Soruşturma-STANISLAW LEM

1
HER katta ritmik tangırtılar çıkaran antika asansör, oyma çiçeklerle süslü cam kapılardan geçip yukarıya çıktı. Durdu. İçinden inen dört adam, koridor boyunca ilerleyerek, deri kaplı çift kapıya doğru yürüdü. Kapılar art arda açıldı.
Odanın girişinde ayakta duran birisi, “Bu taraftan, beyler,” diyerek eliyle işaret etti.
Gregory, doktorun hemen arkasından, içeriye giren son kişi oldu. Aydınlık, koridorun yanında, oda karanlık gibiydi. Pencereden dışardaki sisin içinde bir ağacın çıplak dalları görünüyordu.
Başmüfettiş, çevresi alçak bir parmaklıkla süslenmiş, yüksek ve koyu renkli bir çalışma masasında oturuyordu. Cilalı tahta üzerinde iki telefon, bir haberleşme cihazı, adamın piposu ve gözlüğü ile küçük bir güderi parçasından başka bir şey yoktu.
Odanın yan tarafında kumaş kaplı bir koltuğa oturan Gregory, masanın arkasındaki duvara asılmış küçük bir portreden. Kraliçe Victoria’nın kendilerini süzdüğünü far ketti. Başmüfettiş, sanki onları sayıyormuş veya yüzlerini ezberlemeye çalışıyormuş gibi, her birine tek tek baktı. Yan duvarların biri, Güney İngiltere’nin çok büyük bir haritasıyla kaplanmıştı; onun karşısındaki duvarda ise, üzerinde kitapların dizili olduğu koyu renkli bir raf vardı.
Başmüfettiş en sonunda, “Beyler,” diye söze başladı, “bu olayı bütün ayrıntılarıyla ele almak istiyorum. Resmi kayıtlar tek bilgi kaynağım olduğuna göre, kısa bir özetle işe başlasak iyi olacak sanırım. Farquart, senden başlayalım istersen.”
“Baş üstüne, efendim, fakat olayların başlangıcı hakkında, raporlarda anlatılanların dışında, bir şey bilmiyorum.”
“İlk başlarda rapor tutulmamıştı,” diye bir açıklama yaptı Gregory Sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Herkes dönüp ona baktı. O ise abartılı bir kayıtsızlıkla, sanki sigara arıyormuş gibi, ceplerini karıştırmaya başladı.
Farquart iskemlesinde doğruldu.
“Olaylar geçen kasım ayının ortalarında başlamış, fakat daha önceden meydana gelmiş ve üzerinde durulmamış başka olaylar da olabilir. Polise ilk başvuru Noel’den üç gün önce yapılmış, ne var ki ocak ayında yapılan bir soruşturma ceset olaylarının çok daha önce başladığını gösterdi. Başvuru Engender kasabasında yapılmış ve aslına bakılırsa yarı resmi bir özelliği var. Cenaze kaldırıcı olan Plays, kasabanın komiserine -adam aynı zamanda kayınbiraderidir- gece vakti birisi cesetleri hareket ettiriyor diye bir şikayette bulunmuş.”
“Bu hareket ettirme tam olarak ne demek oluyor?” Başmüfettiş ciddiyetle gözlüğünü temizliyordu.
“Cesetler akşam vakti belli bir pozisyonda bırakılıyor ve ertesi sabah başka bir pozisyonda bulunuyormuş. Aslında, bu durum sadece tek bir cesette görülmüş -galiba suda boğulan bir adam ki-”
Başmüfettiş, aynı kayıtsız ses tonuyla, “Galiba mı?” diye tekrarladı.
Farquart iskemlesinde biraz daha doğruldu.
“O sıralar hiç kimse olayı önemsememiş,” diye açıkladı, ‘‘ve biz sonunda ipucu toplamaya başladığımız zaman bütün ayrıntıları elde etmek zor oldu. Cenaze kaldırıcısı cesedin gerçekten boğulan adama ait olup olmadığı konusunda artık o kadar emin değil. Aslında bütün rapor oldukça yetersiz. Gibson, Engender’in komiseri, bu işi fazla kurcalamak istememiş, çünkü düşünmüş ki-”
“Bütün bunları tekrar dinlemek zorunda mıyız?” diye bağırdı birisi. Adam kitaplığın yanındaki bir iskemleye yayılmış oturuyordu. Bacak bacak üzerine atarken ayağını o kadar yükseğe kaldırmıştı ki, altın rengi çoraplarının üzerinden çıplak derisi bir çizgi halinde görünüyordu.
Farquart, adama dönüp bakmadan, “Üzgünüm, ama kesinlikle gerekli,” diye yanıtladı, donuk bir sesle. Başmüfettiş gözlüğünü taktı ve o zamana kadar hiçbir anlam taşımayan yüzü sevecen bir ifade aldı.
“Soruşturmanın resmi yönünü şimdilik bir kenara bırakabiliriz,’’ dedi adam, “Farquart, lütfen devam edin.”
“Nasıl isterseniz, Başmüfettiş. İkinci haber birincisinden sekiz gün sonra Planting’den geldi. Birisi yine gece vakti mezarlık morgunda bir cesedin pozisyonunu değiştirmiş. Ölen kişi Thicker adında bir dok işçisi – adam neredeyse ailesini iflas ettiren uzun bir hastalıktan sonra ölmüş.”
Farquart gözünün ucuyla sabırsızlıkla kımıldayan Gregory’ye baktı.
“Cenaze töreni ertesi sabah yapılacakmış. Aile morga geldiği zaman cesedin yüzükoyun yattığını görmüş -yani sırtı dönük duruyormuş- ve elleri açıkmış, bu da Thicker’in… hayata dönmüş olduğu izlenimini vermiş. En azından ailenin inandığı şey bu. Çok geçmeden mahallede bir transa geçme dedikodusu dolaşmaya başlamış. İnsanlar Thicker’in sadece ölmüş gibi göründüğünü, sonra uyandığını ve kendisini bir tabutun içinde bulunca bu sefer korkudan iyice öldüğünü söylemeye başlamışlar.
“Bütün bu hikâyeler tamamıyla saçma,” diye ‘ sürdürdü Farquart. “Kasaba doktoru, Thicker’in ölümünü hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde doğrulamış durumda. Fakat söylentiler çevreye yayıldıkça, insanların zaten belli bir zamandan beri gece vakti pozisyon değiştiren, yani hareket eden cesetlerden bahsetmekte oldukları anlaşılmış.”
“‘Belli bir zaman’ ne anlama geliyor?”
“Bunu bilemiyoruz. Söylentiler Shaltam ve Dipper’de meydana gelen olaylarla ilgiliydi. Ocak ayının başında yerel polis fazla derine gitmeyen bir soruşturma yaptı, fakat işi fazla önemsemedikleri için çok düzgün bir iş çıkaramadılar. Bölgede yaşayanların verdikleri ifadeler kısmen taraflı, kısmen tutarsız olduğu için sonuçta ortaya fazla değeri olmayan bir rapor çıktı. Shaltam’da söz konusu olan kişi kalp krizinden ölmüş olan Samuel Filthey adlı birisiydi. Mezar kazıcısına göre -ki bu adam aynı zamanda kasabanın ayyaşıdır- Filthey Noel gecesi ‘tabutunda dönmüştü’. Bu hikâyeyi doğrulayacak bir kimse bulunamadı. Dipper’deki olay sabahleyin tabutunun -yanında yerde bulunan deli bir kadının cesediyle ilgiliydi. Komşulara göre kadından nefret eden üvey kızı cenaze evine geceleyin gizlice girmiş ve onu tabutundan dışarıya atmıştı. Gerçek şu ki, bunca hikaye ve söylenti arasında, yönümüzü bulmamız mümkün değil. Birisi size olası bir tanığın adını veriyor ve o tanık da sizi başka birine gönderiyor ve bu böylece gidiyor…
“Olay kesin bir ad acta1 olarak bir tarafa bırakılmalıydı,” Farquart daha hızlı konuşmaya başlamıştı, “fakat ocak ayının on altısında James Trayle adındaki birinin cesedi morgdan kayboldu. Bizim merkezin isteği üzerine Çavuş Peel olayı araştırdı. Ceset morgdan gece yarısı ile cenaze kaldırıcısının onun ortadan kaybolduğunu anlamış olduğu sabah beş arasında bir sırada alınıp götürülmüş. Ölen kişi bir erkekti… belki kırk beş yaşlarında-”
Başmüfettiş, “Belki ne demek? Emin değil misin?” diye onun sözünü kesti. Adam sanki kendini çok iyi cilalanmış bir aynada seyrediyormuş gibi başını önüne eğmiş oturuyordu. Farquart boğazını temizledi.
“Eminim, ama bana söylendiği gibi aktarıyorum… Her neyse, ölüm nedeni aydınlatma gazından zehirlenmeydi. Talihsiz bir kaza.”
Başmüfettiş, kaşlarını kaldırarak, “Otopsi?” dedi. Yan tarafa eğildi ve pencereleri açan bir kolu çekti. Nemli bir esinti odanın ılık ve ağır havasına yayıldı.“Otopsi yapılmamış, fakat bunun bir kaza olduğundan emindik Altı gün sonra, ocağın yirmi üçünde başka bir olay, bu sefer Spittoon’da meydana geldi. Kayıp ceset damıtma tesisinde çalışan yirmi sekiz yaşında bir işçiye aitti. Adam bir gün önce, fıçılardan birini temizlerken zehirli gazlan içine çekerek ölmüş. Cesedi öğleden sonra saat üç civarında morga götürülmüş. Bekçi onu son defa akşamüzeri saat dokuz civarında görmüş. Sabahleyin yerinde yokmuş. Çavuş Peel bu olayla da ilgilendi, fakat bu soruşturmadan da bir sonuç alınamadı. Bunun başlıca nedenlerinden biri de, o sırada bu iki olayı daha önce meydana gelenlerle birleştirmeyi akıl edememiş olmamızdır…”
“Lütfen şimdilik bu konudaki fikirlerinizi kendinize saklayın. Şu an için sadece olguların üzerine eğilmek istiyorum,” dedi Başmüfettiş, Farquart’a, hoş bir gülümsemeyle. Buruşmuş elini masanın üzerine koydu. Gregory bakmaktan kendisini alamadı: Elin kanı tamamıyla çekilmiş gibiydi, görünürde tek bir damar yoktu.
“Üçüncü olay Londra belediyesi sınırları içindeki Lovering’de meydana geldi. Orada Tıp Fakültesi’nin yeni açılmış bir otopsi laboratuvarı var.” diye sürdürdü Farquart, donuk bir sesle, sanki bu uzun hikâyeye devam etmek için bütün hevesi kaybolmuştu. “Stewart Aloney adındaki birinin cesedi ortadan kayboldu. Adam elli yaşındaydı ve Bangkok seferinde tutulmuş olduğu kronik bir tropikal hastalık yüzünden ölmüştü. Olay, diğer ortadan kaybolmalardan dokuz gün sonra, şubatın ikisinde meydana geldi – daha kesin söylersek şubatın ikisini üçüne bağlayan gecede. Bundan sonra duruma Scotland Yard el koydu. Soruşturma Teğmen Gregory tarafından, yapıldı. Aynı kişi daha sonra benzer başka bir olayın, şubatın on ikisinde Bromley mezarlık morgundan bir cesedin kaybolması olayının da soruşturmasını yürüttü – bu olay bir kanser ameliyatından sonra ölen bir kadının cesediyle ilgiliydi.
“Teşekkür ederim,” dedi Başmüfettiş. “Çavuş Peel niçin burada yok?”
“Kendisi hasta, Başmüfettiş, şu anda hastanede,” diye yanıtladı Gregory.
“Öyle mi? Nesi var?” Teğmen tereddüt etti.
“Emin değilim, fakat sanırım böbrekleriyle ilgili bir şey.”
“Teğmen, bize kendi soruşturmanızı anlatın.”
Gregory boğazını temizledi, derin bir nefes aldı ve kül tablasına sigarasını silkeleyerek kendisinden umulmayacak kadar sakin bir sesle konuşmaya başladı.
“Fazla bir şey bulamadım. Bütün cesetler gece vakti kaybolmuş, olay yerinde hiçbir ipucu yok, içeriye zorla girildiğini gösteren hiçbir işaret yok. Zaten zor kullanılarak girilmesine de gerek yok, çünkü morglar genel olarak kilitli tutulmuyor ve kilitli olanları da herhalde bir çocuk bile eğri bir çiviyle açabilir…”
“Otopsi laboratuvarı kilitliydi.” Otopsi uzmanı olan Sorensen ağzını ilk defa açmıştı. Sanki kafasının çirkin üçgen şekline dikkat çekmemek için, başını arkaya atmış bir şekilde oturuyor ve bir parmağıyla gözlerinin altındaki şişmiş deriyi ovuşturuyordu.
Birden Gregory’nin aklına Sorensen’in genellikle ölülerle birlikte olduğu bir meslek seçmekle iyi yapmış olduğu fikri geldi. Ona doğru abartılı bir şekilde eğildi.
“Lafı ağzımdan aldınız, Doktor. Cesedin ortadan kaybolduğu odada kilitli olmayan bir pencere vardı – aslında sanki birisi çıkmış gibi açıktı.”
“İlk önce içeriye girmesi lazım,” diye onun sözünü kesti Sorensen, sabırsızlıkla.
“Çok zekice bir gözlem,” diye yanıtladı Gregory, sonra bu sözleri söylediğine pişman oldu ve gizlice Başmüfettiş’e bir göz attı. Adam ise sanki hiçbir şey duymamış gibi sessiz ve kımıldamadan oturuyordu.
“Laboratuvar ilk katta,” diye sürdürdü Teğmen, rahatsız edici bir sessizlikten sonra. “Kapıcıya göre bu pencere de bütün diğerleri gibi kilitliymiş. Adam o gece bütün pencerelerin kilitli olduğuna yemin ediyor – bundan tamamıyla emin olduğunu, zira hepsini kendisinin kontrol ettiğini söylüyor. Don olma olasılığı varmış ve adam eğer camlar açık olursa kaloriferler donar diye korkmuş. Otopsi laboratuvarlarının çoğu gibi, orası da zaten fazla ısıtılan bir yer değil. Laboratuvarın yöneticisi olan Profesör Harvey’le konuştum. Adam kapıcıyı çok tutuyor, onun görevini biraz fazla ciddiye aldığını, fakat namuslu birisi olduğunu ve bize söylediği her şeye inanabileceğimizi söylüyor.’’
“Laboratuvarda gizlenebilecek bir yer var mı?” diye sordu Başmüfettiş. Çevresindekilere, sanki birdenbire onların varlığını yeniden hatırlamış gibi, baktı.
“Ee, bu… mümkün değil, Başmüfettiş. Kimse kapıcının yardımı olmadan saklanamaz. İçeride otopsi masalarından başka eşya yok. Ne karanlık bir köşe, ne de bir girinti… aslında öğrencilerin paltoları ve araçları için birkaç dolap var ama bir çocuk bile onların içine sığamaz.”
“Bundan emin misin?”
“Efendim?”
“Yani bir çocuk için bile çok küçük olduklarından,” dedi Başmüfettiş, sakin bir sesle.
“Ee…” Teğmen’in alnı kırıştı. “Bir çocuk onların birinin içine sığabilir, fakat en fazla yedi-sekiz yaşında bir çocuk.”
“Dolapları ölçtün mü?”
“Ölçtüm.” Yanıt hiç duraksamadan verilmişti. “Hepsini ölçtüm, çünkü bir tanesinin diğerlerinden daha büyük olduğunu sandım. Hepsi aynı boydaymış. Dolapların dışında, bazı tuvaletler, yıkanma odaları ve sınıflar var. Bodrum katında bir buzdolabı ve depo var. Üst katta profesörlerin ofisleri ve öğretmenler için bazı odalar var. Harvey, kapıcının her gece her odayı, bazen bir kereden fazla kontrol ettiğini söylüyor – bana sorarsanız, işini fazla abartıyor. Her neyse, hiç kimse orada saklanmazdı.”
“Ya bir çocuk?” diye sordu Başmüfettiş, sakin bir sesle. Gözlüğünü, sanki bakışlarının keskinliğini yumuşatmak için, çıkartmıştı. Gregory şiddetle başını salladı.
“Hayır, böyle bir şey olamaz. Bir çocuk o pencereleri açamaz. Hem altta, hem üstte kilitler var ve bunlar pencere pervazlarına konmuş kollarla açılıyor. Tıpkı burada olduğu gibi.”
Gregory soğuk bir esintinin içeriye girdiği pencereyi gösterdi. “Kollar çok sıkı ve onları oynatmak çok zor. Kapıcı bile bundan şikayet ediyor. Bunun yanı sıra, onları ben de denedim.”
Sorensen, dudaklarında Gregory’i rahatsız eden anlaşılmaz bir gülümsemeyle, “Kolların sıkı olduğuna dikkatini o mu çekti?” diye sordu. Gregory bu soruyu karşılıksız bırakmayı tercih ederdi, fakat Başmüfettiş ona beklenti dolu bakışlarını çevirmiş olduğundan, isteksiz bir şekilde yanıtladı.
“Kapıcı ancak beni onları açıp kaparken gördükten sonra bundan söz etti. Titiz bir kadından beterdi. Tam anlamıyla bir baş belası,” diye ekledi Gregory, sanki bir rastlantı eseriymiş gibi bakışlarını Sorensen’e çevirerek. “Üstelik kendisini beğenmişin biriydi. Şüphesiz bu durum o yaşlardaki birisi için doğal sayılabilir,” diye ekledi yatıştırıcı bir tavırla. “Neredeyse altmış yaşlarında ve damar ser-” Gregory birden mahcup bir şekilde sustu. Başmüfettiş de bundan daha genç değildi. Son söylediklerini başka bir anlama getirebilmeli için umutsuzca bir yol aradı, fakat bulamadı. Diğerleri taş gibi sessiz oturuyorlardı, onların suskunluğu Gregory’yi illet etti. Başmüfettiş gözlüğünü taktı.
“Bitirdin mi?”
“Evet efendim,” dedi Gregory bocalayarak. “Evet. Hiç olmazsa bu üç olayla ilgili olarak. Son olayda ise çevreyi büyük dikkatle inceledim – özellikle o gece laboratuvarın yakınında alışılmışın dışında bir faaliyet olup olmadığını araştırdım. O bölgede nöbetçi olan polis memurları şüphe çekecek bir şey fark etmemişler. Aynı zamanda, bu olayla görevlendirildiğim zaman, daha önceki olaylarla ilgili olarak elimden geldiği kadar bilgi toplamaya çalıştım. Çavuş Peel’le konuştum ve bütün öteki yerlere gittim, fakat hiçbir şey bulamadım, tek bir ipucu bile. Hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey Kanserden ölen kadın ile işçi, bunların her ikisi de aynı şartlar altında ortadan kaybolmuşlardır. Sabahleyin aileden biri morga geldiği zaman, tabut boşmuş.”
“Anlaşıldı,” dedi Başmüfettiş. “Şimdilik bu kadar yeterli. Bay Farquart, siz devam edin.”
“Baş üstüne efendim, son olayları mı anlatayım, efendim? Tamam, nasıl isterseniz, efendim.”
“Donanmada olsa daha iyi ederdi, diye düşündü Gregory, kendi kendisine içini çekerek. “Her zaman sabahları yapılan bayrak törenindeymiş gibi davranıyor ve asla değişmeyecek.”
“Bir sonraki kaybolma yedi gün sonra Lewes’de on dokuz şubatta meydana geldi. Söz konusu, bir arabanın altında kalmış genç bir dok işçisiydi – parçalanmış bir karaciğer ve iç kanama. Ameliyat başarılı geçti, doktorların deyimiyle, fakat hasta öldü. Her neyse, ceset şafaktan önce ortadan kaybolmuş. Olay saatini yaklaşık olarak saptayabiliyoruz, çünkü o sabaha karşı saat üçte Burton adında birisi ölmüş. Kız kardeşi -adam kız kardeşiyle birlikte oturuyormuş-onunla aynı dairede tek başına kalmaktan o kadar korkmuş ki, kasabanın cenaze kaldırıcısı uyandırmış. Ceset cenaze evine tam sabahın üçünde getirilmiş. İki görevli onu dok işçisinin yanına koymuşlar… “
“Söylemek istediğin bir şey mi vardı?” diye sordu Başmüfettiş.
Farquart bıyığını ısırdı. “Hayır…” dedi bir müddet sonra.
Binanın dışından uçak motorlarının sürekli homurtusu geliyordu. Başlarının üzerinden görülmeyen bir uçak güney yönüne doğru uçup gitti. Pencere camları sakin bir uyum içinde zangırdadı.
“Yani,” diye ekledi, Farquart, karara varmış bir tavırla, “yeni gelen cesedi yerine yerleştiren görevlilerden biri dok işçisinin cesedini işine engel olduğu için biraz öteye çekmiş. Ee… adam cesedin soğuk olmadığını iddia ediyor.”
“Hımm,” diye mırıldandı Başmüfettiş, sanki dünyanın en olağan şeyi üzerinde bir yorumda bulunuyormuş gibi. “Soğuk değil miymiş? Peki, bunu nasıl açıklıyor? Tam olarak ne dedi?”
“Onun soğuk olmadığını söyledi.” Farquart isteksizce, her kelimeden sonra dura dura konuşuyordu. “Biliyorum bu söylediğim aptalca… saçma, fakat adam bu konuda ısrar ediyor. O sırada bundan yanındakine de bahsettiğini iddia ediyor, fakat diğer görevli bir şey hatırlamıyor. Gregory onların ikisini de ayrı ayrı sorguya çekti, iki defa… “
Başmüfettiş bir şey söylemeksizin teğmene döndü.
“Ee… ah… adam gevezenin biri. -Hiçbir şekilde güvenilir değil,” diye aceleyle açıkladı Gregory. “Hiç olmazsa, benim aldığım izlenim bu. Adam biraz dikkat çekebilmek için her şeye başvuran o soytarılardan biri. Göz açıp kapayıncaya kadar size dünya tarihini kendine göre yorumlayabilir. Adam bu olayın bir trans hali veya ‘ondan da beter bir şey’ olduğunda -bu kendi deyimi- ısrar etti. Doğrusu bu beni şaşırttı. Cesetlerle ilgili mesleklerle çalışanlar genellikle trans haline inanmazlar – bu onların deneyimlerine aykırı düşer.”
“Doktorlar ne diyor?”
Gregory susup sözü Farquart’a bıraktı. Görünüşe göre böylesi küçük bir ayrıntının bu kadar çok ilgi çekmesinden huzursuz olan Farquart omuzlarını silkti.
“Dok işçisi bir gün önce ölmüştü. Rigor mortis açıkça görülüyordu… Kapı çivisi kadar ölüydü.”
“Başka bir şey var mı?” .
“Evet. Bütün öteki kayıp cesetler gibi cenaze için giydirilmişti. Giydirilmemiş olan tek ceset Trayle’nin ki – Treakhill’den kaybolmuş olan. Cenaze kaldırıcısı onu ertesi gün giydirecekmiş, çünkü aile onun için ilk önce giysi vermek istememiş. Yani, ceset getirildikten sonra üzerindekini alıp götürmüşler. Başka giysilerle geri geldikleri zaman, ceset ortada yokmuş…”
“Diğer olaylarda durum nasıl?”
“Kanser ameliyatı olmuş kadının cesedi de giyinikti.
“Nasıl?”
“Ee… bir entari giymişti.”
“Ya ayakkabılar?” diye sordu Başmüfettiş. Sesi o kadar yavaştı ki, Gregory onu duyabilmek için öne doğru eğilmek zorunda kaldı.
“Evet, ayakkabıları da vardı.”
“Peki, sonuncusu?”
“Sonuncusu… ee, giyinik değildi, fakat morgdan onunla birlikte aynı zamanda, veya öyle olduğu sanılıyor, siyah bir kumaş kaybolmuş. Kumaş küçük bir girintiyi örtmek için kullanılıyormuş. Küçük madeni halkalarla bir perde çubuğuna asılıymış. Halkaların üzerinde birkaç küçük kumaş parçası kalmış.”
“Yırtılmış mı?”
“Hayır, çubuk o kadar ince ki, eğer birisi kuvvetlice asılsaydı, kırılabilirdi. Kumaş parçaları-” “Çubuğu kırmaya çalıştın mı?”
“Hayır.”
“O zaman kırılacağını nereden biliyorsun?” “Ee, görünüşünden…”
Başmüfettiş, bu soruları sakince, bir dolabın aynalı ‘kapısında pencerenin görüntüsünü seyrederken soruyordu. Sanki aklı başka bir yerdeymiş gibi davranıyordu, fakat sorular ağzından o kadar hızlı çıkıyordu ki, Farquart ona güçlükle yetişiyordu.
“Güzel,” diye konuyu toparladı Başmüfettiş. “Kumaş parçaları incelendi mi?”
“Evet. Dr. Sorensen… “
Doktor sivri çenesini ovuşturmayı bıraktı. “Kumaş çubuktan kopartılmış. Tam olarak söylenecek olursak, kumaş kopma noktasına gelinceye kadar aşındırılmış, fakat makasla kesilmemiş. Burası kesin. Sanki… sanki biri onu dişleriyle koparmış. Çeşitli testler yaptım. Mikroskopun altında da aynı şey görünüyor.”
Bu sözleri izleyen geçici bir sessizlik sırasında, uzak bir uçağın motoru duyuldu. Ses sisin etkisiyle boğuklaşmıştı.
“Perdenin dışında başka kayıp bir şey var mı?” diye sordu Başmüfettiş sonunda.
Doktor Farquart’a baktı, o da başıyla onayladı.
“Evet, bir rulo yapıştırıcı bant. Kapının yanındaki masanın üzerinde çok büyük bir rulo varmış.”
“Yapıştırıcı bant mı?” Başmüfettiş bir kaşını havaya kaldırdı.
“Onu çeneleri bağlamak için kullanıyorlar… ağızın açılmasını önlemek için” diye açıkladı Sorensen. “Ölüm sonrası güzelleştirme,” diye ekledi alaycı bir gülüşle.
“Hepsi bu kadar mı?
“Evet.”
“Otopsi laboratuvarındaki ceset ne durumdaydı? Giyinik miydi?”
“Hayır. Fakat bu olayda… ama Gregory size bütün hikâyeyi daha önce anlatmıştır, öyle değil mi?”‘
“Daha önce bundan bahsetmeyi unuttum…” Teğmen aceleyle söze girdi. Unutkanlığı açığa çıkmış olduğu için hoş olmayan bir duygu içindeydi. “Ceset giyinik değildi, fakat kapıcı bir doktor gömleğiyle iki çift beyaz pantolonun -öğrencilerin yazın giydikleri cinsten- ortadan kaybolduğunu iddia ediyor. İşi bitince atılan birkaç çift terlik de kayıp olabilirmiş, ama kapıcı onların hesabını hiçbir zaman kesin olarak tutamadığını söylüyor – temizlikçi kadının ara sıra bir-iki çift aşırdığını söylüyor.”
Başmüfettiş derin bir nefes aldı ve masaya hafifçe gözlükleriyle vurdu.
“Teşekkür ederim. Doktor Sciss. Şimdi sizi dinleyebilir miyiz?”
Sciss durumunu değiştirmeden anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı, sivri ve çıkıntılı dizine dayamış olduğu not defterine yazdığı şeyleri bitirdi.
Sonra kelleşmeye başlamış bir kuşunkine benzer kafasını eğerek, not defterini sertçe kapadı ve iskemlesinin altına kaydırdı, sanki ıslık çalmak istiyormuş gibi dudaklarını büzdü ve parmaklarıyla eğri ve şişkin eklem yerlerini ovuşturarak ayağa kalktı.
“Davetinizin yararlı bir novum2 olduğunu düşünüyorum,” dedi tiz ve ince bir sesle. “Genellikle konferans verir gibi konuşurum. Umarım bu sizi rahatsız etmez, zaten elimden başka türlüsü gelmez. Devam edelim, bu olaylar dizisini dikkatle inceledim. Görüldüğü gibi, beylik soruşturma yöntemleri -ipuçlarının toplanması ve suç nedenlerinin araştırılması- tamamıyla başarısız olmuştur. Bu nedenle, ben istatistiksel araştırma yöntemini kullandım. Bu yöntemin açıkça görünen üstünlükleri var. Bizler çok kere bir suçu olay yerinde bulunan ve onunla ilişkisi olan ve olmayan olgularla tanımlıyoruz. Örneğin, cinayete kurban gitmiş birinin yanında bulunan kan izlerinin şekli suç ile ilişkili olabilir ve eğer öyleyse, bu cinayetin nasıl işlenmiş olduğu konusunda epeyce bilgi verebilir. Bununla birlikte birtakım başka olgular – örneğin o cinayetin işlendiği gün gökyüzünde kümülüs veya kirrostatus bulutlarının olması veya suçun işlendiği evin önündeki telefon tellerinin alüminyum veya bakır olması gibi şeyler önemsiz olarak sınıflanabilir. Bizim olay dizimizde ise, olayla birlikte görülen olguların hangisinin suçla ilişkili olduğuna, hangisinin olmadığına peşinen karar vermek hiçbir şekilde mümkün değil.
“Eğer ortada tek bir olay olsaydı,” diye sürdürdü Sciss, “kendimizi tamamıyla bir çıkmaz sokakta bulacaktık Fakat, şansımız var ki, elimizde çok sayıda olay var. Kritik dönem boyunca olay yetinin civarında sayılmayacak kadar çok nesne veya fenomenin bulunabileceği veya gözlemlenebileceği açıkça ortadadır. Bu yüzden işe yarar bir istatistik dizi hazırlamak için sadece bütün olaylarda, veya hiç olmazsa, olayların önemli bir çoğunluğunda ortak olan olgulara dayanmak zorundayız. Böylece bütün fenomenin istatistiksel bir dökümüyle işe başlıyoruz. Bu yöntem daha önce bir cinai soruşturmada çok nadir olarak kullanılmıştır ve sayın baylar size bu yöntemi ilk bulgularımla birlikte sunmak fırsatını bulduğum için çok mutluyum…”
O zamana kadar sanki bir kürsüdeymiş gibi koltuğunun arkasında duran Dr. Sciss kapı yönüne doğru birkaç adım attı, aniden döndü, başını eğdi ve odada oturan adamlara bakarak devam etti.
“Evet, o halde başlayalım. İlk olarak, bu fenomenin ortaya çıkmasından önce ‘erken dönem’ diye uygun bir ad verebileceğimiz geçici bir evre meydana geldiğini hatırlayacaksınız. Bu dönemde cesetler pozisyon değiştirdi. Bazıları yüzükoyun döndü. Bazıları yan dönmüş bulundu. Bazıları da yerde tabutlarının yanında bulundu.
“İkinci olarak, tek bir olayın dışında, bütün cesetler genç yaşta ölmüş kişilere aitti.
“Üçüncü olarak, yine tek bir olay dışında, bütün cesetler için bir cins örtünme sağlanmıştır. İki keresinde bu alışılmış giysilerdi. Bir keresinde büyük olasılıkla bir doktor gömleği ve beyaz pantolon idi ve bir keresinde de – siyah bir kumaş perde.
“Dördüncü olarak, cesetlerin hiçbirine otopsi yapılmamıştı; hiçbirinin vücudunda bir hasar yoktu ve hepsi iyi korunmuştu. Bunun yanı sıra bütün olaylar ölümden sonraki otuz saatlik süre içinde meydana gelmiştir. Bu noktaya dikkatinizi çekmek isterim.
“Son olarak bütün olaylar, yine biri dışında, içeriye girmenin çok kolay olduğu küçük kasaba morglarında meydana gelmiştir. Bu görüntüye uymayan tek ortadan kaybolma, Tıp Fakültesinde meydana gelmiş olandır. Sciss Başmüfettiş’e döndü.
“Güçlü bir projektöre ihtiyacım var. Benim için bir tane temin edebilir misiniz?”
Başmüfettiş haberleşme cihazına yavaş sesle bir şeyler söyledi. Bunu izleyen sessizlik içinde Sciss, deriden yapılmış körüklü büyük evrak çantasını açtı ve içinden birçok kereler katlanmış ve üzerinde renkli işaretler bulunan ince bir kopya kâğıdını dikkatle çıkardı. Gregory kâğıda hoşnutsuzluk ve merak karışımı bir duyguyla baktı. Bilim adamının herkese tepeden bakışı onu sinirlendirmişti. Sigarasını söndürdü ve Sciss’in beceriksiz ellerinde hışırdayan kâğıdın üzerinde yazılı olanları anlamaya çalıştı, ama başaramadı.
Bu arada kâğıtla uğraşırken onun bir kenarını hafifçe yırtan Sciss onu açtı ve Başmüfettiş’e pek dikkat vermeksizin kâğıdı adamın masasının üzerine yaydı, sonra pencereye doğru yürüdü ve sokağa baktı. Bu arada da sanki nabzını sayıyormuş gibi bir elinin parmaklarıyla diğerinin bileğini tutuyordu.
Kapı açıldı; bir polis memuru uzun bir üçayak üzerinde duran alüminyum bir projektörle içeriye girdi ve onu fişe taktı. Sciss projektörü açtı. Kapı polis memurunun arkasından kapanıncaya kadar bekleyerek, İngiltere’nin devasa duvar haritasının üzerine parlak bir ışık dairesi gönderdi ve sonra ince kopya kâğıdını onun üzerine koydu. Fakat aksiliğe bakın ki, haritayı saydam kâğıdın arkasından görmek mümkün olmadı, bunun üzerine adam projektörü uzaklaştırdı, haritayı -bunu yapmak için bir iskemlenin üzerinde tehlikeli bir şekilde sallanarak- duvardan aşağıya indirdi ve onu bir köşeden odanın ortasına çektiği bir askılığa beceriksizce astı. Projektör yeniden haritanın arkasından ışık verecek bir yere kondu, ve Sciss ince kopya kâğıdını açık tutmak için kollarını germiş olarak haritanın karşısına geçti. Bu pozisyon -gerilmiş ve havaya kaldırılmış kollarla- açıkça çok rahatsızlık verici bir pozisyondu.
Sciss sonunda askıyı ayağıyla düzeltmeyi başarabildi. İnce kopya kâğıdını yukarıdan tutarak başını yana çevirdi.
“Lütfen dikkatinizi olaylarımızın meydana geldiği bölgeye çevirin,” dedi.
Sciss’in sesi eskisinden daha tiz çıkıyordu, belki bunun nedeni ne kadar zorluk çektiğini göstermemeye çalışmasıydı.
“ilk ortadan kaybolma ocak ayının on altısında Treakhill’de meydana geldi. Lütfen yerleri ve tarihleri aklınızda tutunuz. İkincisi – ocak ayının yirmi üçünde, Spittoon’da. Üçüncüsü – şubat ayının ikisinde, Lovering’de. Dördüncüsü, şubat ayının on ikisinde, Bromley’de. En son olay mart ayının sekizinde Lewes’de meydana geldi. Eğer ilk olayın meydana geldiği yeri başlangıç noktası olarak alırsak ve onun çevresine genişleyen daireler çizersek, sonuçlar kopya kâğıdımda işaretlendiği gibidir.”
Güney İngiltere’nin kanal sahilindeki bir bölümü ışığın kuvvetli huzmesiyle belirginleşmişti. İç içe geçmiş beş dairenin her biri kırmızı haçla işaretlenmiş beş kasabayı kuşatıyordu. İlk haç merkezdeydi, diğerleri en büyük çembere daha yakın duruyorlardı.
Gregory, Sciss’de bir yorgunluk belirtisi arıyordu, adamın kâğıdı tutmak için gerili duran kolları titremiyordu bile. Gregory yorulmaya başlamıştı.
“Eğer yapmamı isterseniz size hesaplamalarımı daha sonra açıklayacağım,” dedi Sciss cırlak bir sesle. “Şimdilik size sadece sonuçları vereceğim. Olaylar kendilerine özgü bir sıraya göre meydana gelmiş durumda: Olay ne kadar yakın zamanda meydana geliyorsa, merkezden o kadar uzaklaşıyor – yani ilk ortadan kaybolmanın meydana geldiği yerden. Buna ek olarak, başka önemli bir nokta var: Birbirini izleyen olaylar arasındaki süre, ilk olaydan başlayarak gittikçe daha uzun oluyor, bunların aralarında herhangi bir orantı yok. Fakat eğer hava sıcaklığı dikkate alınacak olursa, belli bir düzenin olduğu görülüyor. Daha ayrıntılı olarak söyleyecek olursak, herhangi iki olay arasındaki süreyi, bu olayların meydana gelmiş olduğu yerlerin merkezden uzaklıklarının farkıyla çarparsak ve sonra elde edilen bu sonucu her iki yerin olay anındaki hava sıcaklıkları arasındaki farkla çarparsak…
“Bu bize her saniye ve derece için beş ila dokuz santimetre arasında sabit bir değer veriyor,” diye sürdürdü Sciss, bir an durduktan sonra. “Beş ila dokuz diyorum, zira olayların hiçbirinde ortadan kayboluşların tam olarak ne zaman meydana geldiği bilinmiyor. Bu yüzden, her olayda gece boyunca süren, veya daha kesin konuşursak, gecenin ikinci yarısında yer alan, geniş ve çok saatli bir zaman dilimiyle karşı karşıyayız. Eğer yedi santimetrelik bir ortalamayı sabitenin gerçek değeri olarak alırsak, sonra bazı hesaplar yaparsak, -ki bunları yapmış bulunuyorum- oldukça şaşırtıcı bir sonuç elde ediyoruz. Merkezden dış çembere doğru durmadan ilerleyen bu fenomenlerin nedensel faktörü, Treakhill’de bulunmuyor, fakat batıya Tunbridge Wells, Engender ve Dipper gibi kasabalara doğru yer değiştirmiş… yani, hareket eden cesetlerle ilgili söylentilerin dolaşmakta olduğu o yerlere. Eğer, diğer taraftan, fenomenin geometrik merkezini bulmak için tamamıyla kesin bir noktaya dayanan bir deneme yapmaya kalkışırsak, bu merkezin morglarının hiçbirinde yer almadığını, fakat Shaltam’ın on sekiz mil güney batısında – Chinchess’in bataklıklarında ve boş arazilerinde olduğunu görüyoruz.
Bütün bunları dinledikçe ensesinin kızarıklığı sürekli olarak artan Farquart, sonunda kendisini daha fazla tutamadı.
“Yani bize şunu mu demeye çalışıyorsunuz?” diye patladı, “yani o Allahın belası bataklıklardan ruha benzer görülmez bir şey çıkıyor, havada uçuyor ve cesetleri kapıp kaçırıyor mu?”
Sciss kâğıdını kıvırmaya başladı. Gizli projektörün ışığında, parlak yeşilimsi haritanın önünde ince ve karanlık görüntüsüyle her zamankinden daha fazla bir kuşa benziyordu (bir bataklık kuşu, diye düşündü Gregory, kendi kendine). Sciss dikkatli bir şekilde ince kopya kâğıdını yıpranmış eski evrak çantasına koydu ve doğruldu. Farquart’a soğuk bir tavırla baktı, yüzü yer yer kızarmıştı.
“İstatistiksel analizimin sonuçlarının dışında ekleyeceğim başka bir şey yok,” diye bildirdi. “Yakın bir ilişki, bir örnek vermek istersek, yumurta, pastırma ve mide arasında kolayca gösterilebilir. Veya uzak bir ilişki, örneğin bir ülkenin siyasi durumuyla ortalama evlenme yaşı arasında da, daha zorlukla da olsa, ortaya konabilir. Fakat zorluk derecesi ne olursa olsun, her zaman belli bir korelasyon ve nedenlerle sonuçların tartışılması için geçerli bir temel vardır.
Sciss, büyük ve özenle kıvrılmış bir mendil ile üst dudağındaki ter damlalarını sildi. Mendili cebine koyarak konuşmasını sürdürdü.
“Bu olaylar dizisi zaten yeterince açıklanması zor ve bu yüzden her çeşit önyargıdan kaçınmak gerekir. Eğer peşin hükümlerinizi sergileyerek işlerimi zorlaştırmakta ısrar ederseniz, bu olayı ve Scotland Yard’la olan işbirliğimi bırakmak zorunda kalacağım.”
Sciss, bir dakika kadar, sanki birisi meydan okumasına karşılık verir umuduyla bekledi, sonra duvara doğru yürüdü ve portatif projektörü söndürdü. Oda karanlık içinde kaldı. Elektrik düğmesini arayan Sciss elini yavaş yavaş duvarın üzerinde dolaştırdı.
Tavan lambasının aydınlığında, odanın görünüşü değişmişti. Sanki boyutları daha küçülmüştü ve Başmüfettiş şaşkın ve kamaşmış gözleriyle bir an için Gregory’e yaşlı amcasını anımsattı. Sciss haritaya döndü.
“Çalışmama başladığım zaman,” diye devam etti, “ilk iki olaydan bu yana o kadar uzun süre geçmişti ki, veya işin doğrusunu söylemek gerekirse, yerel polis kayıtlarında bu olaylara o kadar az önem verilmiş ve olguların o kadar azı kayda geçirilmişti ki, olup bitenlerin ayrıntılı olarak saatiyle, dakikasıyla verildiği bir dosya meydana getirmek mümkün değildi. Bu nedenle kendimi geride kalan üç olayla sınırladım. Bu üç olayda da havanın sisli olduğunu gördüm -iki olayda yoğun sis, birinde çok yoğun sis. Bunun yanı sıra, her bir olayın meydana geldiği yerin çevresindeki birkaç yüz metrelik bir alandan birçok aracın geçmiş olduğu biliniyor. Raporların hiçbirinde ‘şüpheli’ bir araçtan bahsedilmediğini kabul etsek bile, şüpheli olma durumunun hangi kriterlere göre tayin edildiğini söylemek zor. Hiç şüphesiz kimse suçun işlendiği yere üzerinde ‘Ceset Kaçıranlar, Ltd.’ yazılı bir kamyonla gelmeyecekti, fakat eğer gerekirse, bir araç, olay yerinin yakınlarına park edilebilirdi. Son olarak öğrendim ki ortadan kaybolmaların meydana geldiği gecenin akşamında…” Sciss sustu, sonra yavaş fakat belirgin bir sesle devam etti, “bir çeşit evcil hayvan olay yeri yakınlarında görülmüş – genellikle bir morgda rastlanmayan türden bir hayvan olarak veya bana bilgi verenlerin tanımadığı veya daha önce hiç görmedikleri bir hayvan olarak rapor edilmiş. İki olayda bu bir kedi ve bir keresinde ise bir köpek Hemen başarısız bir öksürme taklidine dönüştürülen kısa bir kahkaha odada çınladı. Ses Sorensen’den gelmişti. Farquart hiç kımıldamadan oturuyordu, Sciss’in ‘şüpheli’ araçlar konusundaki tuhaf şakasına bile yanıt vermemişti.
Gregory, Başmüfettiş’in bakışlarını Sorensen’in yönüne doğru çevirmiş olduğunu fark etti ve hemen bunun önemini kavradı: Bu bir azarlama, hatta bir öfke belirtisi değildi, falbit otoritenin kesin ve kaçınılmaz ifadesiydi.
Doktor durumunu kurtarmak için yeniden öksürdü. Bunu tam bir sessizlik izledi. Sciss, onların başı üzerinden, pencereden dışardaki artan karanlığa bakıyordu.
“Son olgunun istatistiksel önemi fazla büyük görünmüyor,” diye sonunda devam etti. Sciss’in sesi gittikçe daha sık tizleşiyordu. “Bununla birlikte, olayların meydana gelmiş olduğu morgların çevresinde başıboş kedi ve köpeklere daha önce hemen hiç rastlanmamış olduğunu buldum. Bunun yanı sıra, rapor edilen hayvanlardan biri -yani köpek, eğer daha ayrıntıya inersek- ortadan kaybolmaların birinden dört gün sonra ölü olarak bulundu. Bunu dikkate alarak son olayla ilişkili görülen kedinin ölüsünü bulana ödül vermeye karar verdim. Bu sabah bana on beş şiline mal olan bir haber aldım. Bazı okul çocukları kediyi morgdan iki yüz adım daha az bir uzaklıkta bir çalı kümesinin yanında karın içine gömülü olarak bulmuşlar.”
Sciss, sırtı odadakilere dönük olarak, sanki dışarıya çıkmak istiyormuş gibi pencereye doğru yürüdü. Dışarısı artık sarkan bir dalın sallanan gölgesinde parlayan ve rüzgârda titreyen sokak ışıklarından başka bir şey görülemeyecek kadar kararmıştı.
Adam sessizce durup parmaklarının ucuyla çuvala benzeyen gri ceketinin yakasını okşadı. “Bitirdiniz mi, Doktor?”
Sciss, Başmüfettiş Sheppard’ın sesini duyunca döndü. Yeni yetme bir oğlanınkine benziyken hafif bir gülümseme ufak yüzünü hiç beklenmedik bir şekilde değiştirmişti. Gri gözleri, şişkin yanakları ve çenesiz denebilecek kadar geriye kaçmış çene kemiğiyle adamın suratının her tarafı birbiriyle orantısızdı.
Demek adam ruhen sadece bir oğlan çocuğuymuş… hiç büyümeyecek bir yeniyetme, kendi çapında hoş birisi, diye düşündü Gregory, hayretler içinde.
“Söylemek istediğim birkaç kelime daha var, fakat onları toplantının sonuna saklıyorum,” dedi Sciss ve yerine oturdu.Başmüfettiş gözlüğünü çıkardı. Gözleri yorgundu. “Güzel. Farquart, senin eklemek istediğin başka bir şey var mı?”
Farquart isteksizce yanıtladı.
“İşin doğrusu, fazla bir şey yok. Bu olay dizisini,” Dr Sciss’in deyimiyle, beylik yöntemler kullanarak araştırdım ve hiç olmazsa söylentilerin bir kısmının doğru olması gerektiğini düşünüyorum. Bana olay oldukça basit görünüyor – Suçlu bir ceset çalmak istiyor, fakat Shaltam ve diğer yerlerde korkup kaçıyor. Sonunda Treakhill’de işi başarıyor, fakat henüz bir acemi olduğu için çıplak bir ceset alıyor. Öyle görünüyor ki, bu durumda olan bir cesedin taşınmasının tam giyimli olan birine kıyasla daha zor olacağını akıl edemiyor. Bunu daha sonra anlamış olmalı, çünkü taktiklerini değiştiriyor ve cesetleri giydirmek için belli bir gayret harcıyor. Aynı şekilde, ilk başlarda aldığı cesetler orada bulunanların en uygun olanı değil – Dr. Sciss’in deyimiyle ‘iyi durumdaki’ cesetleri arama konusundan söz ediyorum. Örneğin Treakhill’de başka bir ceset -genç bir adamınki- ortadan kaybolandan daha iyi bir durumdaydı. Hepsi bu kadar…
“Şüphesiz bir de olayların niçin yapılmış olduğu sorusu var,” diye sürdürdü Farquart, bir an sonra. “Bence şu ihmaller söz konusu: Ölüsevicilik, bir çeşit delilik veya bir… bilim adamı. Bence bu konuda Dr. Sorensen’in ne diyeceğini öğrenmeliyiz.”
Doktor, genizden gelen bir sesle, “Ben bir psikolog veya psikanalizci değilim, fakat ölüsevicilik seçeneğini bütünüyle listeden silebilirsin,” diye söze başladı. “Ölüseviciler her zaman yanın akıllı, gelişimlerini tamamlamamış budalalardır. Onların bu kadar karışık bir şeyi planlayabilmeleri mümkün değil. Bence herhangi bir delilik de listeden çıkarılabilir. Bu olaylarda hiçbir şey şansa bırakılmamış. Tam bir dakiklik var, hiçbir hata yok. Deliler bu kadar düzenli iş göremezler.”
“Ya paranoya?” diye sordu Gregory, yavaş bir sesle. Doktor ona şöyle bir baktı. Bir an için kelimeyi ağzının içinde yuvarlıyormuş gibi göründü, sonra bir kurbağanınkine benzeyen ince dudaklarını büzdü.
“Hayır! Veya hiç olmazsa,” diye ekledi karşı çıkmasının serdiğini yumuşatarak, “ben bunun olacağını pek sanmıyorum. Beyler, delilik, nedenlerini anlayamadığımız bütün insan davranışlarını çözecek bir anahtar değildir. Deliliğin kendine özgü bir yapısı, kendine özgü bir mantığı vardır. Şüphesiz suçlunun bir psikopat olma olasılığı var -evet, sanırım, bu mümkün olabilir- fakat birçok ihtimalden ancak bir tanesi.”
“Matematiğe yeteneği olan bir psikopat,” diye söze girdi Sciss, sanki elinde olmaksızın. “Ne demek istiyorsunuz?”
Sorensen Sciss’e döndü, yüzünde aptalca olmasına rağmen hakaret yüklü ve alaycı bir ifade vardı.
“Demek istiyorum ki, adam birbirini izleyen olaylar arasındaki mesafe ve zamanın çarpım sonucuyla ısı farkının çarpımının sabit bir değer olmasına dikkat ederek kendini eğlendirmeye karar vermiş bir psikopat olmalı.”
Sorensen sinirli bir şekilde dizini okşadı ve sonra parmaklarıyla trampet çalmaya başladı.
“Evet, evet biliyorum… hemen her şeyi başka bir şeyle çarpıp bölebilirsiniz -bastonların boyunu şapkaların genişliğiyle- ve her türlü sabit değer ve değişken elde edebilirsiniz.”
“Matematik ile alay mı etmeye çalışıyorsunuz?” diye başladı Sciss. Hoş olmayan bir şey söylemek üzere olduğu belliydi.
“Özür dilerim, Doktor, fakat üçüncü seçenek üzerinde ne düşündüğünüzü öğrenmeyi çok isterdim.” Sheppard yine gözlerini Sorensen’e dikmişti. .
“Yani cesetleri çalan suçlunun bir bilim adamı olması üzerinde mi? Hayır, kesinlikle hayır! Asla olamaz! Çok saçma bir fikir. Deneyleri için ceset çalan bilim adamlarına ancak üçüncü sınıf filmlerde rast gelinir. Hem neden bir ceset çalınsın ki, onu herhangi bir morgdan almak veya hatta ölenin bir yakınından satın almak bu kadar kolayken. Bunun yanı sıra bilim adamları – artık tek başlarına çalışmıyorlar ve eğer içlerinden biri bir ceset çalmış olsa bile -bunu niçin yapacağını Tanrı bilir- onu meslektaşlarından ve birlikte çalıştığı kimselerden saklayamaz. Bu suç nedenini rahatlıkla listeden silebilirsiniz.”
“O zaman, size göre, elimizde işe yarar bir şey kaldı mı?” diye sordu Sheppard. Başmüfettiş’in bir keşişi andıran yüzü ifadesizdi. Gregory, sanki bir tabloyu seyreder gibi, gözlerini küstahça sayılacak bir şekilde, amirine dikmiş olduğunu fark etti. Gerçekten görüldüğü gibi biri mi, diye merak etti. Adam için, bütün bunların hepsinin günlük sıkıcı işlerden bir farkı var mıydı? Gregory Başmüfettiş’in sorusunu izleyen ezici ve hoş olmayan sessizlik sırasında bu konuyu düşündü. Yine pencerenin ötesindeki karanlıktan uzak bir motorun sesi geldi: Derin bir homurtu yukarıya doğru yükseldi, sonra sustu. Camlar sarsıldı.
“Ya bir psikopat, ya da hiç kimse,” dedi Sciss, birdenbire. Adam gülümsüyor ve keyfinin yerinde olduğu görülüyordu. “Dr. Sorensen’in bu kadar zekice işaret ettiği gibi, psikopatik davranışın genellikle çok belirgin özellikleri vardır: Bunlar düşüncesizce hareket etme, aptallık ve ruhsal bozukluğun neden olduğu dikkat dağılımı sonucu ortaya çıkan hatalardır. Böylece elimizde hiç kimse kalmadı. Ergo, beyler, açıkça görülüyor ki, bu olaylar meydana gelmiş olamaz.”
“Şaka yapıyorsunuz, herhalde,” diye homurdandı Sorensen.
“Beyler,” diye araya girdi Sheppard. “İşin şaşılacak tarafı şu ki, yazılı basın şu ana kadar bizi fazla hırpalamadı, belki bunun nedeni Yakın Doğu’daki savaştır. Şu sırada kamuoyundan endişe duymamıza gerek yok, fakat çok geçmeden Scotland Yard’ın büyük çapta eleştirildiğini duyacağız. Ve bu yüzden hiç olmazsa şekli olarak soruşturma hızlandırılmalıdır. Bu ana kadar neler yapılmış olduğunu ve özellikle, cesetlerin bulunması için hangi adımların atıldığını, tam olarak bilmek istiyorum.”
“Bütün bunlar teğmenin sorumluluğu altında,” dedi Farquart. “İki hafta önce ona bu konuda tam yetki verdik ve o zamandan beri bütün kararları kendisi aldı.”
Gregory, Farquart’ın sözlerinde ima edilen eleştiriyi duymamazlıktan gelerek, başıyla onayladı.
“Üçüncü olayla birlikte, çok kapsamlı önlemler almaya başladık,” dedi. Bir cesedin kaybolmuş olduğu haberini alır almaz, elli mil yarı çapındaki bir alanı kuşattık. Bu iş için yerel polisi, karayolu ve hava meydanı devriyelerini ve buna ek olarak Chichester’deki Londra taktik merkezinden aldığımız iki adet radyolu araba mangasını kullandık. Her yol ayrımında, her tren yolu geçişinde, her paralı yol kapısında, her karayolu çıkışında ve her çıkmaz sokakta barikatlar kurduk… fakat hiçbir sonuç elde edemedik. Rastlantı sonucu başka suçlardan aranan beş kişiyi ele geçirdik, fakat bizim problemimizle ilgili hiçbir şey elde edemedik. Şüphesiz bu kadar büyük bir alanı kuşatmak kolay değil, gerçekle hiçbir zaman yüzde yüz sağlam bir tuzak kurulamaz – birisi her zaman aradan sıyrılıp geçmiş olabilir. İkinci ve üçüncü olaylardan sonra suçlu daha biz yola barikatlar koymadan önce bölgeyi terk etmiş olabilir. Çünkü ilk seferinde altı saat, ikincisinde beş saat vakti vardı. Şüphesiz arabasından da kurtulmuş olduğunu varsayıyorum. En son olayda ise, cesedin ortadan kaybolması sabah 3.00 ile 4.50 arasında meydana geldi. Böylece suçlunun kaçmak için en fazla bir saat üç çeyreklik bir vakti vardı. O akşam alışık olduğumuz türden bir mart gecesiydi… akşamki kalın sisten sonra fırtına ve kar vardı ve bütün yollar ertesi gün öğle vaktine kadar geçilemeyecek durumdaydı. Şüphesiz suçlu kaçmak için bir traktör veya bir kar temizleme makinası da kullanmış olabilir, fakat bunu yapması zordu ve bunu kendi deneyimimden biliyorum, çünkü kendi devriye arabalarımızı, hem yerel karakollardan gelenleri ve hem de Londra kent merkezinin yedek güçlerinden bizim çağrımıza gelenleri, kardan çıkarmak için büyük zorluk çektik.”“Böylece ertesi gün öğle vaktine kadar Lewes civarından hiçbir arabanın ayrılmamış olduğunu mu iddia ediyorsun?”
“Evet.”
“Ya kızaklar?”
“Teknik olarak bu olabilir, ama işini görmesi gereken süre içinde değil. Zira bir kızak bir saatte bir-iki milden fazla yol alamaz, özellikle o geceki gibi bir fırtınada. En iyi atlarla bile öğleye kadar kuşatılmış bölgenin dışına çıkamazdı.”
“Eğer öyle diyorsanız, öyle olsun, Teğmen, fakat bir dakika önce bu çeşit bir tuzağın hiçbir zaman tam güvenilir olamayacağını söylemiştiniz,” dedi Sheppard, yumuşakça. “Aslında tamamıyla güvenilir bir kordon oluşturmak bizim için sadece erişmeye çalıştığımız bir ideal.”
“Bunun yanı sıra,” diye fikir yürüttü Farquart,” adam cesedi bir torbaya koymuş ve tarlalardan taşımış da olabilir.”
“Olamaz,” dedi Gregory. Sessizliğini korumayı istemişti, fakat yanakları alev alevdi. Ayağa fırlamaktan kendisini güçlükle alıkoyuyordu.
“Sabah altıdan sonra hiçbir araç kuşatılmış bölgeden ayrılmadı. Bunu garanti ederim,” diye bildirdi. “Belki bir adam yayan olarak kardan geçebilirdi, fakat sırtında bir yetişkinin vücudu kadar ağır bir yükle değil. Onu bir yere atması gerekirdi…”
“Belki de atmıştır,” dedi Sorensen.
“Bu aklıma geldi, fakat bütün bölgeyi taradık -ertesi gün karlar erimişti, bu da işimizi kolaylaştırdı- ve hiçbir şey bulamadık.”
“Mantık yürütmeniz sandığınız kadar hatasız değil,” dedi Sciss, ansızın konuşmaya dalarak. “Her şeyden önce ölü kediyi bulamadınız, fakat eğer gerçekten dikkatli bir araştırma yürütmüş olsaydınız-”
“Özür dilerim, ama biz bir insan cesedi arıyorduk,” dedi Gregory, “ölü bir kedi değil.”
“Kesinlikle! Fakat o kadar büyük bir alanda bir cesedi saklamak için o kadar çok yer vardır ki, onun orada olmadığı sonucuna varsanız daha iyi olur.”
“Suçlu cesedi gömmüş de olabilir,” diye ekledi Farquart.
“Yani onu sadece gömmek için mi alıp götürmüş?” diye sordu Gregory, masum bir tavırla. Farquart burnundan güldü.
“Belki kurtulamayacağını anlayınca onu gömmüştür.”
“İyi ama kurtulamayacağını nasıl anladı? Biz yollara barikat kurduğumuzu radyoyla ilan etmedik ki…” diye yanıtladı Gregory “Yani… eğer müdüriyetle bir ilişkisi yoksa veya eğer bir polis memuru değilse …”
“Bak, bu fena fikir sayılmaz,” Sciss gülümsedi. “Fakat aslında, beyler, bütün ihtimalleri tüketmediniz. Bir helikoptere ne dersiniz?”
“Saçma!” dedi Sorensen, küçümseyerek.
“Niçin? İngiltere’de helikopter mi yok?”
“Doktor görünüşe göre bir helikopterden şüphelenmektense, bir psikopattan şüphelenmenin daha kolay olduğunu sanıyor,” dedi Gregory, yatıştırıcı bir şekilde gülümseyerek.
“Peki öbür leşlere ne diyelim?” diye ekledi Sorensen.
Konferans notlarına dalmış görünen Sciss’den ses çıkmadı.
“Cesetlerin araştırılmasına devam edilmelidir,” diye sürdürdü Sheppard. “Limanlar ve rıhtımlar da içinde olmak üzere çok daha geniş kapsamlı bir operasyon planlamamız gerek. Gemileri ve kargoları gözaltında tutmak gibi. İçinizde başka bir şey söylemek isteyen biri var mı? Yeni bir fikir veya bir teori? Hiçbir şey yok mu? Lütfen açık sözlü olmaktan, hatta aşırıya bile kaçmaktan çekinmeyin.”
“Bana kalırsa, olama-” Gregory ve Farquart aynı zamanda konuşmaya başlamışlardı. Birbirlerine bakıp sustular.
“Sizi dinliyorum.”
Kimse konuşmadı. Telefon çaldı. Başmüfettiş onu kapattı ve önünde oturan kişilere baktı. Lambanın çevresini mavimsi bir sigara dumanı sarmıştı. Kısa bir müddet sessizlik hüküm sürdü.
“Öyleyse ben…” dedi Sciss. Notlarını dikkatle kıvırıp evrak çantasına koyuyordu. “… ben daha önce size açıklamış olduğum sabit değeri bundan sonra meydana gelecek fenomenlerin sırasını ve yerini saptamak için kullandım.”
Ayağa kalktı, haritaya doğru yürüdü ve kırmızı bir kalem kullanarak, Sussex ve Kent bölgesini içine alan bir yeri işaretledi.
“Eğer bundan sonraki olay yarın sabah ile gelecek haftanın sonu arasında meydana gelecek olursa, olay bu bölgede olacak. Bölge kuzeyde East Wickham, Croydon ve Surbiton, batıda Horsham, güneyde Kanal sahilinden bir kısım ve doğuda Ashford ile sınırlanmakta.”
“Oldukça büyük bir yer,” dedi Farquart, şüpheci bir tavırla.
“Aslında değil, çünkü daha önce olayların meydana gelmiş olduğu iç kısmı hariç tutabiliriz.’ Fenomen dışa doğru hareket etme özelliği taşıyor, böylece ilgilenmemiz gereken asıl alan yirmi bir milden daha geniş olmayan dairesel bir parça. İçinde on sekiz hastane ve yüz altmış kadar küçük mezarlık var. Hepsi bu kadar.”
“Ve siz… siz bu bölgede bir olay meydana geleceğinden emin misiniz?” diye sordu Sorensen.
“Hayır,” diye yanıtladı Sciss, uzunca bir dakika tereddüt ettikten sonra, “Emin değilim. “fakat tutalım ki, olay meydana gelmiyor… veya, daha ziyade, eğer meydana gelmezse…”
Sciss’e tuhaf bir şeyler oluyordu. Adam sarsılmaya ve sesi bir yeniyetme oğlanınki gibi çatallaşmaya başlayınca herkes hayretler içinde ona bakakaldı. Birdenbire Sciss gülmeye başladı. Bu kontrol edilmez neşesinin ölümcül bir sessizlikle karşılandığından tamamıyla habersiz olarak, sanki aklına hoşuna giden bir düşünce gelmiş gibi, kahkahadan kırılıyordu.
Sciss oturduğu koltuğun altından evrak çantasını aldı, başıyla hafif bir selam verdi, ara sıra sarsılan omuzlarıyla, hızlı ve çok uzun adımlar atarak ofisten çıkıp gitti.
2
GÜÇLÜ bir rüzgâr bulutları dağıttı ve batmakta olan solgun güneş çatıların üzerinden gözüktü. Sokak lambalarının ışığı azalmış; rengi koyulaşan kar, kaldırımların ve su oluklarının içine karışıp kaybolmuştu. Gregory, elleri cebinde, önünden geçtiği kapıların hiçbirine bakmaksızın, hızlı hızlı yürüyordu.
Bir kavşakta bir an için duraksadı. Soğuk ve nemli havada içi ürpererek ayaklarının üzerinde sallandı. En sonunda kararsızlığına öfkelenip sola döndü.
Sciss’in odayı dramatik bir şekilde terk etmesinden sonra, toplantı hemen dağılmıştı – aslında darmadağınık olmuştu. Hiçbir sonuç elde edilememişti. Sheppard daha işi kime vereceğine bile karar vermiş değildi. Gregory, o zamana kadar Başmüfettiş’i ancak beş-altı kere görmüş olduğu için, onu pek fazla tanımıyordu; şüphesiz, bir amirin dikkatini çekmek için gerekli bütün yöntemleri biliyordu, fakat bir dedektif olarak sürdürdüğü kısa meslek yaşamı boyunca hiçbir zaman bu gibi taktiklere başvurmamıştı. Şimdi ise bu durumdan pişmanlık duymaya başlıyordu, çünkü diğerleri ne göre daha düşük olan rütbesi soruşturmanın başına getirilme şansını azaltıyordu.Sheppard, Gregory’yi tam toplantı odasından çıkarken durdurmuş ve eğer ona bu görev verilecek olursa, soruşturmayı nasıl yürüteceğini sormuştu. Gregory ise bilmiyorum, diye yanıtlamıştı. İşin doğrusu buydu, fakat genellikle dürüst yanıtların pek yararı olmazdı. Sheppard, herhalde Gregory’nin verdiği yanıttan, ya onun çok zeki birisi olmadığı, ya da olaya ilgi duymadığı gibi bir sonuç çıkaracaktı.
Farquart’ın Başmüfettiş’e kendisi hakkında neler söylemiş olduğunu da merak ediyordu. Herhalde çok iyi şeyler olmasa gerekti. Gregory, bu şekilde endişelenmekle Farquart’a gereğinden fazla değer verdiğini düşünerek, içini rahatlatmaya çalıştı. Zira Farquart’ın fikrinin pek bir değeri yoktu.
Düşünceleri Farquart’ın oldukça sıkıcı kişiliğinden Sciss’e kaydı. İşte size ilginç bir tip! Gregory onun hakkında bir sürü şey duymuştu.
Savaş sırasında Sciss, Harekat Dairesinde, Genel Kurmay Başkanı’nın yakınında bulunmuş ve herkesin dediğine göre bazı ele tutulur başarıları da olmuştu. Savaştan bir yıl sonra ise işten atılmıştı. Hikâyeye göre çok önemli birisine -belki Mareşal Alexander’a- hakaret etmişti ve bu hikâye akla yakın geliyordu. Sciss çevresindeki herkesi kendisine düşman etmek yeteneğiyle tanınmış birisiydi. Aynı zamanda Sciss’in kibirli, huysuz, tam anlamıyla patavatsız ve -insanlara onlar hakkında ne düşündüğünü söyleyen bir çocuk kadar- acımasızca dürüst sözlü olduğu da söyleniyordu.
Sciss’in görünüşte mükemmel olan mantık yürütmesine karşılık veremediği için toplantıda hissetmiş olduğu üzüntüyü hatırlayan Gregory, bilim adamının gittiği her yerde uyandırdığı düşmanlığı çok iyi anlayabiliyordu. Aynı zamanda, küçük kafasıyla bir kuşa benzeyen bu garip adamın zihinsel güçlerine de saygı duyuyordu. “Bu konuda işe koyulmalıyım,” dedi kendi kendine, düşüncelerine bir son vererek, fakat “işe koyulmanın” aslında ne anlama geldiğini bilmiyordu.
Hava hızla kararmaya ve aynı hızla mağazaların vitrinleri akşam için aydınlanmaya başladı. İçinde yürüdüğü sokak daraldı. Gregory kendisini şehrin Orta Çağdan bu yana yeni inşaat yapılmamış bir kısmında buldu. Her yer karanlık ve hantal görünüşlü eski binalarla tıka basa doluydu ve bunların birçoğunda, çok modern görünüşlü ve şeffaf cam kutular gibi yapay bir parlaklık saçan mağazalar açılmıştı.
Gregory bir pasaja girdi ve giriş kısmında rüzgârın taşımış olduğu ince kar tabakasının daha henüz ayak altında ezilmemiş olmasına şaşırdı. Kırmızı şapkalı bir kadın biraz ötede durmuş, gece elbisesi giymiş ve gülümseyen bazı balmumu mankenlere bakıyordu. Kadının arkasında, beton yolun kare şeklinde beyaz projektörlerle aydınlandığı yerde, pasaj hafifçe kıvrılıyordu.
Yavaş bir yürüyüş tutturmuş olan Gregory, ne çevresine, ne de nerede olduğuna pek dikkat etmeden, Sciss’in kahkahası üzerinde kafa yoruyordu. Bunun gerçek anlamı neydi diye düşündü. Bir önemi olmalıydı. Öylesi bir görünüşü olsa bile, Sciss, bunu yapacak kadar kibirli olmasına rağmen, bir şeyi sırf etki yaratmak için yapacak adam değildi. Bu yüzden, Sciss’in gülmek için iyi bir nedeni -bunun ne olduğunu sadece adamın kendisi bilse bile- olmalıydı.
Boş pasajın ilerisinde bir adam Gregory’ye doğru yürüyordu – Uzun, ince biriydi ve kafası sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi sallanıyordu. Gregory kendi düşüncelerine çok dalmış olduğu için adama fazla dikkat etmedi, fakat onu gözünün ucuyla izlemeyi sürdürdü. Adam yaklaştı. O sırada üç mağaza gece dolayısıyla ışıklarını söndürdü ve pasaj birdenbire daha karanlık oldu. Dördüncü mağazanın, vitrinleri bir yenilenme işi devam ettiğinden beyaz badanayla boyanmıştı ve ışık sadece yaklaşmakta olan adamın yönündeki birkaç parıltılı vitrinden geliyordu.
Gregory başını kaldırıp baktı. Adamın yürüyüşü yavaşladı, fakat tereddüt ederek de olsa ilerlemesini sürdürdü. Birden karşı karşıya geldiler, aralarında sadece birkaç adımlık bir mesafe kalmıştı. Hâlâ düşüncelerine gömülmüş olan Gregory, karşısındaki uzun boylu erkeğe, yüzüne dikkat etmeksizin baktı. İleriye doğru bir adım attı. Adam da aynı şeyi yaptı.
“Ne istiyor bu adam?” diye sordu Gregory, kendi kendine. İki adam birbirlerine kaşlarını çatarak baktılar. Adamın geniş yüzü gölgelerin içinde kaybolmuştu; şapkasını alnına eğik bir şekilde giymişti; paltosu biraz kısaydı ve kemeri, tokanın etrafında gevşekçe sarılmış olan ucuyla, eğri duruyordu. O tokada bir bozukluk olmalı, diye düşündü Gregory, fakat bu şeyi dert edemeyecek kadar yeterli sorunu vardı. Yabancının yanından geçip gitmek amacıyla hareket etti, fakat yolunun kapanmış olduğunu gördü.
“Ne oluyor?” dedi Gregory, öfkeyle, “Bu ne…” Daha fazla devam edemedi.
Yabancı… kendisiydi. Pasajın sonu olan çok büyük aynalı bir duvarın önünde duruyordu. Yanlışlıkla üzeri camla örtülmüş bir çıkmaza girmişti.
Başka birisine bakmakta olduğu düşüncesinin verdiği rahatsızlıktan kurtulamayan Gregory, bir an için kendi görüngüsüne gözlerini dikti. Ona gerisin geri bakan yüz, esmer ve -belki de- pek zeki olmayan bir yüzdü, fakat kararlılık gösteren güçlü ve köşeli bir çenesi vardı, veya böyle olduğunu düşünmek adamın hoşuna gidiyordu, halbuki daha önce bazı kereler bunun sadece inatçılık olduğuna karar vermişti.
“Bakacağın kadar baktın mı?” diye mırıldandı kendi kendisine ve sonra topuklarının üzerinde mahcubiyet içinde dönüp gelmiş olduğu yöne doğru yürüdü.
Pasajın ortasına gelince, Gregory durup geri bakmak için içinden gelen ani bir duyguya karşı koyamadı. “Yabancı” da durdu. Adam, şu anda uzakta, pasajın sonunda, parlak bir şekilde aydınlatılmış bazı boş mağazaların arasında bulunan kendine ait aynalar dünyasında kendi işleriyle meşguldü. Gregory öfkeyle kemerini tokasında düzeltti, şapkasını geriye itti ve sokağa çıktı.
Bir sonraki pasaj onu dosdoğru Europa’ya götürdü. Kapıcı cam kapıyı onun için açtı ve Gregory masaların yanından geçerek barın mor ışığına ulaştı. O kadar uzun boyluydu ki, yüksek taburelerin birinin üzerine oturmakta hiç güçlük çekmedi.
“White Horse’mu?” diye sordu barmen. Gregory başıyla evet dedi.
Şişe sanki içinde camdan yapılmış bir çan varmış gibi çıngırdadı. Gregory çabucak içti. White Horse’un tadı buruktu, mazota benziyordu ve boğazını yaktı… Bu içkiden nefret ediyordu. Fakat birkaç defa Kinsey ile, Scotland Yard’dan genç bir meslektaşıyla, Europa’da bir mola verip her seferinden de birlikte White Horse içmiş oldukları için, o zamandan sonra barmen onu düzenli müşterilerin arasına almış ve tercihlerini aklında tutmuştu. Aslında Gregory, Kinsey ile sadece bir daire değiş-tokuş işinin son ayrıntılarını tamamlamak amacıyla buluşuyordu. İşin doğrusu, ılık birayı viskiye tercih ederdi, fakat bu kadar kibar bir yerde onu ısmarlamaktan utanıyordu.
Gregory’nin şu anda Europa’da olmasının tek nedeni evine gitmek istememesiydi. Kadeh önünde düşünürken, bu olaylar zincirindeki bilgileri kafasına düzenli bir şekilde yerleştirmeye karar verdi, fakat tek bir ad veya tarih bile hatırlayamadığını gördü.
Başını abartılı bir şekilde arkaya atarak, bardağını boşalttı.
Sıçrayarak kendine geldi. Barmen ona bir şeyler söylüyordu.
“Ne? Ne dediniz?”
“Akşam yemeği istiyor musunuz? Bu gün geyik eti var. Tam mevsimi.” “Geyik eti mi?”
Barmenin söylediklerinin tek kelimesini bile anlayamamıştı.
“Akşam yemeği mi?” Sonunda kavradı. “Hayır, lütfen bana bir tane daha doldurun.”
Barmen başıyla onayladı. Bardağı gümüş renkli bir muslukta çalkaladı, sanki onları parçalamak istiyormuşçasına muslukları tangırdatıyordu, sonra kırmızı, sert ve adaleli yüzünü Gregory’ye çevirdi ve onu parlak küçük gözleriyle süzerek fısıldadı.
“Yoksa şey mi istiyorsunuz?”
Barın civarında başka kimse yoktu.
“Hayır.” Gregory, sanki asıl amacı buymuş da iş üzerinde yakalanmış gibi, öfkeyle ekledi. “Neden bahsediyorsun sen öyle?”
“Yok bir şey. Ben düşündüm ki… hizmet amacıyla,” diye mırıldandı barmen, barın diğer ucuna çekilerek Birisi Gregory’nin omuzuna hafifçe dokundu. Hızla geriye döndü ve bunun bir garson olduğunu görünce uğradığı hayal kırıklığını saklayamadı.
“Özür dilerim… Teğmen Gregory mi? Sizin için bir telefon var efendim.”
Gregory, kendisine çarpmasınlar diye elinden geldiğince çabuk yürüyerek, dans pistindeki kalabalığın içinden geçti. Telefon kulübesindeki lamba bozulmuştu. Bu yüzden, barın üzerinde dönen ışığın kulübenin küçük yuvarlak penceresinden içeriye arada sırada çarpması dışında, karanlık içinde kaldı.
“Alo, ben Gregory.” “Sheppard.”
Başmüfettiş’in uzaktan gelen sesini duyduğu zaman, Gregory’nin kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. “Teğmen, seni görmek istiyorum.” “Emredersiniz, Başmüfettiş. Ben ne zaman…” “Bu işi ertelemek istemiyorum. Vaktin var mı?” “Şüphesiz, var efendim. Yarın mı?” “Hayır. Bugün, eğer gelebilirsen. Gelebilir misin?” “Evet, efendim, şüphesiz.”
“İyi öyleyse. Nerede oturduğumu biliyor musun?” “Hayır, ama öğren”
“Walham sokağı seksen beş numara, Paddington. Şimdi gelebilir misin?”
“Evet.”
“Belki bir iki saat sonra gelmeyi tercih edersin.” “Hayır, şimdi gelebilirim.” “Tamam. Seni bekliyorum.”
Gregory ahizeyi gürültülü bir şekilde yerine koydu ve telefona şaşkınlık içinde baktı. Sheppard onun Europa’da olduğunu nasıl öğrenmişti, burası ancak arada sırada kayda değmez züppeliğini tatmin etmek için geldiği bir yerdi. Başmüfettiş onu bulmayı çok istediği için sırayla bütün barlara telefon mu etmişti? Bu düşünce bile Gregory’nin yüzünün kızarmasına yetti. Sokağa çıktı ve oradan geçen bir otobüsü yakalamak için koştu. Otobüs durağından sonra yürünecek uzun bir yolu vardı. Tenha arka sokaklardan geçen dolaylı bir rota seçti. Sonunda kendisini iki yanında küçük eski evlerin sıralandığı boş bir sokakta buldu. Orada burada bir su birikintisi, sokağı aydınlatan antika gaz lambalarının ışığında parlıyordu. Gregory kentin bu kısmında böylesine köhne küçük bir mahallenin varlığım hiç aklına getirmemişti.
85 numaralı bina da onu şaşırttı. Alçak bir tuğla duvarın arkasındaki bir bahçenin içinde, diğer bütün evlerden oldukça uzak bir mesafede çok büyük bir bina duruyordu. Sanki ölmüş gibi tamamıyla karanlıktı. Etrafa dikkatli bir bakış atan Gregory, sonunda üst kat camlarının birinde soluk bir ışık gördü.
Sivri uçlu bahçe kapısı onu açtığı zaman gıcırtılı bir ses çıkardı. Tuğla duvar sokaktan gelen ışığı kestiği için, karanlık içinde yolunu bulmak zorunda kalan Gregory, büyük ve yassı taşlarla döşenmiş yoldan evin heybetli siyah kapısına kadar ayağının ucuyla yoklayarak yol aldı. Zil yerine bir kapı tokmağı vardı. Adam sanki çok fazla gürültü yapmaktan korkar gibi onu yavaşça çekti.
Görülmeyen bir yağmur oluğunun arada sırada damlamasını veya kavşaktaki ıslak kaldırımı vızlatarak geçen arabaların sesini dinleyerek uzunca bir süre bekledi. Sonunda kapı sessizce açıldı. Sheppard eşikte duruyordu.
“Geldin demek, öyle mi? İyi, öyleyse. Lütfen beni izle.”
Hol tamamıyla karanlıktı. Evin içine doğru yürüdükçe yol yol basamaklara düşmüş zayıf bir ışık gördü. İkinci katın sahanlığında açık bir kapıdan küçük bir hole giriliyordu. Gregory kendisine bir şeyin tepeden bakmakta olduğunu fark etti – bu bir hayvanın kafatasıydı, korkunç görünüşlü boş göz çukurları sararmış kemiğin içinde açıkça belli oluyordu.
Paltosunu çıkardı ve odaya girdi. Sis içinde yapmış olduğu uzun yürüyüş gözlerini rahatsız etmişti ve sızlaması devam ediyordu.
“Lütfen otur.”
Oda hemen hemen karanlıktı. Çalışma masasının üzerinde bir lamba vardı, fakat açık duran bir kitaba doğru çevrilmişti, lambanın ışığı kitabın sayfalarından duvara ve tavana vuruyordu. Gregory ayakta kaldı. Odada sadece tek bir iskemle vardı.
“Lütfen otur,” dedi Başmüfettiş ikinci bir defa. Emir verir gibi söylemişti. Teğmen istemeden oturdu. Şu anda ışık kaynağına o kadar yakındı ki, hiçbir şey göremez olmuştu. Aslında resim olan birkaç bulanık leke duvarlarda güçlükle görülüyordu. Ayağının altında kalın bir halının olduğunu hissetti. Karşısında uzun bir kitap rafı vardı. Beyazımsı donuk bir yerin ortasında bir televizyon cihazı parlıyordu.
Sheppard çalışma masasına doğru yürüdü, bazı kitapların altından siyah renkli madeni bir sigara kutusu çıkardı ve onu konuğuna doğru itti. Kendisi bir tane yaktı ve kapıyla kahverengi kalın bir perdeyle örtülmüş pencere arasında aşağı yukarı yürümeye başladı. Sessizlik o kadar tozun sürdü ki, önünden geçen şekli izlemekten başka yapacak bir işi olmayan Gregory kısa bir zaman sonra sıkılmaya başladı.
Sheppard, birden, yürümeyi bırakmadan, “Bu olayı sana vermeye karar verdim,” dedi.
Gregory ne yanıt vereceğini bilemedi. Damarlarındaki alkolü hissedebiliyordu ve sanki tütün dumanı onu kendine getirecekmiş gibi sigarasından derin bir nefes aldı.
“Bu işte tek başına çalışacaksın,” dedi Sheppard, kararlı bir ses tonuyla. Aşağı yukarı gidip gelmesini sürdürerek, lambanın verdiği ışık halkasının yanında oturan şekle yan yan baktı.
“Sanma ki, bir soruşturmacı olarak özel bir yeteneğin olduğu için seni seçtim, çünkü öyle bir yeteneğin yok. Bunun yanı sıra yöntemlerin tamamıyla düzensiz. Fakat bunun pek önemi yok. Bu olaya kişisel olarak büyük bir ilgi duyuyorsun, öyle değil mi?”
“Evet,” diye yanıtladı Gregory. Verilebilecek en iyi karşılığın basit bir olumlu yanıt olacağını hissetmişti.
“Bu konuyla ilgili kendine ait bir teorin var mı? Bugün benim ofisimde söz etmek istemediğin kişisel bir şey?”
“Hayır. Yani…” Gregory tereddüt etti. “Devam et.”
“Bu sadece aklıma gelen bir şey. Hiçbir temeli yok,” dedi Gregory Biraz isteksizce konuşuyordu. “Fakat bana öyle geliyor ki, bu olay aslında cesetlerle ilgili değil. Demek istiyorum ki, onlar bu işte belli bir rol oynuyorlar, fakat bu işin içinde değiller.”
“Hangi işin içinde?”
“Emin değilim.
“Öyle mi?”
Başmüfettiş’in sesi sanki neşeliymiş gibiydi. Gregory onun yüzünü görebilmeyi isterdi. Karşında duran bu Sheppard ara sıra Scotland Yard’da karşılaştığı adamdan tümüyle farklı birisiydi.
“Fikrimi sorarsanız berbat bir olay,” diye ansızın ağzından kaçırdı Gregory, sanki bir arkadaşıyla konuşuyormuş gibi. “Bu olayla ilgili bir şey var… garip bir şey. Sorun zorluğunda değil fakat birbiriyle çelişen ayrıntılar var… maddi nedenlerden dolayı değil, fakat aradaki bütün bağlantıların psikolojik saçmalık olması yüzünden. Bütün bunlar bir ara, ya getirilince sonuç sıfır oluyor ve çıkmaza düşülüyor…”
“Evet, devam et,” diye söze girdi Sheppard dikkatli bir şekilde, bu arada aşağı yukarı yürümesini sürdürüyordu. Gregory artık onu izlemiyordu. Masanın üzerindeki sayfalardan gözlerini alamayarak, heyecanlı bir şekilde konuşmaya başladı.
“Bütün bu olayın bir çeşit çılgınlığa, cinnete veya psikopatolojiye dayandığı fikrine karşı koymak çok zor. Nereden başlarsanız başlayın, ondan kaçınmak için elinizden geleni yapın, her şey sizi bu fikre götürüyor. Fakat işin doğrusu, bizim çıkış yolumuz da bu, çünkü bundan başka -bir çıkış görünmüyor. Pekâlâ, diyelim ki bir manyak var. Fakat her şey çok dikkatli bir şekilde planlanmış ve düzenli… bilemi yorum, ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Eğer bir eve giderseniz ve bütün masalarla iskemlelerin tek bacaklı olduğunu görürseniz, herhalde kendi kendinize bunun bir delinin işi olduğunu, bir manyağın evini bu şekilde döşemeye karar verdiğini söylersiniz. Fakat eğer evden eve giderseniz ve kentin her yerinde aynı şeyi bulursanız? Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum, fakat işin açıklaması bu olamaz… bu bir delinin işi değil. Bence diğer uca gitmek zorundayız. Henüz anlamadığımız bir amaç için zekasını kullanan çok zeki biri.”
“Başka?” diye sordu Sheppard. Sanki Gregory’nin kapılmış olduğu coşkuyu etkileyecek bir şey yapmak istemiyordu. Masanın arkasında oturan ve görmeyen bakışlarla kâğıtlara bakan genç adam bir an sessiz kaldıktan sonra konuştu.
“Başka mı? İşler yolunda gitmiyor. Kesinlikle gitmiyor. Tek bir hata olmadan yapılan bir dizi hareket, bu oldukça kötü sayılır… İşin doğrusu beni dehşete düşürüyor, tamamıyla insanlık dışı bir şey. İnsanlar bu şekilde iş görmezler. İnsanlar hatalar yaparlar, işin doğası icabı ara sıra yanlış hesaplamalar yaparlar, arkalarında ipuçları bırakırlar, her şeyin tam ortasındayken planlarını değiştirirler. Fakat en başından beri bu cesetler, yani hareket etmiş olanlar… eğer bu uygun bir deyim ise… Suçlunun korkmuş olduğu için kaçtığı konusunda Farquart’la aynı fikirde değilim. Böyle bir şey olmadı. O zaman tek istediği onları kımıldatmaktı. İlk önce biraz. Sonra biraz daha fazla. Sonra daha fazla… sonunda bir ceset tamamıyla ortadan kayboldu. Bu şekilde olmuş olması gerek, adam bu şekilde olmasını istedi. Düşündüm ki… Her zaman bu konuyu düşünüyorum. Niçin o adam… fakat bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum.”
“Lapeyrot olayını biliyor musun?” diye sordu Sheppard. Odanın gerisinde ayakta durduğu için hemen hemen görünmez olmuştu.
“Lapeyrot mu? O Fransız-” “Evet. 1909’da. Olayı biliyor musun?” “Yabancı gelmiyor, fakat hatırlayamıyorum. Neyle ilgiliydi?”
“Çok fazla ipucu olmasıyla. Üzücü ama, o zamanlar söyledikleri şey buydu. Seine nehrinin kıyısında bir kumsalda, bir zamanlar, kemer tokalarının, pantolon askılarının ve bozuk paraların yanı sıra geometrik desenler şeklinde düzenlenmiş çeşitli türden düğmeler ortaya çıkıyordu. Bunlar her zaman poligonlar, daireler veya diğer şekillerde düzenleniyordu. Ayrıca birbirine düğümlenmiş mendiller de vardı.”
“Durun bir dakika. Şimdi bir şey hatırladım. Bu olay hakkında bir yerlerde bir şey okumuş olmalıyım. Bir çatı katında yaşayan iki yaşlı adam… doğru mu?”
“Doğru. Tam üzerinde konuştuğum olay. ..”
“Kendilerini öldürmeye çalışan gençleri buluyorlardı -’ onları eve getiriyorlar, canlandırıyorlar, neşelendiriyorlar ve onların intihara kalkışma nedenlerini öğreniyorlardı. Böyle oluyordu, doğru mu? Ve ondan sonra… onları boğarak öldürüyorlardı. Doğru mu?”
“Aşağı yukarı doğru sayılır. Adamlardan biri eczacıydı. Cinayetten sonra bazı asitlerin ve bir şöminenin yardımıyla kurbanların cesetlerinden kurtuluyorlardı; sonra düğmeleri, kemer tokalarını, bozuk paraları ve geride kalmış buna benzer küçük şeyleri kullanarak polisle küçük bir oyun oynayıp kendilerini eğlendiriyorlardı.
“Aradaki ilişkiyi göremedim. Lapeyrot katillerinin birisi akıl hastasıydı. Adam, bir delinin kurbanı olarak kabul edilen yardımcısının üzerinde tam bir hâkimiyet kurmuştu. İkisi birden enerjilerinin büyük kısmını düğme bilmecelerine harcamışlardı, çünkü onları gerçekten heyecanlandıran şey buydu. Çözülmesi zor bir olay olabilir, ama temelinde çok sıradan bir olaydı: Ortada katiller, kurbanları ve ipuçları vardı. Bir suçun birkaç tiyatrovari süslemeyle yapılmış olmasının ne önemi var-”
Gregory birden durdu, ansızın nedeni anlaşılmaz bir gülümseme dudaklarında belirdi. Loş ışığın altındaki Başmüfettiş’i görmeye çalışarak, adama baktı.
“Bir dakika, sanırım anlıyorum…” dedi, sesinin tonu tam o sırada şaşırtıcı bir keşif yapmış olduğunu gösteriyordu. “Demek bu yüzden.”
“Evet, kesinlikle bu yüzden.” diye yanıtladı Sheppard, yeniden dolaşmaya başlayarak.
Gregory başını eğip parmaklarıyla masanın kenarına vurdu.
“Tiyatrovari,” diye fısıldadı. “Bir taklit… fakat neyin taklidi?” dedi sesini yükselterek. “Bir sahtekârlık, fakat neyi örtmek için? Akıl hastalığı mı? Hayır, böyle bir şey olamaz. Yine başladığımız yere dönüyoruz.”
“Yine başladığın yere dönüyorsun, çünkü yanlış yöne gidiyorsun. Sahte bir delilikten bahsettiğin zaman Lapeyrot olayı ile yakın bir benzerlik arıyorsun. O olayda katillerin aklında, eğer bu şekilde ifade edebilirsem, hep belli bir seyirci vardı: Polise bir bilmece hazırlamak için bile bile ipuçları bıraktılar. Bizim olayda ise olanların hiçbirinin polise yönelik olduğunu gösteren bir şey yok. Böyle bir şey olduğunu da hiç sanmıyorum.”
“Evet, öyleyse…” dedi Gregory. Morali bozulmuş ve sıkıntı içindeydi. “Böylece başladığımız yere geldik. Yani bu olayların nedenine.”
“Hayır, hiç de öyle değil. Lütfen buraya bak.”
Sheppard duvara, Gregory’nin daha önce fark etmediği küçük bir ışık dairesine işaret etti. Gregory onun nereden geldiğini merak etti. Masaya bakınca, parlatılmış camdan bir kâğıt tutucusunun lamba yansıtıcısının yanında durduğunu gördü; tutucunun kristal derinliklerinde kırılıp yansı yan dar bir ışık huzmesi duvarda parlamak amacıyla odanın karanlığına kaçmıştı.
“Burada ne görüyorsun?” dedi Sheppard, kenara çekilerek.
Gregory lambanın kör edici parlaklığından kaçmak için eğildi. Duvarda asılı bir resim vardı. Tek bir ışık huzmesiyle aydınlanan köşelerinin biri dışında hemen hemen karanlık içindeydi. Yanyana konmuş iki madeni paradan daha büyük olmayan o küçük yerde, soluk gri ve hafifçe kıvrılmış çerçevenin içinde, koyu renkli bir nokta gördü.
“Şu nokta mı?” diye sordu. “Bir profil mi? Hayır, ne olduğunu anlayamıyorum… bir dakika…”
Şekil tarafından merakı uyandırılan Gregory, gözlerini şaşılaştırarak onu dikkatle inceledi. İnceledikçe endişesi arttı. Neye bakmakta olduğuna dair en küçük bir fikri olmasa bile endişesi artmaya devam ediyordu.
“Sanki canlıymış gibi görünüyor…” dedi elinde olmaksızın, alçak bir sesle. “Yıkık bir evin yanmış bir penceresi mi?”
Sheppard duvara yaklaşıp vücuduyla aydınlık noktayı örttü. O düzensiz ışık noktası artık adamın göğsünde parlıyordu.
“Onun ne demek olduğunu anlayamıyorsun, çünkü tek görebildiğin şey bütünün küçük bir parçası,”dedi, “öyle değil mi?”
“Demek mesele bu! Demek siz bu kaybolan cesetlerin daha büyük bir şeyin parçası -veya başlangıcı da denebilir- olduğunu düşünüyorsunuz.”
“Kesinlikle öyle.”
Sheppard yeniden odanın içinde dolaşmaya başlamıştı. Gregory bakışlarını duvardaki noktaya çevirdi.
“Hatta bu ülkenin sınırlarını aşan cinai ve siyasi içerikli bir şeyin başlangıcı bile olabilir. Bundan sonra olacaklar, daha önce olmuş olanlarla bağlantılı olacak ve doğal olarak değişik bir durum ortaya çıkabilir. Belki şimdiye kadar olan her şey bir sapma veya başka bir operasyonun gözden saklanması işidir…”
Karanlık ve sinir bozucu şekle kendini iyice kaptırmış olan Gregory onu pek iyi dinlemiyordu.
“Özür dilerim, Başmüfettiş,” diye adamın sözünü kesti, “O şey nedir?”
“Ne? Ha, o mu?”
Sheppard tavandaki ışığı açtı ve oda bol ışığa gömüldü. Bir iki saniye sonra onu yeniden kapadı, fakat birkaç anlık aydınlık sırasında Gregory boş yere bakıp durduğu şeyin ne olduğunu sonunda kısmen de olsa görebildi: Bu geriye doğru kaykılmış bir kadın başıydı, gözünün akları dosdoğru ileriye bakıyordu ve kadının boynunda bir ipin izleri vardı. Bütün ayrıntıları görmeye yetecek kadar zaman olmamıştı, fakat yine de, ölünün yüzündeki korku ifadesi gecikmeli olarak onu etkisi altına aldı ve aşağı yukarı dolaşmasını sürdüren Sheppard’a döndü.
“Belki siz haklısınız,” dedi Gregory, gözlerini kırpıştırarak, “bu konuyla ilgili en önemli şeyin o olduğunu sanmıyorum. Bir adamın gece yarısı bir morgda bir kumaş perdeyi dişleriyle koparacağına gerçekten inanıyor musunuz?”
“Sen inanmıyor musun?”
“Evet, şüphesiz, eğer bunu, sinirli veya korkmuş olduğu için veya eğer yanında başka uygun alet olmadığı için, yapmış olsaydı… fakat siz de benim kadar bunu niçin yapmış olduğunu biliyorsunuz. Bütün bu olaylar zincirinde görmüş olduğumuz o baş belası tutarlılık yüzünden. Zaten her şeyi cesetlerin yeniden dirildiği sanılsın diye yaptı. Her şeyi bu etkiyi yaratmak için planladı, hatta hava raporlarını bile inceledi. Fakat polisin mucizelere inanmaya hazır olduğunu nasıl öngörmüş olabilir? Bütün her şeyi bu kadar çılgınca yapan da bu işte!”
“Senin söz ettiğin cinsten bir suçlu yoktur ve olması da mümkün değildir,” dedi Sheppard, ilgisiz bir tavırla. Perdeleri bir kenara itip karanlık pencereden dışarıya baktı.
Uzun bir aradan sonra Gregory sordu, “Niçin Lapeyrot olayını ortaya attınız?”
“Çünkü o çocukça, birtakım desenler şeklinde düzenlenmiş düğmelerle başlamıştı. Fakat tek nedeni bu değil. Söyle bana: İnsan doğasına aykırı olan şey nedir?”
“Anlamadım…” diye mırıldandı Gregory. Korkunç bir baş ağrısına tutulmak üzereydi.
“Bir insan, kişiliğini davranışlarıyla ortaya koyar,” diye açıklamaya başladı Başmüfettiş, sakin bir sesle. “Doğal olarak suç işleme durumunda da bu görülür. Fakat bizim olaylar zincirinden ortaya çıkan görüntü kişisellikten yoksun. Bir doğa kanunu gibi kişisel değil. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”
“Sanırım,” dedi Gregory. Sesi boğuktu. Masa lambasının kör edici aydınlığından tümüyle kurtuluncaya kadar yavaş yavaş yana eğildi. Bu hareketinin sayesinde’ az sonra karanlıkta daha iyi görmeye başladı. Kadın fotoğrafının yanında, hepsi de ölü insanların yüzünü gösteren daha birçok resim asılmıştı. Bu arada Sheppard korkunç yüzlerden meydana gelmiş bir arka planın önünde aşağıya yukarıya yürüyerek oda içinde dolaşmaya yeniden başlamıştı, sanki garip bir sahne dekorunun içindeydi; hayır… daha ziyade çok sıradan ve alışkın olduğu şeylerin arasında gibiydi: Adam masanın karşısında durdu.
“Bu olaylar zincirinin matematik açıdan mükemmelliği ortada bir suçlu olmadığını akla getiriyor. Bu seni şaşırtabilir, Gregory, ama gerçek bu…”
Teğmen, elinde olmadan geri çekilerek, güçlükle duyulabilen bir sesle, “Ne… siz ne…” dedi.
Sheppard hiç kımıldamadan durdu, yüzü karanlıklar içindeydi. Birden Gregory kısa ve gevrek bir ses işitti. Başmüfettiş gülüyordu.
“Seni şaşırttım mı?” diye sordu Başmüfettiş, daha ciddi bir ses tonuyla. “Saçmaladığımı mı düşünüyorsun?
“Gündüzü ve geceyi kim meydana getiriyor?” diye sözlerini sürdürdü. Sesinde bir kararlılık vardı.
Birdenbire Gregory iskemlesini geriye itip ayağa kalktı,
“Anladım,” dedi. “Şüphesiz. Bu olaylar zinciri yeni bir efsanenin doğuşuyla ilgili. Doğa kanunlarından birinin taklidi. Yapay, kişiliği olmayan ve her bakımdan çok güçlü bir suçlu. Mükemmel bir şey. Sonsuzluğun bir taklidi…”
Gregory güldü, fakat kendini fazla neşeli hissetmiyordu. Sonra derin derin nefes alıp sustu.
Başmüfettiş ciddi bir tavırla, belki biraz da kederli bir sesle sordu, “Niçin gülüyorsun? Bunun nedeni” senin de daha önce buna benzer şeyler düşünmen, fakat sonra bu fikri reddetmen değil mi? Taklit mi? Şüphesiz. Fakat mükemmel bir taklit, Gregory, bu o kadar mükemmel bir taklit ki, bana ellerin boş olarak geri döneceksin.”
“Belki,” dedi Gregory, soğuk bir tavırla. “Ve bu durumda benim yerimi başkası alacak. Eğer gerekirse şu anda bütün ayrıntıları açıklayabilirim. Hatta otopsi laboratuvarını bile. Pencere önceden kilidin çevresine sarılmış naylon bir ipin yardımıyla dışardan açılabiliyor. Bunu denedim ve işe yarıyor. Fakat bir çeşit yeni din yaratıcısının, mucizeleri taklit eden birinin işe bu şekilde başladığını düşünmek…”
Gregory omuzlarını silkti.
“Hayır, bu iş bu kadar basit olamaz,” dedi Başmüfettiş. “Durmadan ‘taklit’ kelimesini tekrarlayıp duruyorsun. Balmumundan yapılmış bir bebek bir insan taklidi değil mi? Eğer birisi yürüyebilen ve konuşabilen bir bebek yapmışsa, bu mükemmel bir taklit sayılmaz mı? Ve eğer kanayabilen bir bebek yapmışsa? Mutsuz olabilen ve ölebilen bir bebek yapmışsa, o zaman ne olacak?”
“Bütün bunların ne ilgisi… zaten en mükemmel taklidin bile -demin sözünü ettiğiniz bebeğin bile- bir yaratıcısı olmalıdır ve bu yaratıcı sorumlu tutulabilir!” diye bağırdı Gregory, öfkesine yenilerek. Birden aklından hızla, “Benimle sadece oynuyor,” fikri geçti ve “Başmüfettiş, lütfen benim için bir soruya yanıt verin,” dedi. Sheppard ona baktı.
“Aslında bu olayın çözülmeyeceğini düşünüyorsunuz, öyle değil mi?”
“Şüphesiz, çözüleceğini düşünüyorum. Bir daha böyle bir şey duymak istemiyorum. Elbette bir olasılık var ki, çözüm-”
Başmüfettiş cümlenin orta yerinde sustu.
“Lütfen, efendim, bana her şeyi anlatın.”
“Buna hakkım olup olmadığını bilmiyorum,” dedi Sheppard, hafifçe alaycı bir şekilde, Gregory’nin ısrarından rahatsız olmuş gibi bir hali vardı. “Çözümün bu çeşidi hoşuna gitmeyebilir.”
“Niçin? Lütfen bunu bana biraz daha açık bir şekilde anlatın.”
Sheppard başını iki yana salladı. “Yapamam.”
Çalışma masasına doğru yürüdü, çekmeceyi

Benzer İçerikler

Mahallenin Çocukları

yakutlu

Bir Delinin Sınav Günlüğü

yakutlu

Mahşerin Dört Atlısı Serisi -Larissa Ione – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy