Sultanmurat | Cengiz Aytmatov | Birazoku


Cengiz Aytmatov, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği yıllarda Kırgızistan’ın bir köyünde, cephedeki askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için yediden yetmişe herkesin tabiat ve savaş şartlarıyla çetin mücadelesini anlatıyor. Cesur, zeki ve okulun güzel kızı Mirzagül’e tutkun Sultanmurat 15 yaşında olmasına rağmen cephedeki askerlere yardım etmek için seçilen köyün beş gencinden biridir. Sultanmurat’ın gözünden savaşın yıkıcılığını ve insanları adeta birer canavara dönüştürmesini anlatan Cengiz Aytmatov, diğer bütün eserlerinde olduğu gibi, bu hikâyesinde de insana olan inancını vurgulamaktadır. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, insanın içinde sönmeden yanmaya devam eden o sevgi ateşi her türlü zorluğun üstesinden gelmek için insanın sahip olduğu en kıymetli hazinesidir.

-I –

Öğretmen İnkamay-Apay (İnkamal Abla), kaba örülmüş yün şalına sımsıkı sarılı olduğu halde, soğuktan titreye titreye coğrafya dersi veriyordu. Okyanusta, Hint kıyıları yakınındaki o masal adası Seylan’ı anlatıyordu sınıfta. Seylan adası haritada, meme gibi sarkmış anakaradan düşen bir damla gibi görünüyordu. Öğretmenin anlattığına göre “yok” yoktu orada. Maymunlar, filler, muzlar (nefis meyvalarmış), dünyanın en iyi çayı, bilmediğimiz, görmediğimiz daha nice nice nefis meyvalar, bitkiler…

Ama, bizi en çok imrendiren adanın sıcak oluşu, hep sıcak kalışı idi. O kadar sıcaktı ki, yıl boyunca giyim derdiniz olmazdı: Ne çizme, ne şapka, ne çorap, ne palto. Ateş yakmaya da gerek yoktu. Böyle olunca, çalı-çırpı toplamak için kırlara gitmenize, iki büklüm olarak kuru odun taşımanıza hiç gerek kalmazdı. Tam yaşanacak yerdi orası! Canınızın istediği yere gidersiniz.

Dilerseniz güneşlenir, dilerseniz bir gölgeye uzanıp keyif çatarsınız. Gece gündüz sıcaktı, yazdan sonra yine yaz geliyordu. Cennet gibiydi. Sabahtan akşama kadar canınızın istediği yerde gezin, dolaşın. Canınız sıkılırsa gidin tüye kuşu* avlayın. Orada çok var. Orada yaşamayıp da nerede yaşayacaktı bu iri aptal kuşlar? Akıllı kuşlar, papağanlar da vardı Seylan adasında. Hem de istediğiniz kadar. Canınız isterse bir papağan yakalarsınız; gülmesini, şarkı söylemesini, dansetmesini öğretirsiniz. Bunları yapamaz demeyin, papağan her şeyi yapabilir.

Bizim avıldan (köyden) biri, Cambul pazarında okumasını bilen bir papağan görmüş. Gazeteyi gözüne tutuyormuşsunuz, tek kelime atlamadan çatır çatır okuyormuş… Daha ne harika şeyler vardı Seylan’da! Hiçbir şey eksik değildi. Hiçbir şeyi düşünmeden rahat rahat yaşardınız orada. Ama, tarım işletmecisinin gözüne görünmeyeceksiniz. İşletmeci bey, elinde bir kırbaçla dolaşır, sanki köle imişler gibi Seylan’lı işçilerin sırtına sırtına vururmuş. Ah zalim! Kulak köküne bir yumruk aşkedeceksin, gözünde şimşekler çakacak! Sonra da kırbacı çekip alacaksın elinden, çalıştıracaksın! Bu işletmecilere, bu kapitalistlere hiç acımayacaksın, lâf söyletmeyeceksin: Ekmeğini kendi emeğiyle kazansın! Çok iyi biliyoruz, faşistler onların arasından çıkıyor, savaşı çıkaranlar da onlar…

Bizim köyden kaç kişi öldü cephede! Anam her gün ağlar, hiçbir şey söylemeden gözyaşı döker. Babamı da öldürmelerinden korkuyor. Komşu kadına “Babamız ölürse dört çocukla ne yaparım ben!” diyordu geçen gün. İnkamay-Apay, buz gibi soğuk sınıfta titreye titreye, öksürüklerin kesilmesini sabırla beklerken, Seylan adasını, sıcak denizleri ve ülkeleri anlatmaya devam ediyordu. Sultanmurat, duyduklarına pek inanmasa da (o ülkelerde yaşamak gerçekten harika bir şey olurdu), Seylan’da yaşamadığına pek üzülüyordu. Gözucuyla pencereye bakarak “yaşanacak yer orası işte!” diyordu kendi kendine.

Öğretmene bakar gibi yaparak dışarısının manzarasını seyretmeyi pek becerir ve bundan pek hoşlanırdı. Ama o gün görülecek bir şey yoktu dışarıda. Hava fenaydı. Bulgur gibi ince ama sert, soğuk, nefes kesen bir kar yağıyor, kar taneleri camlara vurarak ses çıkarıyordu. Camlar buz tutmuştu. Soğuk, pencere kenarındaki macunları çatlatmış, kabartmış, yer yer macunlar ufalarak, mürekkep lekeleriyle dolu pervazlara dökülmüştü. “Seylan’da macuna da gerek yok, diye geçirdi aklından, hem neye yarayacak ki ma­cun? Eve, pencereye de gerek yok çünkü. Bir kulübe yapar, üstünü otlarla örtersin ve rahat rahat oturursun içinde…” Pencereden soğuk geliyordu. Kenardaki yarıklardan ıslık ıslık giren bir rüzgâr sağ tarafını buz gibi yapmıştı. Ama dayanmalıydı. Onu pencere yanına öğretmen oturtmuştu.

“Sultanmurat, sınıfın en güçlüsü sensin, soğuğa dayanırsın” demişti ona. Soğuklardan önce orada Mirzagül oturuyordu. Şimdi o, Sultanmurat’ın biraz daha kuytu olan eski yerindeydi. Aynı sırada beraber otursalar ne iyi olurdu! Nasıl olsa siper olur, üşütmezdi onu. Böylece hep yanyana olurlardı. Oysa şimdi teneffüslerde yanına yaklaşacak olsa kızın yüzü hemen kıpkırmızı oluyordu. Başka çocuklara pek aldırdığı yoktu, ama o biraz yanına sokulsa, utanıp kaçıyordu. Peşinden koşamazdı ya. Ne demezlerdi sonra? Herkes güler, alay ederdi. Kızlar dedikodu yapmakta pek ustadırlar. Hemen elden ele dolaşırdı yazılı küçük kâğıtlar: Sultanmurat+Mirzagül=İki âşık. Ama aynı sırada yanyana otursalar kimse bir şey diyemezdi. Dışarısı kötüydü. Kar dinmek bilmiyordu. Açık havada sınıfın penceresinden bakılınca dağlar görünürdü.

Okul, köye hâkim bir tepenin üzerindedir: Köy aşağıda, okul yukarıda. Bu yüzden de okuldan manzara çok, çok güzel görülür. Uzak, karlı dağları resimdeki gibi görürsünüz. Ama, şimdi bu kasvetli havada birer karaltıdan farksızdı dağlar. Kolları, ayakları buz gibiydi. Sırtı bile donmuştu. Çok soğuktu sınıfın içi. Savaştan önce okulu tezekle ısıtırlardı. Tezek, alev alev yanar, kömür gibi ısıtırdı. Oysa şimdi saman yakıyorlardı. Saman, sobada hemen alevleniyor, çıtırdıyor ama hiç ısı vermiyordu. Birkaç gün içinde saman da bitiyor, tozu tozağı kalıyordu yalnız. Yazık ki Talas dağlarında iklim sıcak ülkelerdeki gibi değildi. İklim farklı olsaydı hayat da farklı olurdu. Filleri de olurdu o zaman. Mandalara biner gibi fillere binerdi.

Hiç korkmazdı. Önce o binerdi file. Kitaplarındaki resimde olduğu gibi, başının üzerine, tam kulaklarının arasına oturur, köyde dolaşırdı. Köyün insanları bağrışırdı: “Heey, koşun bakın, Bekbay’ın oğlu Sultanmurat file binmiş” derlerdi. Mirzagül de görür, hayran olur, şaşıp kalırdı. O da “Aa, işte yanına yaklaşılmayan kız!” derdi. Bir de maymunu olurdu. Sonra gazete okuyan bir papağanı… Onları da filin üstüne alır, arkasında bir yere yerleştirirdi. Filin sırtında yer çok, bütün sınıfı taşıyabilirdi. Kimse söylememişti ama biliyordu. İki kere ikinin dört etmesi gibi emindi bundan. O, canlı bir fil görmüştü.

Gözleriyle görmüştü! Canlı bir maymun ve daha birçok hayvan da görmüştü. Köyde bunu bilmeyen yoktu. Defalarca anlatmıştı çünkü. Evet, evet, o gün talih yüzüne gülmüştü. Ne mutlu bir gündü o! Hayatında unutamadığı o mutlu olay, savaştan tam bir yıl önce olmuştu. Tam ot biçme zamanıydı. Babası Bekbay o yıl Cambul’dan kolhozun deposuna akaryakıt taşıyordu. Akaryakıt taşımak için her kolhoz bir araba gönderirdi Cambul’a. Babası övünüyordu: “Basit bir arabekeç* değilim ben, altın gibi kıymetliyim.

Benim için, arabam ve atlarım için, devlet kolhoza para veriyor. Kolhoza çok para kazandırıyorum. Onun için de muhasebeci beni görür görmez, atından inip elimi sıkar.” Babasının arabası petrol taşımak için özel olarak yapılmıştı. Kasası yoktu arabanın. Dört tekerin üzerine oturtulan kiriş yastıklara kocaman iki varil yerleştirilmişti. Önde, sürücünün oturması için yapılan yere ancak iki kişi oturabilirdi, üç kişi sığmazdı. Arabayı çeken atlar da kolhozun en iyi iki atıydı. Kır benekli iğdiş Çabdar ile doru iğdiş Çontoru idi bunlar. Koşumları da ölçü alınarak yapılmıştı ve çok güzeldi. Rus kayışından yapılan hamutlar ve çekme kayışları katran emdirilmiş, iyice sağlamlaştırılmıştı. Ne kadar çek seniz kopmazdı. Sağlam olmasalar bu uzun yola dayanamazlardı zaten. Babası düzenli olmayı ve işinde her şeyi sağlama almayı severdi. Çok iyi gidiyordu bu atlar. Çabdar ve Çontoru’yu uyum içinde, aynı güçle, arkaya savrulan yeleleri hafifçe dalgalanarak, yanyana yüzen iki balık gibi koşarken seyretmek, büyük bir zevkti doğrusu! Onun arabasının dingil sesini tâ uzaktan tanırlar, “Bu Bekbay’ın arabası, Cambul’a gidiyor” derlerdi. Cambul’a gidiş-dönüş iki gününü alırdı.

Ama Bekbay döndüğü zaman, yüz kilometreden fazla yol yürüyenin o olduğuna inanmazdınız. Herkes şaşar, “Bekbay’ın arabası ray üzerinde ilerleyen tren gibi gidiyor” derlerdi. Şaşmakta da haklıydılar. Atların yorgun olup olmadığı, ihmal edilip edilmedikleri tekerleklerin gıcırtısından da belli olur. Yorgun, bitkin atların çektiği bir araba yanınızdan geçerken içiniz sızlar. Ama, Bekbay’ın atları her zaman dinçtirler. Herhalde, çok önemli taşıma işini ona vermelerinin sebebi de bu olsa gerek. İki yıl önce, okulların kapandığı, tatilin henüz başladığı günlerde babası: – İster misin seni şehre götüreyim? dedi.

Sultanmurat sevinçten düşüp bayılacaktı nerdeyse. Ne mutlu bir olaydı bu! Uzun zamandan beri şehre gitmek için yanıp tutuştuğunu nasıl anlamıştı babası! Hârika bir şey! O güne kadar şehre hiç gitmemiş, görmemişti. – Yalnız, kimseye söyleme ha! dedi babası, küçük kardeşlerin duyarlarsa kıyameti koparırlar ve sen o zaman hiçbir yere gidemezsin!

Çok doğruydu. Kendisinden üç yaş küçük olan Hacımurat asla hakkından vazgeçmezdi. İnatçının tekiydi. Babaları evde olduğu zaman onun yanına başka kimseyi sokmazdı. Sanki yalnız onun babasıydı, yalnız o vardı bu evde! O zamanlar henüz çok küçük olan iki kız kardeşi ancak ağlayıp çırpınarak babalarının kucağına sokulabilir ve kendilerini okşatırlardı. Hacımurat’ın babasına bu derece düşkün olmasına komşular da şaşıp kalıyordu. Herkesin çekindiği, sopa gibi kuru, sert Aru-Ukan nine, boğum boğum parmaklarıyla kaç defa kulağını çekmişti onun: – Edepsizlik etme! İnsan babasına öyle yapışır mı, hiç de iyiye işaret değil bu! Bir çocuğun yaşayan, yanıbaşında olan babasını bu kadar özlemesi görülmüş şey mi? Bakın, sonra söylemedi demeyin, bu çocuğun bu hâli uğursuzluk getirecek, felâket getirecek başımıza! Annesi çocuğu azarlamış, tu sana! diye bir tokat indirmiş, ama Aru-Ukan nineye bir şey diyememişti. Herkes korkardı ondan.

Aru-Ukan nine hiç de boşuna konuşmuyormuş. Dedikleri oldu sonunda. Hacımurat’a da yazık oldu. Şimdi büyüdü, üçüncü sınıfa gidiyor. Annesinin yanında ona bir şey belli etmemek için kendisini tutuyor ama, babasının cepheden dönmesini çok büyük bir özlemle bekliyor. Akşam yatağına girdiği zaman tıpkı büyükler gibi dua ediyor: “Allah’ım, ne olur yarın babam dönsün!” diye yalvarıyor. Her gün yapıyor bunu. Çocuk işte. Sabah kalkınca her şeyin değişeceğini, bir mucizenin gerçekleşeceğini umuyor. Ama Sultanmurat başka türlü düşünüyordu. Keşke babası gelse de hep Hacımurat’ın olsa, onu kucağına alsa, başına oturtsa.. yeter ki sağ salim dönsün. Babasını sağ salim görmek mutluluğu yeterdi ona. Yeter ki dönsün.

Babasının Çuy kanalından döndüğü gün ailede yaşanan o mutlu olayı bir daha yaşamak ne iyi olurdu. Bunu öyle çok istiyordu ki. İki yaz önce babası tam beş ay çalışmak için Çuy kanalına gitmişti. Tabiî yine arabacı olarak. Yazı ve sonbaharı orada geçirmişti. Emek kahramanı olup ödül de kazanmıştı. Bir akşam üzeri dönmüştü eve. Birden dingil sesini, atların hırıltısını duyan çocuklar hemen fırlamışlardı: Baba! Baba! Babaları iyice zayıflamış, bir çingene gibi kapkara olmuş, saçı sakalına karışmıştı. Elbisesi de, annesinin daha sonra anlattığı gibi, serseri kılığında gösteriyordu onu. Yalnız meşin çizmeleri yepyeniydi. Babasının kollarına ilk atılan Hacımurat olmuştu. Sonra da boynuna sarılmış ve hiç bırakmamıştı. Sevinçten ağlayarak:

Ata, atake, ata atake… diyordu durmadan. Onu bağrına basan babasının gözlerinden de yaşlar boşanıyordu. Komşular da koşup geldiler, duygulanıp ağladılar. Mutluluk yaşları döken anneleri de, babasının etrafında dönüp Hacımurat’ı almak istiyordu: Bırak artık, yetişir! Bak, başkaları da var. Yalnız sen misin babanı özleyen! Böyle mi hoşgeldin der insan?… Ama Hacımurat’ı babasından ayırmak ne mümkün! Sultanmurat içinde bir şeylerin kabardığını hissetti. Yüreğinden kopan, yakan ve gittikçe büyüyen bir şey, gelip tıkamıştı boğazını. Gözyaşları ağzına kadar süzülmüştü. Tuzun tadını alır almaz kendine geldi, silkindi: “Ağlamamalıyım, hiç ağlamamalıyım” dedi kendi kendine.

Ders devam ediyordu. İnkamal-Apay, şimdi Cava’yı, Borneo’yu, Avustralya’yı anlatıyordu. Yine o yazları bitmeyen harika ülkeleri. Timsahları, maymunları, palmiyeleri ve daha nice nice olağanüstü şeyleri. Bir de, hârikalar harikası kanguruyu! Kanguru denen bu hayvan, yavrularını karnındaki bir kesede taşıyordu. Zıplaya zıplaya koşarken yavrusu da kesesinde kalıyordu. Şaşılacak bir yaratık! Ne yaratıklar vardı şu doğada! Hiç kanguru görmemişti. Yazık! Ama filleri görmüş,maymunları görmüş daha birçok hayvan görmüştü. Hem de, elinizi uzatsanız değeceğiniz kadar yakından… Babası onu şehre götüreceğini söylediği gün sevinçten yerinde duramamıştı. Sabırsızlanıyor, heyecanlanıyor, içi içine sığmıyordu.

Yazık ki kimseye söyleyemiyordu bu sevincini, Hacımurat duyacak olsa kıyamet koparırdı alimallah! “Sultanmurat gidiyor da ben niçin gitmiyorum!” diye ter ter tepinirdi. Ne cevap verecekti o zaman? Bu yüzden, bir gün sonra yapacağı yolculuğun sonsuz sevincine, kardeşine karşı bir suçluluk duygusu da karışıyordu. Oysa, o beklenmedik mutlu olayı Hacımurat’a ve kız kardeşlerine anlatmayı ne kadar istiyordu. Onlara her şeyi anlatmak için yanıp tutuşurdu. Ama babası, özellikle de annesi, kardeşlerine hiçbir şey söylememesini şart koşmuşlardı. Olayı ancak o gittikten sonra öğrensinlerdi.

Böylesi daha iyi olurdu. Sırrını kimselere açamamak onu çatlatacak, öldürecekti nerdeyse. Yine de o gün, herkese her zamankinden daha nazik, daha sevecen davranıyor, herkese yardım etmek istiyordu. Her yere koşuyor, her işi yapıyordu. Kementle danayı yakalayıp daha iyi otlar bulunan bir yere götürmüş, bahçede patatesleri çapalamış, annesine çamaşırda yardım etmiş, çamura düşen kız kardeşi Almatay’ı yıkamıştı. Daha neler neler yapmamıştı… Sözün kısası, Sultanmurat o gün öyle hamaratlık etti, öyle gayret gösterdi ki, annesi onun bu hâline gülmekten kendini alamadı. Yine de gülmesini belli etmemeye çalışarak: – Sana ne oldu böyle? Her zaman böyle olsan ne iyi! Tahtaya vuralım da nazar değmesin, öyle yardımın dokunuyor ki seni şehre göndermesek daha iyi olacak galiba! demişti.

Bunları lâf olsun diye söylerken bir yandan hamur açıyor, yol için çörek ve daha başka şeyler hazırlıyordu. Bir kavanoza da tereyağı koymuştu.

Akşam semaverin başına toplanıp hep birlikte çay içtiler. Sıcak sıcak kaymakla bazlama yediler. Bahçede, arkın yanında, elma ağacının dibine oturmuşlardı. Babasının bir yanında Hacımurat, öbür yanında da kız kardeşleri vardı. Annesi çay koyuyor, Sultanmurat bardakları dağıtıyor, ara sıra da semavere kömür atıyordu.

Büyük bir zevkle yapıyordu bunları. Ama yarını düşünmekten de kendini alamıyor, şehre gideceği bir dakika bile aklından çıkmıyordu. Babası bir iki kere göz kırptı. Hatta herkesin yanında Hacımurat’la biraz dalga geçti: Ey Hacıke, dedi, çayını yudumlarken, Karayele’ye binemiyor musun daha? Alıştıramadın mı? – Hayır ata, dedi Hacımurat üzgün bir sesle. Yiyeceğini, içeceğini veriyorum, köpek yavrusu gibi peşimden geliyor. Hatta bir keresinde okula kadar geldi de, pencere dibinde teneffüse kadar bekledi beni. Bütün sınıf gördü. Ama bindirmiyor, biner binmez atıyor sırtından, üstelik tekme de savuruyor…

 

Benzer İçerikler

Gizli Bahçe | Frances Hodgson Burnett

yakutlu

Kayıp Rüyanın Peşinde | Alara Uçar

yakutlu

Babamın Gözleri Kedi Gözleri | Sevim Ak

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy