Meraklı çocukların bir solukta okuyacağı, her satırında gizem ve macera yüklü bir roman.
“Süper Gazete”nin bugünkü manşeti gençleri büyük bir sevince boğdu: Aytül Akal’ın yüz binlerce okura ulaşmayı başaran efsane kitabı Süper Gazeteciler, Tudem Modern Klasikler koleksiyonundaki yerini alıyor…
Son yirmi yılın en çok okunan gençlik romanlarından biri olan Süper Gazeteciler, yedinci sınıfa giden dört arkadaşın kendi çabalarıyla hazırlayıp dağıttıkları “Süper Gazete” üzerine çalışırken karşılaştıkları olaylar üzerine kurulu heyecan dolu bir serüvene açılıyor.
Dört kitaplık bir serinin ilk halkası olan Süper Gazeteciler’in birinci macerasında, Evren ve Yener, hazırladıkları “Süper Gazete”ye renk katmak için dikkat çekici bir röportaj konusu aramaya girişiyor. Bu arada, gazetede çalışmak için ısrarda bulunan Elif ve Selin’i atlatabilmek için türlü numaralara başvuruyor. Bir süre sonra karmaşık bir bulmacaya karışan gençler sıra dışı bir kaçırılma olayının peşine düşüyor.
Serüvene balıklama dalan Süper Gazeteciler, yaşanan gizemi açığa çıkarmadan rahat bir nefes alacağa benzemiyor.
“Didaktik olmaktan fersah fersah uzak duran çağdaş çocuk edebiyatının üretken kalemi Akal, asla parmak sallamadan ve mutlaka mizahın gücünden faydalanarak çocuk ruhuna sesleniyor.”
İyi Kitap
Süper
Gazete
Hazırlanıyor
Evren sabırsızlıkla, “Bitti mi?” diye sordu arkadaşına. “Ağır ol bakalım. Acelen ne?” diye yanıtladı Yener. “Kim, ben mi acele ediyorum? Bir saattir ekran karşısında oyalanan sensin!” “Çok istiyorsan gel sen yap.” Evren hemen itiraz etti: “Yoo, dün gece bütün yazıları bilgisayara ben çektim. Üstelik evdekiler çoktan yattım sanmışlardı, hâlâ ayakta olduğumu anlamasınlar diye kör karanlıkta yazdım.” “Kör karanlıkta mı? Amma abarttın! Ekranın ışığı da mı yoktu?” “Canım, karanlık dediysem oda karanlıktı yani. Gizli gizli yazdım.” Yener gülümsedi. “İlk sayının yazılarını bilgisayara geçirirken seninkilere nasıl da yakalanmıştın hatırlıyor musun?
“Evet, ne yaparsın acemilik! Işığın kapımın altından dışarıya sızacağını ne bileyim. Onlar beni çoktan uyudum sanmışlar, ışığı görünce de merak etmişler.” “Hani bir daha ışık sızmasın diye kapının altına sünger yapıştırmıştın?” “Evet, ama sonra çıkartmak zorunda kaldım.” “Neden o?” Evren yüzünü buruşturdu: “Annem, beni kapıma bant yapıştırırken görünce yanlış anladı. Bir sevindi, bir sevindi ki anlatamam. ‘Bir gün değişeceğini biliyordum, canım oğlum. Bundan böyle her gün odanı toplamaya başlarsın herhalde,’ diyerek beni yakaladı, şapur şupur öpmeye başladı.” Yener arkadaşını teselli etti: “Aldırma, onlar şapur şupur öpmek için fırsat kollarlar zaten.” “Bu kadarla da kalsa iyi. İçerden babama telefon edip benim duymayacağımı düşündüğü fısıltılı bir ses tonuyla müjdeler verdi,” diye anlatmayı sürdürdü Evren. Sözün burasında Evren sesini incelterek annesinin konuşmasını taklit etti: “‘Hayırlar olsun şekerim.
Oğlumuz artık odasına ve eşyalarına dikkat etmeye başladı.’ Annemi bizim gazeteye alsak,inan harika bir pazarlamacı olur, gazeteyi bir anda bütün ülkeye duyururdu. Neyse ki babam uyanık adamdır. Düzen meraklısı olmadığımı iyi bilir; zaten benim bu halimin hep kendi çocukluğunu anımsattığını söyler durur. O gün de annemi yatıştırmak için, benim yaşımdakilerin henüz oda toplamaya başlamayacakları gibi bir şeyler söylemiş olmalı ki annem, ‘Yok yok, ben geçen gün de bir değişiklik fark ettim. Oğlumuzun sesi kalınlaşıyor,’ diye yanıtladı babamı.” Bu kez Yener sesini kalınlaştırıp büyüklerin ses tonunu taklit ederek arkadaşını kızdırmaya çalıştı: “Nee! Yoksa telefon konuşmalarını mı dinliyorsun? Çok ayıp!” Evren hemen savunmaya geçti: “Aslında dinlemek amacında değildim, yalnızca süngerden ayırdığım kâğıt bandı çöp kutusuna atmak için odamdan çıkmış banyoya doğru yürüyordum, ama bizim evi bilirsin. Ses, salondan üst kattaki yatak odalarına öyle bir yankılanır ki, hani Devlet Operası gelip bizim evde oyun sahnelese ses düzenine, mikrofona falan gerek duymazlar. İşte ben de banyoya giderken annemin sözlerini duyunca, ayaklarım sizlere ömür.”
“Nasıl yani?” “Nasıl olsun işte, ben banyoya doğru yürümeye çalışıyordum ama ayaklarım parkeye yapıştı kaldı, bir türlü kıpırdatamadım. E tabii haliyle, annemin konuşmalarını dinlemek zorunda kaldım.” Yener’in her zamanki şakacılığı tuttu: “Belki annen haklıdır. Bir ‘aaa’ sesi ver bakayım, sesin kalınlaşmış mı?” “Sen de annemleşme! Gölge gibi peşimde zaten. Yok buluğ çağına giriyormuşum, yok girmişim, yok çıkmışım. Yeter canım! Ben ona böyle yapıyor muyum, ‘Bak anneciğim bir tel beyaz saç daha… Bak anneciğim birkaç kırışık daha… Sen yaşlanma çağına giriyorsun…’ diye sürekli peşinde dolanıp moralini bozuyor muyum?” “Sen yine şükret. Bizim sınıftaki Hasan var ya, annesi sivilce tedavisi için çocuğu doktora götürmüş!” “Off, bizimle ilgileneceklerine kendilerine baksalar ya. Alt tarafı kapının altına bir sünger yapıştırdım, günün olayı oldu.” “Peki, sonunda annen süngeri neden koyduğunu anladı mı?” “Yok canım! Kapıdan giren havayı engellemeye çalıştığımı sandı. Babamla konuşurken sesini duymalıydın. ‘Ah şekerim sen ne dersen de, büyüdü bu oğlan, artık sorumluluk almaya başladı. Daha geçen gün evin içi serin oluyor, kapı aralarından soğuk giriyor diye konuşuyorduk ya, bak, gidip harçlığıyla kapısına sünger bant almış!’ Hani duyan da oğlunun Nobel Barış Ödülü’nü falan aldığını sanır; öyle övünüp duruyor.”
“Bırak övünsün, sana zararı ne?” “İzlenmekten nefret ediyorum. Hadi sen de konuşup duracağına bitir artık şunu. Eve gidip ders çalışmam gerek.” “Aaa, şuna bak. Sanki benim dersim yoktu. Şu işi bitirir bitirmez ben de tarih çalışacağım. Üstelik ben ağzımı bile açmadım, deminden beri konuşan sensin.” “Yok ya? Ben kendi kendime mi konuşuyordum burada?” “Ben seni dinlerken de çalışıyorum, bak, iki sayfayı yerleştirdim bile.” “Göster bakayım…” Yener bilgisayar ekranını arkadaşının görebileceği yöne çevirdi. İkisi birden ekrana eğildi; sonuca beğeni ve gururla baktılar. Konuları birlikte seçmişler, haberleri birlikte toplamışlardı. Daha sonra Evren yazıları düzeltip bilgisayara geçirmişti. Ve işte şimdi de gazetenin iki sayfası ekranda hazırdı. Evren ve Yener aynı mahallede oturan iki arkadaştılar. Evren’in anne ve babası o henüz doğmadan önce, şimdi oturdukları evin arsasını satın almış, mimar bir arkadaşlarının yardımıyla birkaç yıl içinde tam istedikleri gibi iki katlı bir ev yaptırmışlardı. Evren ev bitmek üzereyken doğmuştu.
Bu yüzden, evin kapısına büyük harflerle Evren yazdırmışlardı. Yener’le annesi ise mahalleye dört yıl önce gelmişlerdi. Kiralık uygun bir ev arayan Seher Hanım, giriş katındaki boş daireyi görür görmez beğenmişti. Evin yan duvarı, henüz kıyıma uğramamış ağaçlıklı bir bahçeyle bitişikti. Bahçede, ağaçların sık dalları arasından güçlükle görülebilen küçük bir ev vardı. Kiralık evin salon balkonunun bir yanı bahçeye, öbür yanı öndeki sokağa açılıyordu. Mutfak ve arka oda da bahçeye bakıyordu. Seher Hanım, eşiyle başından geçen boşanma davasının yüreğinde bıraktığı yıpratıcı izleri, bu bahçeyi seyrederek ve ağaçlara yuva yapmış kuşların sesini dinleyerek daha kolay silebileceğini düşünmüş olmalıydı. Yener, anne ve babasının ayrılacağını öğrendiğinde kendini çok mutsuz hissetmişti.
Gerçi işi nedeniyle eve ayda ancak bir hafta uğradığından, babasıyla çok az görüşürlerdi. Eve geldiğinin ilk birkaç günü, evde bayram havası eser, sonraki günlerde ise olağan tartışmalar başlardı. Gerilimli hava, babası tekrar işine dönene kadar sürerdi. Yener o zamanlar henüz dokuz yaşındaydı. Yener hayatında büyük bir değişikliğin olmayacağını, yine annesiyle birlikte yaşamaya devam edeceğini öğrendiğinde rahatladı. İleride ne olacağını, nerede yaşayacağını, kiminle kalacağını öğrendiğine göre artık sorun kalmamıştı; korkuları boşunaydı. Onun için asıl önemli olanın boşanma değil, ne olacağı korkusu olduğunu sonunda kendi de fark etmişti. Yaşam nasıl olsa her gün olduğu gibi sürüp gidecekti, endişelenmeye gerek yoktu. Oturdukları evi satacaklar, kiralık bir eve geçeceklerdi.
“Bütün değişiklik bu kadar,” demişti annesi. Ama o kadarla kalmadı tabii. Evle birlikte Yener’in arkadaşları ve okulu da değişti. Annesiyle birlikte şimdi oturdukları evi boşken görmeye geldikleri günü hep hatırlardı Yener. Annesi mutfak dolaplarının kapaklarını kontrol edip, çekmeceleri bin kez açıp kaparken, Yener de salonun sokağa bakan camından, yolun karşısındaki iki katlı evi hayran hayran seyretmişti. Evin üst katındaki pencerenin perdesi kımıldayıp duruyordu sanki. Gözünü perdeye dikip dikkatle bakmıştı. Evet, orada mutlaka biri vardı ve gizli gizli onu izliyordu. Yener, pencereden geriye doğru çekilerek kendini gizlemişti. Böylece, karşı evin penceresinden kendine bakan esrarengiz kişiyi görebilecekti. Az sonra perdeler oynamış; bir baş, yavaş yavaş yukarıya doğru kımıldamıştı. Beyaz, bembeyaz bir yüzdü bu. Yüzün ürkütücü ifadesi Yener’i korkudan ürpertmişti. Gözleri iskelet gözü gibiydi; çukur ve karanlık…
Daha iyi görebilmek için pencereye yaklaşmıştı. Beyaz baş, bazen sağa sola sallanıyor, bazen hızla aşağıya inip tekrar yukarıya doğru hareket ediyordu. Esrarengiz kişi, Yener’in kendini gördüğünden iyice emin olunca, kolunu açık camdan uzatmıştı. Sanki Yener’e bir şeyler anlatmak istiyordu. Gel diye mi işaret ediyordu, yoksa bu mahalleden cehennem ol git, başına kötü şeyler gelecek mi diyordu, Yener bu işaretin anlamını çözememişti. Soğuk bir ürperti tüm bedenini dolaşmıştı. Annesi hâlâ mutfaktaydı. Açılıp kapanan dolap kapaklarının sesinden bunu anlayabiliyordu. Cesaretle ve inatla pencerenin önünde durmuştu. Oradan ayrılmaya niyeti yoktu. Nasıl olsa annesi içerdeydi; birazdan bu evden çıkıp gidecekler, bir daha da bu mahalleye adımlarını atmayacaklardı. İşte tam bu sırada, inanılmaz bir şey olmuştu. Garip canlının camdan çıkarıp uzaktan uzağa Yener’e doğru uzattığı kolu birden kopmuş, hızla aşağıya, evin bahçesine düşmüştü.
…