Sol Ayağım | Chiristy Brown


“BÜYÜLEYİCİ VE EĞLENCELİ… OKUYANA İLHAM VERİYOR.”
IRISH TIMES

“ERDEMLİ VE HİÇ BİR ŞEKİLDE YOZLAŞTIRILMAMIŞ BİR CESARET HİKAYESİ”
SUNDAY TIMES

Chiristy Brown doğuştan beyin felci kurbanıydı.Ancak bu talihsiz küçük bebek İrlanda edebiyatının devleri arasında yerini alacak bir yazarın muhteşem hayal gücüne ve duyarlı zekasına sahipti.
Bu,Chiristy Brown’ın kendi yaşam öyküsüdür.Brown,çocukluğunda okumayı,yazmayı,resim yapmayı ve nihayet daktilo kullanmayı öğrenmek için verdiği mücadeleyi ve bütün bunları sol ayağını kullanarak nasıl yaptığını anlatıyor.

***

“A” HARFİ

5 Haziran 1932’de, Rotunda Hastanesi’nde doğmuşum. Benden önce dokuz, benden sonra ise on iki çocuk vardı, yani ben ortanca gruptan biriydim. Toplam yirmi iki çocuğun on yedisi yaşadı, dördü bebekken öldü. Geriye kalan on üç çocuk halen ailenin devamını sağlıyor.
Bana anlatıldığı kadarıyla, zor bir doğum olmuş benimki. Neredeyse hem anne hem de oğlu ölüyormuş. Akrabalardan oluşan bir ordu kapının önüne dizilmiş, sabahın ilk saatlerine kadar haber beklemiş ve her şeyin yoluna girmesi için dua etmişler.
Doğumdan sonra annemi, iyileşsin diye birkaç haftalığına eve göndermişler. Bu arada beni hastanede tutmuşlar. Annem yeterince iyileşip beni kiliseye götürünceye kadar, orada vaftiz edilmeden isimsiz olarak kalmışım.
Benimle ilgili bir sorun olduğunu ilk gören annemmiş. O zamanlar yaklaşık dört aylıkmışım. Ne zaman beni beslemeye çalışsa, başımın arkaya doğru düştüğünü fark etmiş. Boynumu sabit tutmak için eliyle enseme destek yaparak bunu düzeltmeye çalışıyormuş. Ancak elini çekince başını yine düşüyormuş. Bu ilk uyarı işaretiymiş Sonra ben büyüdükçe annem başka kusurlarımı görmeye başlamış. Ellerimin neredeyse sürekli sıkılı ve arkaya doğru bükülmüş olduğunu görmüş. Ağzım biberonun memesini kavrayamıyormuş, çünkü o küçük yaşta bile çenem sımsıkı birbirine kilitlendiğinden, annemin ağzımı açmamı sağlaması mümkün olmuyormuş. Ya da çenem birden çözülüp gevşiyor ve bütün ağzım bir tarata çekiliyormuş. Altı aylıkken etrafıma yığılan yastıklardan bir dağ olmadan oturamıyormuşum; on iki aylık olduğumda da durum değişmemiş. Bu yüzden çok endişelenen annem, endişelerini babama anlatmış ve bunu daha fazla ertelemeden bir an önce tıbbı tavsiye almaya karar vermişler. Beni hastanelere ve kliniklere götürmeye başladıklarında, bir yaşımı biraz geçmişim, bende kesinlikle anlayamadıkları ve adını koyamadıkları, ancak son derece gerçek ve rahatsız edici bir sorun olduğuna dair ikna olmuşlar.
Beni gören ve muayene eden doktorların hemen hepsi, çok ilginç ancak aynı zamanda ümitsiz bir vaka olarak değerlendirmiş. Birçoğu anneme yumuşak bir tavırla benim zihinsel özürlü olduğumu ve böyle kalacağımı söylemiş. Daha önce sağlıklı beş çocuk yetiştiren genç bir anne için bu ağır bir darbe olmuş. Doktorlar kendilerinden o kadar eminlermiş ki; annemin bana dair inancını neredeyse küstahlık olarak görüyorlarmış. Onu, benim için hiçbir şey yapılamayacağı konusunda ikna etmişler.
Annem bu gerçeği, o zamanlar kaçınılmaz görünen benim kurtarılmayacağım, iyileştirilemeyeceğim, bana dair hiçbir umudun olmadığı gerçeğini, kabul etmeyi reddetmiş. Doktorların ona söylediği gibi bir embesil olduğuma inanamazmış ve inanmayacakmış. Ancak onun tutunabilecegi, vücudum sakat olsa da zihinsel özürlüğü olmadığıma dair inancını destekleyecek tek bir kanıt parçası bile yokmuş.
Yine de bütün doktorların ve uzmanların söylediklerine rağmen, kabullenmemiş. Bunun nedenini bildiğine inanmıyorum. İçinde en küçük bir şüphe olmaksızın, biliyordu o kadar.
Doktorların benden umudu kesmesini, başka bir deyişle benim bir insan olduğumu unutmasını, hatta yalnızca karnı doyurulacak, yıkanacak ve sonra bir kenara bırakılacak bir şey olduğumu söylemenin dışında hiçbir şekilde yardım edemeyeceklerini gören annem o anda meseleyi bizzat ele almaya karar vermiş.
Ben, onun çocuğu ve dolayısıyla bu ailenin bir parçasıydım. Büyüdüğümde ne kadar anlayışı kıt ve aciz olsam da, bana da diğerlerine davrandığı gibi davranma ve misafirlerin önünde kendisinden asla söz edilmeyen arka odadaki “yaratık” olmayacağım konusunda kararlıydı.
Bu, gelecekteki hayatımla ilgili çok önemli bir karardı. Annemin, karşı karşıya kalacağım bütün mücadelelerde her zaman yanımda olacağı, yenilmek üzere olduğum zamanlarda ise yeni bir güçle bana destek vereceği anlamına geliyordu. Ama bu onun için kolay değildi, çünkü akrabalar ve arkadaşların kararı aksi yöndeydi. Onlar, bana kibar ve anlayışlı davranılması, ancak ciddiye alınmamam gerektiğini düşünüyorlardı. Bu bir hata olurdu. “Kendi iyiliğin için,” diyorlardı, “bu oğlana diğerlerine bakacağın gibi bakma, yoksa sonunda kendi kalbin kırılır.” Annemle babamın onların pek çoğuna karşı gelmesi benim için büyük şanstı. Ancak annem sadece benim geri zekâlı olmadığımı söylemekle yetinmiyordu, bunu kanıtlamak için elinden geleni de yapıyordu. Görev bilinciyle değil, sevgiyle yapıyordu bunu.
Bu yüzden bu kadar başarılıydı.
Bu arada “zor çocuk”un yanı sıra bakması gereken beş çocuğu daha vardı; üstelik ev henüz tamamen dolmamıştı. Erkek kardeşlerim fim, Tony ve Paddy ile iki kız kardeşim Lily ve Mona vardı. Hepsi çok küçüktü, aralarında birer ya da ikişer yaş fark vardı. Sanki merdivenin basamakları gibiydiler.
Dört yıl geçip gitmişti. Artık beş yaşında olmama karşın, hâlâ yeni doğmuş bir bebek gibi yardıma muhtaçtım. Babam ekmek paramızı kazanmak için tuğla duvar örmeye gittiğinde, annem zihnimdeki kalın perdenin arkasına yavaş yavaş, sabırla ulaşmaya çalışarak benimle diğer çocuklar arasındaki oluşmuş görünen duvarı tuğla tuğla söküyordu. Bunların karşılığı olarak benden yalnızca belli belirsiz bir gülümseme ya da garip bir ses aldığı için aslında zor, heves kırıcı bir işti bu. Konuşamıyor, hatta mırıldanamıyordum; tek bir adım atabilmek şöyle dursun, destek olmadan kendi başıma oturamıyordum bile. Uyuşuk ya da hareketsiz değildim. Uyku dışında beni hiç terk etmeyen vahşi, sert, yılan gibi kıvrak bir hareket biçimim vardı. Parmaklarım sürekli bükülmüş ve kıvrılmış haldeydi; kollarım arkaya sarkıyordu; sık sık kasılıyordum; başım da yanlara ve arkaya kayıyordu. Garip, küçük, şekilsiz bir tiptim.
Annem bana bir gün benimle üst kattaki odada saatlerce oturduğunu, önceki Noel’de Noel Baba’nın getirdiği kocaman bir hikâye kitabındaki resimleri gösterdiğini, resimlerdeki değişik hayvanların ve çiçeklerin isimlerini söyleyerek onları tekrarlamam için boş bir çaba sergilediğini anlatıyor. Kaç saat boyunca benimle konuşup gülmüş. Sonra kulağıma eğilip fısıldamış:
“Hoşuna gitti mi, Chris? Ayıları, maymunları ve bu güzel çiçekleri sevdin mi? Evet diyorsan iyi bir çocuk gibi başını salla.”
Bense anladığımı gösteren hiçbir işaret verememişim. Yüzü umutla bana doğru eğilmiş. Birden, istemeden, garip elim uzanmış ve kalın bir demet halinde boynuna dökülen koyu renk buklelerden bir tutamını kavramış. Annemin sımsıkı parmaklarımı yavaşça açmasına karşın, parmaklarımın arasında birkaç tel koyu renk saç kalmış.
Annem meraklı bakışlarıma arkasını dönüp ağlayarak odadan çıkmış. Kapı arkasından kapanmış. Durum umutsuz görünüyormuş. Bu, akrabalarımın, benim tedavisi olmayan bir geri zekâlı olduğum yönündeki görüşlerinin kanılı gibiymiş.
Sonra bir kurumdan söz etmeye başladılar. “Asla!” diye bağırdı annem, bu ona teklif edildiğinde sertçe. “Oğlumun geri zekâlı olmadığını biliyorum. Onun sorunu vücudunda, beyninde değil. Bundan eminim.”
Emin? Yine de Tanrı’ya, bu inancının kanıtlanması için içten içe dua ediyordu. İnanmak bir şeydi, kanıt başka bir şey. Bunu biliyordu.
Artık beş yaşındaydım ama hâlâ herhangi bir zekâ belirtisi göstermiyordum. Ayak parmaklarım, özellikle sol ayak parmaklarım hariç, hiçbir şeyle belirgin biçimde ilgilenmiyordum. Doğal ihtiyaçlarımı kendi başıma halledemediğim için, bu konuda benimle babam ilgileniyordu. Genellikle mutfakta sırtüstü yatıyordum ya da güneşli, sıcak günlerde bahçeye çıkıyordum. Yamuk yumuk kaslar ve çarpık sinirler yığını olarak etrafım beni seven, benim için umut besleyen ailemle çevrili oluyordu; bu beni onların sıcaklığının ve insanlığının bir parçası haline getiriyordu. Yalnızdım, kendi dünyama hapsolmuştum, diğerleriyle iletişim kuramıyordum; varlığımı onların varlığından ayıran, beni onların hayatı ve faaliyetleri dışında tutan camdan bir duvar vardı sanki. Diğerleriyle koşmak ve oynamak için can atıyordum; ama bağlarımdan kurtulamıyordum. Sonra birden oldu! Bir anda her şey değişti. Gelecek hayatım belli bir şekil aldı; annemin bana olan inancı karşılığını buldu; gizli korkusu açık bir başarıya dünüştü.
Onca yıllık bekleyişin ve belirsizliğin ardından öyle hızlı ve basit olmuştu ki, yaşadığım her sahneyi sanki geçen hafta yaşanmış gibi görebiliyor ve hissedebiliyorum Soğuk, gri bir aralık gününün Öğleden sonrasıydı. Dışarıda sokaklar karla parlıyordu; pırıl pırıl kar taneleri pencere camına yapışıp eriyor ya da ağaç dallarında erimiş gümüş gibi asılı duruyordu.

Rüzgâr uğulduyor ve her yerde küçük kar yığınları oluşturuyordu. Kasvetli ve karanlık gökyüzü koyu renk bir tente ya engin, gri bir sonsuzluk gibi gerilmişti.
İçeride bütün aile, kocaman gölgelerin duvarda ve tavanda dans etmesini sağlayan, küçücük odayı ısıtıp aydınlatan mutfak ateşinin etrafında toplanmıştı.
Bir köşede, Mona ve Peddy önlerinde birkaç yırtık okul kitabıyla, birbirine sokulmuş oturuyorlardı. Eski, yontulmuş tahtanın üzerinde parlak sarı tebeşirle küçük toplama işlemleri yapıyorlardı. Ben de onlara yakındım, duvara yaslanmış birkaç yastıktan destek alarak oturmuş, onları izliyordum.
Dikkatimi bu kadar çeken şey tebeşirdi. Uzun, ince. sapsarı bir çubuktu. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Tahtanın siyah yüzeyinde öyle belirgindi ki altın bir çubuk gibi etkilemişti beni.
Birden kız kardeşimin yaptığı şeyi yapmayı çok istedim. Sonra, ne yaptığımı tam olarak düşünmeden ve bilmeden kardeşimin eline uzanıp tebeşiri ondan aldım; sol ayağımla.
Bunu yapmak için neden sol ayağımı kullandığımı bilmiyorum. Bu birçok kişi için olduğu gibi benim için de muamma; çünkü küçükken ayak parmaklarıma ilgi göstersem de daha önce ayaklarımı böyle kullanmayı denememiştim hiç. Onlar da ellerim gibi işlevsiz olabilirlerdi. Ancak o gün sol ayağım, görünüşe göre kendi iradesiyle, kardeşimin eline uzanıp kaba bir biçimde tebeşiri ondan aldı.
Tebeşiri ayak parmaklarımın arasında sıkıca tuttum ve dürtüyle hareket edip tahtanın üzerine gelişigüzel karalamalar yaptım. Sonra durdum, şaşkın ve neye uğradığımı şaşırmış bir halde ayak parmaklarımın arasındaki sarı tebeşir parçasına baktım; onun buraya nasıl geldiğini, bundan sonra ne yapacağımı bilemiyordum.
Ardından başımı kaldırdım ve herkesin konuşmayı bıraktığını, sessizce bana baktığını gördüm. Kimse kımıldamıyordu. Küçük tombul yüzü siyah bukleleriyle çevrelenen Mona, kocaman gözleri ve açık ağzıyla bana bakıyordu. Ateşin karşısında, alevlerin yüzünü aydınlattığı babam duruyordu. Öne eğilmişti; ellerini dizlerine koymuştu, omuzları gergindi. Alnımdan ter aktığını hissettim.
Annem elinde dumanı tüten tencereyle kilerden çıkıp geldi. Odadaki gerilimi hissederek masayla ateşin arasında durdu. Odadakilerin bakışlarını takip etti ve köşedeki beni gördü. Gözleri yüzümden, parmaklarımın arasında tebeşiri tuttuğum ayağıma kaydı. Tencereyi bıraktı.
Sonra, daha önce birçok kez yaptığı gibi, yanıma gelip çömeldi:
“Sana onunla ne yapılacağını göstereceğim Chris!” dedi yavaşça ve garip bir tavırla. Yüzü duyduğu heyecanla kızarmıştı.
Mona’dan başka bir tebeşir aldı, bir an tereddüt etti; sonra büyük bir istekle önümde yere “A” harfini yazdı.
“Aynısını yaz,” dedi gözlerini ayırmadan yüzüme bakarak. “Aynısını yaz Chris.”
Yapamadım.
Etrafıma bakındım, bana çevrilen gergin, heyecanlı yüzleri gördüm. Hepsi o anda donmuştu, hareketsizdi ve hevesle bir mucize gerçekleşmesini bekliyorlardı.
Derin bir sessizlik vardı. Oda gözlerimin önünde dans eden ve gergin sinirlerimi uyudukla uyanıklık arası bir hale getiren alevler ve gölgelerle doluydu. Kilerdeki musluktan damlayan suyun sesini, ocak rafındaki saatin gürültülü tıkırtısını ve ocakta yanan kütüklerin yumuşak çıtırtısını duyabiliyordum.
Tekrar denedim. Ayağımı uzattım; tebeşirle sertçe yaptığım hamle eğri bir çizgi çizmekten başka bir şeye yaramadı. Annem tahtayı benim için sabit tutuyordu.
“Tekrar dene Chris,” diye fısıldadı, “tekrar”. Denedim. Vücudumu kastım ve sol ayağımı üçüncü kez uzattım. Harfin bir tarafını çizdim. Diğer tarafın yarısını da çizdim. Sonra tebeşir kırıldı ve şaşkınlık içinde kalakaldım…

Benzer İçerikler

Benim Küçük Dostlarım

yakutlu

Osmanlı Tarihi 7 – Osmanlı Devleti’nin Gerileme ve Dağılma Dönemi | Zehra Aydüz

yakutlu

Evvel Zaman Koleksiyoncusu | Kayahan Demir

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy