Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı


supermenturkolsaydipelerininiannesibaglardi“Bu kitabı kişisel gelişmeyin diye yazdım, toplumsal gelişin. Etrafa da gram katkınız olsun.”
Ahmet Şerif İzgören

Diğer kitaplarından farklı olarak, yazar bu kitabında girişimcilik, iş kalitesi, dürüstlük, yurt sevgisi ve hoşgörü değerlerini vurgulayarak okuru toplumsal gelişime davet ediyor.
Ahmet Şerif İzgören kapattığımız gözlerimizi açmamızı ve gerçekleri görmemizi sağlayarak, “Nasıl adam olunur?”, “Ülkeye nasıl daha faydalı olunur?” gibi sorulara yaşanmış hikâyelerle cevap veriyor.

“Noel Baba yalan
Mustafa Amca ise gerçek
Geyikler yerine eşeği var.
Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da”

Okurken pelerininizi kendiniz bağlayabildiğiniz sürece gerçek bir süpermen olabileceğinizi göreceksiniz. Ayaklarınızın yere bastığından emin olun. Gerçekten uçabilirsiniz.

***

GİRİŞİMCİLİK

Yıl 1943, genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?

– Alıyorum.

– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da” zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlıklarına göre toplam 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare[1] Sandığı” yazar.

Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece pazartesi ve cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır.

Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir.

Düşünün Noel Baba gibi.Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek.

Geyikler yerine eşeği var.

Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

– Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği ile köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım” der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.Tüm Kapadokya çok üzülür, kendi adının verildiği sokakta küçük bir müze yaparlar Mustafa Güzelgöz ve eşeğini hatırlatmak için.
Girişimcilik ne biliyor musun?

Bulunduğun yere yenilik katmalısın.

Mutlaka adım atmalısın.

Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.

İnsan var, dokunduğu yere değer katar;

İnsan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin müzesi var.

Sözün özü, bunlar gibi devlet adamı olacağına, böyle eşek ol, daha iyi.

Geçenlerde bir gazete haberi vardı: Altı polis müdürü, müdürlükten alınıp bir karakola sürülmüşler. “Bir odada altı müdür, yazık değil mi?” falan yazıyordu. Adamlarla konuşmuşlar, “Hakkımız yendi, aylardır buraya geliyoruz, bir şey yapmadan oturmak zorunda kalıyoruz” diyorlar. Böyle on binlerce devlet memuru var şu anda. Aybaşında maaşlarını çekiyorlar, ne mesaiye gidiyorlar, ne bir iş yapıyorlar.

Oysa o karakolun yanındaki mahallede eğitime ihtiyacı olan çocuklar vardır. Bir yan mahallede kömür bulamayan fakir, caddede yiyeceği ekmek için yardım bekleyen teyze vardır. Hiçbir halt yiyemiyorsan, yediğin meyvenin kül tablasına tükürdüğün çekirdeğini gidip toprağa diker, sularsın. Ülke bir ağaç kazanır. Bizim Mustafa Amca’yı sürselerdi o karakola, tüm civarı cennet yapardı. Bunlarsa şikâyet ederler, “Bizim hakkımızı yiyorlar” diye.

Ben size başka bir polisi, Emniyet Müdür Yardımcısı Akif Aktuğ’u anlatayım. Bulunduğu bölge Antalya’nın Güneydoğu’dan en çok göç alan bölgesi. Hemen yakınlarında bir okul var, küçücük ilköğretim çocukları ikinci, üçüncü sınıftan itibaren törenlerde İstiklal Marşı’nı söylemiyorlar, çünkü PKK varoşlarda bu çocuklara propaganda yaptırıyor. Karakolun yanından geçen minnacık çocukları çay içmeye davet ediyorlar, çocuklar “Sorguya mı alacaksınız?” diye soruyorlar. O yaştaki bir çocuğun “sorgu”nun ne olduğunu bilmesine imkân yok, belli ki eğitimden geçiyorlar. Okulda öğretmenler disiplinsizlikten ders yapamıyorlar. Nevruzda ufacık çocuklar arkalarında korkak teröristlerle karakolu taşlıyorlar. Çocuklara adam başı üç lira, dört lira harçlık veriyorlar, taş atsınlar diye.

Akif “Ne yapabilirim?” diye düşünüyor.

Bir gün çocukları eve gelince bakıyor ki ellerinde bazı kartlar var.

– Bunlar ne oğlum?

– Baba bunları biriktirince bize bedava menü veriyorlar.

– Ne menüsü?

– Dört kartın varsa bedava hamburger, içecek, vs.

Akif’in beyninde bir kıvılcım çakıyor. Mesai arkadaşlarıyla, müdürleriyle, as adamlarıyla konuşuyor ve bir proje başlatıyor: Polikart.

Polislere de eğitim veriliyor ve Antalya’da proje başlıyor. Mat- baalarda on binlerce kart basılıyor. Çocukların her iyi davranışı için ayrı bir kart. Bir çocuk kırmızı ışıkta mı bekliyor, bir polis memuru gelip bir polikart veriyor. Çocuk birine mi yardım etti, hemen bir polikart. Okuldaki öğretmenler dersi iyi dinleyen, ödev yapan çocuklara polikart veriyorlar.

Yavaş yavaş okulun havası değişmeye başlıyor.

On kart biriktirene bir polikart anahtarlığı, yirmi biriktirene bileklik, otuza tişört.

Kampanya çocukların çok hoşuna gidiyor.

Karakola Türk bayrağı resmi getirip “Ben çizdim polis amca” deyip polikart alan çocuklar var. Eskiden korkutuldukları karakolda polis amcalarıyla çay içmeye başlıyorlar. Öğretmenler çok memnun, ceza vermeden, bağırmadan şahane ders yapmaya başlıyorlar. Çocuklar da iyi davranışlar göstermeye alışıyorlar. İstiklal Marşı gümbür gümbür söyleniyor.
Nevruz yaklaşırken, birkaç tanesi Akif Amcalarının odasına çay içmeye geliyor.

Akif soruyor:
– Çocuklar, Nevruz’da yine taş atacak mısınız karakola?

Bir sessizlik.

– Akif Amca sen arkada dursan olmaz mı?

Akif kah kah gülüyor.

Sizin anlayacağınız zorla attırıyorlar o çocuklara o taşları, böyle polisler olduğu sürece önüne geçeriz kötülüğün. “Bizi karakola sürdüler, üç aydır boş oturuyoruz” diyen adamlar sayesinde değil.

Rahat, bir adamın kıçına biraz batmalı arkadaş.

Aldığın maaşın hakkını vermelisin.

Anadolu’nun bir köyüne ilk meyve ağacı 1960’larda dikilmiş, köy yüzlerce yıllık ama kimse uğraşıp didinip de bir meyve ağacı dikmemiş.

Köyün adı Sivrialan, Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı.

Ağacı dikense Âşık Veysel!

Binlerce adam yaşamış, göçmüş o köyden.

İlk meyve ağacını dikenin gözleri görmüyor.

Sizce kimin gözleri görmüyor?

Eğer bulunduğunuz ülkeye, iş yerine, etrafınızdaki insanlara gram katkınız olmuyorsa “Acaba benim gözler görüyor mu?” diye sorun kendinize.

O yüzden hepimiz gurur duyuyoruz Hayrettin Karaca’yla, milyonlarca palamut ağacı dikti ülkeye. (Doğrusu meşe ağacıdır ama onu palamut ağacı sanan canım gibi sevdiğim bir kankam vardı, başka varsa diye yazıyorum.)

Ülkenin en iyi kazak fabrikasının sahibiydi, yıllardır yırtık pırtık aynı kazağı giyer, aklı ülkesine dikeceği yeni bir ağaçtadır.

Ben size Hayrettin Karaca olun, demiyorum.

Ondan bir tane var.

Ama TEMA gönüllüsü olabilirsiniz, LÖSEV’e, Kızılay’a, TUP’a destek verebilirsiniz.

Dokunduğunuz her yere değer katabilirsiniz.

Ve 116 milyar insanın başına geldiği gibi bu dünyadan göçüp giderken en azından, gökyüzünden şöyle bir aşağıya bakıp “Benim de bir katkım oldu, Allah’a şükür” diyebilirsiniz.

Yoksa çok mahzun gidersiniz.

Mustafa Güzelgöz Amca’nın eşeği kadar bile değeriniz olmaz.

Cidden.

Adım atın, küçücük de olsa bir adım.

Etrafınıza bir faydanız olsun.

Spartalı anneler kahraman kadın savaşçılardır ve eski Yunan’da çocuklarına ilk askerlik eğitimlerini onlar verir.

“Kılıcım kısa” diye yakınıp duran çocuğuna, Spartalı anne, “İleri bir adım atmayı neden denemiyorsun?” der.

Ben ilk girişimcilik dersimi anneanne-babaanne ikilisinden aldım. Al Bano-Romina Power gibilerdi maşallah. Al-Romina ayrıldı, bizimkiler hiç ayrılmadı; nasıl severlerdi birbirlerini… İkisinin boylarını toplasan 2,5 metre etmezdi.

İlk sürtüşmeleri benim yüzümden olmuştur.

Nasıl mı?

Hikâyeye bakın şimdi, süper.

Yaz tatili, 6-7 yaşlarındayım. 1972 diyelim, o zamanlar Türkiye müthiş gelişmiş. Nereden biliyorum? Tatil köyü diye bir şey yok, ama tatil kasabası var: Demirci.

Benim hem anne, hem baba tarafım Demircili. Yaz tatillerinde bizi Demirci’ye götürüyorlar; açık büfe, her türlü içecek dâhil, “all inclusive”! Akrabalarda her tür animasyon gani, süper güler yüz, 0-80 yaş çocuk ücretsiz. Ne ararsan var.

Bir iki hafta geçti, anneannem:

– Şerif, hayatta en çok ne istiyorsun?

– Bisiklet, dedim. Belki alır diye de içimden geçirdim.

– Kolay o.

– Nasıl anneanne?

– Ben sana bir dua öğreteceğim, Fatiha.

– ?

– Onu oku, Allah’a ne istiyorsan söyle, senin iş olur.

Ben sadece yutkunabildim. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Düşünsenize şişedeki cini ümüğünden ele geçirmişsiniz, sadece bisiklet değil ne istesen verir artık.

Salona girdim, mutfağın hemen solundaki odanın soluk yeşil boyalı penceresinin altındaki sedir var ya, oraya oturduk. (“Niye odayı tarif etti, bilmiyoruz ki zaten evi” diyorsunuz ya, ben de size anlatmıyorum zaten, teyzemlere anlatıyorum, Allah Allah) Anneannem söyledi, ben konsantre meyve suyu gibi dikkatle tekrarladım. Öğrendim.

– Oku bakalım, iste isteyeceğini.

– Arada duvar olmasın anneanne, deyip fırladım odadan.

Hemen solumdaki mutfakta bulunan tel dolaptaki vişne reçelinin önünde mola bile vermeden geçtim, zorlanarak açtım balkonu, demir parmaklıklara dayandım, koruklara sarkmadan (buraları hep teyzemgile anlatıyorum kardeşim, sıkıldıysan bana ne) kaldırdım küçük yumuk ellerimi yukarı, diktim gözlerimi gökyüzüne:

– Allah’ım, bu vitesli Belde Pololar var ya, onlardan lazım bir tane, bal rengi, dedim ve çaktım Fatiha’yı. Akşam babamı bekliyorum, geldi.

– Baba bana bir şey aldın mı?

– Yoo…

– Hiç mi bir şey almadın?

– Yoo…

– Allah Allah!

Hızla mutfağa bir koşu.

– Anneanne bisiklet falan yok.

– Kaç Fatiha okudun sen?

– Bir.

– Bir taneyle olur mu hiç? Yatarken yedi tane oku!

Bu sefer daha gergin bir diyalog oldu: “Allah’ım o bisiklet işi vardı ya, hani göndermedin altı Fatiha için. Belde Polo olacak, vitesli, bal rengi…”

Ben yatarken yedi+bir okudum risk falan olmasın diye, yine bisiklet yok. Ben anneannemin ekstra gazlarıyla yine okuyorum, birkaç gün sonra babaannem gördü bahçede:

– Ne yapıyorsun havuzun başında?

Ben bu arada, haziran sıcağı, Figani Efendi eriklerinin altında hem serin serin oynuyorum hem dua okuyorum.

– Dua ediyorum babaanne.

– Ne duası?

– Fatiha okuyorum, Allah bisiklet verecek de…

– Kim öğretti sana bunu?

– Anneannem.

Babaannem merdivenden alt bahçeye doğru yürürken: “Töv- be tövbe ‘el ham’ okumaya Allah bisiklet mi verirmiş? Batıl inanca bak” dedi ve o küçücük gövdesini yuvarlaya yuvarlaya kayboldu.

Ben son anda hinnap ağacının dalları arasından küçük, siyah bir dumancığın kaybolduğunu gördüm. Yani sizin Lost seyrederken yaşadığınız sahneyi ben 1972’de yaşamışım arkadaş. Ben seyretmedim Lost diyen varsa, teyzemler de seyretmedi, diyorum. Ben şaşkınlıkla o küçük, badem gözlü, siyah oğlağın peşinden koştum. Büyük papaz eriğinin altında buldum keçiciği.

– Babaanne vermez mi?
– Oğlum inandın mı anneannene! Fatiha okumayla Allah bisiklet mi verir hiç?

– Nasıl verir babaanne?

– Üç Guluvallahi, bir Elham!

– Babaanne bu Guluvallahi dediğin ne?

– Kolay o, ben sana öğretirim.

Oturduk hinnap ağacının dibine, yanı başımızda Şerif Dedemin diktiği kocaman papaz eriği. Belki papaz eriğine ayıp oldu, ama ben duayı hemen öğrendim. Fakat sonuç değişmedi. Oku, oku bisiklet yok.

Birkaç gün sonra anneannem saçımı sıvazladı, yüzünde koca bir gülümseme.

– Vermiyor değil mi?

– Vermiyor anneanne.

– Şükret Allah’a vermiyor, bir verse ne yapardın.

– Niye anneanne?

Çünkü o dönem benim gözümde Allah, Zorro gibi. En umulmadık anda çıkar, fakir fukaraya yardımcı olur, garibanın elinden tutar. Zagor da öyle ama onun yüzü belli. Zorro’da maske var. Kim olduğu da net değil. Benim biraz tadım kaçtı.

Anneannem dizine oturttu beni, uzun uzun anlattı, emekten, çabadan bahsetti. Ben aklımda bisiklet olduğu için pek bir şey anlamadım.

Yıllar yılları kovaladı, bana çaktırmadan işbirliği yapıp duaları öğreten anneanne ve babaanneyi kaybettik.

Ben büyüdüm, bir gün bir kitapta Henry Ford’un oğlunun bıraktığı intihar mektubunu gördüm: “Baba hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok. Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum…”

Gözümden şıpır şıpır yaşlar geldi. Anneanneyi o gün anladım. Sonra adım adım fark ettim ki Zorro da neymiş, asıl kahramanlar anneanne ve babaanneymiş. Allah söylemek istediklerini bu tontonlar aracılığıyla söylemiş bana.

İyi ki hayal ettiklerinize bedavadan ulaşamıyorsunuz.

Ve eğer öyleyse, iyi ki sahip olduğunuz her şeyde kendi emeğiniz var. Şu milli piyangodan büyük ikramiye kazananların yaşadıklarını, en geç on yıl içinde nasıl mahvolduklarını gördünüz mü?

Anadolu’da “Emeksiz yemek olmaz” derler.Bu fotoğrafı bizim İstanbul’daki Uğur Böceğimiz Altınay Çelik çekip gönderdi.

Yer Paris, Louvre Müzesi. İlköğretim öğrencileri gezmeye gelmemişler, resim dersi yapıyorlar. Nasıl mı?

Arkadaki resim insanlık tarihinin en tanınmış, en iyi resimlerinden biri, Mona Lisa.

Eğitim sistemine bakın.

Alıyorsun ilkokul öğrencilerini ve “Vinci çizmiş ya bu resmi, sen de çizebilirsin” diyorsun.

Bir de bizi düşünün.

Ben bir halt ezberleyemediğim ve o modern matematiği falan anlayamadığım için her girdiğim matematik dersi sonrası “angutsun oğlum sen” diye kendime kızdım.

Oysa iyi bir sporcuydum. Haftada altı saat matematik, bir saat beden eğitimi göreceğime bir saat matematik, altı saat beden eğitimi görseydim, hatta onu da atletizm pistinde, futbol sahasında görseydim, ülkeye faydam daha fazla olurdu.

Jamaika’da öğretmenler bırakın ilkokulları, plajlara gidip çocuklar arasında koşu yarışları düzenliyorlar.

Usain Bolt da öyle çıkıyor zaten.

Bizde nasıl oluyor, şöyle:

Kıbrıs’ta bir arkadaşım var, İbrahim Hekimoğlu. Liseler arası atletizm yarışları düzenleniyor. İbo’nun oğlu Yiğitcan’a “Sen top da oynuyorsun, git yarış” diyorlar. 17 yaşındaki Yiğitcan bir koşuyor, 100 metre gençler KKTC rekoru kırıyor. İnanamıyorlar. Bir koşu, bir daha. Şu anki derecesi Türkiye gençler rekoru.

Ama Yiğitcan koşmaya 17 yaşında başladı, Usain ilkokulda.

Türk eğitim sistemi falan diyorlar ya geçin, sistem mistem yok ortada.

Mesai bitince arkasına bakmadan okuldan kaçan, yazın üç ay okula uğramayan, dışarıdan özel dersten ne kazanırım derdinde bir güruh.

İçimizdeki girişimcilik ruhunu, motivasyonu, hayata bir şeyler katma isteğini, ülke sevgisini kaybetmişiz. “Kasap benden fazla kazanıyor” diye düşünen öğretmenler, “Öğretmenler gününde torba torba altın gidiyor” dedi diye Milli Eğitim Bakanı’na bozulmuşlar. Oysa doğruymuş, veliler rüşvete alıştı ya çeyrek, yarım, tam ne bulurlarsa veriyorlar. Hatta kuyumcular öğretmenler günü için kampanya bile düzenliyorlarmış.

“Hayır, öyle değil işte!” diye bana e-posta atarsanız, onlardansınız demektir. Çünkü böyle olmayanlar “Bu çocuklara ne katarım?” diye koşturup duruyorlar.

Dikkat edin, bütün özel okulların basketbol ve voleybol takımları varken devlet okullarının neredeyse yok. Oysa dışarıdaki potalarda çocukları çalıştırıp, üç beş liraya o çocuklara forma almak zor değil. Ama devlet okulundaki hoca dersten sonra kaçıyor. İlköğretim okulları arasındaki basketbol müsabakalarına Ankara’da birçok okul katılıyor, neredeyse hepsi özel okul. Oysa özel okul sayısı devlet okullarının % 1-2’si. İki-üç yıl önce bir haber vardı, Diyarbakır’ın en sorunlu semtine genç bir imam atandı, mahallede voleybol takımı kurdu, suça alışmış liseli gençlerle Diyarbakır Bölge Şampiyonu oldu diye.

Bugün Güneydoğu’da büyük bir ilde 14.000 öğretmen var, 7.000’i ayrılıkçılık tohumları atıyor. Geriye kalan 7.000’inin 6.500’ü de “Bitse de gitsek” diye durumu idare ediyor. 500 kadar, memur zihniyetine girmemiş, yurdunu seven genç öğretmen de, bu vatanın güzelliğini, hoşgörüsünü, insanının temizliğini anlatıp bu çocukları terör örgütünün tuzağına düşmekten kurtarmaya çalışıyor. “Nereden biliyorsun?” derseniz, valisi anlattı, oradan biliyorum.

O beş yüz gençle sakın övünmeyin çünkü onları sistem yetiştirmedi, sağlam birer anne-babaları vardı, bir de belki koca bir eğitim sisteminin içinde karşılaştıkları iki idealist öğretmen.

Öğretmen dediğin nasıl olur biliyor musun?

Bir ana haber bülteninde görmüştüm. Güneydoğu’nun bir köyünde bir öğretmen, şivesinden belli ki kendisi de Güneydoğulu, güler yüzlü bir genç. Hiç çekinmeden anlatıyor:

“Müfredat, müfredat derken baktım çocuklar sıkılıyor. Ne yapayım da bu çocuklara okulu sevdireyim diye düşündüm. En iyisi gerçek hayata çocuklarımı alıştırmalı, dedim. Bir gün fark ettim ki öğrencilerimin çoğu çilek görmemiş, yememiş. Bursa’daki bir tarım şirketine yazı yazdım, durumu anlattım. Hiç ücret almadan bana birçok çilek fidesi yolladılar. Tabiat Bilgisi dersini sınıfta yapmak yerine çıktık dışarı, okulun bahçesinin dip taraflarını çapalayıp çilek diktik. Sonra gittik her çocuğun evinin bahçesine bir fide çilek diktik, çocuklar da ailesine “çilek nasıl yetiştirilir, nasıl çoğaltılır” diye eğitim verdi. İki yılda köyün her yeri çilek oldu, herkes çileğe doydu. En güzeli, şehrin pazarında satıp gelir elde eden çok aile var. Bana da hep dua ederler.”Böyle olur öğretmen dediğin.

Böyle olur girişimci dediğin.

“Çalışsam da aynı maaş, çalışmasam da” deyip okuldan kaçan adamdan öğretmen olmaz.

Doktor dediğin nasıl olur, biliyor musun?

Üstün adlı bir pediatrik hematolog, çocuk kanseri üzerine çalışıyor. Görüyor ki her sene beş bin çocuk kansere yakalanıyor. Bunların % 87’si de fakir aile çocukları. Bu beş bin çocuğun bin beş yüzü lösemiye tutuluyor.

Bir yandan çocukların tedavisiyle uğraşıyor, ama maddi geliri ve sosyal güvencesi olmadığı için tedavi olamayan çocukları gördükçe çok üzülüyor. Ne yapabilirim diye düşünürken, o kadar işinin arasında bir vakıf kuruyor 1998’de, şu anda 6.000 çocuğun tedavisini sağlayan LÖSEV’i.

Fakir oldukları için ailelerine para yardımı, kardeşlerine okul malzemeleri, evlerine kömür desteği veriyor.

Çocuklar da zorluk çekmeden tedavi oluyorlar.

Niye?

Çocuklar yaşasın diye.

Dr. Üstün Ağabeyleri sadece işine gidip gelebilirdi, öyle yapmadı. On binlerce çocuğun hayatına destek sağladı. Önüne gelen paçoz şarkıcıyı, mankeni götüren evli kokainman zurnacıyı, gençlerin önüne “Alın buna hayran olun” diye koyan sistem, Dr. Üstün Ezer’i bize hiç tanıtmadı, değil mi? Çünkü model olarak onu koysan bu ülke çatır çatır ileri gider.

Doktor olacaksan böyle doktor ol.

Devletin hastanesine gelen hastaları ameliyat etmek için muayenehanene götürerek değil. Ameliyat etmek için zaten devletten maaş aldığın hâlde bir de hastalardan bıçak parası alarak değil. Yazdığın ilaç karşılığı ilaç firmalarından komisyon alarak değil.

Doktor olacaksanız Üstün Ezer gibi doktor olun.İmam nasıl olur biliyor musun?

Beypazarlı genç, beş vakit namaz kıldırmanın dışında, köylüyle iç içe yaşamaya başlar, kendini çok sevdirir. Gitar çalmayı bildiği için çocuklara gitar dersleri vermeye başlar, gençlerle top oynar. Köyün gözbebeği olur. Maaşının çok azını harcar, geri kalanıyla gençlerin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Bir önceki imam zamanında, imamın yakınından geçmeyen gençler, bu çocukla büyük bir dostluk ilişkisine girerler. Akşamları altı liseli gence üniversiteye hazırlık için kimya, fizik, matematik dersleri verir. Oysa köyde üç öğretmen vardır, onlar öyle bir çaba göstermezler. Çocukları Mardin’deki kiliselere, Urfa’daki tarihi ve dini mekânlara gezmeye götürür. Oraları hayatlarında görmemiş olan çocuklar çok sevinirler.

Benzer İçerikler

martı – Jonathan Livingston

yakutlu

Yalanı Anında Yakalayın | Pamela Meyer

yakutlu

Yazar Olabilir miyim? Yaratıcı Yazarlık Dersleri-Semih Gümüş

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy