Tarihimizin son 150 yılını konu olarak almıştır.
Gözlerinde, geçmiş otuz yılın gölgeliyemediği aynı berrak bakış, bana, “bu ONLAR’ın işi” dedi. Sesi bir fısılj ıı halindeydi, veya fısıltının bir ton üstünde. Olayı çok iyi bilen bir insanın duraksamadan uzak, kesin bir yargısıydı bu. Eğer otuz yıl önce olsaydı bu olay, ve o bana “bu ONLAR’ın işi” deseydi şüphesiz hemen inanırdım. Üzerinde daha fazla kafa yormaz, şüphe aklımdan geçmezdi. Çünkü, otuz yıl önce ONLAR vardı. Annem, babam gibi, konak gibi, sokağımız gibi, türbe gibi. Topacım, uçurtmam gibi, bütün hatıralarım gibi şüphesiz vardı. ONLAR’ın varlıkları bütün bu saydığım ve çocukluğumu yapan gerçek renkler gibi inkâr edilemezdi. O zamanlar ONLAR’ın varlıkları o kadar kesindi ki olay otuz yıl önce olsaydı ben de aynı ses tonuyla ona “bunu ONLAR mı yaptılar?” diye sorardım.
Halbuki şimdi. Çocukluk arkadaşım ve ben, aramızda tam otuz ayrılık yılı, bu karakol odasında, bu soğuk, bu kesin, bu asrımız mantığıyla şartlanmış odada, bu kabaralı postalım ruhumuz üzerinde hissettiğimiz ortamda oturmuş ONLAR’dan bahsediyorduk.
ONLAR’ın var olabilecekleri otuz ayrı yerde geçirilmiş yıldan sonra, otuz tahsil ve tecrübe yılından sonra akla gelmemeliydi bile.
Zapt’ı tekrar okur gibi yapmanın ardına sığınıyor ve düşünüyordum. Olay bütün ölçülere göre, bütün görünüşüyle çılgın bîr insan tarafından işlenmiş bir cinayetti. Ölünün yaşlı vücudunda yirminin üzerinde yara tesbit edilmişti. Bıçak veya bıçak keskinliğinde ve sivriliğinde bir Ölüm aletinin bıraktığı izler. Bütün aramalara rağmen polis deyimiyle Âlâtı cariha yazık ki bulunamamıştı. Zabıtta bir nokta daha önemle belirtilmişti. Her vuruştan sonra o şey etten çıkarılmadan et içinde burulmuş, çevre dokuları hunharca parçalanmış, öyle dışarı çekilmişti. Mantığım gözlerini cinnet fikrine dikmişken, hissim içinde bulunduğumuz karakol odasının soğuk, hayale yer vermeyen varlığına rağmen “Bunu ancak ONLAR yapabilir” diyordu.
İstemediğim halde öldürülmüş olanı düşünüyordum. Yaşı seksen civarında olması gereken bir kadındı. Çocukluk arkadaşım zabıtta onu anlatırken: “Her zamanki gibiydi” diyordu. Evet o muhakkak her zamanki gibiydi. Aynı titizlikle yıllardır kullandığı siyah mantosundan baş örtüsüne, ayakkabılarından yüz çizgilerine kadar her zamanki gibi. O zamanlar bile onun hep aynı yaşta olagelmiş olduğuna tuhaf bir İsrarla inanırdım.
Onu düşündüğüm zaman kedilerini aklıma getirmemem imkânsızdı. Dört taneydi onlar. İçlerinden birine karşı aşırı düşkündü. öz konusu olan çok iri bir kediydi, kaplam andırırdı. Yaşlı kadınla yalnız kaldığımız anlarda hafiflettiği sesinde çok gizli bir sırmışcasına o kedinin ONLAR’dan olduğunu duymuştum. Bu esrar dolu büyük sır, çocuk göğsümün üstünde, üstü dikenli bir küreymişcesine verdiği acıya rağmen korku ve kıskançlıkla tarafımdan saklanmıştı. ONLAR bir dolunay’ın çevreyi aydınlattığı bir gecede, sokağın en derin, en gaflet içinde uyuduğu bir zamanda gelmişlerdi. Sadece köpekler hissetmişti gelişlerini ve ulumuşlardı. İşte o gece…. Sözünün burasında dururdu. O anı, ona ifade ettiği bütün incelik ve derinliğiyle anlayayım isterdi. Gerçekten de çocuk idrakimde o an pek çok İzlenimlerle doluydu. Açıkça söylenmemiş olanlar, müphem’in ürküntü veren burukluğunda, bir saz telinin uzaklarda tınlamasının yankılarında, insana belirli bir şekil çizmeyen seslerde ifade bulurdu. O an türlü gizlilikler ve belli belirsiz haram zevkler yüklüymüş gibi gelirdi bana. Açıkça söylemezdi ama çok iyi bilirdim ki gerek kaplanı andırır kedinin ki adı Kaplan’dı onun gerek çocukluk arkadaşımın ana rahmine düşüşleri işte o gece olmuştu.
Sokağımızda arkadaşımın annesine gösterilen ilgi bir sadaka kadar ağırdı. O yaşımızda, bir çocukken bile farkındaydık bunun. Ancak bir şey vardı ki, büyüklerimiz bunu anlayamazlardı. Onun evi, hepimiz için sırlar, akıl edilmesi zor fikirler ve sınırları belirsiz bir dünya demekti. Bize bazen birer dilim ekmek verirdi ve o dilimin üzerine uzaydan, Ülker yıldızından kendisi için özel olarak gönderilmiş bir marmelat sürdüğünü iddia ederdi. Gerçi o marmelatı göremezdik biz. Ama görmememizin de tabiî olduğuna bütün kalbimizle inanırdık. Akşam yemeğinde iştahsızlığımıza bakıp büyüklerimiz “yine ne yediniz bugün” sorusunu sorduklarında rahatça “marmeladı ekmek” derdik. Nice yıllar sonra bile hiç bir marmelatta o lezzeti bulmadığım bir gerçekti.
Hepimizin birer tahta kılıcı vardı. Ama arkadaşımınkine annesi kimsenin bilmediği efsunlar okuduğu için onunki düşman karşısında on arşın uzayabilirdi. O üstü esrarlı işaretlerle süslenmiş kılıcı gördükçe hayalimde o an bir savaş alanı canlanırdı. Ve peşpeşe dizilmiş on düşmanın göğsüne saplanmış o kılıç. Arkadaşım yalnız benim bakmama izin verirdi kılıca. Ona sahip olabilmek için bütün çocuklar neler feda etmezdik ki. Kılıcın uzadığını göremememiz, düşman olmadığı için uzamıyorduonun bu özelliğine inanmamamızı gerektirmiyordu.
Esneyen bîr ağız duygusuzluğundaki karakol odasında muavin, memur ve jandarma görevlisi huzursuz kıpırdandılar. Onlar daha şimdiden kesin bir karara varmış gibiydiler. Olay açık seçik, kaatil meydandaydı. Benden çekinmemiş olsalar, sıkıntılı bir acelecilikle bitirelim şu işi diyeceklerdi. Çünkü polis mantığıyla her şey belliydi. Hem de tam kesinlikle. İşte sanık şuradaydı. Bu deli oğul, her ne sebepleyse dengesini büsbütün kaybetmiş ve anasını öldürmüştü. Ölen fazla bile yaşamış bir yaşlı kadın, öldürense deliydi. Onlar, içlerinde belki de kıpırdanabilecek bir sesi duymamak telâşındaydılar. Polis lisanında doğrusu temiz bir işti bu. Öyle ya, ölü meydanda, kaatil meydandaydı. Hem de kan lekeli elbisesiyle delili beraberinde. Bir bulunamıyan bıçak mıydı, eh o da kimbilir hangi kör kuyunun dibinde yatmaktaydı.
Benim neyi düşündüğümü bilemiyorlar, bu yüzden içten içe bana sinirleniyorlardı. Neden uzatmalıydı? Tutuklu adlî tıbba postalanmalı, dosyayı da böylece kapatmalıydı. Onlar böylece bir an evvel ev ismini verdikleri alışkanlıklarına dönmeliydiler. Bu tutumsa onları geciktiriyordu. Aceleleri vardı onların. Çünkü hergün aynı saat te dönmeye alıştıkları şeyler onları bekliyordu. Acele, onlarda oluşuyor, yoğunluk kazanıyor, beni karara zorluyordu. İnsanı isyana sürükliyen bir duyguydu bu. Ama görüyordum ki direnmem boşunadır. Şu var ki idrakimin çok derinlerinde yerleşmiş bir ürküntü kesin davranmaktan alıkoyuyordu beni. Gideceklerdi onlar ve zannedeceklerdi ki karakolda kalan ben, sanık ve nöbetçi memurdur. Oysa bilmiyorlardı ki ONLAR da bizimle birlikte kalacaklardır. Sonuçta ister istemez onlara “siz gidebilirsiniz” dedim.
Çocukluk arkadaşım odanın boşalmasıyla daha rahatlamış, daha ferahlamış gibiydi. Nöbetçi memura önem vermeden konuşmaya başladı. Bir nefeste otuz geçmiş yılı aşmış, aynı samimiyeti bulmuş görünüyordu. “Ben olacakları bir kaç ay evvel tahmin ettim” dedi. ONLAR’ın yanıbaşımızda olduğunu bildiği halde sesinde cesur bir umursamazlık vardı “Anama yaşlısın artık” dedim. “Kaygın ekmekse, iyi kötü ben kazanıyorum işte. Otur. Ahir ömrünü ibadetle geçir. Sonra çok iyi bilirsin ki şaka olmaz ONLAR’la” dedim. “Hem öyle değil mi canım? O yaşta bir insanın evlenme isteği bir şeytan kandırmasından başka ne olabilir?”
Dalgın ve üzgündü arkadaşım, hafızasını yokladığını ye söylenmemiş hiçbir şey kalmamasını istediğini hissediyordum. “Çok söyledim” dedi. “Bu sende bir nefis kudurmasıdır, bir şeytan iğvasıdır. Ayrıca ONLAR’ı da unutmuş görünüyorsun. Oysa güçlerini biliyorsun. ONLAR seni sağ komazlar. İşte bu yüzden onun ölümünü hiç yadırgamadım. Çoktan beklediğim bir sondu bu. Ancak içimde yenemediğim bir merak, onun değil de onun nefsinde boy vermiş kötü eğilimlerin nasıl ölecekleriydi. Çünkü o bu yapısıyla gözüme masallardaki on başlı ejder gibi gözüküyordu. Her halde, diyordum kendi kendime, onları, yani kötü eğilimleri tek tek yakalar ve yok ederler. Onun katledilişinde hazır bulunmadığım için göremedim. Ama olay tahmin ettiğim gibi seyretti. Vücudunda her biri üzerinde ısrar edilmiş yaralar vardı. Sanki kaaıil ondaki bu kötü huyları tek tek yakalamış ve bulduğu yerde birer birer öldürmüştü.”
Bu sözlerden sonra oturduğu iskemleye daha rahat yaslandı. Söylenmesi gereken şeylerin tamamını hiç bir şey gizlemeden söylemiş olduğu inancında gözüküyordu.
Dürüst yaradılışı, geçen otuz yıldan kirlenmemiş, yıpranmamış, renk değiştirmemişti. Bunun için bizden, biz polislerden kendisine, başka bir şey düşünmeksizin inanmamızı bekliyordu. Bizim böyle davranacağımızdan o kadar emindi ki, hemen gitmek istediğini söyledi. Yine kendi evinde kalmayı düşünüyordu. İçinde bir ölü anne de olsa onun eviydi nihayet. Bu güne kadar iki diriyi barındırmış bu ev pekâlâ bir diriyle bir ölüyü de banndırabilirdi. Veya acaba bu gece için ağabeyinde mi kalsaydı: Hani evinde yatacak kadar kendine yakın bulmamış olsa da, üvey de olsa ağabeyiydi nihayet.
Babaları ayrıydı. Bu baba ayrılığı aslında arkadaşım yönünden önemli değildi. Ama, bazı kelimelerin üstüne basarak işaret ediyordu ki, üstünde durulması gereken kanların ayrılığıydı. Bu ayrı kan konusu onun çok eskiden beri zayıf omuzlarında pek zor taşıdığı ağır bir yüktü. Bu bir aile faciasıydı. Kanların bağlı olduğu ayrı yerleri söyleyip bu ağırlığı bir başkasıyla paylaşma şansından da yoksundu. Bunu, sırrı öğrendiği günden mezara kadar gurur ve zilletle taşıyacaktı. Tabiî annesinin gevezelik an Iarında veya içindeki sırrın yükselip taşdığı zamanlarda bana açıldığını bilemezdi.
O gece onunla geç vakitlere kadar olurduk. Ben türlü ülkelerin insanlarıyla karşılaşıp yeni ve değişik kanaatler edinmişken, konuşmamız boyunca onun hâlâ sokağımız sınırları içinde kapanıp kalmış olduğunu hayretle müşahede ettim. Çocukluk sokağım, onun evleri, arsaları, eğri kaldırımlarıydı arkadaşımın gezdiği ülkeler. Tanıdığı insanlarsa yine o sokak sınırlarındaydı..
“Bazen bir devedikeninde bir gün boyunca ne renkler görürüm” demişti. “Bir tek yaprağının çizdiği gölge şekiller ne kalıplara girmezdi. Arsada yetişen daha nice bitkiler, nice yabaniçiçekler, böcekler, arılar, sinekler, kelebekler var. Bütün bunlar tek tek tanınması, üstünde düşünülmesi, bazı sonuçlara varılması gereken ülkeler, uzun uzun sohbetler edilmesi gereken varlıklar değil mi? Edindiğimiz kanaatler eğer hayatımıza yön veren faktörlerse, o zaman bir tek bitki, bir ülke renk ve hareketinde olmak durumuna gelmez mi? Bütün bunları incelerken içim türlü değişen hislerin etkisiyle neşeler veya şaşkınlıklarla dolardı. Hayatın narin bir yaprak gövdesinde gerindiğini seyretmek ne zengin bir seyahatti. Tabiî sen haklısın. Çiçekler insana polislik mesleği hakkında pek bir şey söylemezler. Ama türlü ülkelerde bütün canlılar ve cansızlar hakkında edindiğin bilgileri, pek âlâ bizim arsadan da sağlıyabilirdin.”
“Sen sokağımızdan ayrıldığında, henüz çocuktun. Doğrusu yokluğunu pek derinden hissetmiştim senin. Sonra ben, daha dikkatle yaşamaya devam ettim. Bir bakıma ikimiz için yaşıyayım istiyordum. İstiyordum ki se yircisi olduğum her şeyden senin hissen kadarını da göreyim, ayırayım ve yolumuzun birleştiği bir noktada sana aktarayım. Bu hisle, bu zengin temaşada Allah şahit hiç bir şeyi kaçırmamaya çalıştım. Bir çiğ taneciği üzerinde oluşan dünya, saatlerimi aldı. Bu taptaze izlenimleri zihnimde en el değmemiş yerlere özenle yerleştirdim.”
O konuştukça, gözümde geçmiş otuz yılın bana verdikleri fakirleşiyordu. Zihnim ister istemez geçmişin muhasebesine kayıyor, toplam çizgisi altındaki rakamların pek bir değer taşımadığını üzülerek görüyordum. Ne yapmıştım ben? Yaşamamdan maksat bir lisan öğrenmek, bir meslekte söz sahibi olmak mıydı? Yaradılışın ve yaradılışımın sırrı bu kadar mahdut olabilir miydi? Tabiatın kucağında yaşanması gereken hayat böyle mi sarfedilmeliydi? Beni tutup sürükleyen rüzgâr neydi?
Hiç bir şey değişmemiş olmalıydı diye düşünüyordum. Ama değişme mukadderdi. Zihnim değişme üzerinde ısrarla durdu.
Hatırlıyorum, sakin sokağımızda ilk değişme insanı sersem eden bir biçimde kendini göstermişti. O günden başlayarak herşey, itibar edilen bütün değerler, evler, evin içinde yaşayanlar, kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar hep değişmiş durmuşlardı. Değişme, sokağımızda durmak bilmiyen ve devamlı büyüyen bir yuvarlanma şeklinde başladı, sonra da durmadı dinlenmedi. Halbuki insan böylesine sakin ve kenar bir sokakta bu kadar köklü değişiklikler olmaz sanırdı.
Konak merkezinde büyükçe bir yarım daire çizen bu sokakta, hareket noktasıydı konak. Bir yabancıya bir yer tarif edileceği zaman konaktan sonra otuz adım veya ko nağa varmadan üç ev evvel denirdi. Konak, karşısında diz çökerek oturmuş efendilerle konuşan bir büyük efendiydi, büyük, zarif ve alçakgönüllü. Sahibi kısaca Paşazade diye anılırdı. Kapısı, insanın önemli olduğu devirde, insan geçecektir fikriyle büyük yapılmıştı. Serin bir taşlığı vardı, içeri adım atar atmaz sizi nereden çıktığı bilinmez dadı karşılardı. Biz çocuklar dadıyı siyah renkli bu hanımın ismi kabul ederdik. Birinci katta küçük bey, ikinci katta babası otururdu. Oğula, yaşına rağmen küçükbey, babasına beyefendi derlerdi.
Çok uzaklarda kalmış, şanla şerefle yaşanmış bir geçmişden arda kalan bir izdi konak. Mescit, türbe, sebil, evler yanyana dizilmiş hallerinden memnun dururlardı. Bazı evlerin arasında taşla Örülmüş bir bahçe duvarı uzanırdı. Üzerlerinden dam koruklarının salkım saçak sarktığı duvarlar. Özellikle sabah güneşlerinin koruklar üzerinde ısrarla durduğunu hatırlıyorum. Güneşin, o vazgeçilmez dostun bu sabah ziyaretlerini onlar da güleç bir yüzle karşılar ve yeşil derlerdi.
Emniyet müdürlüğü bu işin tahkikatına beni memur etliğini ancak ertesi günü sabahı bildirdi. Bu yüzden cesedi bizzat görmem biraz geç mümkün oldu. Yanıma doktoru da alarak yola çıktım.
Aynıydı sokağımız. Oıuz yıl önceki görünümündeydi. Sadece yol bir hayli daralmış, yüksek bildiğim duvarlar alçalmış, evler, hatta konak küçülmüştü. Duvarlarda yine dam korukları kümeleniyoıdu. Ama bana eskisi kadar yeşil değillermiş gibi geldi. Sokağ. sarkmış incir dallarında kimbilir ne zamandan kalmış bir uçurtma kuyruğu, rengi kırmızıdan pembeye dönmüş sallanyordu. Serçeler yine aynı içten cıvıltılarıyla geçen zamanın pek fark etmez……