Yazar, kendi çocukluk günlerinden esinlenerek yazdığı bu kitapta, bizlere babasını anlatıyor. Aklına eseni yapan, şaraba ve çocuklarına düşkün, müşfik bir babanın hem komik hem eğlenceli hem de bir parça hüzünlü öykülerini seveceğinizden hiç kuşkumuz yok. Bu kitap; sinirli, nemrut ve korkutucu bir babadansa, sevecen ve güleç bir babanın, hayatı ne kadar güzelleştirdiğinin de bir kanıtı.
İçindekiler
Dertli Kuşak, 7
Büyükbabamız, 21
Yeni Gelin, 33
Beyaz At, 45
Manuel Amcam, 56
Babamın Oğlu, 69
Papaza Bir Keçi de Babamdan, 77
Dertli Kuşak
Daha ben bir aylık falan bir çocukmuşum, Birinci Dünya Savaşı patlamış. O yüzden benim bütün çocukluğum büyük bir hayhuy içinde geçti. Biraz büyüyüp kendimi bildiğim sıralardaysa, ağabeyim Polon, öbür yirmi beş bin gönüllüyle birlikte Filipin Muhafız Gücü’ne katılıp Avrupa’ya savaşmaya gitti. Günler geçip giderken, savaş, hiç ummadığımız bir anda, nasıl birdenbire gelmişse, yine öyle birdenbire bitiverdi. Ama çocukluğumun o erişilmez günlerini de birlikte aldı götürdü. Savaşa giden askerlerin tümü terhis oldular. Kasabamızın on bir gönüllüsünden yalnızca üçü sağ salim döndü geldi. Biri savaşta vurulmuş, ikisini daha gemideyken bulaşıcı bir hastalık götürmüştü. Öbür üçü, bir kolayına getirmişler, gitmeyip kentte kalmışlardı.
Geriye dönen üç askerin üçü de dünyalarına küskündü. Sağdılar, dönmüşlerdi, ama bu olgu onlarca anlamını yitirmişti artık. Belediye Sarayı’nın karşısındaki çayırda bütün gün kös kös oturuyorlardı. Bazen geceleri de gelirlerdi. Kimseyle konuşmuyorlardı. Oturup çimenleri tek tek yoluyorlar, hiç durmadan gökyüzüne bakıyorlardı. Tembel, uyuşuktular. Karıncalar, sinekler ağızlarına burunlarına doluyor, ama onlar kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı. Bazen paralarını denkleştirerek otobüsün birine atlıyorlar, yakınımızdaki büyük kente şöyle bir uzanıyorlardı.
Genellikle bağıra çağıra şarkılar söyleyerek dönerlerdi. Paralarının olmadığı günler daha bir küskün olurlardı. Paraları olmadı mı, çimenlere otururlar, hep gökyüzünü kollarlardı. Üstleri başları dökülüyordu, postalları delik deşikti. Ağabeyim Polon, bu üç yalnız, küskün askerden biriydi. Evin semtine uğramazdı. Arada, nereden eserse eser, çıkar gelirdi. Geldiğinde de vakit gece yarısını çoktan geçmiş olurdu tabii. Hepimiz uyumuş olurduk. Polon, mutfakta el yordamıyla pirinç pilavını bulur, bir başına karanlıkta tıkınırdı. Bir gece babam üstüne geldi, bastırdı. Polon, pilava tuzlu sardalye katmıştı, yiyordu; elinde bir şişe de kırmızı şarap vardı. Babam, o güne dek, Polon’un şarap içtiğinden habersizdi, şaşırdı ilkin. Sonra, “Çok yalnızlık çekiyor da,” dedi. “İçi sıkılıyor çocuğun, ondan…” Anam, “Laf mı seninki de Simeon?” dedi.
“O da ne demekmiş? Daha parmak kadar bir çocuk o.” “Sen anlamazsın böyle şeylerden Marta,” dedi babam. “Savaş yıllarında, çocuklar, göz açıp kapayana kadar, bakarsın koskocaman olmuş, büyüyüvermişlerdir.” Polon ses etmeden kalktı, yürüdü. Avlunun öbür yakasına geçti. Durdu. Postalının burnuyla toprağı kazıdı. Ne yapıyor diye pencereden onu gözlüyorduk. Polon, son görüşüymüş gibi bir bizim eve, bir bitişik komşu eve baktı. Babam, “Bu çocukcağız yitip gidecek böyle yahu!” dedi, başını salladı. Seğirtti Polon’un arkasından. Polon bahçe kapısını tutmadan yetişti. “Bir sıkıntın, bir derdin falan mı var oğul?” “Yok bir şeyim baba,” dedi Polon. Hepsi bu kadardı. Başka bir söz etmedi babama; ne kendi üzerine ne de savaş üzerine. Öyle sustu kaldı. Babam kollarıyla sardı Polon’u, kucaklaştılar. Baba-oğul, birlikte kasabanın yolunu tuttular. Anam hışımla pencereyi arkalarından kapadı. Bize de sert sert, “Yıkılın bakayım ayağımın altından, yumurcaklar!” diye bağırdı.
Güpegündüzdü, adamın biri evimize girip babasının malıymış gibi bizim koca öküzü götürmeye kalkıştı. Anam hemen araya girdi, adamın elinden koca öküzün ipini çekti aldı. Beriki, bastonuyla anamın eline vurdu, anam ipi bıraktı. İpi bırakır bırakmaz da adam kendini yerde buldu. Düşmesiyle kalkması bir oldu, çeke çeke koca öküzü sürümeye başladı. Anam bu, durur mu, o da kuyruğuna yapıştı hayvanın. Koca öküzcük iki arada bir derede kalmıştı. Biri gitsin diye ipinden, biri de kalsın diye kuyruğundan asılıyorlardı. Baktı olacak gibi değil, adama bir boynuz gösterdi,ipini kurtardı. Anamı dut silker gibi sarstı bir, var gücüyle ırmak boyunda soluğu aldı. Adam, “Gördün mü sen şimdi başıma geleni!” dedi.
“Tut tutabilirsen hayvanı artık.” “Allah’tan korkmaz, utanmaz seni!” dedi anam. “Elin öküzü nereden senin oluyormuş! Sıkılmıyor musun başkasının malını sahiplenmeye!” “Üstüme iyilik sağlık! Ben mi başkasının malına sahip çıkıyorum? Güleyim bari, asıl benim malıma konmak istediler hep. Öküzü kocandan parasını tıkır tıkır sayıp aldım, kadın!..” “Tuuuh, yalancı! Benim kocam sana öküz möküz satmaz!” “Amma da ha! Bana sattı diyorum. Bir de kâğıt verdi sattım diye. İki tanık da imzaladılar kâğıdı.” Cebinden bir kâğıt çıkardı, anama gösterdi. “Benim okumam yazmam yok,” dedi anam. Adam apışıp kaldı o zaman. Çevresini şaşkın şaşkın araştırdı. Duvarın tepesinden onları seyrediyordum.
Gördü. Merdiveni getirip dayadı duvara. “İn, oku da şu kâğıttakileri, cahil ananın aklı yatsın,” dedi. “Ben okuma bilmem,” dedim. “Bu ailede okuması yazması olan yok mu?” “Sergio Amcam adını yazmayı biliyor.” “Okumayı da söktürüyor mu?” “Adını yazar, başka yazı bilmez. Onu da gerekli.
…