Bir kahramana ihtiyacın varsa, aynaya bakmaya ne dersin?
Frank Cottrell-Boyce’un, içimizdeki süper gücü harekete geçiren sürükleyici romanı Süper Brokoli Çocuk; okuru nehir sularından gökdelenlerin tepesine fırlatan, nefes kesici bir serüven.
Kötülüğü ve zorbalığı alt ederek dünyamıza “adalet” dağıtmaya ant içmiş süper kahramanlara bolca atıfta bulunan bu aksiyon dolu macera, sıradan bir çocuğun kendi potansiyelini keşfedişini ve bir “süper” kahramana dönüşmesini anlatıyor.
İnsanlara yönelik en güzel şeyin, her birinin diğerinden çok farklı olduğu gerçeğini vurgulayan yazar; süper kahramanlık kavramına ilişkin ezberlerimizi bozuyor ve hakiki kahramanların her yaşta, boyutta ve şekilde karşımıza çıkabileceğini hatırlatıyor.
Evet. Dünyada adalet diye bir şey yok.
İşte bu yüzden süper kahramanlara ihtiyacımız var.
En afili çizgi roman kahramanları dâhil (eh, Süpermen hariç tabii) hiç kimse süper güçlerle doğmaz. Hâliyle kahraman olmayı da kendisi seçmez! Her hikâyede kahramanlar ve kötüler, kazananlar ve kaybedenler vardır. Hangisi olduğuna sen karar vermezsen, başkası senin yerine karar verir. Tıpkı Rory Rooney’nin süper ötesi hikâyesindeki gibi…
Rory, tüm olasılıklara karşı hazırlıklı bir çocuktur. Cılız cüssesi yüzünden itilip kakılmaya alışkın olduğu gibi, zorbalardan kaçma konusunda da kimse eline su dökemez. Gerçekleşmesi imkânsız gibi görünen şeylerin dahi bir şekilde başına gelebileceğini düşünerek her daim teyakkuzdadır. Öyle ki, esrarengiz bir virüs salgını veyahut beklenmedik bir suaygırı saldırısıyla bile başa çıkabilecek durumdadır. Lâkin, aniden ve açıklanamaz biçimde yeşermeye henüz hazır değildir!
Ama işte, yeşeriyor. Baştan aşağıya brokoli yeşiline dönüyor. Ve tuhaf şekilde, ilk kez endişeli hissetmediğini fark ediyor. Bir zamanların ufak tefek Rory Rooney’si, artık… ne ya da kim? Yoksa ona artık Kaptan Zümrüt mü diyecekler? Tuhaf bir mutasyon geçirip süper güçlerle kuşandığı kesin, ama daha fazlasına ihtiyacı var… Kendisine dair emin olduğu tek şeyse eskisi gibi olmayacağı.
Bizi diğerlerinden farklı ve hatta “muhteşem” kılan şeyin, aslında en has süper gücümüz olduğu görüşünü savunan Süper Brokoli Çocuk, yeri ve zamanı geldiğinde hepimizin birer kahramana dönüşebileceğini anımsatıyor.
Steven Lenton’un resimleriyle anlatısını hareketlendiren roman, hayat üzerine nokta atışı tespitlerde bulunuyor; herkesin kendine özgü bir amacı olduğunu ve ona ulaşmak için çaba gösterilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Şehir Uyurken Meçhul Bir Kahraman,
Çatılardaki Üssünden Şehri
Gözetliyor Tek Başına…
Her hikâyenin bir kahramanı vardır. Önemli olan şu: Bu kahraman sen misin? Woolpit Kraliyet Eğitim Hastanesindeki ilk gecemde, şansın ayağıma geldiğini düşünmüştüm. Yan yataktaki çocuk uyurgezer çıkmıştı. Elleri iki yanına düşmüş, başı dimdik, ürkütücü bir lego figürü gibi uyurgezer şekilde, yalnızca güvenlik koduyla açılabilen koğuş kapısına kadar yürüdü. Gece hemşiresini rahatsız etmek istemediğimden çocuğun peşine takıldım. Tuş takımındaki bazı rakamlara bastı. Kapı açıldı, oğlan boş hastane koridorlarından geçerek personel kantinine ulaştı –burada peynirler dikkatimi dağıttı– sonra da yangın kapısından dışarı çıktı. Kendimizi sokakta bulacağımızı sanmıştım. On iki kat yukarıda olduğumuzu unutmuşum. Hastane çatısında, kulübe gibi bir şeyin kapısında duruyorduk.
Metrelerce aşağıda şehir devasa bir Noel ağacı gibi parıldıyordu. Oğlan, korkutucu lego duruşuyla çatının kenarına kadar ilerledi. Bir adım daha atsa… CORT! Onlarca metre aşağıdaki kaldırımda reçel yığını olacaktı. Seslenmeyi düşündüm, ama ya uyanırsa ve korkup düşerse ne olacaktı? Adı Tommy-Lee Komissky’ydi bu arada. Ama herkes ona “Gaddar Komissky” derdi. Benim adım ise Rory Rooney. Okulda aynı sınıftaydık. O en iri yarı ve en acımasız olanımızdı; bense en ufak tefek ve en zayıf. Sana sandviçlerimi ezdiği, çantamı otobüsün arkasından fırlattığı hatta bir keresinde beni bile otobüsten attığı anları anlatabilirim. Ama o anda bunu düşünmüyordum. O anda şunu düşünüyordum: İşte bu. Bu benim kahraman olma şansım. Yüzde yüz. Tek yapmam gereken, onun hayatını kurtarmaktı. Bir adım daha atmadığı sürece gayet kolay olacaktı.
O sırada bir şimşek çaktı.
Tommy irkildi.
Gözlerimi kırpıştırdım.
Bir gök gürültüsü duyuldu.
Tommy bir adım daha attı.
Ve sonra Gaddar Komissky, çatıdan aşağı düştü.
Sonra Bir Baktım…
Çatıdan düşüyordu. Bense çatının uzak tarafındaki kapının eşiğinde duruyordum. Ona yardım etmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Fakat sonra birden… Kendimi onun yanında buluverdim. Yerde. Bir dizi tekerlekli çöp kovası ile bir çöp konteyneri arasında. Onu kurtarmıştım. On iki kat üstümüzdeki çatıya baktım. Oradan buraya nasıl gelmiştik? Nasıl? Eh, işin aslı… ben muhteşemim. Ve bu da benim muhteşem hâle gelişimin hikâyesi. On iki katlı bir binanın tepesinden düşmüştük. Ama kaldırıma cort! diye yapışıp reçele dönmedik. Kaldırımı delip geçmedik. Sekmedik de. Hatta tek bir yerimiz dahi çizilmedi. Düşüşümüz hiçbir yerimize zarar vermemiş olsa da Gaddar’ı uyandırmıştı.
Etrafına baktı, gerindi ve “Neler oluyor? Neredeyiz? Beni çöp kovasına atmaya mı çalışıyorsun!?” diye gürledi. (Alışılmadık bir soru gibi görünebilir bu ama biz okuldayken, Gaddar Komissky bir keresinde beni çöp kovasına atmıştı. İntikam almaya çalıştığımı düşünmüş olmalı.) Yanından sıvışıp kaçmayayım diye beni köşeye sıkıştırdı. Fakat korkmadım. O gece, onunla tanıştığımdan beri ilk kez, Gaddar Komissky’den korkmuyordum. O gece hiçbir şeyden korkmuyordum.
“Burada ne yapıyoruz? Buraya nasıl geldik?” Binanın tepesine baktım; başımın o kadar üzerinde, o kadar yüksekteydi ki zar zor görebiliyordum. “Atladık,” dedim. “Yukarıdan.” O da yukarı baktı. “Benimle dalga mı geçiyorsun Rory Rooney?” dedi, bana savurmak üzere yumruğunu geri çekerek.
“Hayır.”
“Atlamış olamayız. Ölürdük.”
“Ama atladık. Ve ölmedik. Ayrıca,” dedim, “açıklanamayan
tek şey atlama kısmı değil. Koğuştan çıkarken kapıyı uykunda
açtın. Ben de çatıdayken, azıcık… ışınlandım. Bunların anlamı
ne? Bir düşün.”
Gaddar Komissky, öfkeli bir yabanarısı yutmuş gibi görünüyordu.
Kusuvermesinden endişelendim. “Neyin var? Ne oldu? İyi
misin?”
“Düşünüyorum.”
“Ha, tamam.”
“Hayır. Tamam değil. Aklım almıyor.” “Pekâlâ Tommy-Lee, dinle.” (Bu arada, ona ilk kez gerçek adıyla sesleniyordum.) “Hasta olduğumuzu düşündükleri için bizi Woolpit Kraliyet Eğitim Hastanesindeki tecrit koğuşuna koydular. Ama ya hasta değilsek? Ya biz… süper kahramansak?”
Nasıl Muhteşem Olduk?
Hiç kimse süper olarak doğmaz. (Süpermen hariç tabii.) Hulk, kendi yaptığı Gama Bombası patlayana kadar, sessiz sakin bir biliminsanı olan Bruce Banner’dı. Örümcek Adam ise radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılıncaya dek, kırk beş kiloluk cılız Peter Parker’dı. Bataklık Canavarı, botanikçiydi. Çölleri verimli hâle getirmenin yolunu bulmaya çalışıyordu ama öldü ve ruhu bir çalılığa takılıp kaldı. Onlar kahraman olmayı seçmedi. Kahraman olmak istemiyorlardı bile. Başlarına tuhaf şeyler geldi ve sonra muhteşem oluverdiler. Muhteşemliklerini geçirmek için hastaneye gidebilirlerdi… ama hayır. Onu iyilik adına kullanmayı seçtiler. Onları kahraman yapan da buydu. Bizim için de tam olarak böyle oldu. Hastanenin çatısına baktığımda, başımıza gelen tüm tuhaf şeylerin bir kuyrukluyıldızın kuyruğu gibi peşimizden geldiğini gördüm.
Hayatım bir Örümcek Adam çizgi romanının sayfaları gibi yanımdan geçip gidiyordu! Ki ben çizgi roman sevmem bile. (Babam sever ama ben sevmem.) Bu çizgi romanın kapağında Tommy-Lee ile benim bir resmimiz var ve altında, “Nasıl Muhteşem Olduk? Hadi, okumaya devam edin!” yazıyor.
Katil Kediciklerin Saldırısı
Kamu Sağlığı Uyarısı:
Genellikle “kedi gribi” olarak bilinen Kedi Kökenli Solunum
Yolu Enfeksiyonu’na, ev kedileri tarafından yayılan bir virüs
neden olur. Virüs, sağlığı ciddi şekilde tehdit etmese de son
derece bulaşıcıdır. Kedilerle temasınızı minimumda tutarak
enfeksiyondan kaçınabilirsiniz. Kediniz varsa lütfen
salgın geçene kadar evde tutun. Teşekkürler.
Haberler dışında kimse buna kedi gribi demiyordu. Halk bu hastalığa “Katil Kedicikler” adını takmıştı. Özellikle de annem. Kedimiz yoktu ama evimizde kedi kapısı vardı; bizden önce oturanlar tarafından takılmıştı. Annem kedi kapısını açılmayacağı şekilde çiviledi ve arka bahçenin her yerine de kedi uzaklaştırıcı talaş topakları yaydı. “Korkma aşkım,” dedi babam. “Başka kimse korkmuyor zaten.” Annem, “Başka kimsenin korkmaması olayların korkunç olmadığı anlamına gelmez,” dedi. Bu konuda kesinlikle haklıydı. Handsworth Lisesine başladığımız gün de başka kimse korkmuyordu. Oysa ben korkuyordum ve korkmakta yüzde yüz haklıydım, çünkü daha o ilk sabah, Gaddar Komissky çantamı sırtımdan çekip almış, içini karıştırmış, sandviçlerimi çıkarmış ve gözümün önünde midesine indirmişti. Bonnie Crewe, yani Dünyanın En Uzun Atkuyruğuna Sahip Kızı, “Neden kendi cüssene uygun birine sataşmıyorsun?” demişti ona. Gaddar, ağzı öğle yemeğimle dolu, “Benim cüssemde kimse yok çünkü,” diye homurdanmıştı. “Hem, varsa bile neden bu riski alayım? Böcek gibi ezebileceğimi bildiğim birine sataşmak benim için çok daha güvenli.” Bonnie, “Çok mantıklı,” diye yanıtlamış ve atkuyruğunu iki yana savurarak yanımızdan uzaklaşmıştı.
Babam, virüsün pek ciddi olmadığını açıkladı anneme; grip benzeri belirtilere ve hâlsizliğe neden oluyordu. Ayrıca, kediniz varsa bile hastalığa yakalanma olasılığınız sadece yüzde ondu. “Hastalığa yakalanma olasılığının yüzde on olması,” dedi annem, “insanların yüzde onunun hasta olacağı anlamına gelir.”
“Hayır, gelmez.”
“Evet, gelir.”
“Gelmez.”
“Gelir.”
“Gelmez.”
“Gelir. Ve insanların yüzde onu hastalığa yakalanırsa, insanların yüzde onu çalışamayacak demektir. Ya bu insanlar fırınlara un, mandıralarda süt dağıtan kişilerse? Ya yiyecekleri süpermarkete götüren kişilerse? Ya sabahları marketleri açanlarsa? O zaman ne olur sizce? Piyasada herkese yetecek kadar yiyecek olmaz. İnsanlar da yiyecek için ayaklanır. İşe gidemeyecek kadar hasta olan insanların bir kısmı polis çıkarsa peki? Bu durumda isyancıların ayaklanmasını bastıracak polis olmaz. Sonra? Kedicikler yüzünden kamu düzeni tamamen bozulur gider.” “Bence bunun olma olasılığı yüzde 0,001,” dedi babam. “Endişelenecek bir şey yok. Varsa bile sadece yüzde 0,001.” Annem yaklaşık bir milyon kutu konserve ve on ton makarna aldı. Üstelik, insanlar onu görüp de aynısını yaparlar ve bu da panik dolu bir satın alma dalgasını tetikleyebilir diye, bunları büyük bir marketten tek seferde de almadı. Ayrıca elektrikler kesilir diye kendi gaz tüpü olan bir kamp ocağı, bir dolu kibrit ve mum aldı. Yetmedi, sular kesilir diye bize küveti soğuk suyla doldurttu. “İşte şimdi korkmuyorum,” dedi. “Artık hazırım.” Babam anneme, Korkmayı Bırak, Hazır Olmaya Bak adlı bir kitap almıştı. İsmin altında, “Ne yapacağınızı bilirseniz, tehlikeli durumlar tehlikeli olmaktan çıkar” yazıyordu. Kitapta şu konulara yer veriliyordu:
– Eşekarısı sokmalarında ne yapılır?
– Kibritsiz ateş nasıl yakılır?
– Tavşan nasıl yakalanır, hazırlanır ve pişirilir?
– Burun kanaması nasıl durdurulur?
– Toplumda kanun ve düzen tamamen çökerse ne yapılır?
Bir de…
– Zorbalarla nasıl başa çıkılır?
…