledi. Yüzündeki ifadede, insanları çeken bir şeyler vardı. Sanki –bunları daha sonra düşündüm elbette– bir insanın kalbini kaplayan tabakaları birbiri ardına nazikçe açıyordu, çok dokunsal bir his. Yüzündeki ifadenin her değişiminde dudakları hafifçe kıpırdamış, bir an için gözlerinin derinliklerindeki o zayıf ölgün ışık görünmüştü, karanlık, dar bir odada titreşen mum ışığı gibiydi.

“Galiba ne demek istediğini anlıyorum” dedi, olgun, sakin bir sesle.

“Gerçekten mi?”

“Hı hı” diye yanıtladı. “Bu dünyada, değiştirilebilen ve değiştirilemeyen bazı şeyler var. Ve geçen zaman geri döndürülemez. Bugüne kadar geldiysek, geriye dönemeyiz. Öyle değil mi?”

Kafamı salladım.

“Belli bir süre geçtikten sonra, işler sertleşiyor. Kovanın içindeki çimento gibi. Ve artık geri dönemeyiz. Demek istediğin, senin içinde büyüdüğün çimento artık sertleşti, bu nedenle şu anki sen, başka biri olamazsın.”

“Sanırım anlatmak istediğim buydu” dedim kararsızca.

Şimamoto bir süre ellerine baktı.

“Bazen, bilirsin işte, düşünmeye başlarım. Büyüyüp evlendikten sonrasını. Nasıl bir evde yaşayacağımı, ne yapacağımı düşünürüm. Ve kaç çocuğum olacağını.”

“Ooo” dedim.

“Sen bunları hiç düşünmedin mi?”

Başımla olumsuzladım. On iki yaşındaki bir çocuğun bu konuları düşünmesi nasıl beklenir ki?

“Peki, kaç çocuk yapmayı düşünüyorsun?”

Bir süredir kanepenin arkasında hareketsiz duran eli, şimdi dizinin üzerinde duruyordu. Eteğinin ekose desenlerini takip ederek amaçsızca parmaklarına baktım. Onlarda merak uyandırıcı bir şey vardı, parmak uçlarından yayılan görünmez ipler tamamen yeni bir zaman kavramı etrafında tekrar örülüyordu sanki. Gözlerimi yumdum, karanlığın içinde karşımda girdaplar parıldıyordu. Sayısız girdap doğuyor ve usulca ortadan kayboluyordu. Uzakta bir yerlerde Nat King Cole “Sınırın Güneyinde”yi söylüyordu. Şarkı Meksika hakkındaydı, ama o zamanlar hiçbir fikrim yoktu. “Sınırın Güneyinde”nin sözlerinin tuhaf, çekici bir havası vardı. Sınırın güneyinde muhteşem bir şeylerin olduğuna kesinkes inanmıştım. Gözlerimi açtığımda, Şimamoto hâlâ eteği boyunca parmaklarıyla oynuyordu. Bedenimin içinde bir yerlerde, şiddetli tatlı bir ağrı hissettim.

“Tuhaf” dedi, “ama çocuklar hakkında düşündüğümde, sadece bir tane olduğunu hayal edebiliyorum. Kendimi çocuğum varken düşünebiliyorum. Ben bir anneyim ve bir çocuğum var. Bununla ilgili bir sorunum yok. Ama o çocuğun kardeşleri olduğunu düşünemiyorum. O tek bir çocuk.”

 

O, hiç şüphesiz değerli bir kızdı. Karşı cinsten biri olarak beni çekici bulduğuna emindim –karşılıklı olduğunu düşündüğüm bir his. Fakat bu tür duygularla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Sanırım Şimamoto da bilmiyordu. Sadece bir kez el ele tutuşmuştuk. Beni bir yerlere götürüyordu ve buradan, acele et dermiş gibi elimi tutmuştu. En fazla on saniye el ele kaldık ama benim için bu süre otuz dakika kadardı. Elimi bıraktığında, birden kaybolmuştum. Baştan sona çok doğaldı, elimi tutma şekli, ama onun da elimi tutmaya can attığını biliyordum.

Şimamoto’nun elimde bıraktığı his beni asla terk etmedi. Tuttuğum diğer bütün ellerden çok farklıydı, bildiğim dokunuşlardan başka. O sadece on iki yaşındaki bir kızın sıcak, küçük eliydi, ama o parmaklar ve avuç içi bilmek istediğim, bilmek zorunda olduğum her şeyle dolu bir oyuncak kutusu gibiydi. Elimi avucunun içine alarak, o şeylerin ne olduğunu göstermişti. Gerçek dünyanın içinde böyle bir yer vardı. On saniyelik süre boyunca esen rüzgârla havada kanat çırpan küçücük bir kuş olmuştum. Gökyüzünün yükseklerinden uzaklardaki bir manzarayı görebiliyordum. Çok uzakta olduğu için görüntüyü tam seçemesem de, orada bir şey vardı ve bir gün oraya gideceğimi biliyordum. Bu düşsel manzara nefesimi kesmiş, içimi ürpertmişti.

Eve dönüp masama oturduğumda, Şimamoto’nun tuttuğu parmaklarıma uzun uzun baktım. Elimi tutmuş olması beni kendimden geçiren bir şeydi. Kalbimi günlerce ısıtan narin dokunuşu. Diğer yandan beni şaşırtmış, kafamı karıştırmış hatta bir yandan da üzmüştü. Bu dokunuşla nasıl başa çıkacaktım?

İlkokulu bitirdiğimizde, ortaokul için Şimamoto’yla farklı okullara gitmeye başlamıştık. Yaşadığım yerden ayrılıp yeni bir kasabaya yerleşmiştim. Yeni kasaba derken, doğduğum yerden trenle sadece iki durak mesafedeydi. Okula başladığım ilk üç ay içinde Şimamoto’yu üç veya dört kez ziyaret etmiştim. Ama o kadar. Sonunda gitmeyi bıraktım. Hassas bir yaştaydık ve farklı okullara gidip iki duraklık mesafede olmamız, tamamen farklı dünyalara ait olduğumuzu hissetmeme yetmişti. Arkadaşlarımız farklıydı, formalarımız ve kitaplarımız da. Vücudum, sesim, düşünce şeklim hızlı değişimler geçiriyordu ve beklenmedik bir acemilik yarattığımız özel dünyayı tehdit etmişti. Tabii ki Şimamoto daha da büyük fiziksel ve psikolojik değişimler geçiriyordu. Ve bütün bunlar beni rahatsız etmişti. Annesi bana bir garip bakmaya başlamıştı. Bu çocuk neden hâlâ buraya geliyor? der gibiydi. Artık yan binada oturmuyor, hem de farklı bir okula gidiyor. Belki de aşırı hassas davranıyordum.

Böylece Şimamoto’yla yollarımız ayrıldı, sonunda onun yanına gitmeyi kestim. Bu muhtemelen (muhtemelen kelimesi burada aklıma gelen tek kelime; geçmiş denilen hafıza aralığını incelemenin ve neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermenin benim görevim olduğunu sanmıyorum) yanlıştı. Elimden geldiğince onun yanında olmalıydım. Ona ihtiyacım vardı, onun da bana. Fakat çekingenliğim ağır basıyordu ve kırılmaktan çok korkuyordum. Onu bir daha görmedim. Yıllar sonrasına kadar.

Birbirimizi görmeyi bıraksak da onu içimde büyük bir sevgiyle anıyordum. Ergenlik döneminin karmaşa ve dertleriyle uğraşırken, beraber geçirdiğimiz anları düşünmek beni yatıştırıyordu. Uzun süre, kalbimdeki özel bir yerde duruyordu. Sessiz bir köşedeki bir restoran masasındaki “rezerve” işareti gibi, o özel yeri Şimamoto’ya ayırmıştım. Onu bir daha asla göremeyeceğime emin olmama rağmen.

Onu tanıdığımda hâlâ on iki yaşındaydım ve gerçek anlamda cinsel arzularım yoktu. Yine de süveterinden belli olan göğüslerini ve eteğinin altında ne olduğunu belli belirsiz merak ettiğimi kabul ediyorum. Ama bunun ne anlama geldiği veya nereye varacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Başımı yaslayıp gözlerimi kapattım ve bir yer hayal ettim. Hayal ettiğim bu yer hâlâ tamamlanmamıştı. Hatları belli belirsiz, bulanık ve anlaşılmazdı. Ama orada beni hayati bir şeyin beklediğine emindim. Şunu da biliyordum: Şimamoto da aynı manzaraya bakıyordu.

Hâlâ parçalar halinde olan biz, içimizi doldurarak bizi birleştirecek, beklenmedik bir gerçekliğin varlığını yeni yeni sezmeye başlamıştık. Daha önce hiç görmediğimiz bir kapının önünde duruyorduk. Sadece ikimiz, zayıf bir ışık huzmesinin altında, akıp giden on saniyede ellerimiz birbirine sımsıkı kenetlenmişti.

Lisede tipik bir gençtim. Bu hayatımın ikinci kısmı, kişisel gelişimimde attığım bir adımdı –farklı olma fikrini bırakıp normalleşmeye çalışmak. Problemlerim olmadı değil. Hangi on altılığın olmaz ki? Yavaş yavaş ben dünyaya, dünya da bana yakınlaşıyordu.

On altı yaşına geldiğimde artık o küçük sıska tek çocuk değildim. Ortaokulda evimize yakın bir yerde yüzme derslerine başlamıştım. Kulaç atmada ustalaşmıştım ve haftada iki kere yüzmeye gidiyordum. Omuzlarım ve göğsüm irileşmiş, kaslarım güçlenip sıkılaşmıştı. İki damla yağmurla soğuk kapıp yataklara düşen hastalıklı çocuk değildim artık. Sık sık banyodaki aynanın karşısına geçip vücudumun her bir köşesini dikkatle inceliyordum.

Neredeyse geçirdiğim her fiziksel değişimi gözlerimle görebiliyordum. Ve bu hoşuma gidiyordu. Büyüme sürecinden çok yaşadığım değişimi izlemekten hoşlanıyordum. Yeni bir ben olabilirdim.

Kitap okumayı ve müzik dinlemeyi seviyordum. Zaten hep kitapları severdim, ama Şimamoto’yla olan arkadaşlığım kitaplara olan ilgimi daha da geliştirdi. Kütüphaneye gidip elimi değdirdiğim bütün kitapları hırsla yalayıp yutuyordum. Bir kere başladım mı, bitirmeden bırakamıyordum. Okumak bir tür bağımlılık gibiydi; yemek yerken, trende, geç saatlere kadar yatakta ve derste okumak için kimse görmesin diye saklayarak getirdiğim okulda. Çok geçmeden kendime küçük bir teyp alıp bütün vaktimi odamda caz plaklarını dinleyerek geçirmeye başladım. Ama kitap ve müzikle edindiğim tecrübeleri insanlara anlatmak konusunda hiçbir istek duymuyordum. Başkası olmadığım, yalnızca kendim olduğum için mutluydum. Bu açıdan bana yalnız kovboy denilebilirdi. Bütün takım oyunlarından nefret ediyordum. Başkasına karşı sayı almam gereken yarış türlerinden nefret ediyordum. Ben daha çok durmadan yüzmek istiyordum, yalnız ve sessizlik içinde.

Yapayalnız da değildim tabii ki. Okulda bazı yakın arkadaşlarım vardı, en azından birkaç tane. Okuldan nefret ediyordum. Arkadaşlarım sanki hep beni ezmeye çalışıyormuş, ben de sürekli kendimi savunmak zorundaymışım gibi hissediyordum. Bu beni katılaştırdı. Yanımda arkadaşlarım olmasaydı, o acımasız ergenlik yıllarından herhalde daha büyük yaralarla sıyrılırdım.

Yüzmeye başladıktan sonra yemek seçme konusunda eskisi kadar huysuzlanmıyordum ve kızlarla yüzüm kızarmadan konuşabiliyordum. Tek çocuk olabilirdim, ama artık kimse bunu dert etmiyordu. En azından dışarıdan bakıldığında, kendimi tek çocuk lanetinden kurtarmış görünüyordum.

Ve bir kız arkadaşım vardı.

 

Özel bir güzelliği yoktu, toplu sınıf fotoğrafında annenizin sınıfın en güzel kızı olarak parmakla göstereceği biri değildi. Ama onunla ilk karşılaştığımda sevimli olduğunu düşündüm. Bir fotoğraftan anlayamazdınız ama, insanları çeken belirgin bir sıcaklığı vardı. Etrafa hava atacağım bir güzelliği yoktu. Zaten ben de pek parlak sayılmazdım.

Onunla lisenin ilk yılında aynı sınıftaydık ve sık sık buluşuyorduk. İlk başlarda üç dört kişi, sonra yalnızca ikimiz. Nedenini bilmiyorum ama, kendimi onun yanında rahat hissediyordum. Ne söylersem söyleyeyim, beni dikkatle dinlerdi. Sadece havadan sudan konuşuyor olabilirdim, fakat yüzündeki ifadeden tarihin akışını değiştirecek muhteşem bir keşfimi anlattığımı sanırdınız. O, Şimamoto’dan sonra, söylediğim her şeyi hayran hayran dinleyen ilk kızdı. Bana gelince, onun hakkındaki her şeyi öğrenmek istiyordum. Her gün ne yiyordu, nasıl bir odada yaşıyordu. Pencereden baktığında ne görüyordu.

Adı İzumi’ydi. İlk konuştuğumuzda ona ismini sevmelisin demiştim. Japonca, “dağ pınarı” demek. Salla hadi baltayı, çıksın peri dışarı dedim, bir masalı hatırlayarak. Güldü. İzumi’nin kendinden üç yaş küçük bir kız kardeşi ve beş yaş büyük bir abisi vardı. Babası dişçiydi, müstakil bir evde –hiç şaşırmadım– yaşıyorlardı ve bir köpekleri vardı. Karl adında bir Alsas çoban köpeğiydi, adını Karl Marx’tan sonra koymuşlar, ister inan ister inanma. Babası, Japon Komünist Parti üyesiydi. Allah’tan dünyada komünist dişçiler var, ama hepsini toplasan muhtemelen dört veya beş otobüs eder. Bu nedenle, bu kadar nadir görülen bu adamlardan birinin benim kız arkadaşımın babası olmasının oldukça garip olduğunu düşündüm. İzumi’nin annesiyle babası tam birer tenis fanatiğiydi ve her pazar ellerinde raketler, tenis kortunun yolunu tutarlardı. Komünist, dişçi ve tenis düşkünü –ne sıradışı bir kombinasyon! İzumi’nin politikaya ilgisi yoktu ama anne babasını seviyordu ve bir tur tenis oynamak için sık sık onlara eşlik ederdi. Benim de oynamam için ısrar etmişti ama tenis bana göre değildi.

Tek çocuk olduğum için bana imreniyordu. Ne abisi ne de kız kardeşiyle iyi anlaşabiliyordu. Ona göre kardeşleri, bir daha asla görmeyecek olsa da dert etmeyeceği bir çift geri zekâlıydı. Ben hep tek çocuk olmak istedim, diyordu, o zaman istediğimi yapardım, nereye dönsem beni rahatsız edecek birileri olmazdı.

Üçüncü buluşmamızda onu öptüm. O gün bizim eve gelmişti. Annem alışverişte olduğu için ortalık bize kalmıştı. Yüzümü yaklaştırıp dudaklarımı onunkilere değdirdiğimde, sessizce durup gözlerini kapattı. Bana kızıp gitmesi durumunda bir düzine özür hazırlamıştım ama hiçbirine gerek kalmadı. Dudaklarım dudaklarında, ellerimle onu sarıp kendime doğru çekmiştim. Neredeyse yaz sonu gibiydi ve üzerinde çizgili kumaştan bir elbise vardı. Belden bağlamalı elbisesinin kuşağı kuyruk gibi arkadan sarkıyordu. Elim sutyeninin kopçasına dokundu. Nefesini boynumda hissediyordum. O kadar heyecanlanmıştım ki, kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Penisim patlamaya hazırdı; kasıklarına doğru ittirdim, o da biraz kenara çekildi. Ama o kadar. Kızgın görünmüyordu.

Birbirimize sıkıca sarılarak bir süre kanepede oturduk. Karşımızdaki sandalyede bir kedi oturuyordu. Gözlerini açıp bize doğru baktı, gerindi ve tekrar uyumaya başladı. Kedinin başını okşayarak dudaklarımı küçük kulaklarına değdirdim. Bir şeyler söylemem gerektiğini düşündüm, ama aklıma hiçbir şey gelmedi. Konuşmak bir yana, güçlükle nefes alıyordum. Tekrar elini tutup onu bir kez daha öptüm. Uzun bir süre ikimiz de sessiz kaldık.

Onu durağa bıraktıktan sonra sakinleşemedim. Eve gidip kanepeye uzandım ve gözlerimi tavana diktim. Beynim bir girdabın içindeydi. Sonunda annem geldi ve akşam yemeğini hazırlayacağını söyledi. Yemek düşünebildiğim en son şeydi. Tek kelime etmeden dışarı çıkıp kasabada güzel bir iki saat geçirdim. Değişik bir duyguydu. Artık yalnız değildim, ama aynı zamanda hiç olmadığım kadar derin bir yalnızlık hissediyordum. İlk kez gözlük takan biri gibi perspektifim birdenbire değişmişti. Uzaklardaki şeylere dokunabiliyor, bir zamanlar bulanık görünen nesneleri şimdi cam gibi şeffaf görüyordum.

O gün İzumi’yle ayrılırken, bana teşekkür ederek ne kadar mutlu olduğunu söyledi. Böyle hisseden bir tek o değildi. Bir kızın onu öpmeme gerçekten izin verdiğine inanamıyordum. Kendinden geçmemek mümkün mü? Böyle olduğu halde, tamamen mutlu değildim. Temelini kaybetmiş bir kule gibiydim. En yükseklere çıkmıştım ve aşağılara baktıkça başım daha çok dönüyordu. Neden o? Kendi kendime sordum. Hakkında ne biliyorum ki? Birkaç kere buluştuk, biraz konuştuk, o kadar. Kıpır kıpırdım, yerimde duramıyordum, kontrolden çıkmıştım.

Eğer o Şimamoto olsaydı, kafa karışıklığı da olmazdı. İkimiz de, tek kelime konuşmadan birbirimizi bütünüyle kabul edebilirdik. Ne tedirginlik, ne gerginlik. Ama artık Şimamoto yoktu. O kendi yeni dünyasındaydı, dolayısıyla ben de. İzumi ile Şimamoto’yu kıyaslamak anlamsızdı. Şimamoto’nun dünyasına açılan kapı arkamdan kapanmıştı ve dayanağımı başka bir yerde bulmalıydım.

Güneş doğudan usulca parıldayana kadar yatmadım. İki saat uyudum, duş alıp okula gittim. İzumi’yi bulup aramızda geçenler hakkında konuşmalıydım. Duygularının değişmediğini onun ağzından duymak istiyordum. En son söylediği şey ne kadar mutlu olduğuydu, ama şafağın serin ışığında bu sözler sanki kafamda kurduğum bir illüzyon gibiydi. Onunla konuşma fırsatı bulamadan gün bitti. Öğle arasında kız arkadaşlarıylaydı, okul bittiğinde de doğrudan eve gitti. Yalnız bir ara sınıflara giderken koridorda göz göze gelebildik. Beni gördüğünde göz kırptı ben de gülümsedim. O kadar. Ama gülüşünde bir önceki gün geçenleri onaylayan bir hava vardı. Gülüşü, sorun yok der gibiydi. Dün gerçekten yaşandı. Eve giderken trende kafamdaki kargaşa bitmişti. Onu istiyordum ve arzularım şüphelerime üstün gelmişti.

Ne istediğim açıktı. İzumi soyunmuş, seks yapıyoruz. Ama bu final noktasına daha çok vardı. İzlememiz gereken bir düzine formalite vardı. İşin sekse varması için öncelikle kızın elbisesinin fermuarını açmak gerekiyordu. Ve fermuar ile seks arasındaki süreçte alınması gereken yirmi –belki de otuz– kritik tercih bulunuyordu.

Her şeyden önce birkaç prezervatif bulmam lazımdı. Aslında bu aşama, zincirin son halkalarından biriydi, yine de bir yerden başlamalıydım. Neye ne zaman ihtiyacım olacağı belli olmazdı. Ama doğruca bir eczaneye girip biraz para uzatarak bir kutu prezervatifle öylece çıkıp gidemezdim. Bir lise öğrencisi olarak, bu tür işlere kalkışmazdım, kalkışmak için çok korkak olduğumu söylemiyorum bile. Yan binadaki şu parayla çalışan makinelerden sigara almayı deneyebilirdim ama olur da biri beni suçüstü yakalarsa herkese rezil olurdum. Bu konuyu üç dört gün boyunca kafamda kurcalayıp durdum.

Sonunda, işler beklediğimden de kolay halloldu. Bu alanda bölge uzmanımız olan değerli bir arkadaşımdan rica ettim. Aslında benim, dedim, birkaç prezervatife ihtiyacım var, nasıl bulabilirim? Kimseye çaktırmadan, merak etme dedi. Sana koca bir kutu getirebilirim. Ağabeyim bir katalogdan binlerce sipariş etti. Neden o kadar çok aldığını bilmiyorum ama dolabı prezervatiften geçilmiyor. Bir kutu eksildiğini anlamaz bile. Heyecanla, süper dedim. Ertesi gün onları kâğıt bir paketin içinde getirdi. Yemek ısmarlayarak ondan kimseye tek kelime etmemesini rica ettim. Sorun değil, dedi. Çok geçmeden benim sağda solda prezervatif aradığımı birkaç kişiye yumurtlamıştı bile. Bu birkaç kişi diğerlerine söylemiş ve İzumi’nin kulağına gidene kadar söylentiler okulda dolaşmıştı. Okuldan sonra onunla beraber çatıya gelmemi istemişti.

“Hacime, Nişida’dan prezervatif almışsın öyle mi?” diye sordu. Prezervatif kelimesi ağzından tam olarak çıkmadı. O kelimeyi bulaşıcı bir hastalıkmış gibi söylemişti.

“Şey… evet” dedim. Doğru kelimeleri bulmak için uğraştım. “Bunun bir anlamı yok aslında. Sadece, bilirsin işte, birkaç tane bulundurmanın iyi olacağını düşündüm.”

“Onları benim yüzümden mi aldın?”

“Hayır, tam olarak değil” dedim. “Sadece neye benzediklerini merak etmiştim. Eğer rahatsız olduysan, özür dilerim. Onları geri veririm veya atarım.”

Çatının bir köşesinde taştan küçük bir bankta oturuyorduk. Hava her an yağacak gibiydi. Bizden başka kimse yoktu. Etraf tamamen sakindi. Çatının hiç bu kadar sessiz olduğunu görmemiştim.

Okulumuz bir tepenin üstünde olduğu için pürüzsüz bir kasaba ve deniz manzarasına sahipti. Bir keresinde arkadaşlarımla Radyo Kulübü’nden birkaç plak alıp çatıdan aşağıya –frizbi gibi– fırlatmıştık; harika kavislerle havada şekiller çiziyorlardı. Birkaç saniyeliğine içlerine hayat dolmuş gibi mutlu, limana doğru süzülüyorlardı. Fakat sonunda bir tanesi havalanamadı ve doğruca tenis kortuna, atış egzersizi yapan ürkmüş birkaç birinci sınıf öğrencisinin ortasına çakıldı. Bu, bizim için disiplin cezası anlamına geliyordu. Bu olay bir sene kadar önce olmuştu, şimdi de yine aynı yerde kız arkadaşım tarafından prezervatif yüzünden sorguya çekiliyordum. Yukarıya baktım ve bir kuşun yavaşça gökyüzünde bir çember çizdiğini gördüm. Düşündüm de, harika bir şey olmalıydı, kuş olmak. Bütün kuşların tek yapması gereken şey uçmaktı. Doğum kontrol yöntemlerini dert etmelerine gerek yoktu.

“Benden gerçekten hoşlanıyor musun?” İzumi yumuşak bir sesle sormuştu.

“Tabii ki” diye karşılık verdim. “Tabii ki hoşlanıyorum.”

Dudaklarını büzüp doğrudan yüzüme baktı. O kadar uzun bakması beni tedirgin etmişti.

“Ben de senden hoşlanıyorum, biliyorsun” dedi bir süre geçtikten sonra.

Ama, diye devam edecekti sanki.

“Ama” dedi beklediğim gibi, “acele etmeye gerek yok.”

Kafa salladım.

“Aşırı sabırsız olma. Benim de bir zamanlamam var. O kadar da zeki biri değilim. Bazı şeylere hazır olmam uzun sürüyor. Bekleyebilir misin?”

Bir kez daha sessizce kafamı salladım.

“Söz mü?” diye sordu.

“Söz.”

“Beni üzmeyeceksin değil mi?”

“Seni üzmeyeceğim.”

Kafasını eğip bir süre ayakkabılarına baktı. Düz siyah ayakkabılar. Benimkilerin karşısında birer oyuncak kadar küçüklerdi.

“Korkuyorum” dedi. “Bu aralar kendimi kabuksuz bir salyangoz gibi hissediyorum.”

“Ben de korkuyorum” dedim. “Kendimi perdesiz ayaklı bir kurbağa gibi hissediyorum.”

Yüzüme bakıp gülümsedi.

Hiç konuşmadan binanın gölgeli tarafına giderek birbirimize sarılıp öpüştük, kabuksuz bir salyangoz ve perdesiz ayaklı bir kurbağa. Onu kendime doğru çektim. Dillerimiz hafifçe birbirine değdi. Gömleğinin üstünden göğüslerini hissediyordum. Karşı koymadı. Yalnızca gözlerini kapatarak iç çekti. Memeleri küçüktü ve sanki sırf bu amaç için tasarlanmış gibi tam avucumun içine oturuyordu. Elini kalbimin üzerine koydu ve eli ile kalbimin atışı bir oldu. Kendi kendime, o Şimamoto değil, dedim. Bana Şimamoto’nun verdiklerini veremez. Ama işte karşımda, tamamen bana ait, benim için elinden geleni yapıyor. Onu nasıl incitebilirim?

O zamanlar bilmiyordum. Birini tekrar düzelemeyecek kadar kötü kırabileceğimi. İnsan, sadece var olarak diğer bir insanda dönüşü olmayan yaralar açabiliyordu.

3

 

İzumi’yle ilişkimiz bir yıldan fazla sürdü. Her hafta bir filme gider veya kütüphanede beraber çalışır ya da sadece uzun amaçsız yürüyüşlere çıkardık. Yine de konu sekse geldiğinde, pek bir icraat yoktu. Ayda iki kere annemler dışarıdayken evime gelirdi, benim yatağımda birbirimize sarılırdık. Ama hiçbir zaman bütün kıyafetlerini çıkarmadı. Kimin ne zaman geri döneceğini bilemezsin, diye ısrar ederdi. Aşırı temkinli biri olduğu söylenebilirdi. Korkmuyordu; sadece baştan sona yüz kızartıcı potansiyel bir durumun içinde yer almaktan nefret ediyordu.

Dolayısıyla üstünde kıyafetleriyle ona sarılıp sürekli iç çamaşırının üstünden elimden geldiği kadar ellemek zorunda kalıyordum.

Hayal kırıklığına uğradığımı gördüğünde “Yavaş lütfen, derdi, biraz daha zamana ihtiyacım var.

Aslında göründüğü kadar acele etmiyordum. Sadece kafam karışıktı ve her şey beni umutsuzluğa düşürüyordu. Ondan hoşlanıyordum tabii ki ve kız arkadaşım olduğu için de minnettardım. Eğer benimle olmamış olsaydı, ergenlik yıllarım kupkuru ve renksiz geçecekti. İnsanların sevdiği, dürüst, hoş bir kızdı. Ama ilgi alanlarımız arasında dünyalar kadar fark vardı. Okuduğum kitapları veya dinlediğim müzikleri anlamadığı için bu konularda pek konuşamıyorduk. Bu bakımdan onunla olan ilişkim, Şimamoto’yla yaşadıklarımdan çok farklıydı.

Yine de onun yanına oturup ellerine dokunduğumda içimi doğal bir sıcaklık kaplıyordu. Ona her şeyden bahsedebilirdim. Gözkapaklarını ve tam dudaklarının üstünü öpmeyi seviyordum. Bir de saçlarını kenara çekip onu gülücüklere boğan minik kulaklarını öpmekten hoşlanıyordum. Bugün bile, ne zaman onu düşünsem, sakin bir pazar sabahı gelir aklıma. Doğmak üzere olan dingin, güzel bir gün. Ödevsiz, her ne istiyorsanız yapabileceğiniz bir pazar günü. İzumi daima bana, uzanıp keyfinize baktığınız bir pazar sabahı hissini vermişti.

Kusurları da vardı tabii ki. Oldukça gerçekçiydi ve bir süre yaratıcı bir bölüme gitse hiç fena olmazdı. Büyüdüğü konforlu dünyadan dışarı bir adım bile atmayı aklından geçirmezdi. Çok sevdiği bir şeyle ilgilenmekten yemek yemeyi veya uyumayı tamamen unuttuğu hiç olmamıştı. Ailesini seviyor ve sayıyordu. Ortaya koyduğu fikirlerin –on altı-on yedi yaşındaki bir kızın standart düşünceleri– belli bir karakteri yoktu. Bir iyi yönü daha, onu kimseyi kötülerken duymamıştım. Hiçbir zaman kendini beğenmiş konuşmalarıyla beni boğmamıştı. Benden hoşlanıyordu, bu da benim için iyiydi. Söylediğim her şeyi dikkatle dinliyor, beni neşelendiriyordu. Kendim ve geleceğim hakkında çok fazla konuşuyordum, ne olmak istediğimi, nasıl bir insan olmayı umduğumu. Genç bir çocuğun narsist peri masalları. Yine de kulak kesilerek dinlerdi. “Büyüdüğünde mükemmel bir insan olacağını biliyorum. Sen özel birisin” demişti bir keresinde. Söylediklerinde ciddiydi. Daha önce kimse bana böyle bir şey söylememişti.

Ona sarılmak –üstü giyinik de olsa– inanılmazdı. Yine de kafamı kurcalayan ve beni hayal kırıklığına uğratan şey, onda sırf bana özel bir şey keşfedememiş olmamdı. Kötü özellikler listesini hayli aşan ve benimkileri de gölgede bırakan iyi özelliklerine rağmen bir şeyler, hayati bir şeyler eksikti. Bunun ne olduğunu bulabilseydim eğer, bu işin aynı yatakta biteceğini biliyordum. Kendimi sonsuza dek tutamazdım. Çok uzun zaman alacak olsa da, yatmamızın gerekli olduğuna onu ikna edebilirdim. Ama bunu yapacak cesareti kendimde görmüyordum. Aklı fikri cinsellik ve merakla dolu on yedi yaşında düşüncesizin tekiydim. Ama aklım da fikrim de biliyordu ki eğer İzumi benimle seks yapmak istemezse, üstüne gitmemeliydim. Sabırla doğru zamanı beklemek zorundaydım.

Aslında bir keresinde İzumi’yi çırılçıplak kucağıma almıştım. Üstünde kıyafetlerinle sana sarılmak yetmiyor artık, diye yalvardım. Eğer seks yapmak istemiyorsan, sorun değil. Ama vücudunu görmek istiyorum, üstünde bir şey yokken sana sarılmak istiyorum. Sarılmalıydım, daha fazla dayanamayacaktım.

Bir an düşündükten sonra, gerçekten istediğim şey buysa, sorun olmayacağını söyledi. Yüzüme ciddi ciddi bakıp “Ama söz ver, tamam mı” dedi, “sadece o kadar? İstemediğim hiçbir şeyi yapmayacaksın.”

Kasım ayının ilk günlerinde sakin, ferah bir pazar günü evime geldi. Hava biraz soğuktu yine de. Babamla annem, babamın bir akrabasına geçmiş olsuna gedeceklerdi ve mutlaka onlara katılmam gerekiyordu. Bir sınava çalışmam gerektiğini söyleyerek evde kaldım. Gece olmadan eve gelmeyecekleri kesindi. İzumi öğlen geldi. Yatağımın üzerinde birbirimize sarıldık ve üstündekileri çıkardım. Gözlerini kapattı ve onu soymama izin verdi. Kolay olmadı. Zaten beceriksizdim, kızların kıyafetlerini çıkarmak da ayrı dert. Yarıya kadar geldiğimde İzumi gözlerini açtı ve kendisi devam etti. Açık mavi bir külot ve ona uygun bir sutyen giymişti. Büyük ihtimalle onları bugüne özel almıştı; önceki iç çamaşırları her annenin liseli kızlarına aldıkları türden olurdu. Nihayet ben de soyundum.

Çıplak vücuduna sarılıp boynunu ve memelerini öptüm. Yumuşacık tenini okşayıp kokusunu içime çektim. Böyle çırılçıplak birbirine sarılmak bu dünyanın ötesinde bir şeydi. İçine girmezsem çıldıracağımı sandım. Ama beni sertçe geri itti.

“Üzgünüm” dedi.

Onun yerine, penisimi ağzına alarak baştan aşağı yaladı. Daha önce bunu hiç yapmamıştı. Kendimi kaybedip boşalana kadar dilini ara vermeden penisimin ucunda gezdirdi.

Sonra onu kendime çekip vücudunun her köşesini ayrı ayrı öptüm. Sonbahar güneşinin altında yıkanmış bedenini doya doya öpüp durdum. Gerçekten muhteşem bir gündü. Defalarca birbirimize sımsıkı sarıldık, ben tekrar tekrar boşaldım. Her gelişimde ağzını yıkamak için lavaboya gidiyordu.

“Ne garip bir duygu” diye gülümsedi.

İzumi’yle çıkmaya başlayalı henüz bir yıl olmuştu ama hiç şüphesiz beraber geçirdiğimiz en güzel gün bugündü. Saklayacak hiçbir şeyimiz yoktu, çırılçıplaktık. Onun hakkında hiç olmadığı kadar çok şey bildiğimi hissetmiştim, o da öyle hissetmiş olmalıydı. İhtiyacımız olan şey kelimeler ve sözler değil, sadece küçük gerçekliklerin üst üste birikimiydi.

İzumi bir süre hareketsiz uzanmış, kalp atışımı dinler gibi başını göğsüme yaslamıştı. Saçını okşuyordum. On yedi yaşındaydım, sağlıklı, yetişkinliğin eşiğinde. Bunu ancak muhteşem kelimesi anlatırdı.

Akşam dört gibi, İzumi gitmek için üstünü giyinirken kapı çaldı. Başta duymazlıktan geldim. Gelenin kim olduğuna dair bir fikrim yoktu; gelen her kimse kapıyı açmazsam vazgeçip geri dönerdi. Ama zil ısrarla çalıyordu. Kahretsin, dedim içimden.

İzumi’nin yüzü bembeyaz olmuştu.

“Annenler mi döndü?” diye sordu. Yataktan fırlamış, alelacele kıyafetlerini toparlıyordu.

“Merak etme. Bu kadar erken dönemezler. Hem anahtarları var, kapıyı çalmazlar.”

“Ayakkabılarım!” dedi.

“Ayakkabılar?”

“Ayakkabılarım tam kapının girişinde duruyor.”

Hemen üstümü giyip aşağıya indim ve İzumi’nin ayakkabılarını girişteki dolabın içine tıktım. Teyzem gelmişti; trenle bir saatlik mesafede oturuyor ve sık sık bize geliyordu.

“Nerdesin sen Allah aşkına? Kaç saattir zili çalıyorum” dedi.

“Kulaklıkla müzik dinliyordum, dolayısıyla geldiğini duymadım” diye yanıtladım. “Annemler dışarıda; hasta ziyaretine gittiler. Gece geç saatlere kadar gelmezler. Sanırım bundan haberin vardı.”

“Söylediler. Yan komşuya uğramıştım, evde ders çalıştığını da biliyordum, gelmişken sana yiyecek bir şeyler hazırlayayım dedim. Alışveriş bile yaptım.”

“Kendim yapabilirim. Çocuk değilim, biliyorsun” dedim.

“Ama bir sürü şey aldım. Hem sen meşgulsün, değil mi? Sen ders çalışırken ben yemeği hazırlarım.”

Allah kahretsin, dedim kendi kendime. Oracıkta ölmek istedim. Şimdi İzumi eve nasıl gidecekti? Benim evimde ön kapıya çıkmak için önce salondan sonra da mutfak penceresinin önünden geçiliyordu. İzumi’yi beni görmeye gelen bir arkadaşım olarak tanıştırabilirdim elbet, ama sınav için harıl harıl ders çalıştığımı düşünüyorlardı. Hayatımda bir kız olduğunu bilirlerse hayatım kâbusa dönerdi. Teyzemden bunu bir sır olarak saklamasını da isteyemezdim. Kötü biri değildi fakat sır tutmak gibi bir özelliği yoktu.

Teyzem alışveriş poşetlerini yerleştirirken İzumi’nin ayakkabılarını üst kata çıkardım. Üstünü tamamen giyinmişti. Ona durumu anlattım.

Yüzü sapsarı kesildi.

“Ne yapacağım ben şimdi? Ya buradan çıkamazsam? Akşam yemeğine evde olmam gerektiğini biliyorsun. Eğer olmazsam, başım büyük derde girer.”

“Merak etme. Sorun olmayacak. Bir yolunu bulacağız” dedim onu yatıştırmaya çalışarak.

Aslında bir sonraki adım için hiçbir fikrim yoktu.

“Jartiyer askılarımdan birini bulamıyorum. Her yere baktım.”

“Jartiyer askısı mı?”

“Şu boyutlarda, metal bir şey.”

Yerden yatağımın üstüne kadar her yeri karış karış aradım. Ama bulamadım.

“Üzgünüm. Bu seferlik çoraplarını giymesen olmaz mı?” diye sordum.

Mutfağa gittim, teyzem sebzeleri doğruyordu. Biraz yağa ihtiyacımız var diyerek benden gidip almamı rica etti. İtiraz edemediğim için bisikletle yakındaki markete gittim. Hava kararmaya başlamıştı bile. Böyle giderse İzumi sonsuza kadar benim evimde kapalı kalabilirdi. Annemler eve dönmeden bir şeyler yapmalıydım.

“Galiba tek şansımız teyzem tuvaletteyken senin sessizce dışarıya çıkman” dedim.

“Sence işe yarar mı?”

“Bence bir deneyelim. Böyle oturup boş boş zaman öldüremeyiz.”

Teyzem tuvalete gidene kadar alt katta bekleyip iki kez el çırpacaktım. İzumi alt kata gelerek ayakkabılarını giyecek ve çıkacaktı. Güvenli şekilde dışarı çıktığında en yakın telefondan beni arayacaktı.

Teyzem sebzeleri doğrarken neşeyle şarkı söylüyor, miso çorbası[2] yapıyor, yumurta haşlıyordu. O kadar uzun zaman geçmesine rağmen bir türlü tuvalete gitmedi. Muhtemelen “En Büyük Mesane” rekoruyla Guinness Rekorlar Kitabı’na girebilirdi. Önlüğünü çözüp mutfaktan çıktığında neredeyse umudumu yitirmiştim. Tuvalete girdiğini görür görmez doğruca salona giderek ellerimi iki kere şaklattım. İzumi elinde ayakkabıları, parmak ucunda alt kata inip onları giydi ve olabildiğince sessizce ön kapıdan dışarı süzüldü. Dış kapıya sağ salim ulaştığından emin olmak için arkasından baktım. Birkaç saniye sonra teyzem geri geldi. Ben de rahat bir nefes aldım.

Beş dakika sonra İzumi aradı. Teyzeme, on beş dakika içinde geri geleceğimi söyleyerek evden çıktım. İzumi ankesörlü telefonun önünde duruyordu.

Daha tek kelime bile edememiştim ki “Bundan nefret ediyorum” dedi. “Bir daha asla bunu yapmak istemiyorum.”

Bana bozulduğu ve sinirlendiği için onu suçlayamazdım. Onu istasyonun yanındaki bir parka götürerek bir banka oturttum. Nazikçe elini tuttum. Kırmızı süveterinin üstüne bej rengi bir mont giymişti. İç geçirerek onların içindeki şeyleri hatırladım.

“Yine de bugün çok güzel bir gündü. Yani teyzem ortaya çıkana kadar. Öyle değil mi?” dedim.

“Tabii ki benim de hoşuma gitti. Ne zaman seninle olsam, harika zaman geçiriyorum. Ama sonrasında, her defasında kafam karışıyor.”

“Neyle ilgili?”

“Gelecekle. Ben liseyi bitirince sen üniversiteye Tokyo’ya gideceksin, ben de burada kalacağım. Bize ne olacak o zaman?”

Okul bittikten sonra üniversite için Tokyo’ya gitmeye zaten kararlıydım. Ailemden uzakta kendi hayatımı yaşamak için bu kasabadan kurtulmaya can atıyordum. Genel performansım iyi değildi, ama sevdiğim konularda hiç ders çalışmadan da gayet iyi notlar alıyordum, özel üniversite sınavları birkaç konuyu kapsadığı için kazanmak o kadar da zor değildi. Ama İzumi’nin benimle Tokyo’ya gelmesine imkân yoktu. Ailesi kızlarını yanlarında tutmak istiyordu, İzumi de asi bir tip değildi. Sonuçta o da beni yanında tutmak istiyordu. Burada da kaliteli bir üniversite var, diyordu. Ta Tokyo’ya kadar gitmene ne gerek var? Gitmeyeceğime söz verirsem, benimle yatacağına emindim.

“Hadi ama” dedim. “Yabancı bir ülkeye gitmiyorum ya. Arada sadece üç saat var. Hem üniversite tatilleri de çok, senede üç dört ay yine burada olurum.”

Bunu ona onlarca kez anlatmıştım.

“Ama buradan ayrılırsan beni unutup gideceksin. Başka bir sevgili bulacaksın” diyordu. Bu cümleleri de defalarca duymuştum.

Ona, bunun olmayacağını söylüyordum. Senden çok hoşlanıyorum diyordum, bu kadar kolay nasıl unutabilirim ki? Ama emin olamıyordum. Manzaradaki ufak bir değişiklik zamanın ve duyguların akışında güçlü geçişler yaratabilirdi: aynı Şimamoto’yla bana olduğu gibi. Çok samimi olabilirdik, fakat aramıza giren birkaç kilometre yollarımızı ayırmaya yetmişti. Ondan çok hoşlanıyordum, gidip onu görmemi de istiyordu. Yine de sonunda gitmeyi kestim.

“Anlayamadığım bir şey var yalnız” dedi İzumi. Benden hoşlandığını söylüyorsun. Benimle olmak istiyorsun. Ama bazen aklından neler geçtiğini anlayamıyorum.”

Montunun cebinden mendilini çıkardı ve gözyaşlarını sildi. Bazen onun ağladığını fark ediyordum. Ne demem gerektiğini bilemiyor, oturup öylece bekliyordum.

“Her şeyi kendi kendine düşünmeyi yeğliyorsun ve aklından ne geçtiğini kimsenin bilmesini istemiyorsun. Belki de tek çocuk olduğun içindir. Kendi başına düşünmeye ve davranmaya alışmışsın. Bir hesaplar yapıyorsun, eğer aklına yatıyorsa, senin için yeterli oluyor.” Başını kaldırdı. “Bu da beni korkutuyor. Kendimi terk edilmiş hissediyorum.”

Tek çocuk. Bu tabiri duymayalı uzun zaman olmuştu. İlkokuldayken bu sözler beni üzüyordu. Ama şimdi İzumi bu kelimeleri başka bir anlamda kullanıyordu. Onun “tek çocuk” kavramı pohpohlanmış, şımarık çocuk değil, dünyayı etrafında döndüren, izole egomdu. Beni suçlamıyordu. Sadece bu duruma çok üzülüyordu.

“Birbirimize sarıldığımızda nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Hâlâ umut vardı, diye düşünmüştüm, kim bilir belki de her şey yoluna girer” dedi vedalaşırken. “Ama hayat çok daha zor, değil mi?”

İstasyondan eve dönerken söyledikleri üzerine düşündüm. İnsanlara açılmaya alışık değildim. O bana açılıyordu, ama ben aynısını yapamamıştım. Gerçekten onu seviyordum, yine de bir şeyler beni geri çekmişti.

İstasyondan eve binlerce kez yürümüştüm ama bu sefer yabancı bir kasaba gibiydi. İzumi’nin çıplak bedenini kafamdan atamıyordum: dimdik göğüs uçları, orasındaki ince tüyleri, yumuşak kalçaları. Ve artık daha fazla dayanamadım. Paralı makinelerden birinden sigara alıp parkta konuştuğumuz banka gittim ve sakinleşmek için bir sigara yaktım.

Eğer teyzem içeri dalmasaydı her şey daha iyi olabilirdi. Kimse bizi rahatsız etmeseydi, daha sıcak vedalaşabilirdik. Hatta daha mutlu bile olabilirdik. Aslında teyzem gelmemiş olsaydı bile, benzer bir şey mutlaka olacaktı. Bugün değilse yarın. En büyük sorun, İzumi’yi bunun kaçınılmaz olduğuna ikna etmekti. Çünkü kendimi ikna edememiştim.

Güneş batarken, rüzgâr da sertleşmişti. Kış süratle yaklaşıyordu. Ve yeni yılda, giriş sınavları ve

yepyeni bir hayat beni bekliyordu. Biraz huzursuz olsam da, değişiklik için can atıyordum. Kalbim ve bedenim bilinmeyen bu yer için sabırsızlanıyordu: taptaze bir nefes. Japon üniversitelerinin öğrenci akınına uğradığı ve Tokyo’nun tanıtım yağmuruna boğulduğu bir yıldı. Dünya gözlerimin önünde değişiyordu ve ben bu heyecanı yakalamak için can atıyordum. İzumi kalmamı istese ve bunu sağlamak için benimle yatsa bile bu hareketsiz kasabadaki günlerimin sayılı olduğunun farkındaydım. Bu ilişkimizin bitmesi anlamına gelse bile fark etmezdi. Burada kalırsam içimdeki bir şey sonsuza dek kaybolacaktı –kaybetmeyi göze alamadığım bir şey. Bir tutku, yarım kalmış bir arzu, belli belirsiz bir düş gibiydi. İnsanların sadece on yedi yaşındayken gördükleri bir düş.

İzumi düşlerimi hiçbir zaman anlayamadı. Onun kendi düşleri vardı, uzakta, başka bir manzaraya bakıyordu, benimkinden farklı bir dünyaya.

Ama yeni hayatım daha başlamadan bir olay ilişkimizi paramparça edecekti.

4

 

Yattığım ilk kız tek çocuktu. O da İzumi gibi, insanları kendine baktıracak türden değildi; çoğu insan onu fark etmezdi bile. Yine de onu ilk gördüğümde, bir gün sokaktan aşağı doğru yürüyormuşum da birden beynime yıldırım saplanmış gibi hissetmiştim. Ama’lar, ve’ler ya da eğer’ler yoktu –kancaya takılmıştım.

Birkaç istisna dışında, genelde güzel kadınlar beni pek heyecanlandırmaz. Bazen sokakta yürürken yanımdaki arkadaşım beni dürtüp “Vay canına! Geçen kızı gördün mü?” der. Ne ilginçtir ki söz konusu cazibeye dair tek bir şey hatırlamam. Olağanüstü güzellikteki oyuncu veya modeller de dikkatimi çekmez. Sebebini bilmiyorum ama böyle. Gerçek dünya ile düşler dünyasını birbirinden ayıran çizgi benim için daima belirsiz olmuştur ve ilk ergenlik dönemlerim dahil, aşk o her şeye kadir yüzünü gösterdiğinde sırf güzel bir surat bana yetmemiştir.

Beni çeken şey, dışardan bakılarak ölçülebilen dış güzellik değil, daha derindeki, daha katıksız bir şeydi. Tıpkı bazı insanların yağmur fırtınalarına veya depremlere karşı gizli bir tutku beslemeleri gibi, ben de karşı cinsten gelen tanımlanamayan şeyleri seviyordum. Daha iyi bir kelime seçecek olursak, çekim gücü diyelim. Hoşunuza gitsin veya gitmesin, insanları ağına düşürüp sarhoş eden bir güçtü bu.

Bunun gibi bir etkiyi parfüm kokusunda da bulursunuz. Muhtemelen kokuyu bizzat yaratan kişi bile o kokunun nasıl bir çekim alanı yarattığını açıklayamaz. Bilimin açıklaması da mümkün değil. Yine de belli koku kombinasyonlarının karşı cinsi sıcakta kalmış bir hayvanın kokusu gibi büyüleyeceği gerçeği olduğu gibi duruyor. Belli bir koku, yüz kişiden ellisini cezbedebilir. Diğer bir koku da diğer ellisini. Ama sadece bir iki kişiyi çılgına çevirecek kokular da vardır. Ve ben çok uzaklardan bu özel kokuları sezme yeteneğine sahiptim. Böyle hissettiğim zaman bu aurayı yayan kızın yanına giderek, bak ben aldım işte, başka kimse fark edemiyor ama ben ediyorum demek istiyordum.

Bu kızı ilk gördüğüm andan itibaren onunla yatmak istediğimi biliyordum. Daha doğrusu onunla yatmam gerektiğini biliyordum. İçgüdüsel olarak onun da böyle hissettiğinin farkındaydım. Onunla beraberken bedenim, deyim yerindeyse baştan aşağı titriyordu. Penisim o kadar sertleşiyordu ki zar zor yürüyordum. Muhtemelen bu tür bir çekimin heyecanını Şimamoto’yla yaşamıştım fakat durumu bu şekilde algılamak veya buna bir isim vermek için henüz çok küçüktüm. Bu yeni kızla tanıştığımda on yedi yaşındaydım, liseye gidiyordum, o da üniversite ikinci sınıftaydı ve yirmi yaşındaydı. Her şey bir kenara, İzumi’nin kuzeniydi. Bir erkek arkadaşı vardı zaten ama bu ikimiz için de önemsizdi. Poposundan kuyruğu çıkabilir, kırk yaşında ve üç çocuklu da olabilirdi, yine de umurumda olmazdı. Aramızdaki çekim o kadar kuvvetliydi. Bu kızın kaçmasına izin veremezdim. Eğer verirsem hayatımın sonuna kadar pişman olacaktım.

Her neyse, bakirliğimi yitirdiğim kişinin kız arkadaşımın kuzeni olması böyle olmuştu. Hem de öyle uzaktaki bir kuzeni değil, en samimi olduğuyla. Çocukluktan beri İzumi’yle birbirlerini sık sık ziyaret ederlerdi. Kuzeni Kyoto’da üniversiteye gidiyor, Goşo’nun batı çıkışı yakınlarında eski İmparatorluk Sarayı’nın orada bir apartman dairesinde yaşıyordu. İzumi’yle bir keresinde Kyoto’ya gitmiş, kuzenini de aramış ve beraber öğle yemeği yemiştik. Teyzemle yaşadığım tatsız olaydan iki hafta sonraydı bu.

İzumi birkaç dakikalığına yanımızdan ayrıldığında, okulla ilgili birkaç şey soracağımı söyleyerek telefon numarasını istemiştim. İki gün sonra arayıp önümüzdeki cumartesi görüşüp görüşemeyeceğimizi sordum. Birkaç saniye durakladıktan sonra tamam dedi. Sesinin tonundaki bir şey onun da benle yatmak istediğine dair kendime güvenimi artırmıştı. Sonraki pazar günü tek başına Kyoto’ya gittim, beklediğim gibi, yataktaydık.

Sonraki iki ay boyunca o kadar ateşli sevişmiştik ki beyinlerimizin erimeye başladığını sanmıştım. Film yok, yürüyüş yok, kitaplar hakkında konuşmak yok, müzik, hayat, savaş veya devrim yok. Tek yaptığımız düzüşmekti. Az da olsa konuşmuş olmalıyız ama ne yalan söyleyeyim, ne hakkında olduğunu hatırlamıyorum. Detaylı, net görüntüleri anımsıyorum sadece: yastığın yanındaki çalar saat, camlardaki perdeler, masadaki siyah telefon, takvimdeki resimler ve yere attığı kıyafetleri. Bir de sesi ve teninin kokusu. Hiç soru sormadım, o da buna uydu. Sadece bir kere, yatakta uzanırken belki onun da tek çocuk olabileceğini sesli olarak düşündüm.

“Evet, öyle” dedi muzip bir ifadeyle. “Ama nasıl bildin?”

“Özel bir nedeni yok. Sadece hissettim.”

Bir süre öylece bana baktı. “Belki sen de tek çocuksundur?”

“İyi tahmin” dedim.

Konuşmalarımızdan hatırladığım sadece buydu.

Nadiren bir şeyler yiyip içmek için ara veriyorduk. Bakışlarımız buluşur buluşmaz tek kelime dahi etmeden bir çırpıda kıyafetlerimizi çıkarıp yatağa atlıyor ve işimizi görüyorduk. Önüme serilenlere karşı açgözlülük yapıyordum, o da öyleydi. Her buluşmamızda dört veya beş kere seks yapıyorduk, daha net söylemek gerekirse, sıvılarım kuruyup aletimin başı sancıyana kadar. Hissettiğimiz tutku ve vahşi çekime rağmen ne onun ne de benim aklımdan uzun süreli bir ilişki yaşamak geçmiyordu. Zamanla dinecek bir kasırganın tam ortasındaydık. Her buluşmamızda bunun son olabileceğini bilmek sadece ateşimizi daha da körüklüyordu.

Ona âşık değildim. O da bana değildi. Âşık olma meselesi benim için önemsizdi. Aradığım şey, ortasında hayati önemde bir şeylerin yattığı vahşi, şiddetli bir duyguyla sarsılmaktı. Bunun ne olduğunu

bilmiyordum. Ama elimi içine sokarak orada ne varsa dokunmak istiyordum.

İzumi’den çok hoşlanıyordum ama bu tür mantık ötesi bir kuvveti onda bir kere bile hissetmedim. Diğer yandan bu kız hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama üzerimdeki etkisi çok derindi. Ciddi anlamda hiçbir konudan konuşmadık çünkü gerek görmüyorduk. Konuşacak kadar enerjimiz varsa onu da bir sonraki tur için saklıyorduk.

Olaylar normal sürecinde işleseydi şimdi kendimizi ilişkimize kaptırmış hiç ara vermeden birkaç ay çıkmış, sonra ikimizden biri diğerinden uzaklaşmış olacaktı; yaşadığımız şeyin hiç şüphesiz gerekli olduğunun farkında olacaktık. Ta en başından işin içine aşk, suçluluk veya geleceğe dair düşünceler girmeyecekti.

Yani eğer ilişkimiz keşfedilmemiş olsaydı (ortaya çıkmamasını ummak biraz gerçekdışı olurdu), İzumi’yle bir süre yine sevgili olarak kalmaya devam ederdik. Yaz tatillerinde yine beraber olurduk. Kim bilir arkadaşlığımız daha ne kadar sürerdi. Ama birkaç ay sonra ikimizden biri kopardı. Çok farklıydık ve zaman sadece farklılıklarımızı daha da büyütürdü. Dönüp geriye baktığımda, böyle olacağını net görebiliyorum. Yine de eğer yollarımız ayrılacak olsaydı ve kuzeniyle yatmamış olsaydım birbirimize dostça güle güle diyecek, hayatımıza tek parça olarak devam edecektik.

Ama olaylar buna izin vermedi.

Dürüst olmak gerekirse, İzumi’yi onarılamayacak şekilde kırdım. Ne kadar yaralandığını idrak etmem çok sürmedi. Not ortalamasıyla en iyi üniversitelere hiç zorlanmadan girebilirdi ama giriş sınavlarını geçemedi ve üçüncü sınıf küçük bir kız kolejine başladı. Kuzeniyle ilişkim su yüzüne çıktıktan sonra İzumi’yi yalnız bir kere gördüm. Bir zamanlar uğrak yerimiz olan bir kafede uzun bir süre konuştuk. Kelimelerimi itinayla seçerek, hislerimi ifade etmekte zorlanarak ve elimden geldiğince dürüst şekilde olayları açıklamaya çalıştım. Kuzeninle aramızda geçen şeyler planlı değildi, dedim; aniden ortaya çıkan fiziksel bir çekimdi. Hatta seni aldatıyor olduğum için duymam gereken suçluluk duygusuna bile kapılmadım. Bizi etkileyen bir şey değil bu.

Doğal olarak İzumi ne demek istediğimi anlamadı ve aşağılık bir yalancı olduğumu söyledi. Duruma bakıldığında haklıydı. Tek kelime söylemeden onunla birlikteyken gizlice kuzeniyle işi pişirmiştim. Öyle bir veya iki kerelik de değil, on defa, yirmi defa. Kelimenin tam anlamıyla onu aldatmıştım. Madem doğru şekilde davranıyordum, peki neden onu kandırmaya devam etmiştim? Bunu İzumi’ye söylemek isterdim: Kuzeninle yatmak istedim; beynim uyuşana kadar onu düzmek istedim –binlerce kez, hayal edebileceğim her pozisyonda. Bunun seninle bir alakası yok, diyebilirdim konuşmanın en başında. Ama yapamadım. Bu yüzden de yalan söyledim. İzumi’yle buluşmalarımızı bir bahaneyle sallayıp koşa koşa Kyoto’ya kuzenini becermeye gitmiştim. Bunun çıkar yolu yoktu; kendimden utanmalıydım.

İzumi kuzeniyle olan durumumuzu ocak ayında, on sekizinci yaş günümden kısa bir süre sonra öğrenmişti. Ocakta bütün üniversitelerin giriş sınavlarını geçmiştim ve mart ayının sonunda Tokyo’ya gidecektim. Ayrılmadan önce onu defalarca aradım ama telefona çıkmadı. Boşuna cevap bekleyerek uzun uzun mektuplar yazdım. Bu şekilde çekip gidemem diye düşünüyordum. Onu burada böylece bırakamazdım. Ama elimden bir şey gelmiyordu. İzumi’nin artık benimle işi kalmamıştı.

Tokyo’ya giden trende dışarıdaki manzaraya kayıtsız şekilde bakıp kendimi düşündüm –ben kimdim. Kafamı eğip kucağımdaki ellerime ve camdan yansıyan yüzüme baktım. Hangi Allah’ın cezasıyım ben, diye düşündüm. Hayatımda ilk kez kendimden aşırı şekilde nefret ediyordum. Nasıl olur da böyle bir şey yapardım? Ama nedenini biliyordum. Aynı konumda olsam yine yapacaktım. İzumi’ye yalan söylemek zorunda kalacak olsam bile kuzeniyle yatacaktım. Bunun İzumi’yi ne kadar üzdüğü umurumda olmazdı. Bunun farkına varmak acı veriyordu. Ama gerçek buydu.

Tek hasar gören İzumi olmamıştı. O zamanlar ne kadar derinden olduğunu fark etmesem bile kendimi de çok derin yaralamıştım. Yaşadığım deneyimden çok şey öğrenmiş olmalıydım ama dönüp geriye baktığımda elimde kalanın salt, yadsınamaz bir gerçek olduğunu görüyorum. Şeytani şeyler yapabilen biriydim. Birini asla isteyerek incitmedim fakat iyi niyetlerle yola çıksam da koşullar gerektirdiğinde tamamen benmerkezci, hatta acımasız biri olabiliyordum. Birkaç akla yatkın bahaneyi kullanarak sevdiğim bir insana düzelmeyecek zararlar verebilen türden biriydim.

Üniversite beni, kendimi bir kez daha keşfedebileceğim yeni bir kasabaya transfer etmişti. Yeni biri olarak geçmişimdeki hataları düzeltebilirdim. Başlangıçta iyimserdim; üstesinden gelebilirdim. Nihayetinde her nereye gidersem gideyim asla değişemedim. Tekrar tekrar aynı hatayı yaptım, başkalarını kırdım, karşılığında da kendim kırıldım.

Yirmi yaşını doldurduğumda şu düşünceye kapıldım: Belki de doğru düzgün bir insan olma şansımı yitirdim. Belki de mizacımın tamamlayıcısı olan hatalarım varlığımın kaçınılmaz birer parçasıydı. Sonunda dibe vurabilirdim ve bunun farkındaydım.

Üniversitede geçirdiğim dört yıl koca bir zaman kaybıydı. İlk sene birkaç gösteri yürüyüşüne katıldım, hatta polisle çatışmaya girdim. Eylem yapan öğrencilerin yanında yer aldım ve siyasi toplantılarda boy gösterdim. Bu alanda ateşli karakterlerle tanıştım fakat benim içimde politika yoktu. Gösterilerde tanımadığım insanlarla kol kola girmekten rahatsız oldum ve polislere taş atmamız gerektiğinde kendime bunun gerçek ben olup olmadığımı sordum. İstediğim şey bu muydu, diye düşündüm. İhtiyacım olan bütünlüğü etrafımda insanlar varken hissedemedim. Sonunda sokaklara sinen vahşetin kokusu, günün çarpıcı sloganları benim için anlamını yitirdi. İzumi’yle beraber geçirdiğimiz zaman kafamda daha da değerli hale geldi. Ama geri dönüş yoktu. O dünyaya hoşça kal demiştim bir kere.

Derslerimin neredeyse hepsi baş ağrıtıcıydı. Hiçbir şey beni heyecanlandırmıyordu. Bir süre sonra yarı zamanlı işimle uğraşmaktan okuldaki arkadaşlarım yüzümü göremez olmuşlardı; dört yılda mezun olmam sadece şanstı. İlk yılımda altı ay beraber yaşadığım bir kız arkadaşım olmuştu. Ama pek sürmedi. Hayattan ne istediğime dair zerre kadar fikrim yoktu.

Hatırladığım ikinci şey siyaset mevsiminin sona ermesiydi. Bir dönem toplumu sarsan devasa şok dalgaları renksiz, sıradan, günlük dünya tarafından yutulmuş, rüzgârsız bir günde başını eğen bir bayrak gibi yüzünü düşürmüştü.

Mezun olur olmaz bir arkadaşım okul kitapları üzerine çalışan bir basımevinde editörlük işi bulmamı sağladı. Saçımı kestirdim, ayakkabılarımı cilaladım ve bir takım elbise aldım. Şirket gibi bir yer değildi aslında ama edebiyat mezunlarının az olması ve uzaklarda yaşamaları dolayısıyla, rezil notlarımı ve iş çevremin olmamasını da göz önünde bulundurarak elimdekiyle yetinmek zorunda kaldım.

İş çok bunaltıcıydı. Çalışmak için fena bir yer değildi ama ders kitaplarındaki yanlışları düzeltmek günümü bir nebze olsun renklendirmiyordu. İlk zamanlar şöyle düşündüm: Tamam, elimden geleni yapacağım, belki dişe dokunur bir şeyler elde ederim; ilk altı ay olabildiğince sıkı çalıştım. Bir işe her şeyini ver ve iyi bir şeyler olsun, değil mi? Ama pes ettim. Ne derseniz deyin, bu iş bana göre değildi. Sanki ölümüm uzaktan beni izliyor gibi hissediyordum. Kafatasımın içine kadar sıkıntıdan patlamış halde aylar ve yıllar yavaş yavaş geçip gidecekti. Emekliliğime daha otuz üç yıl vardı, her geçen gün bir masaya daha fazla zincirlenerek, sayfa düzenini, yanlışları kontrol ederek, satırları sayarak geçecek otuz üç yıl. Muhtemelen güzel bir kızla evlenir birkaç çocuk yapar yılda iki kere primimi alır sıkıla sıkıla otururdum. Bir keresinde İzumi’nin söylediği şeyleri hatırladım. “Büyüdüğünde mükemmel bir insan olacağını biliyorum. Sen özel birisin.” Özel biri mi dedin İzumi? Unut gitsin. Zaten artık sen de anlamışsındır. Aman, cehennemin dibi, herkes hata yapar.

Bana verilen işi mekanik olarak yapıyor ve kalan zamanımı kitap okuyarak veya müzik dinleyerek geçiriyordum. Çalışmanın sadece sıkıcı bir zorunluluk olduğuna karar verdim ve çalışmadığım zamanlarda en iyi şekilde vakit geçirip kendi başıma eğleniyordum. Ama insanlarla iyi anlaşamadığımdan değil. Okul arkadaşlarımı yakından tanımak için çaba göstermiyordum. Boş zamanlarımı kendime ayırmaya karar vermiştim.

Dört beş yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Birçok kız arkadaşım oldu ama hiçbiri uzun sürmedi. Birisiyle birkaç ay çıkıp düşünmeye başlıyordum: İstediğim şey bu değil. Bu kadınlarda sadece beni bekleyen bir şey bulamıyordum. Birkaçıyla yatmıştım, ama öyle muhteşem falan değildi. Bu dönemleri hayatımın üçüncü aşaması olarak düşünüyorum –üniversiteye başladıktan sonraki on bir yıl ve otuz yaşıma basmam. Hayal kırıklığı ve yalnızlık yılları. Ve sessizlik. Duygularımı içime hapsettiğim, dondurulmuş yıllar.

İçime kapanmıştım. Yalnız yiyor, yürüyüşe yalnız çıkıyor, yüzmeye, sinemaya ve konserlere hep yalnız gidiyordum. Kendimi kötü veya mutsuz hissetmiyordum. Sık sık Şimamoto ve İzumi’yi düşünüyordum, şimdi neredeydiler, ne yapıyorlardı. Çok büyük bir ihtimalle evlenmişlerdi, hatta çocukları bile olmuştu. Onları görebilmek, hiç olmazsa bir saat konuşabilmek için her şeyimi verirdim. Şimamoto ve İzumi’yle hiç çekinmeden konuşabiliyordum. İzumi’ye nasıl döneceğimle ve Şimamoto’yu tekrar görebilmekle kafayı bozmuştum. Bunun ne kadar muhteşem olabileceğini düşünüyordum. Ama gerçekleşmesi için hiçbir şey yapmıyordum. O ikisi içimde sonsuza dek kaybolmuşlardı. Saatin kolları sadece bir yöne doğru gider. Kendi kendime konuşmaya, gece tek başıma içmeye başlamıştım. Asla evlenmeyeceğime emindim.

 

İşe girdikten iki sene sonra tek bacağı sakat olan bir kızla tanıştım. İşyerindeki arkadaşlarımdan biri dört kişilik bir buluşma ayarlamıştı.

“Bacaklarından birinde sorun var” demişti pek ciddiye almadan. “Ama çok sevimli biri, oturaklı bir karakteri var. Ondan hoşlanacağına eminim. Bacağını fark etmeyeceksin bile. Sadece biraz sendeliyor.”

“Hey, sorun değil” diye cevap verdim. Gerçeği söylemek gerekirse, kızın bacağından bahsetmeseydi bozuntuya verebilirdim. Dört kişilik randevulardan ve ilk buluşmalardan ölümüne nefret ediyordum. Ama kızın bacağının durumunu öğrendikten sonra bir şekilde geri çeviremedim.

Bacağını fark etmeyeceksin bile. Sadece biraz sendeliyor.

Arkadaşımın sevgilisinin arkadaşıydı. Liseden beri tanışıyorlardı. Masanın kısa olan tarafında hanım hanımcık oturuyordu. Ormanın derinliklerinde nadiren yüzünü gösteren küçük bir hayvanı anımsatan, bastırılmış bir güzelliği vardı. Dördümüz bir pazar sabahı önce sinemaya gittik, sonra da beraber yemek yedik. Neredeyse tek kelime etmedi. Onu konuşturmaya çalıştım ama pek şanslı sayılmazdım. Sadece

tebessüm etti. Sonrasında, diğer çiftten ayrıldık. Hibiya Parkı’na yürüyüşe çıkarak birer fincan kahve içtik. Şimamoto gibi sol bacağını değil sağdakini sürüklüyordu. Bacağını bükme şekli de farklıydı. Şimamoto adım atarken bacağını hafifçe döndürürdü, bu kız hafif yana eğiliyor ve öne doğru dümdüz adım atıyordu. Yine de yürüyüş şekilleri dikkat çekecek derecede birbirine benziyordu.

Üstünde bisiklet yakalı bir süveter, kot pantolon ve postallar vardı. Yüzünde neredeyse hiç makyaj yoktu ve saçını atkuyruğu yapmıştı. Üniversite son sınıfta olduğunu söylemesine rağmen daha küçük gösteriyordu. Acaba sakin biri miydi yoksa ilk buluşmalarda gergin mi oluyordu, karar veremedim. Belki de konuşacak hiçbir şeyi yoktu. Her neyse, ilk etkileşimimizi diyalog olarak adlandıramam. Ağzından alabildiğim tek bilgi özel üniversitede eczacılık okuduğuydu.

“Eczacılık ha? İlginç mi bari?” diye sordum. Parktaki kafede birer fincan kahve içerken.

Yüzü kızardı.

“Hey, dert etme” dedim. “Kitaplardaki yanlışları düzeltmek dünyadaki en eğlenceli iş değil. Dünya sıkıcı işlerle dolu. Üzülmeye değmez.”

Bir süre düşündü ve sonunda ağzını açtı. “O kadar da ilginç değil. Ama ailemin bir eczanesi var.”

“Bana eczacılıkla ilgili bir şeyler öğretebilir misin? Bu konuda tek kelime bilmiyorum. Altı yıldır tek bir hap bile yutmadım.”

“Oldukça sağlıklısın o zaman.”

“Akşamdan kalma bile olmam” dedim. “Aslında çocukken sık sık hasta olurdum. Bir sürü ilaç yutardım. Tek çocuk olduğum için annemler üstüme aşırı düşerlerdi.”

Kafasını salladı ve bir süre kahve fincanının içine baktı. Tekrar konuşması uzun sürdü.

“Eczacılık eğlenceli bir konu değil” diyerek başladı. “Dünyada farklı ilaçların içeriklerini ezberlemekten daha zevkli milyonlarca iş olmalı. Astronomi gibi romantik ya da doktorluk gibi hareketli değil. Ama aşina olduğum bir konu, kendimi yakın hissediyorum. Pratik bir meslek.”

“Anlıyorum” dedim. Demek ki konuşabiliyordu. Uzun süren doğru kelimeleri bulmasıydı.

“Kardeşlerin var mı?”

“İki abim var. Biri evlendi bile.”

“Ailenin dükkânını işleteceğin için eczacılık okuyorsun o zaman?”

Yüzü yine kızardı. Uzun denilebilecek bir süre sessiz kaldı. “Bilmem. Abilerim zaten çalışıyor, dolayısıyla belki işi ben devralmak durumunda kalabilirim. Ama kesin bir şey yok. Babamın dediğine göre, eğer istemezsem sorun olmazmış. Devam ettiği kadar edecek, sonra da satacakmış.”

Kafa salladım ve devam etmesini bekledim.

“Ama belki de işi ben sürdürmeliyim. Bu bacakla başka bir iş bulmak zor görünüyor.”

Konuşmaya devam ettik ve öğleden sonrasını beraber geçirdik. Bir düzine duraklama ve devam etmeden önceki uzun bekleyişlerle. Sorduğum her soruda yüzü kızardı. Sohbetten zevk almıştım, benim için büyük başarı sayılırdı. Kafede onunla otururken içimi nostaljiye benzer bir duygu kapladı. Çok eskiden beri tanıdığım biri gibi hissetmeye başlamıştım.

Onu çekici bulduğum söylenemez. Bulmadım. Hoş biriydi ve beraber vakit geçirmekten zevk aldım. Sevimli bir kızdı, arkadaşımın söylediği gibi, oldukça kibar. Fakat bütün iyi yönleri bir kenara, onda beni çarpacak, kalbimi delip geçecek bir şeyler olup olmadığını sorduğumda yanıt hayırdı. Hiçbir şey.

Bana böyle hissettiren tek kişi Şimamoto olmuştu. Burada durmuş, kızı dinliyor ve sürekli Şimamoto’yu düşünüyordum. Düşünmemeliydim, biliyorum ama böyleydi. Geçen onca zamana rağmen Şimamoto’yu düşündüğümde içim kıpır kıpır oluyordu. Hafiften telaşlı bir heyecandı, sanki çok derindeki bir kapıyı yumuşakça iterek açıyordum. Tek bacağı sakat olan bu sevimli kızla Hibiya Parkı boyunca yürümek bu tür bir heyecanı, baştan aşağı içimi titreten hissiyatı vermiyordu. Onu sempatik ve sakin buluyordum, o kadar.

Evi –eczanelerinin de olduğu yer– Kobinata’daydı. Evine dönerken otobüse beraber bindik. Yan yana oturduk ve ağzından neredeyse tek kelime çıkmadı.

Birkaç gün sonra işyerindeki arkadaşım yanıma gelip kızın benden hoşlandığını söyledi. Önümüzdeki tatilde, dedi, neden hep beraber bir yerlere gitmiyoruz? Bir bahane bulup salladım. Onu tekrar görüp konuşmak istemediğimden değil. Aslında arada bir onunla konuşma fırsatım olsun isterdim. Farklı koşullarda iyi bir arkadaşlığımız olabilirdi. Ama olay dörtlü buluşmayla başlamıştı ve dörtlü buluşmaların amacı da partner bulmaktı. Yani eğer onunla bir kez daha görüşürsem büyük bir sorumluluk almış olacaktım. Onu kırmak da hayatta istediğim en son şeydi. Yapabildiğim tek şey geri çevirmek oldu.

Onu bir daha görmedim.

Benzer İçerikler

Bir Modernlik Zemini: Barok Aşırılık | Mehtap Serim

yakutlu

Kül ve Yel | Müge İplikçi

yakutlu

İnsan Ruhunun Haritası | Ahmet Ümit

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy